• Anasayfa
  • Favorilere Ekle
  • Site Haritası
    • Görsel Destekli Tarih Videoları Sesli Tarih Menüsünde
    • Özgün Tarih Materyalleri
    • Tarihi Fıkralar
    • Tarih Yazılısından İnciler
    • Tübitak Tarih Proje Örnekleri
    • Sınavlar Bölümünde Bilgilerinizi Test Edebilirsiniz
    • Peygamberimizin Hayatı ve Örnek Ahlakı
    • KPSS Sunuları Yenileniyor
    • Bulmacalarla Tarih Öğreniyorum
    • Tarih Sunuları için tıklayınız.
    • En güncel tarih sunuları burada.
MİRLİVA İHSAN LÂTİF

MİRLİVA İHSAN LÂTİF

 

“Kapı tekrar açıldı. Gözlerim kendiliğinden kapıya çevrildi. Kapının önünde iki kişi vardı. Biri sağlık memuru biri de gardiyan. Hastaları soruyorlarmış. Yanımda Tatar Fethullah vardı. Sordum: “Ne dersin? Hastayım desem hastaneye çıkarırlar mı beni?" Adamcağız güldü; “Senin benzinde daha renk var, hastalan şimdi görürsün...” Koğuşta, özellikle kapıya yakın kerevetin altı hasta ile doluymuş. Tifüs, dizanteri, tifo ve göğüs hastalıkları en belli başlı olanlarıydı. Ama böylelerini çıkarıp bakmıyorlar; adeta ölüme terk edilmişler! Hazır, koğuş da bir karantina bölgesiydi zaten(?) Varsın burada ölsünler; çıkarıp ne yapsınlar(!) Kerevetlerin altından sürüye sürüye iki ölü çıkardılar. Kerevetlerin altındaki, sağlık memurlarına yalvaran diğer hastalara aldırış eden olmadı... ”

Ben, Mirliva İhsan Lâtif... Sicil numaram: 1309-P.6... 1873 yılında İstanbul’da doğdum. Molla Gürâni ailesinden Lâtif Bey’in oğluyum. Doğu Cephesi’nde, birliklerimi kumanda ediyordum. Ah! O paslı bir çivi gibi mazime çakılan tarih; 22 Aralık 1330 (2 Ocak 1915) O gün, ekserisi yaralı ve hasta 300 kadar askerimle Moskof’a esir düştüm. Aslına bakarsanız; cehennemi andıran ateş ve şarapneller altında daima mevcut olan ölümü pek tabii bir hâl olarak kabullenmiştim. Ama asla hâtır ve hayâlime gelmeyen “esâret” bir bela yıldırımı gibi beynimi, karakterimi ve varlığımı alt üst ediverdi.

Artık, aylarca kıvranacağım esâret boyunduruğu altında, şu üç hususu bir an olsun zihnimden atamayacaktım: “Vukuuna lânetler ettiğim ve bana pek ağır gelen bu esâretten bir an evvel yakamı kurtarmak düşüncesi. .. Vatanıma kavuşarak düşmanla aramda yarım kalan hesabımı görmek ve intikamımı almak azmi... Ve; hayat ve mematlarından haber alamadığım ve felâketim dolayısıyla inim inim inlediklerinden şüphem olmayan ailemin halleri ve haber ulaştırabilmek çaresi…”

İlk durak olan Sarıkamış, aynı zamanda ilk donma tehlikesini yaşadığım ve ayak parmaklarımdan birkaçını kaybettiğim yer oldu. Bizi, karanlık ve pislik yuvası bir odaya tıktılar. Gece boyunca bu sefil yerde ayakta bekledim. Ertesi gün, trenlerle getirildiğimiz Kamışlof şehrinde, ağaç dallarından yapılmış tek atlı kızaklara torba istif eder gibi üst üste yığdılar. Ocak ayının; -35 derece civarında seyreden soğuğu altında ve üzerimizde tek kat elbise olduğu hâlde üç gün bu vaziyette yolculuk ettik. Şiddetli soğuk ve yetersiz beslenme sadece bedenime değil, kafamda dönüp duran kaçma arzusuna da darbe vuruyordu. Bu vaziyette getirildiğim İrbit şehrinde, kısa süreli de olsa müsaade edilen çarşı gezintileri boyunca tek düşüncem; bir Rusyalı Müslüman bulmak ve ondan yardım görerek vatanıma dönebilmekti. Bu sefâlete ve muhatap olduğum hakâretlere direnme gücümün her geçen gün azaldığını hissediyor, acele ediyordum: Nihayet korktuğum başıma geldi ve hastalanarak yatağa düştüm. Hastane dedikleri, büyükçe bir odadaki tahta sedirin üzerine elbiselerimle yatırıldım. Paltomu da üzerime örterek tam yirmi beş gün boyunca gâh ateşler içinde kavruldum yahut soğuktan titredim. Yanı başımda, tifodan  yatan beş Türk subaydan biri olan Teğmen Sabri, edilen zulüm ve tedavisiz bekleyişin neticesinde, kurtulamayarak vefat etti. Moskof zulmü, o vakit kendini bir kere daha gösterdi; o kadar istememize rağmen bu şehit Türk subayına dinî merasim izni vermediler ve sürükleyip götürdüler.

Nihayet ayağa kalktım ve kendimi iyice toparlayabilmek için açık havada kısa gezintiler yapmaya başladım, işte o günlerde dualarım kabul oldu ve bir Müslüman tanıma fırsatı yakaladım. Şah Veli, gerçekten yiğit ve yardımsever biriydi. Onun dükkânında geçirdiğim saatlerde evimin sıcaklığını ve huzurunu yaşıyordum. Bu şehirden götürüleceğim tebliğ edildiğinde de hemen onun dükkânına koştum. Beni arkadaki odaya aldı. Varlıklı Müslümanlardan topladığı 600 rubleyi elime sıkıştırırken kendisine ait kalın bir fanilâyı da beraberinde uzatmıştı. “Bunu saklayınız; bu size pek lâzım olacaktır. Çünkü Sibirya’nın soluklarına ancak bununla mukavemet edersiniz. Merak etmeyiniz, bu fanilâyı sizden Dersaâdet’te alırım.” dedi. Bilhassa “Dersaâdet” derken ki heyecanı görülmeye değerdi. Çok hislenmiştim. Ayrılık vakti geldiğinde, heyecanla ve gözyaşlarıyla birbirimize sarıldık. Ben kapıdan çıkarken hemen kıbleye döndü ve gözyaşları eşliğinde “Ezan-ı Şerif” okumaya başladı. Sokağın başına kadar bu mübarek ezanı dinleyerek ve gözyaşlarıyla yürüdüm.

Yine yollardayız… İki gece ve bir gün yolculuktan sonra sabaha yakın saatlerde Tomsk istasyonuna geldik. Hava gayet soğuk , her taraf buz ve karlarla örtülüydü. Titreyerek salona girdik. Rus askerleri bir köşeye çekilerek, bize karşı eziyet olacak şekilde sıcak çay içmeye başladılar Az ileride bir gazete tezgâhı görünce izin isteyerek oraya yaklaştım. Masanın üzerindeki gazeteleri incelerken "Ukazatf” adlı, o bölgedeki trenlerin hareket saatlerini ve güzergahlarını gösteren kitap dikkatimi çekti Kitabı, bir ruble karşılığında hemen satın aldım. Kimseye belli etmeden kitabı nicelerken ekinde 1.500.000 ölçekli bir Sibirya haritası da okluğunu görünce sevinçten uçacak gibi olmuştum. Bir an olsun aklımdan çıkmayan firar maksadıma pek uygun olan bu kitabı hemen giysilerimin içinde sakladım.

Tomsk istasyonunda geçirdiğimiz bir iki saatin ardından, zoraki bir yürüyüşle bu şehirde kalacağımız hapishaneye geldik. Bizi, içerisi ve duvar kenarlarındaki ranzaları esirlerle dolu bir odaya aldılar. Mecburen ayakta beklemeye başladım. Donan parmaklarımın yaraları henüz iyileşmemişken saatlerce kar ve buz üzerinde yürümek; sonra birde ayakta beklemek ızdırâbımı ziyadesiyle artırmıştı. Sabah olup uyanmaya başlayan Alman ve Avusturyalı esirler, benim general olduğumu öğrenince; istirahatımı temin için, hemen ot doldurulmuş mükemmel bir yatak hazırladılar ve ben de çileli yolculuğun yorgunluğunu bir nebze de olsa atmak fırsatını buldum.

Ertesi gün, biraz ısınabilmek maksadıyla bahçeye çıkmış, cılız güneş ışıklarının vurduğu yerlerde dolaşıyorken yanıma biri yaklaştı ve kendini tanıtarak konuşmak için izin istedi. Çevresindekilerin "Baron” diye hitap ettiği bu Avusturyalı genç teğmen; "Burada, çok zor şartlar altında yaşamaya çalışan Türk esirlerin varlığı”ndan söz etti. "Koğuşlarda, yan çıplak vaziyette ve en sıradan sağlık hizmetlerinden bile mahrum olarak kalıyorlarmış.” Samimiyetini gözyaşlarıyla ispat eden Baron Efendi ile hemen o koğuşlara gittik. Hakikaten kendimi çok acı bir manzara karşısında buldum. Üzerindeki elbiseleri Moskoflar tarafından yağmalanan Anadolu’nun çilekeş çocukları -30 derece soğuk altında birbirlerine sokulmuş; soğuğun ve berbat hastalıkların pençesinde kıvranıyorlardı. Bu manzara karşısında daha fazla kendimi tutamadım ve duvarın dibine çökerek hüngür hüngür ağladım. Para sıkıntısı çekmeyen bu Avusturyalı genç, gelirken bir miktar malzeme ve elbise getirmeyi de ihmâl etmemişti. Ben de İrbit’te Şah Veli’nin firarım için topladığı paranın bir bölümünü bu mazlum vatan yavrularına dağıttım.

Bir akşam, Tomsk şehrindeki konaklamanın bittiğini ve sabah yola çıkacağımızı söylediler. Tren istasyonuna kadar, parasını bizden aldıkları kızaklarla götürüp bir vakit karın altında beklettiler; nihayet tren geldi ve bizi bir çuval gibi vagonlara tıktılar. Vagonlardaki kalabalık öylesine fazlaydı ki âdeta nefes alamaz durumda lrkutsk şehrine doğru gidiyorduk. Yanımdaki Avusturyalı subay, kısa zaman önce tanık olduğu bir manzarayı anlatmaya başladı: “Rus Avrupa’sında bulunan “Perza” isimli şehrin istasyonunda; ücra bir köşeye terk edilmiş iki Furgon (hayvan nakliyesine mahsus penceresiz vagon)'da kilitlenen 70-80 civarındaki Türk esiri, günlerce aç ve susuz bırakılmış; bu biçareler bu kilitli ve pis vagonlar içerisinde günlerce feryat ederek, inleyerek ölmüşlerdi.”

Bizzat yaşadığım, gördüğüm veya işittiğim böylesine hâdiselerle geçen esirlik günlerimin her dakikası, ruhumu bir akrep gibi zehirliyor dimağımı uyuşturuyordu. En korktuğum ise; bütün bunlardan sonra kendime olan güvenimi yitirmek ve esâret rüzgârına kapılıp savrulmak ve dahi kaybolup gitmekti. Nefes alabilmek, dört duvarın dışındaki dünyaya bakabilmek, tel örgülerin ya da demir parmaklıkların bölmediği şeyleri de görmek umudunu canlı tutabilmek istiyordum. Ve... Bana eziyet edenlerden, mânen olsun intikam alabilmek için kaçmak!

Bu çileli yolculuk sırasında tanıştığım ve hemen kaynaştığımız Yarbay Fethi Bey ile hep hürriyetin hayâlini kuruyorduk. Her ne olursa olsun ilk fırsatta kaçacaktık. Esâret ikametgâhımız olan Chita şehrine getirildiğimiz günün hemen ertesi sabahında da yaptığımız planı icrâya başladık.

Her akşam, çok erken saatlerde barakamıza çekiliyor; hemen yatarak ertesi gün öğleden sonraya kadar uyuyormuş gibi yatakta kalıyorduk. Böylece, günün 14-15 saatini uyumak âdetinde olduğumuza Rus nöbetçileri inandırmak ve üzerimizdeki denetimi buna göre gevşetmelerini sağlamak; istiyorduk. Ayrıca, hemen her gün, odamızda ve avluda en az 2-3 saat durmadan yürüyerek bacaklarımızın direncini artırmaya gayret ediyorduk. Bütün bu hazırlıkların bir işe yaraması; elbette bir rehber bulabilmemiz hâlinde bir mana ifade ediyordu. Bizleri, bu çetin şartlara sahip coğrafyadan çıkaracak -tercihen Müslüman- bir rehber bulmak için de sürekli teyakkuz hâlindeydik. Tanıştığımız ve güvendiğimiz bütün Müslüman  kardeşlerimizden; evvelen ve bilhassa isteğimiz buydu.

Baskı ve hakâretlerin ruhumda açtığı yaralar ile şiddetli kışın bedenimdeki yıkımına direnerek mart ayını da geçirdim. Rus komutandan ısrarla talep ettiğim dışarı çıkabilme ve haftada bir de olsa hamama gidebilme müsaadesi çıkınca firarıma itikadım ziyadeleşti. Şehirde yaklaşık 300 hane Müslüman Tatar yaşadığını ve bir de camilerinin olduğunu öğrenmiştim. Bilhassa camiinin varlığına çok sevindim. Bu sayede, Rusların gözü önünde hareket etme sıkıntısından kurtulacaktım. Hemen, Cuma namazlarına gitmek için izin talep ettim ve çok şükür bu izni de kopardım. Erken saatlerde camiye gelip mümkün olduğu kadar çok Müslüman ile tanışıyor; uzun sohbetlerle, bu insanlar arasında güvenebileceğim birini arıyordum. Vakit buldukça minareye çıkıyor, ezan okurken bir taraftan da şehrin kuşbakışı krokisini çıkarıyordum. Dönüşlerde ise her defasında farklı bir yolu deneyerek sokak ve caddeleri tanıyordum. Bu arada, peşimde dolaşan Rus nöbetçilere de küçük hediyeler almayı ihmâl etmiyordum. Fethi Bey de boş durmuyor, firarımız esnasında ihtiyaç duyacağımız malzemeleri tedârik etmeye çalışıyordu.

Rehber olmadan firar etmek mümkün olsa da; 5-10 saatlik yol gitmeden behemehâl yakalanacaktık. Zaman geçiyor; fakat aradığımız rehberi bir türlü bulamıyorduk. İki hafta önce, rehber bulamadan kaçan Avusturyalı ve Alman subayların ormanda kaybolmaları ve kısa sürede yakalanmaları, ısrarımızın ne derece isabetli olduğunu göstermişti. Cami sohbetleri ile bir ilerleme olmayınca geceleri de gizlice kamptan kaçmaya ve güvendiğimiz evlerde toplantılar yaparak bir netice aramaya başladık. Gece karanlığından faydalanarak tren istasyonuna sokulup trenlerin hareket saatlerini ve güzergâhlarındaki diğer istasyonlar ile bunlar arasındaki mesafeleri öğrenmeyi de ihmâl etmiyorduk. Gece kaçmalarını, Fethi Bey’le sıraya koymuştuk. Her ihtimale karşı, birimiz odada bekliyor ve muhtemel bir ânî bir denetimde açığa düşmek istemiyorduk. Fethi Bey nihayet; bir gece görüşmesi sonrasında, sabırsızlıkla beklediğimiz haberle döndü: Bir süredir görüştüğümüz gayretli, cesur ve fedakâr bir dindaşımız bir başka dindaşımızı rehberliğe ikna etmişti!

 

23 Mayıs 1331 Pazar... Akşam erkenden odamıza çekildik ve ışıkları söndürdük. Saat on gibi; ben önden, Fethi Bey arkadan barakaları terk ederek rehberle buluşacağımız dükkâna gittik. Rehberin gelmesiyle de hemen kıyafetlerimizi değiştirdik. Evvela, bu günleri hesaplayarak uzattığım sakalımı kestim. Fethi Bey de sarıya çalan saçlarını boyadı ve döküntü elbiseler giyerek alelade işçi kimliğine büründük. Pasaportlarımız da hazırdı. Artık Tebrizli Cafer ve Ali Ekber olmuştuk. Birer amele tavrıyla, Rus askeri kaynayan tren istasyonuna geldik ve bizi Chita şehrinden kurtaracak olan Viladivostok trenine bindik. Kalplerimiz sevinç ve heyecandan çatlayacak gibiydi ve uyumak kabil değildi; fakat biliyorduk ki en mühim silahımız soğukkanlılık olacaktı. Tren ilerlerken; parçalara ayırarak elbisemin arasına yerleştirdiğim haritayı ara sıra çıkarıp nerede olduğumuzu anlamaya çalışıyordum.

Tren yolculuğu, Rusları alıştırdığımız uyku süresi olan 14-15 saat sonra bitecek; sonraki yolculuğumuzu, ıssız yollardan yürüyerek sürdürebilecektik. 24 Mayıs öğle saatlerinde, Sibirya'nın çölü olarak bilinen Bulak'ta trenden indik. Hiç durmadan yürüyeceğimiz bu arazide, gözün görebildiği her yer bembeyazdı. Yola koyulmadan önce, âbdest alıp Hakk yoluna iki rekât namaz kıldık ve bizleri Yaratan Yüce Kudret’ten selâmet diledik. Hazırlıklarımızı bir kere daha gözden geçirdikten sonra da “Besmele" ile ilk adımımızı attık. Bizden yaşlı olduğu için “Baba” diye hitap ettiğimiz ve tam bir gönül bağı kurduğumuz rehberimiz önde biz arkada çöle daldık. Hem soğuk ve kar ile hem de çevrede yaşayan ilkel ve savaşçı köylülerle boğuşarak yol alacaktık.

Yolculuk pek çetin geçiyor ve bizi hızla yıpratıyordu. Günde en az 30 km yürüyüş mecbûriyeti, etkilerini göstermeye başlamıştı, önce ayaklarımız şişti ve yaralar oluşmaya başladı. Üç-dört gün sonra da önceki donma faciasında sağlam kalan parmaklarımın tırnakları düşmeye başladı. Izdırâbım çok fazlaydı ve adım atmakta dahi zorlanıyordum. Üstelik düz yolda da değil; kimsenin fark etmemesi için, demiryoluna paralel olarak 1-2 km kuzeyindeki araziden doğuya doğru yürüyorduk. Gizlenerek ve acılar içinde kıvranarak devam eden yürüyüşle Mançurya şehrine ulaştık. Akşam karanlığının çökmesiyle beraber, en emin sığınak olduğunu düşündüğümüz Şehir kıyısındaki “İslâm mezarlığı" na girerek saklandık. Rehberimiz bizi orada bırakarak yardım bulmak ümidiyle hemen şehre yollandı ve birkaç saat sonra da iki Müslüman yerli ile geldi. Gerçek kimliğimizi bilmeyen bu insanlar, bizi Türkistanlı iki kaçak zannediyordu. Bulunduğumuz yer ile ilgili bilgi vererek başladıkları sohbet biraz sonra elîm bir hâdisenin hikâyesine dayanmıştı. “İçinde bulunduğumuz mezarlıkta, esirliğe götürülürken trende hayatını kaybeden Anadolu yiğidi sekiz Türk yavrusu yatıyordu! Bu âlicerıab insanlar, gelişigüzel atılıveren cenazeleri alarak  bir merâsimle buraya defnetmişlerdi. ” Yüreklerimizde kabaran öfkeyi dindiren gözyaşlarımızla; geceyi, hepsinin ruhlarına “Kur'ân”lar okuyarak ve dualarla geçirdik.

Yolculuk ilerledikçe; buz denizi, çamur deryasına dönmeye başlamış; etrafımız insanı yutmaya pek hevesli bataklıklarla çevrildi. Artık ayaklarımın üzerinde duramıyorum ve âdeta dizlerimin üzerinde sürünürcesine ilerliyorum. Ruslarla bir an evvel hesaplaşmak arzusu, bu dayanılmaz acılarımın yegâne tesellisi olmuştu. İlerleyen günlerle birlikte âdeta mevsimden mevsime geçiyoruz. Çevremizdeki coğrafya sürekli değişiyor. Şimdi de Yemen’i andıran bir çölün sıcağında kavrularak yol almaya gayret ediyoruz. Güneş, zayıf bedenlerimizi perişan ediyor. Rehberimiz tam, Tsikar köyüne yaklaştığımızı ve orada biraz dinlenebileceğimizin müjdesini veriyordu ki bir anda etrafımız Rus askerleriyle çevriliverdi. O kadar dikkat etmemize rağmen köylüler bizi görmüş ve ihbar etmiş olmalıydı. Çıldırmamak ve soğukkanlılığımı muhafaza etmek için âzami gayret ediyor, gerçek kimliğimizin anlaşılmaması için sürekli plan yapıyordum. Askerler ise durmadan: “hainler!” diye bağırıyor ve bize hakâretler yağdırıyorlardı. Kendi aralarındaki konuşmalardan; bizi, demiryolu hattını havaya uçuran Alman veya Avusturyalı casuslar zannettiklerini anlayınca müthiş sevindim. Rehberimiz ise bıkıp usanmadan, bizim sıradan işçiler olduğumuzu anlatıyordu. Söylenenleri, kıyafetimizi ve sırtımızda bilhassa gezdirdiğimiz çuvaldaki acınacak üç beş parça eşyamızı görünce biraz sakinleştiler. Bizi bir odaya kapattılar ve merkeze haber verdiler. Artık; dua etmekten ve bizi teslim almaya gelecek görevliyi beklemekten başka yapacak bir şey gelmiyor elimizden. Rehberimiz ise, bir taraftan bizleri rahatlatmaya gayret ediyor; diğer taraftan da gelecek bu görevliye usulünce verilecek bir miktar para hazırlıyordu. Bu arada, gerçek hüviyetimizin açığa çıkmaması için yanımızda ne varsa imhâsı gerekiyordu. Çuvallarımızdan yiyecek bir şeyler çıkarıyor gibi yaparak belge ve üzerimdeki haritalan birer birer çiğneyip yutuyordum. Birkaç saat sonra gelen o görevlinin, bizleri çırılçıplak soyarak araması, tedbirimizin ne kadar yerinde olduğunu gösterdi. Rabbime binlerce şükür! Adam, aldığı paranın da etkisiyle, bizim casus olamayacağımızı söyleyerek bizi serbest bıraktırdı. Kapatıldığımız odadan çıkıp istasyona doğru yürürken şafak sökmeye başlamıştı. Yakalanmamız ve ardından gece boyu süren bu sorgulamada yaşadıklarımızı anlatabilmek için sadece şunu söylemem kâfidir: Rehberimizin uyarısıyla dehşet içinde fark ettim ki saçlarımın bir bölümü beyazlamıştı!

Artık Çin sınırına epeyce yaklaşmıştık. Son yaşadıklarımızdan sonra, sürünerek dahi olsa yürüyecek mecâlimiz kalmamıştı. Her şeyi göze alarak trene bindik. İşçi ve köylülere mahsus olan dördüncü mevki vagona henüz girmiştik ki bir Rus kadın, döküntü halime iğrenerek baktı ve elindeki çaydanlığı uzatarak “kyiyatuk” adı verilen yerden sıcak su getirmemi emretti. Fethi Bey ile göz göze geldik. Kadın bilmiyordu ki karşısında Cihan Devleti Osmanlı’nın bir generali ve yarbayı bulunuyor! Üzerimizdeki acınacak kıyafetten dolayı bizi dilenci zannetmişti. Sükût, sabır ve tevekkülle suyu getirdim. Gece yarısı, Haerbin şehrinin ışıkları görünmeye başladığında istasyona girmeden trenden atladık ve yakalanma korkusuyla doğruca Çinlilerin mahallesine gittik. Bu mahallenin bir bölümü Çinli Müslümanlara aitti ve bu cemaatin bir camii ile bir de medresesi bulunuyordu.

Yaraların kapladığı ayaklarımız ve tamamen tükenmiş bedenimize rağmen; Çin’in, Japon işgalindeki topraklarında daha 250 km'lik yolumuz vardı. Bin bir zorlukla, üzeri hasır parçası örtülü bir katır arabası bulduk. Hava gayet yağmurlu, geçtiğimiz arazi yumuşak ve insanı gömecek çamur ve batakla kaplıydı. Bu şartlarda yola devam ettik ve iki günde, Viladivostok hattındaki Asha köyüne ulaştık. Buradan Kirin’e varışımız ise çok daha zorlu ve rahatsız edici sekiz günlük yolculukla mümkün oldu. Çhita’dan başlayan firarımızın üzerinden 25 gün geçmişti. Hemen her durakta tanıştığımız Müslümanlardan, sahip olduklarına kıyasla çok büyük yardım görüyorduk. En zor anlarda kapısını çaldığımız bu insanlar, sofrasını bize açmakta zerre miktar tereddüt göstermiyordu. Yakalandıklarında kurşuna dizileceklerini bildikleri hâlde; aç kaldığımızda bir lokma ekmeği, donmak üzereyken samimiyetin sıcaklığını da taşıyan bir ocak başını onlarda bulduk. En sert soğuklarda, amansız yağmurlarda perişan elbiselerimizin içinde titrerken ve yara bere içinde âdeta sürünürcesine kaçmaya çalışırken hep yanımızda oldular. Bu tanışmalar sırasında bazen ilginç durumlar da oluyordu. Mesela Çangçung şehrinde karşımıza çıkan Kafkasyalı Hayri Bey ile Erzurumlu Kaskaroğlu Mustafa, Kasapoğlu Mehmet ve Abdullahoğlu Avni Efendiler ile tanışmamız gerçekten enteresandı! Savaşın başladığı aylarda, Rusların zulmüne yakalanmamak için buraya kadar kaçmışlar; burada fırıncılık yapmaya başlamışlardı.

Çangçung’ta; artık hürriyete çok yakın olduğumuza kâni olarak, üzerimizdeki döküntü kıyafetleri terk ettik. Esâretin manevi baskısından kısmen sıyrılmış gibiydik. Fakat ne Fethi Bey’de ne de bende kimliğimizi ispat edecek hiçbir belge yoktu ve takdir edersiniz ki Çin topraklarında daha fazla dikkat çekiyorduk. Buna rağmen trenle yolculuğumuza devam ederek Pekin’e yollandık. Endişeli bir yolculuğun ardından şehrin kenar mahallelerine ulaşır ulaşmaz; artık iyice öğrendiğimiz gibi, trenden atlayıp hemen Müslüman mahallesine koştuk ve ilk gördüğümüz Çinli Müslüman’a camiyi sorduk. Fakat camii yerine Müftü Efendi’nin evine getirilmiştik.

Hükümet ve polis nezdinde, ruhanî mevkiisinin pek yüksek olduğunu gördüğümüz Müftü Efendi de bizi, Pekin’in en büyük camisinin medresesine yerleştirdi. Bu camide kaldığımız zaman zarfında yaşadıklarımız bambaşkaydı. Daha ertesi gün, koşarak ziyaretimize gelen iki Müslüman vardı ki anlatmaya kelimeler kifâyet etmez. Bizim Osmanlı subayı olduğumuzu öğrenince gözyaşlarıyla boynumuza sarılıp “Elhamdülillâh, Müslüman Emirleri de görmek nasip oldu!” diyerek ağlamaya başlamışlardı. Sonraki gün ise; Türk milletine olan sevgilerini bilhassa vurgulamayı arzu eden bir grup Müslüman genç geldi. Onlarla da tanıştık ve uzun uzun sohbetler ettik. İslâm’a sadâkatle hizmetin ehemmiyetini çok iyi kavramışlardı. Fıtraten çok zeki ve çalışkan olan bu insanlar; Allah’ın(cc), kendilerine bahşettiği bu meziyetlerini besleyecek en önemli imkândan mahrum idiler: Eğitim! Gelişme ve yükselme yolunda onlara yegâne rehberliği de bizim milletimizin yapacağına inanıyorlardı.

Firarın Pekin durağından sonrası deniz yoluyla mümkün olacaktı; fakat bu yolculuk için gerekli olan hiçbir resmi evrâka mâlik değildik. Yine Müftü Efendi aracılığıyla, Alman Sefâretinden Sefir Von Hindje ile görüşmeyi başardık. Sefir; büyük bir metânetle gerçekleştirdiğimiz firarı dinledikçe heyecanlanıyordu. Nihayet, elinden geleni yapacağını söyleyerek bizden süre istedi. Böylece iki hafta daha Pekin’de kaldık.

Günler sonra, sıcak bir haziran günü Sefârethane’ye davet edildik. Orada, Von Hindje’nin tanıştırdığı ilginç bir kişilik çıktı karşımıza. Mösyö Black olarak tanıştırılan bu zat, 25 yıldır Pekin’de görev yapıyordu ve bizi çok güzel, çok akıcı bir Türkçe’yle karşıladı. Vatanımdan bu kadar uzakta, Türk Ediblerinden Kemal’leri, Ekrem’leri ve Hamid’leri severek okuyan biriyle karşılaşmak gerçekten çok şaşırtıcıydı. Hep beraber oturarak yolculuğumuzun bundan sonrasını konuştuk. Hind okyanusu çok tehlikeliydi. İngilizler, bu yoldan geçen bütün gemileri çok sıkı bir şekilde tarıyor; tek bir Müslüman’ın bile seyahatine izin vermiyorlardı. Kara yoluyla Hindistan’a gitmek ve Bombay üzerinden deniz yoluyla devam etmek de mümkün görünmüyordu. Geriye yegâne istikamet kalmıştı: Şanghay’dan hareket eden ve Japonya'dan geçen vapura binip Büyük okyanusu aşarak Amerika'ya gitmek. Amerika'yı batısından doğusuna trenle geçtikten sonra da yine deniz yoluyla Almanya'ya gelmek ve Berlin üzerinden Dersaâdet'e vâsıl olmak!

Samimi bir ev sahipliği ile iki haftadır bizleri saklayan Pekin Müftüsü ve Müslüman kardeşlerimize vedâ vakti gelmişti. Bu güzel günlerin hâtırası olarak topluca fotoğraf çektirdik. Bu âlicenap dostlarımız: “Harpten sonra, Türk Müslümanları ile eğitim, kültür ve ekonomi alanlarında ilişkiler kurmak istediklerini; bu maksatla yapılacak girişimlerin âtide pek büyük yararlar sağlayacağını bilhassa ifade ederek, gelecek günlerin her iki tarafa da güzellik ve başarı getirmesi duasıyla” bizleri, güzel bir haziran sabahı Şanghay’a uğurladılar.

Şanghay’a gelir gelmez, İngiliz varlığının kendini tam manasıyla gösterdiğini hemen fark ettik. Ana caddelerde ve şehir merkezinde nereye baksak onları görüyorduk. Bu sebeple, iki hafta boyunca kenar mahallelerdeki otellerde saklanarak pasaportlarımızın hazırlanmasını bekledik. Endişeyle geçen günlerden sonra nihayet; Romanyalı Piyano tüccarı Haymaviç ailesinden Yanko’ya ait pasaportu 500 frank karşılığında teslim aldım. Ayrıca, Rusça yazılmış aile ve ticaret mektuptan da vardı ki yeni kimliğime tam manasıyla bürünebilmek için bunlara ihtiyacım pek büyüktü. Arkadaşım Fethi Bey için aranan Pasaport ve diğer belgeler ise gecikecek ve yola çıkışımdan dört hafta sonra O da Polonyalı bir işçi pasaportuyla yola çıkabilecek ve mutlu bir tevâfuk eseri olarak New York’ta buluşacaktık.

12 Temmuz 1915 günü, bir Japon kaptanın yönettiği “Tenya-Maru isimli gemi ile Şanghay’dan ayrıldım. Bir dilenci kılığında ve omzumda yırtık bir çuval parçası ile akla hayale sığmayan türlü yokluklar içinde yola çıkmıştık. Firarımız; Aç, susuz ve yirmi beş günü yağmurlu ve fırtınalı bir sema altında; çamur deryasında, dağ başlarında yaya olarak devam etmişti. Bu, sefil kahvehane köşelerinde ve gariplerin sığınağı camii avlularında, hasır üstünde geçen bir buçuk aylık korku ve heyecan sarsıntısının ardından, “Ba’sü bâdel mevt” misâli bir surette yeniden normal hayata dönüyordum. Lüks bir vapurun 1. mevkiinde yolculuk etmeme rağmen esaretin ruhuma sinmiş korkularından sıyrılamıyorum. Hâlâ sinir buhranlarıyla, humma nöbeti gibi ateşli ve kâbuslarla geçirdiğim gecelerin yegâne tesellisi; gündüzleri güverteden seyrettiğim masmavi okyanus ve derinliğine berrak gökyüzüydü.

 

ÇETİNKAYA, Metin, Vatan Yıldızlardan Uzak mı ( Esir Mehmetçiklerin Dramı), Yitik Hazine Yayınları, s.209-218.

 Yazının pdfisi için tıklayınız.

  
1186 kez okundu

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yapmak için tıklayın
Ziyaret Bilgileri
Aktif Ziyaretçi2
Bugün Toplam196
Toplam Ziyaret1040087
Saat