• Anasayfa
  • Favorilere Ekle
  • Site Haritası
    • Görsel Destekli Tarih Videoları Sesli Tarih Menüsünde
    • Özgün Tarih Materyalleri
    • Tarihi Fıkralar
    • Tarih Yazılısından İnciler
    • Tübitak Tarih Proje Örnekleri
    • Sınavlar Bölümünde Bilgilerinizi Test Edebilirsiniz
    • Peygamberimizin Hayatı ve Örnek Ahlakı
    • KPSS Sunuları Yenileniyor
    • Bulmacalarla Tarih Öğreniyorum
    • Tarih Sunuları için tıklayınız.
    • En güncel tarih sunuları burada.
Mor Salkımlı Evde Tarih İzleri

    O günkü Ceyb-i Hümayun Dairesi’ne Yıldız Camii’nin karşısındaki selâmlık seyredilen açık settin arkasın­dan gidilirdi. Yanındaki büyük kapıdan dar ve uzun çakıl döşeli yolun üzerine muhtelif Daireler açılırdı. Gece yan­sından sonra geçilmeyen bu kapıdan Mehmet Efendi’yi kucağındaki küçük çocukla bıraktılar. Bazen küçücük bir çocuğun gönül amacı en büyük hükümdarların bile demir kilitli kapılarını açıp içine giriyor.

    Bana bak Hanım, dedi; bugün Mithat Paşa’yı sür­düler. Bu gece milletin matem gecesidir. Misafirlerini he­men dağıt, yoksa ben dağıtırım, diye bağırdı. Ömrümde onun haremde böyle bir şey yapmış olduğunu görmedi­ğim için şaştım kaldım.

   Büyükbaba okumak bilir, fakat yazmak bilmezdi. Haminne’nin o güne göre yüksek kültürüne rağmen si­yasî idealj bakımmdan Haminne’nin fevkinde idi. Her ne olursa olsun ben Büyükbaba’yı tercih ediyorum.

   Yoldaş adlı köpeğim, Çerkez Ethem’in çetesinin, galiba koyun çalıp getirmek için yetiştirilmiş köpeği idi. O günlerde İstiklâl Mücadelesi’nin hatırlı simalarından! olan Çerkez Ethem bu köpeği bana hediye etmişti.

     Bu devre ait tecrübe ve hislerimin üzerinde duracak değilim. Bunlar, ben yaşta ve başta her ananın geçirdiği tatlı ve acı tecrübelerdir. Birincinin adını garip bir rüya­nın tesiri ile koymuştum. İkinci doğduğu zaman Japon - Rus muharebesinde Amiral Togo’nun zaferi memleketi­mizde bütün muhayyileleri o kadar harekete geçirmişti ki mahallemizde doğan diğer erkek çocuklar gibi o da To­go diye çağırıldı durdu.

 

MEŞRUTİYET İLÂNI

 

    Meşrutiyet ilân edildiği gün, mor salkımlı evin Burgaz’daki geniş sofasında, bizde misafir olan Peyker (Hala) ve eşi Hamdi Efendi ile oturuyorduk. Oğulları zabit çık­tıktan sonra Genç Türk  hareketine karışmış, memleket haricine kaçmaya mecbur olmuş. Oğulları ile benim tanı­dığım bir Amerikalı vasıtasıyla muhabere ettikleri2 için bize sık gelir ve mektubunu alırdı. Bu iki ihtiyar ana ba­banın dünya gözü ile oğullarını görmek ümitleri kalma­mıştı. Esasen kimse böyle bir vaziyeti beklemiyordu.

      Abdülhamit, Midhat Paşa’nın katli ile fikir denilen kuvvete ağır bir darbe vurmuş, inkılâp, fikir ve söz hürri­yetini doğurmuştu. Paris’teki Genç Türkler müspet bir şey yapamamışlardı. Makedonya’nın merkezi olan Selanik’ teki hususî idare fikir hürriyetinin zincirlerini gevşetmişti.

     1906’da orada bir teşekkül vücut bulmuş, İttihat ve Te­rakki Cemiyeti kurulmuştu. Üçüncü Ordu zabitlerinden Enver, İsmail Hakkı, Niyazi, Mustafa Kemal, Eyüp Sabri, Cafer Tayyarlar faal azaları idi. Fakat o gün, ön safta en fazla Niyazi, Enver ve Fethi görünüyorlardı. Tek kadın aza, kadın muharrirlerimizden Emine Semiye Hanım idi.

     1909 Martında Haşan Ptehmi1 isminde bir muhalif gazeteciyi Köprü üzerinde öldürdükleri zaman, siyasî ihti­ras2 son haddini buldu. Bu hâdise yeni rejimin ilk siyasî katli3 idi ve herkesin üzerinde çok derin bir tesir yaptı.

      Evimin penceresinden cenaze alayım gördüm. Adeta o beyaz sarıklı muazzam kalabalık hareket hâlindeki bir papatya tarlasını hatırlatıyordu. Ortalıkta herhangi bir gürültüden daha korkunç bir sükût hâkimdi. Bana bu, ir­ticaın4 başlangıcı gibi geldi. Salih Zeki: “İttihatçıların Selânik’ten getirdikleri Avcı Taburu, Meşrutiyet’in bani­sidir. Bir şey olamaz,” diyordu.

    31 Mart sabahı uzaktan gelen silâh sesleri ile uyandığım  zaman bilmem neden Shakespear’in Jul Sezarındaki “Martın 15’inden sakının” -Beware the Ides of March- cümlesini kendi kendime tekrar ettim. Bizim sokakta da 31 Mart’ın güneşli, o parlak göğünün altında, aralıklı ge­len silâh sesleri hâkimdi.

    Hüseyin Cahit olduğunu söyledi. Fakat Hü­seyin Cahit zannı ile Lübnan’lı bir mebusu öldürmüş ol­duklarım çarçabuk öğrendik.

    Bundan sonra Hüseyin, irticanın başı olan Derviş Vahdetî’den bahse başladı. Heyecandan kendinden geç­miş gibi idi. Hüseyin anlaşılan Vahdetî’nin askerlere hi­tabelerini takip etmişti. Vahdeti, bütün inkılâpçılarla in­kılâba taraftar genç talebeyi İslâmiyet’in düşmanı olarak tanıtmış ve onların katledilmelerinin farz olduğunu söy­lemişti. Bununla da kalmayıp, Rusya’nın ve İngiltere’nin, İttihatçı hükümetten daha fazla şeriatın muhafızla­rı olduğunu söylemiş. Belki Vahdeti sadece kara bir taassuba dayanmakla kalmıyor, aynı zamanda ecnebile­re ajanlık da ediyordu.

    Genç Türkler’in böyle bir kıtal hazırlaması acaba mümkün mü idi? Herhalde Adana kıtalinin sebepleri daha derin ve karışık, aynı za­manda birbirine benzemeyen sebeplere dayanıyordu.

    İttihatçılar iktidara gelmeden evvel, Ermeniler’in Taşnak Cemiyeti liderleri ile anlaşmış bulundukları bili­niyordu. Esasen İttihat ve Terakki, programı ekalliyet­ten ecnebi devletlerle anlaşmış olmayanları destekle­mişti. Fakat, bazıları hâlâ ecnebi devletlerin, bilhassa Rusya ve İngiltere’nin siyasî oyunlarına kapılarak, aynı zamanda hakikaten müstakil bir Ermeni Devleti idealine inanarak, Avrupa efkârını Türkiye aleyhine çevirmek için bahane arıyorlardı.

   Genç Türkler, Taşnaklar’la ilk anlaşmalarında, yeni rejim kuvvetle yerine oturuncaya kadar silâhlarını mu­hafaza etmelerini kabul etmişlerdi.

   Ağızdan ağıza şöyle bir rivayet dolaşıyordu: İstan­bul’daki irticai ve ayaklanmayı bastırmak için Selanik ten bir ordu geliyormuş. Ne garip bir tarih tecellisi. Yüz yıl evvel de yine Makedonya’dan, Alemdar Mustafa Paşa kumandasında bir ordu, Üçüncü Selim’in inkılâplan aleyhine ayaklanan kuvvetleri ve isyanı bastırmak için gelmişti. Acaba tarih, başka isim ve kılıklarla daima bir tekerrürden ibaret mi? diye düşündüm.

    Genç Türkler, o günkü Rus Sefareti’ne iltica etmişler ve himaye edilmişlerdi. Rus Sefareti, hem İttihatçıları, hem de daha sonraları asileri himaye etmişti.

   İstanbul’dan gelen haberler şu idi:

   Mahmut Şevket Paşa, Makedonya’dan ordusu ile gelmiş, Abdülhamid’in ordusunu kolaylıkla yenmişti. Abdülhamid tahttan indirilmiş, yerine Sultan V Mehmet geçirilmişti. Abdülhamid, Selânik’e nefyedilmiş Hüse­yin Hilmi Paşa’nın riyasetinde yeni bir kabine kurul­muş, bu kabineye Talât Paşa Dahiliye, Cavit Bey Maliye Nazın olarak girmişlerdi. Aynı zamanda örfi idare ilân edilmiş, mürteciler şiddetle ceza görmüşlerdi.

      İşte bu suretle 1909 irtica hareketinin tam ortasın­da iki küçücük yavrumla Mısır’a gittim.

     Salih Zeki, 1 Mayıs’ta geldi. Küçük hâlâ yatakta, fa­kat tehlikeyi atlatmış ve kardeşine de bir hastalık geç­memişti. Bilhassa hastalığın kızıl olmayıp da kızamık ol­duğunu anlamak da bize biraz ferahlık vermişti.

     Esasen Avusturya, Bosna ve Hersek’i ilhak ederek mirasa konmak salgınına başlamış bulunuyordu. Onu Girit’in işgali takip etmişti. Nihayet Trablus’un işgali or­talığı altüst etti.

     Bosna-Hersek’in işgalinde, Türkiye’de Avusturya mal­ları boykot edilmiş, fesler umumiyetle Avusturya malı ol­duğu için, herkes fes yerine yerli başlıklar giymeye baş­lamıştı. Tabii bu, yerli fes fabrikaları açılmaya sebebiyet verdi. Şimdi de İtalyan olan her şeyi boykot edecektik. Herkes “Makama yemeyin, İtalyan malı almayacağım, İtalyanca konuşmayacağım,” diye and içip duruyordu. Bu da tabiî Türkiye’de makama fabrikalarının inkişafına yol açtı.

  Trablusluların büyük bir kahramanlık gösterdikleri mu­kavemete yardım için o diyara akın ettiler. Enver ve Fet­hi Bey’ler bunların başındadır. Enver Paşa’nın3 daha son­raları Panislâmizm4 idealinin bir sembolü olması bu tarih­te başlar. O zaman henüz tanımadığım Doktor Adnan da Hilâl-i Ahmer’in mümessili olarak Trablus’a gitmişti.

    Yine bu devirde bir “Galatasaray hâdisesi” vardır ki bu da epeyce neşriyatı ve münakaşayı mucip oldu.Esa­sı şu idi:

     Galatasaray’ın başında bulunan Tevfık Fikret ile za­manın Maarif Nazırı Emrullah Efendi7 arasında fena ih­tilâf baş göstermiş, nihayet Tevfık Fikret’in çekilmesi ile mesele hallolmuştu.

     Balkan Harbi’nin saikleri arasında, harp devletlerinin haricî politikası da büyük bir rol oynamıştı. Nihayet bütün bunlar 1911’de yeni rejimin iç meseleleri ile karışarak, Sabit Bey’in iki yıl evvel haber verdiği Balkan felâketi ortaya çıktı. Ken­disi de Balkan Harbi’nin şehitleri arasındadır.

     1911’de İttihatçılar Meclis’te ekseriyeti kaybetmeye başlamışlardı. Aynı zamanda da Meclis haricindeki ekse­riyet, onları farmason veyahut Radikal diye isimlendiri­yor ve yeni seçimi kaybetmeleri ihtimalini kuvvetli görü­yorlardı. Bunun en acil çaresi, Meclis’i hemen dağıtmak, İttihat ve Terakki kuvvetlerini artırmak ve muhalefete karşı gelmek için tedbir almaktı.

     Bu çare tabiî 1908 yılı Anayasasının esaslarına aykı­rı düşüyordu. İttihatçılar, 1908’de 1876 Anayasasının 35. maddesine 13. maddeyi ilâve etmek suretiyle tadil etmiş­lerdi. Şimdi bu ilk tadil maddesini kaldırmak istiyorlar­dı. Yani, 1870’da padişaha Meclis dağıtmak selâhiyetini veren maddeyi olduğu gibi iade etmek istiyorlardı. Kısa­ca tadil selâhiyetini tekrar Sultan Reşad’a iade etmek fikrinde idiler.

     Türkiye’ye döndükten sonra, 1912 Ağustosu’nda Tür­kiye, Balkan Harbi’ne girdi. Harbi ilân eden Büyük Kabine’dir. Aynı zamanda Asquit2 Kabinesi, harbin neticesi ne olursa olsun, statükonun muhafaza edileceğini ilân et­mişti.

   Türkiye yenildi, Makedonya Türk ve Müslümanlarından üç bin kişi katledildi.

     Mağlûp Türk Ordusu’nun, Makedonya'nın düşman muhiti içinden, aç, susuz ve titreyerek İstanbul'a gelişle­ri hâlâ kafamda bir kâbus gibi yaşar.

      Millî izzetinefsimizin aldığı yaraya merhem olan şey, Hamidiye’nin bütün Avrupa matbuatında hayranlık uyandıran kahramanlık macerasıdır. Ona, ecnebi mat­buatı “Hayal Gemi” adını vermişti. Bu kruvazör“' Varna’yı harp başında bombalarken, yanından bir yara almış, geri i ili dönmüştü. Batmak vaziyetinde İstanbul’a dönmesi esa­sen büyük bir bahrî hâdise4 idi. Ve kimse onun Haliç’te bir müddet kaldıktan sonra tekrar harp sahnesine döne­ceğine ihtimal vermemişti. Eakat dört ay geçmeden ve L, herkes Yunan Filosunun Boğazlarda toplanmakta oldu­ğundan bahsederken, birdenbire Hamidiye’nin Şira Adası’nı bombardıman ettiği haberi yayıldı. Hamidiye’nin Boğaz’ı gözetleyen Yunun Donanması’ nı atlatmasını bir mucize kabul etmek tabiî idi.

   İttihatçılur, Babıâli'yi basmışlar, Nâzım Paşa yave­ri ve Necip isminde biri bu mücadelede vurulmuş.

   Babıâli baskınının kısmen amili şu idi:

Babıâli’ye nota verilmiş, Edirne’nin Bulgaristan’a il­hak edilmesini talep etmişler. Kâmil Paşa kabinesi buna kabule taraftar olmuştu. Umum efkâr Edirne henüz kendini kahramanca müdafaa ederken şehrin düşmana terk edilmesine muhalifti.

   Bu aralık, Balkan devletlerinin kendi aralarındaki ihtilâftan faydalanarak Türk Ordusu 1913 Temmuzu’nda Edirne’ye yürüyerek şehri istirdat etti.1 Böylece Balkan Harbi sona erdi.

   Mamafih, Edime düştü. 30 Mayıs 1913’de Londra Kon­feransında İttihatçılar şehrin düşmesini kabul ettiler.

    2 Haziran 1914’de Mahmut Şevket Paşa muhalefet ta­rafından öldürüldü. Bu kabiliyetli, imanlı ve büyük aske­rin öldürülmesi çok büyük tesir yaptı. Bu vesile ile İttihat­çılar on iki kişi idam ettiler ve aralarında Padişah’ın dama­dı da bulunan bir hayli adamı Anadolu’ya nefyettiler.

     Fakat Mahmut Şevket Paşa’nın katli mü­nasebetiyle İttihatçıların aldığı sıkı tedbir buna mani ol­muştu. Bu meseleyi İttihatçıların tanınmış simaların­dan Rıza Nur Bey de 1918’de Hürriyet ve İtilâfın esrarı­nı açıklayan eserinde anlatır.

    Ben milliyetçiliğin, muhabbetle, karşılıklı bir anla­yışla dolu bir ülke yaratacak zannetmiştim. Fakat milli­yetçilik ölçüsünü kaçırdığı zaman yer yer insanları birbi­rini boğazlamaya, yeryüzünü bir salhaneye döndürdük.

   Cemal Paşa da Suriye’de, sürgün Ermenilere karşı es­ki Osmanlı devlet adamına yakışır bir vaziyet almıştı. Hat­ta Suriye’de Ermeni kıtali çıkarmaya sebep olabilecek bir hareketi kökünden koparmak için, bir müteşebbisini idam ettirmişti.

   Anadolu hattında, İzmit’ten öte, bu ilk seyahatim ol­duğu için etrafıma merak ve alâka ile bakıyordum. Ger­çi o günden beri muhtelif sebepler ve vaziyetlerde sayı­sız defa bu hattan geçtim. Bu birinci sefer, askerî harekât ve nakliyatı ilk görüşümdü. Hâlâ o gün yüz binlerce va­tan evlâdının meçhul akıbetleri, şehadetleri ve muhte­mel faciaları içimde hüzün ve endişe uyandırdı. Aynı trende, tanınmış doktorlardan müteşekkil bir Kızılay he­yeti, mukaddes yerleri müdafaada gösterdiği ideal cesa­reti ile şöhret alan Fahreddin Paşa’nın Mekke’deki veya Medine’deki karargâhına gidiyorlardı.

   O zamana kadar, Suriye’deki Arap milliyetçiliği, ec­nebiler elinde birer siyasî manivelâ gibi kullanılmıştı. Bütün zaman için medenî insanlar arasında var olacağı­na inanıyorum. Fakat aynı zamanda bu güzel idealin her­hangi siyasî gayeye âlet edildiği zaman en korkunç ve vahşî bir şekil alması ihtimaline de inanıyordum ve hâlâ da bu inancım bakidir. Kanaatimce Türkiye, Arapları herhangi yabancı kültürden fazla Arap kültürüne bağla­ması lâzımdı. Fakat aynı zamanda Türk Devleti’nin muh­telif ve zıt unsurlarını birleştirmek için Türk kültürünü ve dilini, öğrenmesi de lâzımdı. Bunu da devletin açacağı yeni mektepler temin edebilirdi. Yine inanıyorum ki, Arap milleti bir gün tam istiklâlini alırsa, İktisadî, coğrafi ve hatta dinî kültür bakımından Türklerle işbirliği lüzu­munu idrâk edecek, Türklerle medeniyet ve sulh da elele yürüyecektir.

    Bu Yetimhane üzerinde merhum Cemal Paşa ile ara­mızda hayli çetin ve uzun münakaşalar oldu. Ben, Erme­ni çocuklarının Türk veya Müslüman ismi taşımalarına itiraz ettim. Bunun sebebini Cemal Paşa şu surette izah etti. Şam’da Ermeniler tarafından idare edilen yerde Ce­mal Paşa idaresinin yardım ettiği bir takım yetimhaneler vardı. Bunlar yalnız Ermeni çocuklarını alırlardı. Hiç bi­rinde yeniden çocuk alacak yer kalmadığı gibi, yeni bir yetimhane açmak için de maddî imkân kalmamıştı. Ayin Hıra sadece Müslüman çocukları için olup, orada henüz yer vardı. Ermeni yetimhanesinin alamadığı avare Ermeni çocukların Ayin Hıra’ya alırken onlara Türk veya Müslüman ismi vermek zarurî idi.

   Bir erkek, yanında bir kadın bana gelerek, Kürt çocuklarının bulunduğu yetimhane nerede diye sordular. Ceplerinden dikkatle katlanmış yırtık bir kâğıt çıkardılar, gösterdiler. Erzurum’dan gelmişlerdi. Şark’a, Rus ordusuyla gelen General Antranik zamanın­da hicret etmişler ve hicret esnasında Haşan ismindeki oğullarını kaybetmişler. Bu çift, Anadolu’dan Arap diya­rına kadar yürümüş, her yetimhaneye başvurarak üstün­de, muhtelif yetimhaneler tarafından yazılmış, “Haşan buraya getirilmedi,” cümlesi vardı. Bizimki son yetimha­ne idi. Doktor Lütfü elinde bu kâğıtla yetimhaneye girer­ken, benim de yüreğim bu ana baba kadar atıyordu. Ya­rım saat sonra Doktor Lütfü, oldukça zayıf, temiz giyin­miş, elinde bohçasıyla bir küçük oğlanın elinden tutmuş geldi. Akşamdı hiç unutmam. Güneşin havada kalan son kızıllığı içinde bir ana, baba diz çöktüler, kollarını hava­ya kaldırdılar, çocuk onların geniş göğsü üstüne atıldı.

    Ekim’de Mondros’ta imzalanan mütareke (30 Ekim .918) ile Mart (1917) arasındaki hadiseler hakkında söylenecek pek bir şey yoktur. Tarihi bir fasıla idi. Osmanlı İmparatorluğu ve onun son temsilcileri olan İttihatçıla­rın üstüne bir perde indi. Büyük kaybetme hislerinin ar­pında bir beklenti de vardı. İttihatçıların rejimi özgürlük, adalet, müsavat ve kardeşlik vaad eden kansız bir inkılâp ile başladı ve Türk topraklarına ve Türk insanına hem ulviyet hem zillet getirdi. Bu rejim ortadan kalk­tıktan sonra, Türk insanı perdenin tekrar yükselmesini ve 1908’in büyük muvaffakiyetlerinin ileriye götürdüğü, Türkiye’nin büyük evlâtlarının kendilerini kurban ettiği ve kanlarıyla temizleyip arındırdığı yeni ve barışçı bir ülkenin ifşasını bekliyordu.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

  
1371 kez okundu

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yapmak için tıklayın
Ziyaret Bilgileri
Aktif Ziyaretçi4
Bugün Toplam543
Toplam Ziyaret1042960
Saat