• Anasayfa
  • Favorilere Ekle
  • Site Haritası
    • Görsel Destekli Tarih Videoları Sesli Tarih Menüsünde
    • Özgün Tarih Materyalleri
    • Tarihi Fıkralar
    • Tarih Yazılısından İnciler
    • Tübitak Tarih Proje Örnekleri
    • Sınavlar Bölümünde Bilgilerinizi Test Edebilirsiniz
    • Peygamberimizin Hayatı ve Örnek Ahlakı
    • KPSS Sunuları Yenileniyor
    • Bulmacalarla Tarih Öğreniyorum
    • Tarih Sunuları için tıklayınız.
    • En güncel tarih sunuları burada.
Osmanlı Kültür ve Medeniyeti Tarihi

 Osmanlı Kültür ve Medeniyeti Tarihi pdfsi için tıklayınız.




OSMANLILARDA DEVLET YÖNETİMİ

 

A-OSMANLILARDA DEVLET ANLAYIŞI

 

     Osmanlı Devleti’nde yönetim, İslam hukukuna dayanır. Ancak Osmanlı devlet anlayışını boyutlandıran bazı diğer unsurlarda vardır. Bunlar eski Türk geleneği ve fethedilen yerlerin daha önceki uygulamalarıdır. İslam inancına göre, halk Allah tarafından hükümdarların idaresine bırakılmış kutsal bir emanettir. Hükümdar bu emanetleri adaletle yönetmek zorundadır. Yönetilenler de hükümdara mutlak itaat etmekle yükümlüdürler. Mutlak ve devredilmez haklara sahip olan padişah, Osmanlı hanedanına mensuptu. Devlet kurucusunun adını taşıyordu. Osman Gazi’nin soyundan gelen ailenin erkek bireyleri, saltanat makamına geçmişlerdir. Saltanatın bu aileye mahsus olduğu düşüncesi, Devlet’in siyasi varlığını yitirdiği ana kadar devam etmiştir. XVII. yüzyılın başlarına kadar tahta kimin geçeceği belli değildi. Hanedanın bütün erkeklerinin bu hakkı vardı. Padişah ölünce oğullarından hangisinin tahta geçeceği konusunda, devlet yönetiminde etkili grupların (ümera, ulema vb.) tercihleri önemli rol oynuyordu. Buna biat denirdi. Fatih Sultan Mehmet zamanında, tahta geçen ve padişah olan şehzadeye karşı diğer kardeşlerce mücadele açılmasını önleyecek düzenlemeler yapılmıştı. XVI .yüzyılın sonlarına kadar şehzadelerin sancağa  çıkma usulü devam etti. XVII. yüzyılın başlarında, Padişah I. Ahmet zamanında yapılan bir düzenlemeyle, Osmanlı ailesinin en yaşlı ve olgun (ekber ve erşed) üyesinin tahta geçeme uyası getirildi.

     Padişahın mutlak haklarına dayalı bir yönetim modeline sahip Osmanlılarda temel hukuk kuralları, İslam dinin koyduğu hukuk kurallarıydı. Buna şeriat denirdi. Fakat, şeriat ile çelişmemek şartıyla, padişaha sınırsız bir kural koyma yetkisi tanınmıştı. Padişah örfe dayanarak, toplum, ekonomi  ve yönetim hayatının her alanıyla ilgili kural koyardı. Örf terimi, yasama ve yürütme kavramlarını içine alıyordu. Osmanlı Devleti kendisinin ebedi olacağı düşüncesiyle Devlet-i Ebet Müddet, Devlet-i  Muazzama, Devlet-i Aliyye, Saltanat-ı Alem Penah gibi isimler vermiştir.

 

B-MERKEZ TEŞKİLATI

 

Osmanlı Devleti’nde bütün teşkilat, padişahın mutlak ve ortak olunmaz egemenliğini gerçekleştirmek üzere kurulmuş-tu. Hükümet, eyaletlerin yönetimi, ordu doğrudan padişahın şahsına bağlı bir bütün olarak teşkilatlandırılmıştı. Bu bütünün merkezinde padişah ve saray teşkilatı bulunuyor ve ülkenin her tarafındaki bütün birimler bu merkezden yönetiliyordu. Devletin payitahtı (yönetim merkezi) İstanbul’du.

 

1-SARAY

 

Saray padişahın hem özel hayatının geçtiği, hem de devletin yönetildiği yerdi. İstanbul’un fethinden sonra Topkapı sarayı yönetim merkezi olmuştur. Fatih’in yaptırdığı (1459-1464) Saray, XIX.yüzyılın ortalarına kadar padişahların ikametgahı olarak kalmıştır.

Topkapı Sarayının toplam alanı 700.000 metrekare idi. Sarayın etrafı 1400 metre uzunluğunda bir surla çevrili idi.

Topkapı Sarayı, genel planı itibariyle iki bölümden oluşuyordu: Enderun  denilen iç saray ve etrafı odalardan meydana gelmiş bir galeriyle çevrili avlu olan Birun. Bu iki bölümü Babü’s-saade denilen kapı ayırıyordu. Enderun padişahın özel ha-yatını geçirdiği bölümdü. Buranın özel kısımları, padişahın güvenilir hizmetlilerinin istihdam edildiği odalar (Enderun Mektebi) ve Haremdi.

 

a-Enderun

1-Enderun Mektebi

Saray, padişahın güvenilir ve yetenekli kullarının yetiştiği, gerekli bilgi ve deneyimleri kazandıktan sonra, yönetim örgütü içinde önemli görevlere getirilecek insanların seçiminin yapıldığı bir merkez, diğer önemli bir özelliğiyle bir okuldu.

Kapıkulu sistemi, Osmanlı Devleti’nde yönetim ve askerlik görevlerinin birbiriyle bütünleşmiş biçimde gerçekleştirilmesini sağlayan ve uygulayıcı kadroları yetiştiren bir organizasyondu. Bunun çalışması kısaca şöyleydi:

Devşirme usulüyle (Osmanlı Devleti I. Murat’tan itibaren Anadolu ve Rumeli’deki Hıristiyan ailelerden, her aileden bir çocuk olmak üzere alınır. Müslüman ailelerin yanında bir süre kaldıktan sonra Acemi ocağına ya da İç oğlanı olarak saray okullarına gönderilirdi. Devşirme ihtiyaç duyuldukça yapılırdı.) Toplanan oğlanlar, acemi ocağına gönderilmeden önce, içlerinden seçilenler, çeşitli saray okullarına gönderilirdi. Bunlara iç oğlanı denirdi. Buralarda sıkı bir eğitimden geçirilen içoğlanları içinden ikinci bir elemeyle belirlenen en seçkinleri Topkapı Sarayı’ndaki Büyük oda ve Küçük odaya alınırlardı. Bu odalar, yaparak ve yaşayarak verilen eğitimin en önemli basamaklarıydı. Amaç, saraya alınanları gerçek bir dindar, devlet adamı, asker ve seçkin nitelikli bir kişi olarak yetiştirmekti. Büyük ve Küçük Oda’da yetişen içoğlanları, yeniden bir seçim sonucu elenerek, Enderun’da padişahın şahsi hizmetine ait odalara alınırlardı. Kalanlar da askeri bölüklerden Silahdarlar Bölüğü’ne verilirdi. Enderun’da hizmet ve eğitim odaları şunlardı: Seferli odası,Kiler odası,Hazine odası ve Has oda.

Bu odaların her birinin başında bir ağa bulunurdu. İçoğlanları buralarda hem hizmet ederler, hem de eğitim ve öğretimlerini sürdürürlerdi. Enderun’da yetişen içoğlanları, daha sonra çıkma denilen bir atama usulüyle Birun’ da ,bu odaların ağaları da taşrada sancakbeyliği makamı gibi önemli görevlerde istihdam edilirlerdi. Enderun, bu yönüyle devlet adamı yetiştiren bir okul durumundaydı.

2-Harem

Enderun’da kadınlar yönünden aynı fonksiyonları yüklenen bölüm haremdi. Topkapı Sarayı’nda ikinci avlunun solunda Divan-ı Hümayun’un arka kısmında yer alan Harem-i Hümayun genellikle Haliç’e nazır çeşitli sofalar, koridorlar, daireler, odalar, çeşmeler ve hizmet binalarından oluşmakta idi.

Harem’in düzeni, çalışma usulleri odalarınkine benziyordu. Başkalfa Kadın’ın yönetiminde yeterince görevlinin bulunduğu Harem’de kadınlar Enderun’un erkekler bölümününkine benzer bir eğitime ve pratik çalışmaya yönelirlerdi. Saraya alınan kadınlar, Harem’deki deneyimleri, statülerine göre cariye, şakird, gedikli, usta ve haseki gibi adlarla sıralanırlardı. Eğer padişah tarafından sarayda alıkonulmazlarsa, çıkma ile saray dışında görevlendirilen kapıkullarıyla evlendirilirlerdi. Harem halkını, padişah, valide sultan, padişah hanımları, sultanlar, şehzadeler gibi Harem’de hizmet edilenler ve ustalar, kalfalar, cariyeler şeklinde hizmet edenler olmak üzere iki grupta değerlendirmek gerekir. Harem Darü’s-saade Ağası (Harem Ağası-Kara Ağa) tarafından idare edilirdi. Harem Ağası  Harem’in dış  bölümü ve ihtiyaçlarıyla ilgilenirdi.

 

b-Birun

 

Birun, sarayın dış bölümüydü. Padişah bu bölüme açılan Babü’s-saade’de devlet işlerine bakardı. Fatih Sultan Mehmet bu kapının gerisinde Arz Odası yaptırmıştı. Birun’da padişah’ın taşra hizmetine ilişkin teşkilatı yer alıyordu. Bunlar şunlardı: Yeniçeriler, Altı Bölük Halkı (Kapıkulu Sipahileri), Topçular, Cebeciler, Mehterler, Müteferrikalar, çaşnigirler, çavuşlar, Kapıcılar ,seyisler, çakırcılar,  darphane eminliği, şehreminliği, Hassa mimarları vb.

 

2-İSTANBUL’UN YÖNETİMİ

 

1453’te Fatih tarafından alınan İstanbul, Osmanlı Devleti’nin simgesi haline geldi. İstanbul alındığı zaman, Fatih burayı özenle koruyup geliştirecek önlemler aldı. Şehre Anadolu’nun çeşitli yerlerinden toplu iskan faaliyetlerine girişildi. Böylece yeni semtler oluşturuldu. Devlet adamlarının kurduğu vakıf siteleri yoluyla şehrin çehresi değişti ve Türk kimliği kazandı.

Osmanlılar İstanbul’a Dersaadet, Der-i Aliye, İslambol gibi isimler vermişlerdir. Genel düzen ve güvenliği doğrudan sadrazamın sorumluluğundaydı. İstanbul’un bütün yöneticileri, hangi koldan ve zümreden olurlarsa olsunlar, zümrelerinin en üst derecesinde sayılırlardı. Sadrazam sefere çıktığı zaman İstanbul’da bir sadaret kaymakamı bırakırdı. Adalet işlerine taht kadısı bakardı. Belediye işlerinden Şehremini sorumlu idi. Zamanla İstanbul’un nüfusu arttığı için, iaşesini sağlamak üzere özel önlemler alınmış ve ülkenin birçok yerinin ürünlerinden belirli miktarlar sadece İstanbul’a tahsis edilmişti.

 

3-DİVAN-I HÜMAYUN

 

a-Kuruluşu

Osmanlılar başlangıçtan itibaren Divan’ı almışlar ve çalıştırmışlardır. Divan-ı Hümayun sarayın bir parçasıydı. Divan’ın başlıca iki özelliği en üst yönetim örgütü ve en yüksek mahkeme olmasıdır.

Divan, Birun’da Babü’s-saade önünde Divanhane denilen yerde toplanırdı. Fatih kanunnamesine göre ”Divan’da oturmak vezirlerin, kadıaskerlerin, defterdarların ve nişancıların yolu”ydu. Sonradan Divan’a yeni üyeler eklenmiştir. Divan-ı Hümayun’da padişaha ait yetkileri kullanmak üzere görevlendirilmiş üç kolun temsilcileri vardı. Bu kolar seyfiye, ilmiye, kalemiye kollarıydı. Bu kollar arasında yetki bakımından ince bir denge vardı ve bu kolların üyesi olan görevliler ,merkezden taş-raya uzanan yönetim, yargı ve maliye kurumlarının yetkilisi olarak işlem yaparlar.

 

b-Yapısı

 

1-SEYFİYE(EHL-İ ÖRF)

 

Padişah örfünün uygulayıcısı olan bir koldu. Diğer bir deyişle yürütme gücünü temsil ediyordu. Divan-ı Hümayun’daki temsilcileri vezirlerdi. Birinci vezir, vezir-i azam veya sadrazam diye adlandırılır ve devlet işlerinde padişahın mutlak vekili sayılırdı. 1475’e kadar padişah Divan’a bizzat başkanlık yapmıştır. Ondan sonra bir arz odası inşa edildi. Padişah divan üyelerini burada kabul etmeye başladı. Divan’da görüşülen önemli konulara ilişkin kararlar ancak padişahın onayı ile kesinlik kazanırdı.

Ancak devlet işleyişine ait sıradan işlemler Divan’da kesin karara bağlanırdı.

Vezirler Divan’da rütbece sıralanırlar ve kendilerine kubbenişin vüzera denirdi .Örf kolu, Divan dışında vezir, beylerbeyi, sancak beyi, kapıkulu zabitleri ve neferleri, tımarlı sipahileri olarak devam ederdi. Seyfiyenin iki temel görevi yönetim ve askerlikti.

Yönetim Görevi: Osmanlı yönetim geleneğine göre, reayanın refah içinde yaşayabilmesi, adaletle yönetilebilmesi için, seyfiye kolu içindeki her dereceden görevli bey veya paşa ünvanıyla merkezde ve taşrada görev yapıyordu.

Askerlik Görevi: Seyfiye’nin bir görevi de askerlikti. Osmanlı ordusu, devletin diğer kurumlarında olduğu gibi, kapıkulu ve tımar sistemlerinin birleşmesinden bir silahlı kuvvetti. Ordunun ağırlığını kara ordusu oluşturmak-taydı.  Ancak erken tarihlerden itibaren Osmanlılar denizcilikte de önemli faaliyetler yürütmüşlerdir.

 

Osmanlı Ordusunun Başlıca Bölümleri:

 

1-KAPIKULU OCAKLARI

 

I. Murat zamanında pençik oğlanı denilen harp esirlerinin sayısı artınca, bu insanlardan daimi ve düzenli ordunun kurulmasında yararlanmak düşüncesi doğmuştur. Zaten daha önceki Türk İslam devletlerinde de benzeri uygulamalar vardı. Böylelikle Kapıkulu Ocakları oluşturuldu. Kapıkulu Ocakları oluşturulduktan sonra, bu ocaklara sürekli bir kaynak olmak üzere, devşirme usulü ihdas edildi. Böylelikle kapıkulu ocakları hem bir askeri birliğin hem de genelde yönetim mekanizmasının önemli bir kolu olan sistemin kaynağı haline geldi. Kapıkulu askerlerinin bölümleri şunlardı:

 

 

 

 

a-Yaya Kapıkulu Ocakları

Acemi Ocağı: Bütün kapıkulu ocaklarının nefer ihtiyacını karşılardı.

Yeniçeriler: Kapıkulu askerinin esas unsuruydu. Savaşta ve barışta padişahı korumakla görevliydiler. Üç ayda bir ulufe denen maaş alırlardı.

Cebeci Ocağı: Silahların tamiri, taşınması ve dağıtılmasında görev alırlardı.

Topçu Ocağı: Topların imali ve kullanılmasından sorumlu idi.

Top Arabacıları Ocağı: Topların taşınmasından sorumlu idi.

Humbaracı Ocağı: Bir nevi el bombası olan humbara silahını kullanan ocaktı.

Lağımcı Ocağı: Özellikle kale muhasaralarında toprak altında lağım denilen tüneller açarak, buralara yerleştirdiklerin patlayıcı maddelerle kale fetihlerini kolaylaştıran bir sınıftır.

 

b-Atlı Kapıkulu Ocakları

 

Altı Bölük Halkı ( Kapıkulu Sipahileri):Atlı idiler. Yeniçeriler gibi aynı görevi üstlenmişlerdir. Sipah, Silahtar, Sağ Ulufeciler, Sol ulufeciler, Sağ garipler, Sol garipler olmak üzere altı bölükten oluşmuştur.

 

2-EYALET ASKERLERİ

 

a-Tımarlı Sipahiler

    Eyalet kuvvetlerinin en kalabalık sınıfını tımarlı sipahi denilen topraklı süvariler teşkil ederdi. Osmanlılardan önceki İslam-Türk devletlerinde bulunan “ikta”nın devamı olan ve I. Murad zamanında teşkilatlandırılan tımar sisteminin iki yönü vardı. Sistem bir yönüyle toprağın işlenmesini sağlarken diğer yönüyle de devletin atlı ihtiyacının teminine hizmet ederdi. Tımar sistemine göre, sipahilere devlete karşı görev üstlenmek koşuluyla tahsis edilen ve adına dirlik denilen gelirler, aslında devlete ait çeşitli vergilerden oluşuyordu. Sipahi, aldığı dirlikle hem geçimini sağlar hem de devlete karşı görevini yerine getirirdi. Devlete ait toprakları tasarruf eden ve kendilerine “sahib-i arz” da denilen tımar sahipleri, tasarruf ettikleri yerin yıllık gelirine göre yeme, içme, silah ve at gibi her türlü ihtiyaçları kendilerine ait olmak üzere atlı askerler yetiştirmek zorundaydılar. Bu askerlere cebelü denirdi. Tımarlı sipahilerin yıllık gelirleri hizmet kıdemlerine göre 1000-19.999 akçe arasında olurdu. Sipahi bu gelirin her 3000 akçesi için bir cebelü beslemek zorunda idi. Yıllık geliri 20.000-99.999 akçe arasında olan dirliğe zeamet denirdi. Zeamet sahipleri gelirlerinin her 5000 akçesi için yine bir cebelü besleyip teçhiz etmekle yükümlüydüler. Bu sistemde toprağın mülkiyeti devlete, ekip biçmesi çiftçiye, vergilerini toplamakta tımarlı sipahiye aitti.

   Tımarlı sipahiler eyaletlere göre tertiplenirdi. Beylerbeyi, eyaletin en yüksek rütbeli komutanıydı. Onun emri altında sancak beyleri, subaşılar, alaybeyleri vardı. Sefer için toplanmak gerektiğinde çeri sürücü denilen görevlilerin denetiminde eyalet bayrağı altında toplanılırdı.

 

b-Yardımcı Kuvvetler

 

1-Öncü Kuvvetler

  Bunlar akıncı, deli gibi hafif süvari ve azep gibi hafif piyade birliklerden oluşuyordu. Akıncılar genç, güçlü ve yiğit kişilerden seçilirdi. Akıncılar her türlü ihtiyaçlarını kendileri temin ederler, genellikle düşmandan aldıkları ganimetlerle geçinirler, buna mukabil vergi ödemezlerdi. Muntazam tutulmasına özen gösterilen akıncı defterlerinden birisi ilgili serhad kadılığında diğeri ise merkezde muhafaza edilirdi.

  Deliler, delice cesaretlerinden dolayı bu adı almışlardır. Deli askeri olmak isteyen bir gencin önce kendisini ispat etmesi gerekirdi. Bayrak adı altında küçük ocaklara ayrılan delilerin birkaç ocağı bir delibaşın emrine verilirdi. Yine eyalet askeri statüsündeki azepler ise öncü piyade birliklerindendi. Başlangıçta hafif okçu olarak orduya katılan azepler, daha sonraki dönemlerde öncü piyade kuvveti olarak savaşmışlardır.

 

2-Geri Hizmet Birlikleri

   Bunlar yaya, yürük, müsellem, cerehor, canbaz ve şatır adları altında toplanabilir. Osmanlı Devleti’nin kuruluş dönemi birlikleri olan yaya ve müsellemler daha sonra yavaş yavaş geri hizmetlere alınmışlardır. Nöbetleşe olarak sefere giden yayaların görevi yol açmak, hendek veya siper kazmak, top ve gülle nakletmek, askere zahire taşımak gibi işlerdi. Barış zamanlarında ise, ihtiyaca göre kale tamiri, maden ve tersane vb. işlerde çalışırlardı.

  Müsellemler, hem Anadolu’da hem de Rumeli’de istihdam edilirlerdi. Anadolu’dakilerin tamamı Müslüman, Rumeli’ dekiler ise karışıktı. Atlı olan müsellemler ordudan birkaç gün evvel önden sevk edilirler, yol, köprü ve ormanları açarlardı. En büyük komutanları müsellem sancak beyi idi.

 

3-Kale Kuvvetleri

XVI. yüzyıldan itibaren kale azepleri oluşturulmuştu. Bu azepler serhad kulu denilen kuvvetlerin yaya kısmındandı. Yine kale kuvvetlerinden olan süvari gönüllü ve beşliler ise XV. yüzyıldan sonlarında serhad kulu veya yerli kulu denilen yerli halktan teşkil edilmişti. Maaşları bulundukları eyaletin maliyesinden verilirdi. Gönüllülerin amiri gönüllü ağası, beşlilerin ise beşli ağası idi. Bu arada hisar eri veya farisan denilen kale muhafızları da vardı.

 

3-DONANMA

 

Osmanlı Devleti’nde denizcilik faaliyetleri Karesioğularının Osmanlı Devleti’ne katılması ile başlamıştır. 1350’lerde Marmara Aydıncık (Edincik) üssünün kurulması ilk adımdır. I. Bayezit zamanında Gelibolu’da ilk tersane açılmıştır. Haliçte Fatih döneminde başlanan tersane Yavuz ve Kanuni dönemlerine bitirilmiştir. Fatih  ve II . Bayezit döneminde iyice güçlenen Osmanlı donanması en parlak dönemini Kanuni döneminde yaşamıştır. Mısır’ın fethinden sonra Süveyş’te de bir donanma oluşturulmuştur. Nehirler içinde donanma oluşturulmuştur. Buna ince donanma denirdi (Tuna, Fırat nehirleri vb.). Osmanlı Donanması’nın baş komutanı Kapudan Paşa idi. Kapudan Paşa aynı diğer örfiye (seyfiye) mensupları gibi, bir yandan bir denizci askerdi; ve aynı zamanda Cezair-i Bahr-i Sefid adıyla oluşturulan ve esas itibariyle Ege adalarını içine alan bir eyaletin yöneticisi durumundaydı. Osmanlı hazinesinden ve tımar sistemi kaynaklarından çeşitli gelirler tersaneye bağlanmıştı. Osmanlılar, Karamürsel, fırkate, Kırlangıç, Kalita, Kadırga, Baştarda, Mavna, Kalyon gibi çektirme veya yelkenli gemiler kullanmışlardır. Denizdeki muharip askerlere levend denirdi. Bunun dışında farklı görevlerde çalışan çok sayıda asker vardı.

 

2-İLMİYE

 

   Osmanlı Devleti’nde ikinci önemli kol ilmiye sınıfıydı. İlmiye sınıfı, medreselerden yetişen bilgili kişilerden oluşuyordu. İlmiyenin devlet yönetiminde ve toplum toplum içinde üç önemli görevi vardı: Tedris, kaza ve ifta. Bu üç görevden ilki bilgi aktarma görevi idi.Buna tedris denmiştir. Medreselerde Müderrisler tarafından verilirdi. İkinci görev, kaza görevi idi. Kaza aslında hükümdara ait olan bir yetki idi. İlmiye bu yetkiyi onun adına kullanıyordu. Kaza, İslam hukukuna göre hüküm verme görevidir. Bu kaza görevi iki boyutluydu. Boyutunun ilk yönü ,kişiler arasındaki anlaşmazlıkları “fasl”etmek, yani çözümlemekti. Bu bakımdan kaza yetkisini kullanan kadı ,bir yargıçtı. Kazanın ikinci boyutu, kamu düzeni ile ilgiliydi ve bakımdan kadılar yönetim konusunda da büyük yetkilerle donatılmışlardı. Osmanlı kanununa göre,”bey, kadı hükmü olmaksızın icraatta bulunamaz, kadı da hüküm verdikten sonra hükmün yerine getirilmesini bizzat kendisi yapamazdı. ”İlmiye mensuplarının üçüncü görev alanı, ifta; yapılanların şeriata uygun olup olmadığı konusunda fikir beyan etme yetkisiydi. Bu yetkiye sahip olana müftü (şeyhülislam) denirdi. Müftüler, kendilerine başvurulması durumunda herhangi bir işlemin veya eylemin din kurallarına uygun olup olmadığına dair fetva verirlerdi.

   Şeyhülislam ve ilmiye mensuplarının özlük işlerini yürüten kadıaskerler, Divan-ı Hümayun’un üyesi olan ilmiye men-suplarıydı. Müderris, kadı veya müftü aynı kol içinde olan görevlilerdi. Bu sebeple bir ilmiye mensubu  bu görevlerden herhangi birini yapabilir, isterse zaman içinde birinden diğerine geçebilirdi.

Kadıların yönetim açısından görevleri şunlardı: Miras, ticaret ve nikah işlemlerini karara bağlarlardı. Yönetici olarak kadının kendi hüküm bölgesinde bütün görevliler üzerinde denetim yetkisi vardı. Hükümdardan gelen emirleri halka duyururdu. Vergilerin toplanmasında etkiliydi. Kadının en büyük yardımcısı naib idi. Naibler bilhassa nahiyelerde kadı adına hüküm verirlerdi. Bazı büyük kazalarda miras işlemlerini yürütmek üzere kassam denilen görevliler bulunurdu. Mahkemelerde ayrıca kadıya bağlı olarak çalışan muhzırlar vardı. Bunlar davalıları mahkemeye getirmek ve hüküm sonrasında davacının hakkının alınmasında kendisine yardımcı olmak gibi önemli bir görevi yerine getirirlerdi. Kamu davası niteliğini taşıyan davaların suçlularını kadı huzuruna getirmek görevi, bir örf mensubu olan subaşıların görevi idi. Müderris, kadı ve müftülerin özlük işlerini kadıaskerler düzenlerdi. Bu bakımdan Rumeli ve Anadolu kadıaskerlerinin kendilerine bağlı ulemanın işlemlerini kayd ettikleri ruzname veya ruznamçe adını taşıyan kayıt defterleri bulunurdu. Mahkemelerde tutulan kayıtlara sicill-i mahfuz denir ve buna dayanarak kadılar her işlem için bir ilam verirlerdi.

 

3-KALEMİYE

 

  Bu sınıf, Osmanlı idari ve mali bürokrasisini oluşturuyordu. Divan’daki temsilcileri Nişancı ve Defterdardı. Nişancı, tımar sisteminin uygulanmasını sağlayan organizasyonun başındaydı. Ayrıca başta Divan yazışmaları olmak üzere, devlet merkezindeki bütün muamelatı emrindeki katiplerle yürütüyordu. Defterdarlarda maliye alanında aynı fonksiyonları yüklenmişlerdi. Küttab sınıfı, bu özellikleriyle devletin şeriat dışında örf alanındaki kurallarını sıkı sıkıya saklayan gruptu.

Nişancı: Tevki’i de denirdi. Nişancının üstlendiği görevler bakımından iki önemli işlevi vardı. Bunlardan ilki, merkez bürokrasinin her türlü işlemlerini yürütmekti. Bunu kendisine bağlı Reisü’lküttab ve ona bağlı kalemler vasıtasıyla yapıyordu.

Beylikçi Kalemi: Divan kalemi denilen bu kalem, Divan-ı Hümayun’un işleyişi sırasında tutulan kayıtları düzenlerdi.

Tahvil Kalemi: Bu kalem, her kolun yüksek dereceli görevlilerinin özlük (atama, tayin, azil vb.)işleriyle ilgili ferman ve beratları düzenlerdi. Ayrıca tımar sistemi ile ilgili her türlü emirlerde buradan çıkarılırdı.

Ruus Kalemi:Tahvil kalemi dışında kalan devlet görevlilerinin özlük işlerine bakardı.

Amedi Kalemi: Sadrazam ile padişah arasındaki yazılı ilişkilerin, dış ilişkilere ait metinlerin düzenlendiği kalemdi.

Nişancının görev alanına giren ikinci işlevi, merkezde üçüncü hazine sayılan Defterhane-i amire idi. Defterhane’de tımar uygulamasına ait kayıtlar tutulurdu. Defterhane Defter Emini denen bir görevlinin denetiminde idi. Defterhanede yapılan işlemlere göre Mufassal, icmal ve Ruznamçe kalemleri vardı. Merkezdeki defterlerin bir nüshası da eyaletlerde bulunurdu.

Defterdar: Osmanlı Devleti’nde maliyenin sorumlusu idi. Padişah malının vekili idi. Hazinede Defterdarın sorumluluğunda idi. İki hazine vardı. İç hazine, dış hazine. Padişahın özel serveti ve değerli eşyaları iç hazinede saklanırdı. Dış hazine, yönetim sorumluluğu sadrazam ve defterdarın üzerinde olan hazineydi.  Devlet maliyesini asıl dış hazine ilgilendirmekteydi. İç hazine gerektiğinde başvurulan bir kredi kaynağı durumundaydı. Klasik dönemde Anadolu ve Rumeli olmak üzere iki defterdar bulunurdu. Mali işlemler Defterdara bağlı çeşitli kalemlerce yürütülürdü. Bunların başlıcaları şunlardı: Ruznamçe kalemi, Maliye Ahkam Kalemi, Tarihçi Kalemi, Gelir-Gider kalemi.”

 

C-VAKIF SİSTEMİ

 

Vakıf, İslam hukukuna göre, bir mü’min alınteri ile kazandığı malından bir bölümünü, insanların hayrına olacak bir iş için ebediyyen tahsis ve tevkif etmesidir. Vakfı kurana vakıf, vakfettiği taşınır ve taşınmaz, gelir getiren mala mevkuf denirdi. Vakıf tesis ettiği vakfın şartlarını belirleyen bir belgeyi beldesinin kadısı ve şahitlerin huzurunda düzenlerdi. Bu belgeye vakfiye denir. Vakfiyede belirlenen şartlar ışığında kurulan vakfın yönetimi için bir yönetici tayin edilirdi. Bu yöneticiye mütevelli adı verilirdi. Mütevellinin yanında, gerekirse vakfın muhasebesini tutmak için bir cabi tayin edilirdi. Ayrıca lüzum görülürse vakfın müesseselerinin her biri için yeterince görevli atanabilirdi. Bu şekilde vakfa hizmet eden ve karşılığında da vakfın gelirlerinden kendilerine pay ayrılanların tümüne vakfın mürtezikası denirdi.

   Osmanlı Devleti, sağlık hizmetlerinden eğitim hizmetlerine, dini hizmetlerden bayındırlık hizmetlerine kadar toplumun ihtiyaçlarının her alanında vakıflardan yararlanmıştır. Vakıfların bu rolünden dolayı ,Osmanlı Devleti’nde başta padişahlar olmak üzere, hanedan üyeleri, yüksek dereceli devlet görevlileri, toplumun seçkin tabakalarının mensupları çeşitli vesilelerle vakıflar kurmuşlardır.

 

Ç-TAŞRA TEŞKİLATI

1-Tımar ve İltizam Sistemi

 

   Tımar sistemi, bir kısım asker ve devlet görevlilerine belirli bölgelerden vergi kaynaklarının tahsis edilmesi ve buna karşılık olarak onlardan devlet için hizmet beklenmesi usulü idi. Böylece çok işlevli bir uygulama gerçekleştirilmiş oluyordu. Devletin tahsis ettiği,miktarı belirlenmiş vergi kaynağına genel olarak dirlik denirdi. Devlet birçoğu ayni olarak alınmakta olan vergileri toplayıp merkezi hazineye aktarmak gibi ikinci bir işlemden kurtulmuş oluyor ve böylece vergileri kaynağında toplama işlemini görevlilere bırakıyordu. Ayrıca bu görevliler, bir yandan kendilerine vergileri tahsis edilmiş bölgeyi, yani dirlik alanını yöneterek önemli bir örf görevini yerine getiriyor, diğer yandan da çağrıldığı anda besledikleri askerleriyle birlikte savaşa katılıyorlardı. Devlet böylece ordusunun asıl bölümünü bu eyalet atlı askerleriyle oluşturmuş oluyordu. Ayrıca hem yönetici hem de asker olan dirlik sahipleri üreticiyi koruyup kollama yoluyla üretime de katkıda bulunmuş oluyordu.

Osmanlı Devleti’nde tımar sistemi içine yerleştirilemeyen faaliyetlerin gerektirdiği parayı hazineye intikal ettirebilmek için tımar sisteminin yanında bir de iltizam sistemini uygulanmıştır. İltizam usulü, kanunların saptadığı vergileri ,yükümlülerden toplama ve devlet hazinesine intikal ettirme görevinin, açık artırma yoluyla ve belli şartlarla havale edilmesi sistemidir. Bu görevi üzerine alan kişiye mültezim denirdi. Mültezim üzerine aldığı görevi yerine getirirken, belli bir miktarı da geçimi için alıkordu. Mültezimde aynı tımar sahibi gibi, vergiye konu olan faaliyeti yapan zümreleri ve bölgeyi bu açıdan yöneten kişiydi ve dirlik sahibinin hakları ona da tanınmıştı. Bu bakımdan bu iki uygulama birbirini tamamlıyordu.

 

2-Askeri-İdari Teşkilat

 

    Askeri-idari teşkilatlanmada, Osmanlı ülkesi önce beylerbeyilik veya eyalet denilen birimlere ayrılmıştır. Beylerbeyilikler, daha alt birim olarak  sancaklara, sancaklarda tımar nahiyelerine ayrılmıştır. Bu birimlerin her birinin başına merkezde kapı-kulu sistemi içinde yetiştirilmiş, seyfiyeden birer görevli gönderilmiştir. Askeri-idari örgütlenmede esas nitelik ,bu görevlilerin padişahın yürütme gücünü ve otoritesini temsil etmeleri, yönetici ve askerlik özelliklerini bir arada taşımış olmalarıdır.

Osmanlı klasik döneminde (XV. ve XV. yüzyıl),tımar sisteminin uygulandığı eyaletler saliyanesiz, uygulanmadığı eyaletlerde saliyaneli diye adlandırılmıştır. Saliyaneli eyaletlerde yıllık maktu bir vergi alınıyordu.İşte bu vergiye “yıllık” anlamında saliyanedeniliyordu. Rumeli, Budin, Karaman, Dukadr, Sivas, Diyarbekir, Erzurum, Halep, Şam, Trablus-şam saliyanesiz eyaletlerdendir. Buna karşılık Mısır, Habeş, Bağdat, Basra, Yemen ile Cezayir-i Bahr-i Sefid eyaletlerindeki bazı sancaklarda gelirler ise, doğrudan doğruya devlet hazinesi tarafından çeşitli vergi birimleri halinde her yıl iltizama verilmişti. Bu eyaletlerin yıllık gelirlerinden bir bölümü, beylerbeyi, sancak beyi, askerler ve diğer görevlilerin maaşları için ayrılır, kalan miktar devlet hazinesine aktarılırdı.

   Eyalette, merkezdeki Divan-ı Hümayun’un küçük bir modeli olan bir divan bulunurdu. Bu divan beylerbeyinin başkanlığında, beylerbeyinin kethüdasından, paşa sancağının merkezindeki kadıdan, eyaletteki defterdardan ve diğer görevlilerden oluşuyordu.

 

3-Kaza-i –İdari Teşkilat

 

Osmanlı ülkesinde eyalet–sancak düzeninin yanında, bir başka açıdan oluşturulmuş birimlerde vardı. Aynı topraklar, askeri-idari sistemden ayrı olarak kaza denilen adli-idari birimlere ayrılmıştı. Oluşturulan kazalar, sancak sınırları içinde veya daha fazla tımar nahiyesinin kapladığı topraklara tekabül eden birimlerdi. Bu birimlerin başına ilmiye sınıfından kadı adlı bir görevli getirilirdi. Kaza sınırları içinde, gerekirse ayrıca kaza nahiyeleri oluşturulur ve bunların başına kaza kadısı tarafından naib gönderilirdi.

 

4-Taşra Yönetiminde Diğer Görevliler

 

Taşra yönetiminde yer alan iki temel teşkilatın başında bulunan bey (beylerbeyi, sancak beyi) ve kadı ikilisinin altında, görev bakımından her ikisine bağlı olarak görev yapan çok sayıda görevli bulunuyordu.

 

Muhtesib: Muhtesibler, esnaf gruplarını sürekli denetlerlerdi. Kanunnamelerde belirtilen nitelikte üretim yapmalarını sağlarlar ve aksine davrananları kadı marifeti ile cezalandırırlardı. Fiyat belirlemesi olan narh ,esnafın narha riayet etmesini sağlamak muhtesibin asıl görevleri arasındaydı.

Kapan Eminleri: Bir kasaba veya şehrin ya da beldenin beslenmesi için çevresinden tarım ürünleri kapan denilen büyük tartıların olduğu pazar yerlerine gelir ve orada perakendecilere satılırdı. Kapana gelen malların adaletli bir şekilde dağıtımının yapılması görevini üstlenen görevlilere kapan emini veya kapan amili denirdi.

Beytülmal Emini: Bir beldede kamuya ait çıkarları korumakla yükümlü olan görevli idi.

Gümrük ve Bac Eminleri: Kasaba ve şehirlerdeki çeşitli sanat ve ticaret faaliyetleri vergiye tabi olduğu için, bu vergileri toplamakla görevlendirilmişlerdi.

 

 

 

 

 

5-Mahalli Teşkilat

 

a-Mahalle ve Köy Teşkilatı

 

Mahalle ve köy teşkilatının önderi durumunda görünen imamdı. Çünkü, köy ve mahallede toplanma merkezi, cami veya mesciddi. Mahalle veya köyün üzerinde durulması gereken, en dikkate değer kurumlardan biri avarız akçası vakfıdır. Bu kurum, aslında mahalle ve köy sakinlerinin ortaklaşa karşılaması gereken giderlerinin toplanması için kurulmuş bir fon niteliğindedir.

 

b-Esnaf Teşkilatı

 

Osmanlıların ilk dönemlerinde ahilerin önemli rolü vardı. Fakat mutlakiyet ve merkeziyetçiliğin gelişmesiyle, ahi hareketi devletin gittikçe artan denetimi altına girdi. Ancak Osmanlı Devleti, esnaf birliklerinin menşeini ve ona dayanan geleneklerini tanıdı ve esnaf teşkilatını, yönetim örgütü içinde önemli birimler olarak kabullendi.

 

c-Cemaat İdareleri

 

   Osmanlı Beyliği, büyük bir devlet haline geldikten sonra teb’ası arasında başka dinlerden ve mezheplerden çeşitli gruplar büyük ölçüde yer aldı. Hukuk açısından devlet, bunları zımmi olarak niteliyor ve Osmanlı padişahının egemenliği altında yaşamayı kabullendiklerinden dolayı can ve mal güvenliklerini garanti altına alıyordu.  Zımmiler sosyal hayatta, padişahın zımmi reayası olarak yaşadıkları beldelerde birer cemaat olarak kabul ediliyordu. Onların dini liderleri aynı zamanda cemaat lideriydi.

Mahalle-köy teşkilatında, esnaf teşkilatında ve cemaat idarelerinde ortak olan husus, bu sosyal ve idari birliklerin başlarındaki yöneticiler yoluyla padişah otoritesine bağlanmış olmalarıdır. Onlar kendi iç faaliyetlerinde belirli bir serbestiye de sahipti.

Şehirlerde halk ile devlet arasındaki irtibatı sağlayan eşraf ve ayan adıyla anılan nüfuzlu kimseler vardı. Bunlar kendi aralarından bir kişiyi seçerler ve bu kişi şehir kethüdası adıyla halk-devlet ilişkilerini düzenlerdi.

 

D-DEVLET YÖNETİMİNDE DEĞİŞMELER

 

   Osmanlı Devlet teşkilatında, gerek yönetim alanında, gerekse askeri alanda bazı değişiklikler olmuştur. Bu değişikliklerin bir kısmı merkez teşkilatında bir kısmı da taşra teşkilatında olmuştur. Bilhassa tımar teşkilatının bozulması sistemle alakalı birçok alanı etkilemiştir. Şu önemli sonuçları doğurmuştur :

-Devlet, kapıkulunu çoğaltmak zorunda kaldı. Bu idari, askeri ve mali sistemin işleyişinin zedelenmesine ve kapıkulu kaynağının çeşitlenmesine sebep oldu.

-Sayıları çoğalan kapıkullarına ulufe yetiştirmek güçleşti ve merkezi hazinenin yükü arttı.

-Eyaletlerdeki tımarlı sipahi ile kapıkulu birbirlerine karşı denge unsuru idiler. Birincisi ortadan kalkınca, öteki devlete hükmeder hale gelmiştir.

-Kapıkulunun sayısı artınca, özellikle devşirme kaynaklı olmayanlar, reaya arasında meslek icra etmeye başlamışlar ve yeni bunalımlar yaratmışlardır.

-Reaya asker olmaya özenince toprağı bırakmış, üretim azalmıştır.

Bu gelişmeleri, XVI.yüzyılın sonlarında bütün Akdeniz dünyasında olduğu gibi, Osmanlı ülkesinde de hızlı bir nüfus artışı ve Avrupa’daki gelişmeler de yakından etkilemiştir. Böylece Osmanlı Devleti, bütün XVII.yüzyıl boyunca yavaş, fakat sürekli bir değişim sürecine girmiş ve temel sistemleri yeni şartlarla karşılaşmıştır.

 

1-XVIII. Yüzyıldaki Değişmeler

a-Merkez Teşkilatı

-XVII. yüzyılın başlarından itibaren Osmanlı veraset usulünde belirli bir kural getirilmiş olması (ekber ve erşed=En yaşlı ve olgun hanedan üyesinin tahta geçişi),padişahlığa geçişte rekabeti ortadan kaldırmış ve padişahların yetişme biçimleri de değiştirilmiştir. Sancağa çıkma usulü kaldırılmıştır. En son III.Mehmet sancağa çıkmıştır.)Saray eğiti-minin ardından tahta ailenin en yaşlı üyesinin geçmesi, zamanla devlet işlerinin bütünüyle sadrazamlara bırakılması sonucunu doğurmuştur.

-XVIII. yüzyıldan itibaren Divan toplantıları Bab-ı Ali’de toplanmaya başlamıştır.

-Diplomasinin ön plana çıkması ile Kalemiye önem kazanmaya başlamıştır. Reisülküttablık önem kazanmaya başlarken nişancı önemini kaybetmeye başlayacaktır.

 

b-Taşra Teşkilatı

-Eyaletler ve sancaklar, arpalık usulü denen bir yolla, yüksek dereceli görevlilere gelir kaynağı olarak tevcih edilmeye başlanmıştır. Bunun sonucunda, eyalet ve sancaklara atanan beylerbeyi veya sancak beyleri yerlerine gitmeyip bir vekil görevlendirdiğinden, makamın gerçek sahibi ile fiili sahibi farklılaşmış ve taşrada yaygın bir vekalet uygulaması görülmeye başlamıştır. Bu vekil görevliye müsellim veya mütesellim adı verilmeye başlamıştır.

-Vekiller ilk önce kapı halkından seçilirken zamanla ayan ve eşraftan kimseler seçilmeye başlamış, bu da daha sonra ayanların iyice güçlenmelerine ve nüfuzlu bir zümre olmalarına yol açmıştır. Tımar usulü önemini kaybedince ayanlar iltizam topraklarını da almaya başlamışlar ve böylece hem yönetici, hem de vergi toplamaya yetkili kişiler konumuna gelmişlerdir.

-Tımar sistemi zayıflayınca, eyalet ve sancaklarda yönetici konumundaki paşalar, işleri bu kez kendi kapılarında topladıkları ve adına sarıca sekban, levend denilen askerlere gördürmeye başladılar. Savaş dışında boş kalan bu askerler problemler çıkarmaya başladılar. Celali isyanların çıkışında etkileri olmuştur.

-Tımar sistemi bozulunca reaya da toprağını terk etmeye başlamıştır. Bunlara çiftbozan denmiştir.

-Tımar sistemi önemini yitirince reayaya yeni vergiler konulmaya başlamıştır.

2-XIX. Yüzyıldaki Değişmeler

 

1774’ten sonra girilen süreçte, Osmanlı Devleti, klasik kurumlarının fonksiyonlarındaki değişmenin yarattığı sıkıntıları, büyük boyutlu bir organizasyona girmeden çözemediğini anlamaya başladı. O yüzden, XVIII. yüzyılın sonu ile XIX. yüzyılın başında bu sıkıntının en çok duyulduğu bir dönemde Padişah III. Selim zamanında ,Batı örnekli daha radikal bir takım düzenlemelere girişildi.

a-Merkez Teşkilatı

-II. Mahmut döneminde sadrazam konağında (Bab-ı Ali) toplanan Divan-ı Hümayun’a son verilmiş ve Heyet-i Vükela (Bakanlar Kurulu)’ya geçilmiştir. Sadrazam yerine Başvekalet tabiri kullanılmıştır.

-Yeniçeri Ocağının kaldırılmasından sonra askerlik işlerini düzenlemek amacıyla Dar-ı Şura-i Askeri,mülkiye işlerini planlamak için Dar-ı Şura-i Bab-ı Ali ,1838 yılında da Meclis-i Vala-i Ahkam-ı Adliye adıyla adli konularla ilgili meclisler düzenlenmiştir.

-Tanzimat Fermanı’ndan sonra devlet işlerini görüşmek amacıyla çeşitli alanlarda  yeni meclisler oluşturulmuştur.

-Başvekalet tekrar sadrazamlığa dönüştürülmüştür.

- 1876 yılında ilan edilen Meşrutiyet’le Anayasalı yönetime geçilmiş, temsilcilerini halkın seçtiği Meclis-i Mebusan, temsilcilerini padişahın seçtiği Meclis-i Ayan oluşturulmuştur. Böylece padişahın yetkileri kısıtlanmış, halk yönetime katılmıştır.

-1912’den sonra Meclis, yeni siyasi partilerin faaliyete geçmesiyle ,parti hükümetlerine sahne olacaktır.

b-Taşra Teşkilatı

1-Tanzimat Öncesinde Yapılan Düzenlemeler

 

-XVIII. Yüzyılda kaza, bu fonksiyonunu giderek yitirmiş ve kadının idari yargı denetimi azalmıştır.

-Eyaletlerde ortaya çıkan boşluğu doldurmak amacıyla 1834 yılında Redif birlikleri kurulmuştur.

-1836’da Anadolu’da ve Rumeli’de Müşirlikler oluşturuldu. Eyalet valilerine müşir unvanı verilerek redif birlikleri bunlara bağlanmış ve müşirler hem idari hem de askeri yetkiler üstlenmişlerdir.

-Müşirliklere bağlı olarak feriklikler kurulmuştur.

-1833-1836 yılları arasında mahalle ve köylerde muhtarlık teşkilatı kurulmuştur. Böylece ayanların görevlerini muhtarlar almış ve ayanlığın kaldırılması için önemli bir adım atılmıştır.

2-Tanzimat Döneminde Yapılan Düzenlemeler

 

-İltizam usulü kaldırıldı.

-Hazine gelirlerinin toplanması için muhassıllıklar kuruldu.

-Sancak merkezlerinde Muhassıla yardımcı olmak amacıyla Muhassıllık Meclisleri kuruldu.

-1842’de mülki idarede sancağın altında kaza ihdas edildi. Kazaya tayin edilen Kaza müdürü seçimle belirlenecekti.

-Sancak idaresinin başına da Kaymakam atandı.

-Eyalette Büyük Meclis oluşturuldu. Bunun adı 1849’da Eyalet Meclisi adını aldı.

-Sancaklarda oluşturulan Küçük Meclis’te Sancak Meclisi adını aldı.

 

3-Vilayet Nizamnamesi İle Yapılan Düzenlemeler

 

  1864 yılında hazırlanan Vilayet Nizamnamesi ile taşra yönetiminde yeni düzenlemeler yapıldı. Bu düzenlemeye göre, taşra yönetim birimleri vilayet, liva(sancak),kaza, köy diye birimlere ayrıldı.1871’de köy ile kaza arasına nahiye yeni bir yönetim birimi olarak girdi.

  Sancak yönetiminde kaymakam yerine mutasarrıf görevlendirilirken, kaza müdürlüğü kaldırıldı. Kaymakam, kaza yöneticisi özelliği kazandı. Nahiyenin başına ise, seçimle nahiye müdürü getirilmesi öngörüldü. 1849’daki Eyalet Meclisi, Vilayet İdare Meclisi, Sancak Meclisi de Liva İdare Meclisi adını aldı. Ayrıca Vilayet Umum Meclisi oluşturuldu.

 

4-Meşruti İdare İle Yapılan Düzenlemeler

 

1876 yılında ilan edilen Meşrutiyet’le Anayasalı yönetime geçilmiş, temsilcilerini halkın seçtiği Meclis-i Mebusan, temsilcilerini padişahın seçtiği Meclis-i Ayan oluşturulmuştur. Böylece padişahın yetkileri kısıtlanmış, halk yönetime katılmıştır.

 

OSMANLI TOPLUMU

A-TOPLUM YAPISI

  Osmanlı Devleti kurulduğunda halkının tamamı Türk’tü. Sonraki dönemde toprak genişlemesi sonucu bir çok ulus (Yunan, Bulgar, Sırp, Arnavut, Macar, Hırvat, Sloven, Romen, Arap Macar...) Osmanlı yönetimine girdi. Osmanlı Devle-ti çok uluslu bir imparatorluğa dönüştü.

   Osmanlı toplumunda, bir yandan bazı yeni sosyal grupların oluşması, diğer yandan devletin hakimiyet sınırlarının genişlemesi sonucunda topluma dahil olan insanlara belli statüler kazandırılarak toplum içindeki yerlerinin belirlenmesi, Osmanlı insan-toplum anlayışı ve yönetim felsefesine göre gerçekleşmiştir. Konuyla ilgili Osmanlı literatürü incelendiği zaman, şöyle bir anlayışla karşılaşılır: insan yaratıkların en şereflisidir. O, yaratılışı gereği medenidir. O halde geçimini temin edebilmek ve hayatını sürdürebilmek için diğer insanlara muhtaçtır. İşte bu ihtiyaç toplumların veya milletlerin oluşmasına yol açmıştır. Çünkü, toplum hayatını sürdürebilmek ancak dayanışma ve yardımlaşmayla mümkündür. Toplum üyeleri arasındaki uyumun devamı, her ferdin toplum içinde yaratılıştan sahip olduğu yeteneğinin gerektirdiği mevkide bulunmasına ve bu yerini korumasına bağlıdır. Böyle bir iş bölümü, ister istemez toplumda bir farklılaşmayı ve tabakalaşmayı zorunlu kılar.

    Osmanlı toplum düzeninin felsefi temelini oluşturan bu bakış açısı, sadece teorik kitaplarda değil çeşitli alanlardaki uygulamalarla ilgili arşiv belgelerinde de, Kur’an’ın bir ayetine dayandırılıyor. Bu ayete göre; Toplum hayatının oluşması ve sağlıklı işleyebilmesi için Allah insanları farklı kabiliyetlerde yaratmıştır. Her toplum üyesi, kabiliyeti ve bilgi birikimine göre iş yapmalı ve emeği karşılığında gelire sahip olmalıdır. Osmanlı toplum düzeninin ve yönetim felsefesinin temelini oluşturan bu fikirler ,”daire-i adliye” yani “adalet dairesi” veya “hakkaniyet çemberi” adı verilen bir formülle  açıklanmıştır.

 

NOT: Bu çok uluslu yapının çatırdayarak, Osmanlı Devletinin parçalanmasına neden olan en önemli dış gelişme FRANSIZ İHTİLALİ'dir.

 

Osmanlı toplum yapısı üzerine uzman olan Erlanyen Üniversitesi profesörlerinden Hutterroht’a, “Osmanlı Devleti,geniş topraklarını ve üzerindeki çeşitli kavimleri, Topkapı Sarayı’ndan mükemmel bir şekilde idare ediyordu. O saray da Batı’daki en mütavazi bir derebeyin sarayı kadar bile büyük değildi. Bu nasıl oluyordu?” diye sorulduğunda, şu cevabı vermiştir. “Sırrını çözebilmiş değilim. 16. asır Filistin’in sosyal yapısı üzerine çalışırken öyle kayıtlar gördüm ki hayretler içinde kaldum. Osmanlı, üç yıl sonra bir köyden geçecek askeri birliğin öyle yemeğinden sonra yiyeceği üzümün nereden geleceğini planlamıştı. Herhalde Osmanlı, devlet olarak insanlığın en muhteşem harikasıdır.”

 

1- DEVLETİN RESMİ TASNİFİNE GÖRE OSMANLI TOPLUMU

 

a-Yönetenler: Askeri sınıf

Askeri sınıf, padişahın dini ya da idari yetki tanıdığı devlet görevlilerden oluşuyordu. Bunları, saray halkı,

Seyfiye, ilmiye ve kalemiye diye gruplara ayırmak mümkündür.

b-Yönetilenler: Reaya

Osmanlı Devleti’nde, askeri sınıf dışında kalan, dolayısıyla yönetime katılmayan, geçimini tarım ve sanayi alanında üretim yapmak ve ticaretle uğraşmak suretiyle temin eden ve devlete vergi veren kesim, toplumun ikinci sınıfını oluşturuyordu. Bu sınıfa raiyyet sınıfı veya reaya deniliyordu.

 

2-YERLEŞİM DURUMUNA GÖRE OSMANLI TOPLUMU

 

a-       Şehirliler:1-Askeriler (Yönetenler= Seyfiye, ilmiye, kalemiye) 2-Tacirler 3-Esnaf 4-Diğer gruplar (yabancılar, yabancı temsilciler, yabancı tacirler veya gezginler, işsizler, seyyar satıcılar, seyyidler)

b-       Köylüler

c-       Göçebeler

 

3-OSMANLI TOPLUMUNDA AİLE

  Osmanlı ailesinin yapısını İslam hukuku ve Türk töresi şekillendiriyordu.

Kınalızade Ali Efendi’nin ilk Türkçe ahlak kitabı olduğu için Osmanlı toplumunu geniş ölçüde etkileyen Ahlak-ı Alai (İstanbul 1833) adlı kitabına göre ,insanın tabiat şartlarından korunabilmesi için bir eve ve eşyaya, cinsini koruyabilmesi, neslini sürdürebilmesi ve mutluluğa kavuşabilmesi için bir eşe, çocuklara ihtiyaçları olan uzun süreli bir eğitim verilebilmesi için de bir aileye sahip olması gerekiyordu.

  Evlenme kadı huzurunda yapılır ve kayıtlara geçirilirdi. Bunlara şer’iye sicilleri denirdi. Erkek evlenirken kadına mehir denilen bir nikah bedeli veriyordu. İslam, eski bir Arap adeti olan mehri kadın lehine düzenlemiş, bunun tamamen kıza ait olduğu ,bunda başkasının hiçbir hakkı olmadığı prensibini getirmişti. Evlilikte karı-koca mal ayrılığı rejimi kabul edilmişti. Bu da İslam hukukundan kaynaklanıyordu. Mahkeme Sicillerinden anlaşıldığı üzere, nazariye de teşvik edilmediği gibi, uygulamada da çok evliliğe ender rastlanıyordu.

 

B- OSMANLI TOPLUMUNDA SOSYAL HAREKETLİLİK

 

A)-YATAY HAREKETLİLİK: Bir toplumun ülke coğrafyası üzerinde çeşitli sebeplerle yer değiştirmesi(göç)

olayına yatay hareketlilik denir.

a)-Kuruluş ve yükselme dönemlerinde yatay hareketlilik:

Bu dönemlerde yatay hareketlilik FETHEDİLEN yerlere doğru yerleşme şeklinde görülür. Osmanlı

Devleti bu dönemde Balkanlar'daki Türk nüfusunu artırmak için yatay hareketliliği teşvik edici

uygulamalar yapmıştır.

Bu TEŞVİK UYGULAMALARI şunlardır:

1- Bataklık yada ıssız yerlere vakıflar kurmak yoluyla buraların ekonomik hayatını canlandırmış, insanların buraya yerleşmesini özendirmiştir.

2- Fethedilen yerlere yerleşeceklere bir takım vergi kolaylıkları sağlanmıştır.

b)-Osmanlı Devletinde Duraklama Devri sonrası Yatay Hareketlilik:

1- Bu dönemlerde kaybedilen yerlerdeki Türk ve müslüman halk iç kesimlere göç etmek zorunda kalmıştır.

2- Nüfus artışı, ekonomik güçlükler ve eşkiyalık hareketleri gibi nedenlerle kırsal kesimdeki halk büyük kentlere göç etmiştir.

 

B)-DİKEY HAREKETLİLİK:

Bir sınıftan başka bir sınıfa geçmek veya bulunduğu sınıf içinde daha yüksek mevkilere gelmeye "Dikey hareketlilik" denir. Ortaçağ Avrupa'sının sınıflı toplumlarında ve Hindistan'daki "Kast" teşkilatının katı sınıfsal yapısında dikey hareketlilik yoktur. Çünkü buralardaki sınıflar kan bağına dayanmaktadır. Örneğin; baron, dük, kont, lord olabilmenin şartı bu kimselerin soyundan gelmektir.

Osmanlı Devletinde "kan bağına" dayanan sınıfsal bir yapı olmadığından dikey hareketlilik yoğun bir şekilde görülür. REAYA dediğimiz yönetilenlerden bir kişinin, yönetenlerden saydığımız seyfiye, ilmiye ya da kalemiyeye geçmesi mümkündür.(padişah olmak hariç) Bunun için başlıca iki şart vardı:

1-Müslüman olmak,   2- Eğitim öğretim görmek.

Reaya içindeki Müslüman olmayanların DEVŞİRME yoluyla Müslümanlaştığını ve kapıkulu sistemi içinde eğitimlerini tamamlayarak devletin önemli kadrolarında görev aldıklarını görüyoruz. Mesela 1453-1566 yılları arasında görev yapan 24 veziri azamın 20'si devşirmedir.

 

C)-OSMANLI TOPLUMUNUN DİNİ YAPISI

Osmanlı Devletinde yönetime katılmayan, geçimini tarım ve sanayi alanında üretim yapmak ve ticaretle uğraşmak yoluyla sağlayan ve devlete vergi veren halka REAYA deniliyordu. Reaya çeşitli din, dil ve ırklara mensup topluluklardan oluşuyordu.

Osmanlı Devletinde Millet kavramı günümüzdeki anlamından farklıydı. Aynı din ve mezhepten gelen topluluklar bir "millet" sayılıyordu. Buna göre Müslümanlardan başka 3 temel millet daha vardı: Ortodokslar, Ermeniler ve Yahudiler

1- Müslümanlar: Türkler, Araplar, Acemler, Boşnaklar ve Arnavutlar Müslüman milletini oluşturuyorlardı.

2- Ortodokslar: Ortodoksların devletle ilişkileri FENER PATRİKHANESİ ve PATRİK tarafından yürütülüyordu.  Patrik "vezir" seviyesindeydi. Seçimle ve padişahın onayı ile başa geçiyordu.

3- Ermeniler: "Monofizm" denilen bir öğretiyi benimsemişlerdi. Ortodoks kilisesi tarafından dinsizlikle suçlanıyorlardı. Ayrı bir patrikliği bulunmaktaydı.

4- Yahudiler: Osmanlı nüfusu içinde sayıları pek fazla olmayan Musevilere (% 1) bir millet olarak örgütlenme imkanı tanınmıştı. Bunlar ticaret, bankacılık gibi işlerle uğraştıkları için kısa zamanda zenginleştiler. Musevilerin devletle ilgili işlerinden İstanbul'daki "hahambaşı" sorumluydu.

 

Son dönemin Mevlevi-meşreb ünlüleri arasında bulunan musıkişinas Aka Gündüz Kutbay, damak zevkine önem veren bir zatmış. Eşi Süheyla Kutbay ona dolmalar, börekler, tatlılar yetiştireyim derken bir hayli yorulur, buna rağmen yiyecekleri ta Radyoevi’ne kadar götürerek gönlünü hoş etmekten de geri kalmazmış. Yine böyle bir günde aile dostlarından biri takılmış:

-Aman Süheyla Hanım, bu adam için nelere katlanıyorsunuz!?

Cevap hale pek münasiptir:

-Hiç sormayınız beyefendi? Mevlevi olan o; çileyi çeken biziz.

 

C- GÜNLÜK HAYAT

 

1-Sarayda

Saray, padişah ve ailesi ile Saray’ın iç ve dış hizmetinde bulunan on on beş bin görevlinin yaşadığı kendine özgü kapalı bir ortamdı. Saray’ın Harem kısmı ve buradaki gündelik hayat konusunda XX. yüzyıla kadar pek bir şey bilinmez. Avrupalı seyyahların verdiği bilgiler hayal mahsulüdür. Çünkü Harem ancak 1909’dan sonra kapılarını dün-yaya açmıştır.

Harem halkı, günlerini, kendilerine ayrılan dairelerde ve ya odalarda ,yiyip içmek, ibadet etmek, okumak, bazı eğlence, şenlik ve törenlere katılmakla geçirirlerdi. Harem Enderun Mektebi’nin fonksiyonunu görüyordu.

 

2-Şehirde

  Osmanlı şehrinde, özellikle şehrin Müslüman kesiminde, gündelik hayat sabah namazıyla başlardı. Erkek işyerine giderken kadın da evde gündelik işlerle uğraşırdı. XV. Ve XVII.y üzyıllarda Osmanlı ülkesini gezen seyyahlar

Türklerin kanaatkar olduğunu, az masraflı ve çabuk hazırlanan yemekler yediklerini, tuz, ekmek, sarmısak veya soğan ile biraz yoğurtları varsa başka bir şey istemediklerini, onlar için bir fıçı pirinçle bir kaç çanak yağ ve kuru meyvenin önemli bir erzak oluşturduğunu anlatırlar.

   Çalışanlar öğle yemeklerini başhane, işkembeci ya da muhallebicide yerlerdi. Yemek çeşitleri boldu. İçecek olarak boza, müselles, pekmez, balsuyu, arpa suyu gibi şerbetler içilirdi. Gayrimüslimler ve bazı Türkler rakı ve şarapta içerlerdi.

XVI. yüzyıl ortalarında kahve kullanımı da başlamış ve yaygınlaşmıştı. İlk defa İstanbul’da 1554’te açılan kahvehane kısa zamanda bir çok şehirde moda olmuş, sohbet yerleri haline gelmiştir.

 

3-Köylerde

 

  Osmanlı ülkesinde köyler çok dağınıktı. Köylerin bir çoğu beş altı haneden oluşuyordu. Dört-beşyüz hanelik yerler kasaba sayılıyordu. Osmanlı köylülerinin büyük kesimi, özellikle ücra bölgelerde olanlar, ekonomik açıdan kendi kendilerine yetmeye çalışıyorlardı.

  Köylüler genellikle tarım ve hayvancılıkla uğraşırlardı. Sade bir hayatları vardı. Senenin günleri tarım işlerinin temposuna göre geçerdi.

 

4-Göçebelerde

 

  Konar-göçer halk mevsimden mevsime yaylak ve kışlak arasında hareket halindeydi. Kışlaklar ve yaylaklar bir-birine yakın olabildiği gibi çok uzak da olabiliyordu. Çadırlarına yurt veya ev denirdi. Bunlar çok çabuk kurulup kaldırılabilir nitelikteydi. Konar-göçerlerin hayatlarında, çadırdan başka, yine hareketli bir hayat sürmelerinden

  Dolayı at ve deve gibi o günün ulaşım ve taşıma vasıtaları önemli bir rol oynuyordu. Mevsimlik uzun yolculukları

sırasında kondukları yerlere yakın pazarlarda hayvancılığa dayalı yoğurt, yağ, peynir, yapağı gibi ürünlerini satıyorlar veya takas ediyorlardı.

 

 

 

C-OSMALI TOPLUM YAPISINDA MEYDANA GELEN DEĞİŞMELER

 

Çeşitli milletleri ve dinleri bir arada yaşatan Osmanlıların Nizam-ı Alem’i-Avrupalılar buna Pax Ottamanica diyorlardı-,diğer bir deyişle Osmanlı toplum düzeni ve barışı, daha Kanuni’nin ölümünden önce ,yıllar sonra belirginleşecek olan hastalık alametleri göstermeye başlamıştı.

Osmanlı toplum yapısının değişmesinde iç ve dış etkenler etkili olmuştur. Bunları şu şekilde belirtebiliriz:

1-Nüfus artışı  2-Dirlik sisteminin bozulması 3-İç isyanlar 4-Dış etkenler: a-Coğrafi keşifler b- Sanayi inkılabı c-Fransız ihtilali

 

1-XVIII. YÜZYIL

a-Yönetim Kadrolarında Kimlik Değişimi

Yönetim kadrolarında en önemli değişiklik Seyfiye sınıfının yerini yavaş yavaş Kalemiye sınıfının almasıdır.

Bunun en önemli sebebi devletler arası ilişkilerde diplomasinin önem kazanmasıdır. Yurt dışında geçici ve daha

sonra daimi elçilikler kurulması da bu düşünceye dayanır. Yönetici kadrolarında meydana gelen bir değişmede Devşirme kökenlilerin yerini reayadan kişiler almaya başlamıştır.

b-Ayan ve Eşraf

 

Osmanlı Devleti’nde taşra da vekalet uygulaması başladığında zamanla bu yönetim ayanların eline geçmiştir. İltizamı da alan ayanlar zamanla taşra da önemli bir güç haline geldiler. İltizam usulünün yerini alan Malikhane sisteminde vergi kaynağı ömür boyu kiralanabiliyordu. Bu uygulamayla ayanlar bazı bölgelerde büyük bir nüfuz kazanmışlardır.

 

c-İskan faaliyetleri

 

Osmanlı Devleti’nde Kuruluş ve Yükselme dönemlerinde Anadolu’dan Rumeli’ye bir iskan faaliyeti olmuştur. Yine

Anadolu içerisinde de bazı problem çıkaran boylar çeşitli bölgelere yerleştirilmiştir. Gerileme ve Dağılma dönemin-de tersine bir göç hareketi olmuş ve Rumeli’den gelen Türkler Anadolu’nun çeşitli bölgelerine yerleştirilmiştir.

 

2-Tanzimat ve sonrası

 

a-Yeni Bürokratlar

Avrupa ülkelerinde ikamet elçiliklerinin kurulmasından ve böylece Avrupa ile ilişkilerin artmasından sonra, es-kilerden daha farklı bir anlayışa sahip reformcu yeni bir nesil ortaya çıkmıştı. Bunlar Avrupa başkentlerinde görev yaparken, milletlerarası durumu ve batılı devletlerin bünyelerini tanımaya çalışmış olan belli başlı diplomalardı.

Üst seviye Tanzimat bürokratlarından her biri İstanbul’daki yabancı elçiliklerden biri ile de ilişki içindeydi.

Bu durum onları daha etkili kılıyor, ancak yabancıların Osmanlı Devleti’nin iç işlerine karışmasını da kolaylaştırıyordu.

b-Nüfus hareketleri ve Yeni Yapılanmalar

 

XIX. yüzyılda ise Osmanlı nüfusu açısından iki olgu birden yaşanıyor. Bir taraftan, Osmanlı genel nüfusu azalırken, diğer taraftan daralan Osmanlı sınırları içindeki nüfus gitgide artmaktaydı. Genel nüfusun artması toprak kayıplarına, mevcut nüfusun artması ise kaybedilen topraklardan gelen göçlere bağlıydı. Gerileme ve Dağılma devrinde Rumeli’den Anadolu’ya yoğun bir göç hareketi olmuştur.

Ulaşım teknolojisinin gelişmesi ve dış pazarlarla ilişkiler kurulması, XIX. yüzyılda, şehirleşme oranını da yükseltmiştir.

XVI. yüzyılda da sınırlı olan ova köyleri(celali isyanları dolayısıyla yamaçlara ve dağlara çekilmişlerdi),XIX.

Yüzyılda dışardan gelen göçmenlerle artmıştır. Bunlar Konya, Adana ve kıyı ovalarına yerleştirildiler.

Ulaşımda da kara yollarının yanında demiryolları ve denizyolları da yapılmaya başlandı. Telgraf ve telefon hatları kurulmaya başladı.

 

d-       Yeni Hayat Tarzı

 

Klasik dönemde Osmanlıların saray, şehir, köy ve göçebelerdeki gündelik hayat tarzları daha önce anlatılmıştı. XIX. Yüzyılda, İstanbul ve diğer büyük şehirlerde hayat tarzı önemli ölçülerde değişmelere uğramıştır.

Kahvehanelerin işlevi değişmiş eğlence amaçlı kullanılmaya başlamıştır. Yabancı kahvehaneler ise pastahaneye dönüşmüştür. Kahramanlık destanlarının, meddah, karagözün yerini tiyatro almıştır. Eski mesire geleneklerini, Boğaziçi mehtap alemleri almıştır. Sefaretlerin düzenlediği balolar, üst seviyedeki Müslümanlar arasında  da kadın-erkek bir arada eğlenme modasını doğurmuştur. Üst tabaka nazarında Avrupa malı kullanma sosyal statü sembolü haline gelmiştir.

Halk sınıfları arasında yaşantı açısından farklılaşmalar başlamıştır. Zenginler Boğaziçinde ayrı mekanlara yerleşmişlerdir.

1895’de İstanbul’da ilk defa Zatü’l Hareke denen otomobil kullanılmaya başlamıştır. Ardından elektrikli tramvay hizmete girmiştir. II. Meşrutiyet sonrası telgraf ve telefon da gündelik hayatın unsurları haline gelmiştir.

Taşra da ise bu değişimler pek görülmemiştir. Eski hayat tarzı uzun süre devam etmiştir.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

OSMANLI EKONOMİSİ

 

A-OSMANLI İKTİSAT ANLAYIŞI

 

Bir toplumun ekonomik bünyesi ve faaliyetleri, başlıca üç ana bölüme ayrılır: Tarım, sanayi, ticaret. Osmanlılarda

Klasik dönem dediğimiz, XVII. Yüzyıla kadar geçen zaman ile onu izleyen XVIII. yüzyılın temel ekonomik anlayışı, devlet anlayışına sıkı sıkıya bağlıydı. Osmanlı devlet anlayışı, reayayı güvenli ve refah içinde yaşatması amacını da ihtiva ediyordu. Bu bakımdan, Osmanlılarda ekonomik faaliyetlerin tümü, reayanın sıkıntıya düşmeden, bolluk içinde yaşamasını sağlamak amacıyla düzenlenmişti. Bu temel düşünce ışığında, ekonomik faaliyetleri yürüten her bölüm üreticisi, talep kadar, yani refah içinde yaşanacak kadar üretimde bulunmak zorundaydı.  XIX. yüzyılda Osmanlı Devleti’nin diğer kurumlarında olduğu gibi, ekonomik faaliyetlerinde de önemli bir değişim yaşanacaktır.

 

B-OSMANLI EKONOMİSİNİN TABİİ KAYNAKLARI:

1)- İNSAN : Osmanlı devletinde son yıllara gelinceye dek bugünkü anlamda bir nüfus sayımı yapılmamıştı. İlk nüfus sayımı 1831'de II.MAHMUT döneminde yapıldı. Osmanlı Devleti'nin bundan önceki dönemlerine ait nüfus bilgilerini ise Tahrîr defterlerinden öğreniyoruz.

TAHRîR DEFTERLERİ: Bir yer fethedildiğinde ya da belirli aralıklarla kaza ve sancakların vergi yükümlüsü "erkek nüfusunu" ve bunların ödeyeceği vergi miktarını saptamak amacıyla "TAHRîR" denilen bir sayım yapılırdı. Tahrir defterlerini "Nişancı" tutar, bir örneği de Eyalette saklanırdı.

2)- TOPRAK : Osmanlı Devletinde ekonominin en önemli  kaynağı topraktı. Osmanlı Devleti, ekonominin en önemli kaynağı olan toprağı, genel olarak miri arazi tanımıyla kendi mülkiyetinde tutmuştur. Osmanlı Devleti, toplumun beslenmesi için özellikle, susuz tarım yapılan, yani büyük ölçekli hububat üretimi için gerekli topraklar başta olmak üzere, ekim yapılan kasaba ve şehir sınırları dışında kalan toprakları, tasarrufu köylüde olmak üzere, kendi mülkiyetinde tutmuştur. Tımar sistemi içinde toprak tasarrufunda temel ölçü olarak her haneye, onu besleyecek büyüklükte bir toprak tahsis edilmiştir. Bu toprak ta çift diye adlandırılmıştır. Ancak 1858 yılında çıkarılan Arazi Kanunnamesi ile özel mülkiyet gelmiştir.

 

OSMANLILARDA TOPRAK SİSTEMİ

A)- MİRî ARAZİ: Mülkiyeti devlete ait olan topraklardır. Mirî toprakların başlıcaları şunlardır:

1)- Havass-ı Hümayun Toprakları: Gelirleri doğrudan doğruya devlet hazinesine giren topraklar

olup, mukataa ve iltizam yoluyla yönetilirdi.

2)- Paşmaklık toprakları: Gelirleri padişah kızlarına ve ailelerin bırakılan topraklardı.

3)- Malikâne toprakları: Devlet adamlarına hizmetleri karşılığı mülk olarak verilen topraklardı.

4)- Yurtluk ve Ocaklık Toprakları: Fetih sırasında bazı kumandanlara, hizmetlerine karşılık

olmak üzere verilen topraklardır.

5)- Dirlik (Tımar)Toprakları: Vergi geliri, devlet adamlarına ve askerlere hizmet veya maaş karşılığı verilen topraklardır. Dirlik sahibi, toplanan verginin maaş olarak ayrılan "Kılıç hakkı" olarak ayrılan bölümünden geriye kalanla CEBELÜ denilen tam teçhizatlı asker yetiştirirdi. Dirlik topraklar üçe ayrılırdı: a)-Has b)-Zeamet   c)- Tımar

B)- MÜLK ARAZİ: Mülkiyeti kişilere ait topraklardır. İki bölümde incelenebilir:

1)- Öşriyye (öşür topraklar): Bu topraklar, fethedildiği zaman MÜSLÜMANLARA verilmiş veya fethedildiğinde Müslümanlara ait olan topraklardır. Bu gibi topraklar sahiplerinin malı olup, dilediği gibi kullanırlar, sata-bilirler, vakfedebilirler yada çocuklarına miras  olarak bırakabilirlerdi. Bu toprakların sahipleri arazi vergisi olarak ÇİFT RESMİ, ürün vergisi olarak da "ÖŞÜR" vergisini verirlerdi.

2)- Haraciye (Haracî topraklar): Bu topraklar bir yerin fethinden sonra GAYRî MÜSLİM halkın   elinde   bırakılan, onlara mülk olarak verilen topraklardır.  Sahipleri, dilediği gibi kullanırlar, satabilirler,    vakfedebilirler yada çocuklarına miras olarak bırakabilirlerdi. Bu toprakların sahipleri arazi vergisi olarak HARAC-I MUVAZZAF, ürün vergisi olarak da  HARAC-I MUKASSEM vergisini verirlerdi.

C)- VAKIF ARAZİ: Gelirleri kişiler ya da devlet tarafından hayır kurumlarına bırakılan topraklardı.

 

AYAN VE EŞRAFIN GÜÇLENMESİNİN SEBEPLERİ:

1- Tımar topraklarının mukataaya çevrilmesiyle, bu toprakları iltizama alanlar genellikle "Ayânlar" oldu. Böylelikle Dirlik sahiplerinin haklarına sahip olan âyânlar bulundukları yerleri yönetmeye başladılar.

2)-Merkez teşkilatını bozulmasıyla "beylerbeyi" veya "sancak beyi" olarak atananlar makamlarına gitmeyerek o eyalet yada sancaktaki âyânı MÜTESELLİM (vekil) olarak görevlendirmiştir. Ayanlar böylelikle devlet gücünün temsilcisi durumuna gelince daha da güçlenmişlerdir.

 

NOT: II. Mahmut döneminde âyânlarla padişah arasında SENED-İ İTTİFAK diye bir belge imzalanmış ve anlaşma yoluna gidilmiştir (1808). AYAN VE EŞRAF: Şehirlerin, köylerin, aşiretlerin ileri gelenlerine "Ayân ve eşraf" denilirdi. Bu kişiler bulundukları yerlerde en etkili ve zengin kişilerdi.

 

 

 

 

 

C-OSMANLI DEVLETİNDE ÜRETİM

1-TARIM

Osmanlı ekonomisinin en önemli sektörü tarımdır. 17. yüzyılın başlarına kadar Osmanlı devleti tarım ürünleri bakımından kendine yeten bir ülkeydi. Ancak, zaman zaman karşılaşılan kuraklık, sel, isyanlar, göçler ve tımar sisteminin bozulması üretim kayıplarına neden olmuştur.  Özellikle hububat, bağ-bahçe ziraâti ön plandayken, 18. Yüzyıldan itibaren Avrupa'da sanayinin gelişmesi doğrultusunda tütün, pamuk gibi sanayi bitkilerinin üretimi önem kazanmıştır. Ayrıca Avrupa'nın tarım ürünü ihtiyacı artınca Osmanlı Devletinde GEÇİMLİLİK düzeyde üretimden PAZAR EKONOMİSİ'nin ihtiyaçlarını karşılayacak bir üretim düzeyine gelinmiştir.

 

2-HAYVANCILIK

  Hayvancılık, tarım ekonomisinin ve genel ekonominin önemli unsurlarından biridir. Genel olarak göçebelerin uğraşı olsa da, köylüler de bu alanda önemli bir rol üstlenmişlerdir. Sadece göçebelerden alınan resm-i yaylak ve resmi kışlak yerine, hayvan besleyen herkesten adet-i ağnam denen vergi alınıyordu.

Hayvancılığın Osmanlı ekonomisine katkıları şunlardı:

1)-Tarım alanında : Toprakları ekmek için öküz, manda gibi hayvanlardan yararlanılıyordu.

2)-Gıda alanında  : Etinden yağından, sütünden yararlanılıyordu.

3)-Sanayi alanında: Yünü ve derisi giyim, dokuma ve ayakkabı üretiminde hammadde olarak kullanılıyordu.

4)-Ulaşım alanında: At, katır ,eşek gibi hayvanlar taşıma ve ulaştırmada kullanılıyordu. (Mekkari taifesi)

5)-Maliye alanında: Hayvanlardan ve hayvansal ürünlerden alınan vergiler devletin başlıca gelir kaynaklarını oluşturuyordu. ( örn. adet-i ağnam vergisi )

 

3- MADENCİLİK

Osmanlı Devleti'nde madenler iltizam olarak dağıtılırdı. Çıkartılan madenlerin çoğu ülke içinde işlenemediğinden dışarıya ihraç edilirdi.

NOT: Osmanlılarda ilk madenin işletilmesi Osman Bey zamanındadır. Bilecik'in fethi ile buradaki demir madeni işletilmiştir.

 

 

 

4-ESNAFLIK (SANAYİ)

 

AHİLİK TEŞKİLATI: Anadolu'da 13. yüzyılda yayılmış olan esnaf, zanaatkâr ve işçileri toplayan teşkilattır.  Anadolu Selçuklu Devletinin sosyal düzeninin sağlanmasında ve Osmanlı devletinin kuruluşunda etkili olan ahîlik teşkilatı dinî, ahlakî, sosyal ve ekonomik bir nitelik taşıyordu. Ahîlikte her mesleğin bir pîri ve pîr çevresinde toplanan meslek sahipleri vardı. Bu meslek sahiplerinin güven, doğruluk, tövbe ve hidayet gibi kurallara uyma zorunluluğu vardı.

LONCA TEŞKİLATI: Osmanlı toplumunda esnaflar LONCA adı verilen teşkilatlara sahiptiler. Her esnaf muhakkak bir loncaya kayıtlı olur, loncasının koruması ve denetimi altında bulunurdu. Bugünkü tabipler odası, mimarlar odası, şoförler cemiyeti gibi...  Dükkan açma hakkına GEDİ denilirdi. Gedik'e sahip olmak için çıraklık, kalfalık yapıp, ustalık belgesini almak gerekirdi.

Loncaların başlıca görevleri şunlardı:

1- Üye sayısını, üretilen malların kalitesini, fiyatını belirlemek

2- Esnaf arasındaki haksız rekabeti önlemek,

3- Esnaf ile devlet arasındaki ilişkileri düzenlemek,

4- Üyelerine kredi vermek.

Her loncada yaşlılardan meydana gelen 6 kişilik bir "ustalar kurulu" vardı. Bunların en yaşlısı başkan olur ve ŞEYH adını alırdı.

Şeyh: Çıraklık ve ustalık törenlerini yönetir ve cezaların uygulanmasını sağlardı.

Kethüda: Loncayı dışarda temsil eder, hükümetle ilişkileri düzenlerdi.

Nakib: Şeyhi temsil eder, esnafla şeyh arasında aracılık yapardı.

Yiğitbaşı: Disiplin işleri ve esnafa hammadde dağıtımını yapardı.

Ehl-i Hibre: İki kişiydiler. Mesleğin sırlarını bilen, malların kalitesi bildiren, fiyat belirleyen uzman. (Bilirkişi)

Bu 6 kişiden oluşan Lonca kurulunun dışında Lonca teşkilatıyla ilgili devlet görevlileri de vardı; Bunlar:

Kadı: Lonca birliklerinin en üst makamıydı. Esnaf arasındaki anlaşmazlıkları çözümler ve yukarıda belirtilen altı kişilik kurulun seçilmesini onaylar veya görevden alırdı.

Muhtesib: Çarşı ve pazar denetlemesi yapardı. Satılan mal ve fiatları kontrol ederlerdi.(zabıta)

Esnafı; a)- Üreticiler  b)- Hizmet erbabı olarak ikiye ayırabiliriz.

a)-Üreticiler: Hammaddeyi işleyerek, işlenmiş madde haline getiren esnaflardır. Örneğin: Bakırcı, kılıççı, fırıncı, demirci gibi...

b)-Hizmet Erbabı: Toplum için gerekli bir hizmeti yapan esnaftır. Örneğin: Berberler, hamallar gibi...

 

Esnafın üretimi elemeği göz nuruna dayanıyordu. Bu mevcut sanayi öncesi üretim başlangıçta ülke ihtiyaçlarını karşılıyordu. Ankara'da sof, Bursa'da İpekçilik, Selanik'te çuhacılık, Bulgaristan'da aba Kayseri, Manisa ve Tokat'ta dericilik(debbağlık) yaygındı. Ayrıca Osmanlı Devletinde savaş araç ve gereçlerini üretmek için fabrika ve imalat-aneler de kurulmuştu.

Bunlar:

Tersane (Gemi yapım yeri): İlk büyük Osmanlı tersanesi Yıldırım Bayezıt tarafından Gelibolu'da yapıldı. Daha sonraki dönemlerde İstanbul, Sinop, İzmit, Süveyş, Basra gibi sahillerde başka tersaneler de kuruldu.

Tophane: İstanbul'un fethinden önce Edirne ve Bursa'da, fetihten sonra da İstanbul'da top döküm tesisleri kuruldu.

Baruthane: İlk baruthane Gelibolu'da kuruldu.

NOT: Esnafı zorlayan başka bir konuda şehirlere göç eden köylünün, maaşları alan yeniçerilerin ve diğer grupların esnaflığı yeni bir geçim yolu olarak görmesiydi. Bu durum esnaf teşkilatlarının disiplinli yapısını bozmuş, artan esnaf sayısı geçimlerini iyice zorlaştırmıştır.

 

Ç-OSMANLILARDA TİCARET

1-OSMANLILARDA TİCARET VE TÜCCAR

Osmanlılarda ticaret denince iki tür faaliyeti düşünmek gerekir. Birincisi ehl-i hirfet denilen zanaatkarların ürettiklerini dükkanlarında pazarlama biçimidir. İkincisi ise, bir başka beldeden ya da ülkeden getirdiklerini satan ya da satmak üzere götüren tüccarın yaptığı işlerdir.

Osmanlı Devletinde tüccarlar niteliklerine göre üç gruba ayrılmışlardı:

a)- Sermayedar(Tacir-i mütemekkin):Bunlar çoğunlukla bir malı ucuz ve bol bulunduğu dönemde alır ve fiat yükseldiğinde satarak kar ederlerdi.

b)- Taciri Seffar: Bunlar bir malı ucuz olan bölgeden alarak, pahalı olan bölgeye getirerek satarlardı.

c)- Örgütlenmiş Tüccar: Belli bir yerde mal gönderebileceği güvenilir temsilcileri olan tüccarlar.

2- TİCARET YOLLARI:

ANADOLU'DA,

1- Sağ Kol: İstanbul'dan (Üsküdar) başlayan bu yol, Konya, Adana üzerinden Halep'e uzanıyordu.

2- Orta Kol: İstanbul'dan (Üsküdar) başlayan bu yol, Diyarbakır'a buradan da Musul ve Bağdat'a kadar uzanıyordu.

3)-Sol Kol: İstanbul'dan (Üsküdar) başlayan bu yol, Erzurum ve Kars'a uzanıyordu.

RUMELİ'DE,

1- Sağ Kol: İstanbul'dan Bulgaristan, Eflak-Boğdan ve Erdel'e uzanıyordu.

2- Orta Kol: İstanbul'dan Edirne, Belgrad üzerinden Avrupa içlerine uzanıyordu.

3)-Sol Kol: İstanbul'dan Edirne, Selanik üzerinden Mora'ya uzanıyordu.

 

3-TİCARİ EMTİA (TİCARİ MALLAR)

 

Osmanlı Devleti’nde ticaretin bir yönü, içeride toplumun ihtiyaçlarına cevap verecek düzeyde, bilhassa şehirlerin ihtiyaçlarına göre, devletin kontrolü altında ve genellikle muhtesib ve eminlerin denetim ve gözetimindeydi.

Bu belirli bölge içinde yapılan ticaretin dışında, asıl transit bir ticaretin konusu olan meta üretimi, bazı dallarda yoğunlaşmıştı. Özellikle tekstil alanında, Osmanlı ülkesinin çeşitli şehirlerinde bu konuda ileri bir üretim ve bu üretime dayalı olarak yoğun bir ticaret söz konusuydu.

Ankara'da sof, Bursa'da İpekçilik, Selanik'te çuhacılık, Bulgaristan'da aba Kayseri, Manisa ve Tokat'ta dericilik (debbağlık) ve bakırcılık yaygındı.

 

TİCARETLE İLGİLİ DEYİMLER:

Menzil          : Yol üzerindeki konaklama noktaları denirdi.

Menzil Teşkilatı: Haberleşme TATAR denilen ulaklar tarafından yapılıyordu. Devlet habercilerin çabuk

gitmelerini sağlayacak dinlenmiş atları ve yiyecek ihtiyaçlarını karşılamak için

konaklama yerine yakın köy ve kasabalardaki bazı aileleri bu iş için

görevlendirirdi.  Bu teşkilata "menzil teşkilatı" denirdi.

Derbentçi       : Ana yolların, boğaz ve geçitlerin güvenliğinden sorumluydu.

Mekkâri Tâifesi : Yolcu ve mal taşıma işlerini meslek edinen esnaflara verilen ad.

 

D-OSMANLILARDA KAMU EKONOMİSİ (MALİYE)

 

Osmanlı Devletinde vergiler 1-Şeri vergiler, 2- Örfi vergiler olmak üzere ikiye ayrılıyordu:

1-ŞERİ VERGİLER: Bunlar şeriatın emrettiği vergilerdi.

a)- Öşür: Müslümanlardan alınan toprak ürünü vergisidir. Elde edilen ürünün onda biri vergi

olarak alınırdı.

b)- Haraç: Müslüman olmayanlardan alınan vergiydi. ikiye ayrılıyordu:

1-Harac-ı Mukassem: Elde edilen üründen alınırdı.

2-Haracı Muvazzaf: Toprak vergisiydi.

c)- Cizye: Müslüman olmayan erkeklerden, askerlik görevi karşılığı alına vergidir.

d)- Adet-i Ağnam: Hayvandan sayısına göre alınan vergi.

2- ÖRFİ VERGİLER: Padişahın iradesiyle konulan vergilerdi. Başlıcaları:

a)-Çift Resmi: Reayanın tasarruf ettiği toprağın büyüklüğüne ve kendisinin evli ya da bekar oluşuna göre alınan vergi.

b)-Niyabet rüsumu: Bu vergi yöneticilerin yönetim sırasında reayadan aldıkları vergilerdi. Cerimelerde bu

grubun içindeydi.

c)-Baclar ve gümrük vergileri: Ticaret erbabından alınan vergiler.

b)-Çift bozan vergisi: Toprağını izinsiz olarak terkeden veya üç yıl üst üste ekmeyenlerde alınan vergi.

c)-Avarız: Olağanüstü hallerde, divanın kararı ve padişahın emri ile toplanan vergilere denirdi.

Osmanlı kamu ekonomisinin( maliyenin ) göstergeleri iki yönlüdür. Bunlardan ilki, doğrudan hazineye intikal eden gelirlerle, hazinenin yaptığı harcamalar arasındaki dengeler, ikincisi ise hazine dışı bırakılan gelirlerle

Görülen hizmetler arasındaki ilişkidir. Eğer bu iki göstergenin sonuçları olumluysa, devlet maliyesi güçlüdür.

 

E-OSMANLILARDA PARA VE FİYAT HAREKETLERİ

 

   Osmanlılar 19. yüzyıla kadar altın ve gümüş gibi değerli madenlerden yapılma paralar kullanmışlardır. Bu madenlerden "DARPHANE"de kesilen yassı yuvarlak parçacıklara SİKKE denilirdi.  Bunların gümüşten olanına AK-ÇE, Altından olanına da SİKKE-i HASENE(Sultani) yada "kırmızı" denilirdi.

    İlk Osmanlı parası Osman Bey tarafından bastırıldı. Orhan Bey zamanında bastırılan gümüş paraya "AKÇE" denildi. Fatih zamanında basılan altın paraya da SULTANİ adı verildi. Sikkelere bakır katılmasına AYAR denilirdi. Bu tip paralara KIRKIK AKÇE adı verilirdi. Bu paralar arasında başlangıçta şöyle bir oran vardı: Bir altun 60akçe,bir guruş 40 akçe,bir para 4 akçe.

    1580’lerden itibaren Türkiye’de büyük bir enflasyonun yaşandığını görüyoruz. İlk büyük para düzenlemesi o

zaman yapılmıştır. Bu olayın sebebi; Akdeniz dünyasındaki hızlı nüfus artışı ,aynı tarihlerde Amerikan gümüşünün Avrupa’yı istila etmesi, Avrupa’nın ticaret faaliyetlerini genişletmesidir. Akçe XVIII. Yüzyılda kullanılamaz hale geldi ve onun yerini daha üst birim olan para aldı. Bu yüzyıl Osmanlı ekonomisi üzerinde Avrupa etkisinin giderek çoğaldığı ve böylelikle Osmanlıların dünya ekonomisiyle bütünleşmeye çalıştıkları dönemdir.

    Sonraki dönemlerde çeşitli isimlerde sikkeler piyasaya sürülmüş-tür. Bunlar GURUŞ,PARA, PUL,METELİK, MECİDİYE’dir. Tanzimat döneminde ilk kağıt para Sultan Abdülmecit döneminde basıldı. Hazine bonosu niteliğindeki bu paraya KAİME denildi. 1844 yılında yapılan bir düzenlemeyle para basma konusunda tek yetkili kurum İstanbul Devlet Darphanesi oldu.

 

F-TÜKETİM

Osmanlı klasik dönemi içinde yapılan araştırmalar, toplum kesimlerinin bir çoğunun, mesela kırsal kesimde yaşayan tarım üreticilerinin, kasaba ve şehirlerde esnaf düzenine bağlı olarak yaşayan üreticilerin geçimlik bir tavır içinde olduklarını gösteriyor. Tereke defterleri (ölen kişinin bıraktığı mirasın kaydedildiği defter ) bu konuda bizi aydınlatıyor.

Denebilir ki, Osmanlı toplumunun büyük bölümü, mütevazi bir yaşantıyı, klasik dönemde sürdürmüş, toplumun üst grupları nispeten daha geniş imkanlara sahip olmuştur. XIX. Yüzyıldan itibaren de tüketimde Avrupa’nın etkisi görülmeye başlamıştır.

 

G-DÜNYANIN DEĞİŞEN ŞARTLARI KARŞISINDA OSMANLI EKONOMİSİ

XVIII. yüzyılda Avrupa’da sanayi inkılabının görülmesi dünya ekonomisini derinden etkilemiştir. Tabiatıyla bu durumdan Osmanlı ekonomisi de etkilenmiştir. Bu etki XIX. Yüzyılda daha fazla hissedilmeye başlamıştır.

 

1-ÜRETİM

a-Tarım

Avrupa sanayi toplumuna doğru yol alırken, azalan tarım üretimi sebebiyle, çevresinden tarım ürünleri talep etmeye başladı. Bilhassa Avrupa’ya yakın bölgelerde üretim geçimlik düzeyden Pazar ekonomisine yükselmiştir.

Bilhassa sanayi bitkileri fiyatlarının daha uygun olması dolayısıyla Avrupa’ya yönelmiştir. Devlet bazı tedbirler aldı ise de bunda başarılı olamadı. 1858 Arazi Kanunnamesi ile özel mülkiyet getirildi. Toprak üzerinden alınan vergiler, Aşar dışında kaldırıldı.

b-Hayvancılık

Tarım alanında görülen gelişmeler bu alanda da aynı şekilde görülmüştür. XIX. Yüzyıla gelindiğinde özellikle hayvancılık alanında önem taşıyan bölgeleri, özellikle Balkanlar, Avrupa’nın talepleriyle karşılaşmış, bu durum böl-geyi geçimlik ilişkilerden Pazar ekonomisinin kurallarına bağlamıştır

 

c-Sanayi

1-Sanayi İnkılabının Osmanlı Ekonomisi Üzerindeki Etkileri

- Coğrafi keşiflerle zenginleşen Avrupalılar; artan tüketim eğilimlerini, elde ettikleri altın ve gümüşle Osmanlı pazarlarından karşılayınca esnaf hammadde bulmakta zorlandı.

- Sanayii inkılâbı sonucu bol ve ucuz, üstelik kapitülasyonlar nedeniyle düşük gümrüklü Avrupa mallarıyla Osmanlı esnafı rekabet edemedi.

-Lonca teşkilatı olumsuz etkilendi. Üretimdeki payları azaldı, zamanla teşkilat dağıldı.

-Daha önceleri dışarıya mamül madde satan Osmanlı Devleti zamanla yarı mamül, bir süre sonra da hammadde satmaya başlamıştır. Dolayısıyla kar hadleri düşmüştür.

 

2-Karşı Tedbirler: Sanayii Islah ve Geliştirme Çabaları

1)- Sanayi hammaddelerinin ihracını yasaklamıştır.

2)- Gelişmiş teknolojiyle yeni imalathaneler açmıştır.

3)- Islah-ı Sanayii Komisyonu kurarak, esnaf birliklerini canlandırmaya ve onları şirketleşmeye çalışmıştır.

3-Yabancı Yatırımlar

Osmanlı Devleti Tanzimat fermanıyla ülkenin kalkınması için yabancı sermayeden yararlanacağını açıklamıştı. Bu yolla Osmanlı ülkesinde haberleşme ve ulaşımı geliştiren adımlar atılmıştır.

Kırım savaşı sırasında ilk defa TELGRAF hattı döşenmiştir. Yine yeni bir teknoloji olan "demiryolu" Osmanlı ülkesine girmiştir. Verilen imtiyazlarla İngilizler Batı Anadolu hattını, Almanlarda Bağdat Demiryolunu inşa etmişlerdir.

 

2-TİCARET

 

Osmanlı klasik döneminde, ticaret faaliyetlerinin vergilendirilmesinde, dış gümrükler kadar belki onlardan da önemli olarak içte alınan bir çok vergi vardı. 1874 yılına kadar rüsumat-ı dahiliye denen iç vergiler kaldırıldı.

Dış gümrüklerde ithalatta alınan amediye, ihracatta alınan reftiye, transit ticaretten alınan müruriye adlı vergiler de bir nizama bağlandı. 1838’de yabancı devletlerle ticaret sözleşmeleri imzalanmaya başlandı. Ancak

Bu tarihten sonra yapılan bu ticaret sözleşmelerinde tek yanlı hükümler bulunuyordu. 1838 ve sonrasında imzalanan antlaşmalar, Osmanlı pazarlarının ve hammaddelerinin Avrupalı ticaret ve sanayi sermayesinin çıkarları doğrultusunda dış ticarete açılması için gereken hukuki çerçeveyi hazırlamış oluyordu.

 

a-Ulaşım ve Haberleşmedeki Gelişmeler

Sanayi inkılabına paralel olarak ulaşım ve haberleşmede de gelişmeler görülmüştür. Osmanlı Devleti’nde de telgraf, telefon, demiryolu ve denizyollarında gelişmeler oldu. XIX. Yüzyılda İzmir limanı Anadolu’nun ihracatını gerçekleştiren önemli bir tesisti.

 

b-Ticari Dengelerin Bozulması: Osmanlı Pazarlarında Osmanlı Malları

Sanayi inkılabının bir sonucu olarak Osmanlı ülkesinde Avrupa malları rekabet etmeye imkan bırakmayacak bir biçimde bollaştı. Buna karşılık Osmanlı tarım ürünleri, başlıca ihraç maddeleri haline dönüştü. XIX. Yüzyılın siyasi ve diplomatik gelişmeleri de bunu desteklemiştir.

c-Kapitülasyonlar

Kapitülasyon: Gümrük, Hukuk ve ekonomik konularda verilen ayrıcalıklara denir.  İlk ticari imtiyazlar ORHAN BEY tarafından CENEVİZLİLERe verildi.

İstanbul'un fethinden sonra Fatih "Ceneviz" ve "Venediklilere"  ticarî imtiyazlar tanıdı.

Kanuni Sultan Süleyman 1535' de Fransızlarla Osmanlıların "AHİDNAME", Fransızların KAPİTÜLASYON dediği anlaşmayı yaptı.

NOT:Kanuni'nin amacı Şarlken'e karşı Fransa'yı yanına çekerek, Avrupa Hıristiyan birliğini bölmekti. Kapitülasyonlar I. Mahmut zamanında (1740) sürekli hale getirildi. Kapitülasyonlar 24 Temmuz 1923'te LOZAN ANT-LAŞMASI ile kaldırıldı.

 

BALTA LİMANI ANTLAŞMASI(1838): İngiltere ile II. Mahmut döneminde imzalanmıştır. Bu antlaşmayla ihracattan alınan vergiler artırılırken (%12), İthalattan alınan vergiler azaltılıyordu (%5). Ayrıca yerli tüccar % 8 iç gümrük vergisi öderken yabancı tüccar bu vergiden muaftı. II. Mahmut'un bu antlaşma ile amacı Mehmet Ali Paşa'ya ve Rusya'ya karşı İngiltere'nin desteğini kazanmaktı.

 

NOT: Balta Limanı Anlaşması'ndan sonra diğer devletlere de aynı haklar genişletilerek verilmiş ve Osmanlı ülkesi Avrupa Devletlerinin bir "açık pazarı" haline gelmiştir.

Ç-Para ve Bankacılık

 

Tanzimat ile birlikte, getirilen önemli yeniliklerden birisi kredi konusunda sarraf geleneğinden bankacılığa ge-çiştir. İstanbul’da ilk banka 1847’de Bank-ı Dersaadet adıyla açıldı. 1856 yılında İngilizler tarafından Bank-ı Osmani-i Şahane açıldı. Mithat Paşa’nın kurduğu memleket sandıkları da zamanla Ziraat Bankası’na dönüştürülmüştür.

 

 

3-KAMU EKONOMİSİ

Osmanlı Devleti’nde XVII. yüzyıldan itibaren klasik sistemlerin değişmesi, gelir-gider dengesini de olumsuz yönde etkilemiştir. Bunda iç etkenlerin yanında bilhassa dış etkenler etkili olmuştur.

a-Bütçe

 

- Tımar sisteminin bozulmasıyla, "Dirlik topraklar" MİRî MUKATAA'ya çevrilerek, yani gelirleri hazineye devredilerek, peşin alınan bir bedel karşılığı üç yıllığına "İltizam"a verilmeye başlandı. Fakat daha önce Tımar sistemi ile görülen hizmetler, hazineden alınan paralarla görülmeye başlanmıştır.

NOT: Mültezîm denen iltizam sahipleri daha fazla vergi toplamak için halka baskı yapmışlardır. Bu durum "Celali isyanlarına" veya vergisini ödeyemeyen köylünün toprağını terk ederek büyük şehirlere göç etmesine neden olmuştur.

-Devletin artan masraflarının karşılanması için Mukataalar mültezîmlere üç yıllık dönemler için değil, ömür boyu verilmeye başlandı. Bu sisteme MALİKANE USULÜ denilir. (1695'te)

-"Malikane usulüyle" sağlanan gelirlerde yetmeyince, bu defa Mukataaların yıllık kârları paylara ayrılarak satıl-maya başladı. Bu usule de ESHAM USULÜ denilmiştir. (1775)

- Tımar ve zeâmet sistemi II.Mahmut zamanında kaldırılarak başta valiler olmak üzere devlet  memurları  maaşa bağlanmıştır.

-XVIII. Yüzyılın sonlarına doğru tek hazine sisteminden çoklu hazine sistemine geçmiştir. (İrad-ı cedit, Tersane, Darphane hazinesi gibi. )

 

b-Bütçe Açıkları:Borçlar

1-İç Borçlar

XVIII. yüzyıldan itibaren Osmanlı maliyesi açık vermeye başlamıştı. Başlangıçta devlet bunu iç hazineden istikraz-arla (borç alma ) halletmiştir. Ayrıca halka ek vergiler getirmiş,yeterli olmayınca KAİME adı verilen hazine tahvillerini çıkarmıştı. Ancak XIX. Yüzyılda durum daha da ciddileşti. Devlet para ayarlamaları ile, kağıt para çıkararak iç istikraz, yani iç borçlanmaya gittiği gibi ,daha somut olarak Galata bankerlerinden kısa vadeli borç alma yolunu tuttu.

 

2-DIŞ BORÇLAR

Osmanlı Devleti, iç borçlanma yeterli olmayınca dış borca yönelmek zorunda kalmıştı. İlk Dış borç 1854 yılında KIRIM SAVAŞI sırasında İngiliz ve Fransız sarraflarından alındı.  20 yıl gibi kısa bir sürede Osmanlı devleti borç batağına saplandı.

1881'de yayınlanan ve adına MUHARREM KARARNAMESİ denilen bir kararnameyle iç ve dış borçlarının ödenmesini DûYûN-I UMUMİYE (Genel Borçlar) denilen üyeleri alacaklı ülkeler tarafından seçilen bir komisyona bıraktı. Osmanlı Devleti borçlarına karşılık tuz, tütün, ipek ve damga vergilerini karşılık olarak gösterdi. Osmanlı Borçları meselesi LOZAN BARIŞ ANLAŞMASI ile çözümlendi.

 

4-TÜKETİM

XIX. yüzyıl, Osmanlı Devleti’nin sanayi, ticaret ilişkilerine, yukarıda açıklanan olumsuzlukları getirmesine rağmen, toplumu, dünya ekonomisinin şartlarına bağlamış ve rahat yaşamaya yönelik bir tüketim tavrı içine sokmuştur. Toplumun çeşitli kesimleri, asgari hayat standardını tutturma ihtiyacını hissetmiştir.

 

VIII. ÜNİTE

OSMANLILARDA KÜLTÜR VE SANAT

 

A-Osmanlı Kültür Dünyası ve Bu Dönem Türk Kültürünün Genel Özellikleri

 

  İnsan toplulukların her birinin, hayatları boyunca yaptıkları ve yarattıkları her türlü maddi ve manevi unsurlar bütünlüğüne kültür denir. Tabii olanın dışında, her insan topluluğunun, bilgi ve gücüyle ortaya konulan her şey o topluluğun milli kültürünü meydana getirir. Osmanlı Türk toplumu ve kültürün temelini, 1071’den bu yana Türkleşen Anadolu coğrafyası, İslam dini, Türk örfü ve geleneği meydana getirmektedir.

  Osmanlı Devleti’nin ilk üç yüzyılı uc hayatından klasik bir büyük devlete yükselişin tarihidir. Bu süreç içinde, Osmanlı kültürü de klasikleşmiştir. XVI. Yüzyılın sonunda, bizzat kendisi bir kültür varlığı olan devlet klasikleşirken, toplumun her alanda yarattığı değerler de Osmanlı kimliğinin sembolleri haline gelmiştir. Bu kültür, bu safhada çevresini etkileyen, menşeini aşmış, yeni bir boyut kazanmıştır.

  XVII. yüzyıl ve sonrası bu klasikleşen değerlerin, bu kez değişen dünya şartlarıyla karşılaşması dönemidir. Kendi kimliğini, yeni dünya şartlarına uydurma çabaları içinde, XIX. Yüzyılda yeni tarzlar, yeni değerler gündeme gelecektir.

 

 

B- Osmanlı Dönemi Türk Kültürü

1. Klasik Dönem ( 1300-1700 )

 

Düşünce Hayatı

Osmanlı Devleti’nin uc denilen sınır bölgelerinde şekillenmesi, düşünce hayatında da kendini gösterir. Devletin bütün sistemlerinin teorik yapısına İslam hukuku, eski Türk geleneği ve yaşanılan mekanın özellikleri birleşerek esas teşkil etmiştir. Bu potada yoğrulan düşünce hayatında da, İslamın temel kurallarının yorumlanması özellikle ilmiye mensupları tarafından gerçekleştirilmiştir.

 

Bir Kültür Unsuru Olarak Din

 

   Kültür unsuru olarak din, sembollerin, inançların, değerlerin ve değişik sahalardaki uygulamaların müesseseleşmiş sistemi olarak tanımlanan din, insanlarda güçlü, derin ve sürekli temayüller meydana getiren, dolayısıyla insan ve toplum davranışını etkileyen en önemli faktörlerden birisidir. Türk tarih ve kültüründe de dinin bu etkisini görmemiz mümkündür. İslamiyet’in kutsal kitabı Kur’an ve onun, başta hadis olmak üzere, yorumları, bu ana kaynak ve yorumlarından alınan kıymet hükümleri , bu bin yıllık dönem boyunca Türklere belli bir zihniyet ve dünya görüşü vermiştir.

   Osmanlı toplumunda insanları ve dolayısıyla kültürleri etkileyen sadece İslamiyet değildir. Şehirde mahallerin bir cami, bir kilise ve ya bir havra çevresinde kurulduğu, bu mahallelerde kültürel kimliğini söz konusu dinlerin kazandırdığı, bu mahallerin birinden diğerine geçen insanın bir kültür dünyasından diğerine geçiyormuş gibi olduğu da biliniyor. Ancak XIX. Yüzyıl ve sonrasındadır ki, dinlerin etkisi dışında yeni kültür ortamları oluşturulmaya başlanmıştır.

 

Bilim ve Teknoloji

  Osmanlı Devleti’nde bilim alanındaki çalışmalar İznik Medresesi’nin açılmasıyla başladı. Bu medrese, Selçuklu medreselerinin devamı niteliğindeydi. İlk müderrisi Kayserili Davud idi. Fatih döneminde bilim hayatında önemli gelişmeler oldu. Bunun başlıca sebebi, Fatih’in, bilim adamlarına saygı göstermesi, onları takdir etmesi, bilim adamları arasında, dini ne olursa olsun ayrım yapmaması, açık fikirli olmasıdır.

  Fatih zamanında yalnız İslami bilimlerde değil, müsbet ilimler sahasında da hayli gelişme görüldü. Bu dönemin en önde gelen bilim adamı, hiç şüphesiz Ali Kuşcu’dur. O, Türkiye’de matematik öğretiminin ilk kurucusu sayılır. Dönemin bir başka matematikçisi de Sinan Paşa’dır.Onun meşhur eseri Tazarruat adını taşır.

   Osmanlılarda tarih ve coğrafya  alanlarındaki ilk eserler Fatih devrinde yazılmıştır. XVI.yüzyılda Kanuni tarafından Süleymaniya Külliyasi’nde diğerlerinden farklı olarak bir de tıp medresesi bulunmaktaydı. Matrakçı Nasuh  matematikle ilgili eserlerini Yavuz Sultan Selime sunmuştur.

   XVI. yüzyıldaki matematikçiler astronomi  ile de uğraşmışlardır. Takiyüddin Mehmet, Hoca Saadeddin Efendi’nin yardımlarıyla İstanbul’da bir rasathane kurdu (1578). Ne yazık ki bu rasathane uzun ömürlü olmadı. Gökleri incelemenin uğursuzluk getireceği ileri sürülerek , yıktırıldı ( 1580).

   XVII. yüzyıl bilim hayatında bir durgunluk dönemidir. Toplum hayatında meydana gelen bazı değişmeler hem bilim hayatını, hem de medreseleri etkisi altına aldı.

Devrin bilim adamlarından Katip Çelebi’nin Keşfü’z Zünun, ve Mizanü’l hak fi ihtiyari’l Ehak (En doğrunun seçiminde hak terazisi) adlı eserleri vardır. XVII. yüzyılda coğrafya alanında eser verenler içerisinde Katip Çelebi ve Evliya Çelebi başta gelir.

   Bilindiği gibi, müspet bilimlerde, elde edilen bilgilerin tekniğin gelişmesi için kullanılmasına yol açmıştır. Böylece bilim, teknoloji seviyesinin yükselmesini, teknoloji de hayatın kolaylaşmasını sağlamıştır. Osmanlıların savaş sanayi alanında gelişmiş bir teknolojileri vardı. Tophane, baruthane, demirhane gibi atölyeler dönemin en gelişmiş tezgahlarının kullanıldığı yerlerdi.

   Gemi yapımı ile ilgili teknoloji, başta İstanbul olmak üzere, diğer yerlerdeki tersanelerde yapılan gemilerde kendini göstermiştir. Bu teknoloji sayesinde Osmanlı Devleti XVII. Yüzyıl ortalarına kadar denizlerdeki üstünlüğünü koruyabilmiştir. Teknolojide mimarlık başlı başına bir harikadır. Mimar Sinan’ın bilgi birikimi ile teknoloji ürettiği alanlar, bugün ki mimarlık ve mühendislik fakültelerinin pek çok anabilim dallarını içine alacak genişliktedir.

 

Yazı, Dil ve Edebiyat

 

   Türkler İslamiyet’e girdikten sonra, bu dinin kutsal kitabının yazıldığı Arap alfabesini de benimsediler. Ancak buna birkaç harf ilave ettiler. Osmanlılar, değişik yazışmalarda ve işlerde farklı yazı biçimleri kullandıkları gibi süsleme unsuru olarak da yazıdan istifade etmişlerdir.

    Osmanlı Devleti sınırları içinde bir çok millet yaşıyor, bunlardan her biri kendi illerini konuşuyor ve bu dillerle ifade edilen kültürlerini yaşıyorlardı. Bununla birlikte devletin resmi yazışma dili Türkçe idi. Din ve ilim dili olarak Arapça, edebi dil olarak da Farsça oldukça yaygındı. Zaten medresede okutulan kitaplar Arapçaydı. İyi bir eğitim görmüş bir Osmanlı, Türkçe dışında Arapça ve Farsçayı konuşamasa da okuyup yazabiliyordu. Üç dilin ortak kullanımıyla Osmanlıca ortaya çıkmıştır.

Bu dönem edebiyatını Divan Edebiyatı, Halk Edebiyatı ve Tekke Edebiyatı olmak üzere üç bölüme ayırarak incelemek yerinde olur.

    Anadolu’da beylikler döneminde yerleşmeye ve yaygınlaşmaya başlayan Divan Edebiyatı, Osmanlıların ilk zamanlarından itibaren gelişmesini sürdürdü. İlk Osmanlı divan şiirinde kaside, gazel, mesnevi ve rubai türleri kullanıldı. Divan şiirinin konusunu aşk, güzellik gibi din dışı ve tasavvuf gibi dini konular teşkil ederdi.

     Osmanlı Devleti’nin edebiyatta da en güçlü olduğu dönem XVI. yüzyıl oldu. Bu yüzyılda hem edebi alan genişlemiş hem de bir önceki yüzyıldan daha çok ve büyük üstadlar yetişmiştir. Bunların en ünlüleri Baki ve Fuzuli başta olmak üzere Zati, Hayali, Rahmi ve Yahya Bey’dir.

    Türk Halk Edebiyatı, Türklerin Anadolu’yu yurt edinmelerinden sonra burada da gelişmesine Selçuklular ve Osmanlılar zamanında devam etti. XVI. yüzyılda ellerinde sazlarıyla diyar diyar dolaşan saz şairleri bu yüzyılda isim yapmaya ve şöhret kazanmaya başladılar. Pir Sultan Abdal, Bahşi, Kul Mehmed, Öksüz Dede, Hayali ve Köroğlu bu dönemin en ünlü saz şairleridir.

Halk Edebiyatı için XVII. yüzyıl altın devir olmuştur. Zira Gevheri, Aşık Ömer ve Karacaoğlan gibi en kuvvetli halk şairleri bu dönemde yaşamışlardır.

    Tekke Edebiyatı, tekkelerde yetişen ve daha çok dini değerlere ağırlık veren , fakat nazım şeklinde halk edebiyatına yaklaşan şairlerin ortaya koyduğu bir edebiyat türüdür. Tasavvuf Edebiyatı da denen bu edebiyat, Mevlevilik ve Bektaşilik gibi bir çok tarikat üyesi şairler tarafından geliştirilmiştir.

 

Güzel Sanatlar

   Minyatür Sanatı: Osmanlılar resim yerine daha soyut olan minyatürü tercih etmişlerdir. II. Bayezit, Yavuz ve Kanuni dönemlerinde minyatür sanatı gelişmiştir.

   Kanuni döneminde İslam minyatür ekollerin etkisiyle edebi eserlerde kitap süslemeleri ön plana çıkar.Bunlardan çok sayıda eser günümüze kadar gelmiştir. Bunlar arasında Matrakçı Nasuh’un tarihi tasvirleri görülür.

   Keramik Sanatı: Osmanlı keramik sanatı örnekleri ise Anadolu Selçuklu ve Beylikler dönemine kıyasla, desen zenginlikleri ve teknik kaliteleri ile çok daha ileri bir aşamayı vurgulamaktadırlar. Bu dönemde artık, imparatorluk sanatına yaraşır mükemmellikte bir keramik sanatı yaratılmıştır. Dönemin keramiklerinde üstün nitelikli beyaz hamur kullanıldığı için astar sürülmeden desenler boyanır ve şeffaf bir sır sürülüp fırınlanır. Bu döneme ait cami kandilleri form bakımından da büyük bir olgunluğa ulaşıldığını gösteren örneklerdir. Yapıldıkları döneme ve bölgeye göre farklılık gösteren keramikler, mavi-beyaz türle başlayıp giderek artan renkleriyle gruplara ayrılırlar.15. yüzyıl sonuyla 16. yüzyıl başında, porseleni anımsatan üstün kaliteli bir keramik grubu karşımıza çıkar. Bunlar beyaz, sert ve pürüzsüz hamurları, kaliteli sırlarının altındaki çok çeşitli desenleriyle göz doyurucu keramiklerdir. İlk keramikler İznik’te yapılmıştır. Ancak tabanında “Kütahya 1529” yazısı bulunan bir sürahi, Haliç işi keramiklerin o tarihlerde yalnız İznik’te değil, Kütahya’da da yapıldığını ortaya koyar.

    16. yüzyıl ortalarından başlayarak, renklerde bir çoğalma görülür. Osmanlı keramik ve çini sanatının bu yarım yüzyılı, gerek form ve desen inceliği, gerek teknik kalitesi bakımından dünya keramik sanatında Türk keramiğinin üstün yerini ve haklı değerini gösteren örnekler sunmuştur. 16. yüzyılın ikinci yarısında Osmanlı sanatının değişik dallarında görülen ve bitkisel motiflere ağırlık verildiği için, natüralist diye tanımlanan üslubu bu dönemin çini ve keramiklerinde bütün çeşitliliğiyle görmek mümkündür. Haklı olarak “Türk Çiçeği” adını alan lalenin yanı sıra gül, karanfil, nar çiçeği, sümbül, nergis, menekşe motifleri, bahar dalları, üzüm salkımları ve servi ağaçları değişik biçimlerdeki kapları bir çiçek bahçesi gibi süslemiştir. Bu dönemde İznik’ten sonra ikinci önemli keramik merkezi Kütahya idi. 17. yüzyıl boyunca, İznik keramiklerinde giderek artan bir bozulmaya tanık olunur. Motif ve desenler bir süre daha çekiciliklerini korusalar da renkler konturlardan taşmış, canlılıklarını yitirip soluklaşmıştır. Parlak mercan kırmızısı ise kahverengiye dönüşmüş, sırlar da sararıp, üzerlerinde çatlaklar oluşmuştur. Bu bozulma, 18. Yüzyılda İznik atölyelerinin bir daha açılmamak üzere kapanışlarına kadar sürmüştür.18. yüzyıl başında o zamana kadar ikinci derecede bir keramik merkezi olan Kütahya ön plana geçmiş, 18. ve 19. yüzyıllar boyunca bu etkinliğini sürdürmüştür. Kütahya keramik sanatında, 18. yüzyıl sonlarında yavaş yavaş hızlanan bir gerilemeye tanık olunur. 18. yüzyıl ortalarından 20. yüzyıl başına kadar etkinlik gösteren üçüncü bir keramik merkezi de Çanakkale’dir. Çanakkale keramikleri, teknik yönden üstün olmamakla birlikte, karakteristik form ve desenleriyle bölgesel bir sanat zevkini yansıtmak bakımından değer taşırlar. Dönemlerinin üsluplarını yansıtan kaliteli örnekleri ile Anadolu Türk keramik sanatının sanat tarihinde önemli bir yeri vardır. Günümüz Türk keramik sanatçılarının da geleneklerinden aldıkları birikimle, bugünün sanat zevkine uygun üstün örnekler üreten bir yaratma sürecine giriş olmaları, kıvanç verici bir durumdur.

 

Çinicilik:

   Çini, bir nevi beyaz topraktan yapılan ve fırında pişirilen, üzeri sırlı, keramik işlerine verilen isimdir. Bundan bardak, tabak, testi, vazo, duvar kaplamaları ve süs eşyaları gibi şeyler yapılır.

   Çini porselen gibi yarı şeffaf değildir. Işığa tutularak bakıldığı zaman ışık görülmez. Çini’ye ilk zamanlar kaşi denirdi. İlk defa çini tabiri Osmanlılarca kullanılmıştır. Kaşi’nin daha sonradan çini olmasının nedeni, Çin işlerine benzetilmesi ve güzel olmalarıdır.

Mimar Sinan zamanında camilerin duvarlarına kaplanan çinilere kaşi, bunları yapanlara kaşiger denilirdi.

   Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’da Sarayburnu’nda yaptırdığı köşke Sırça Saray denirken sonradan Çinili Köşk ismi verilmiştir. Çini kaplı bir çok binaya çinili adı verilmekte, çinili hamam, çinili köşk, çinili medrese denilmekte ve bu isim kaşi manasına kullanılarak Kütahya çinisi, İznik çinisi ve çinici adları yayılmış bulunmaktadır.

EBRU SANATI

 

Kağıtların üzerine boya ile mermer damarları gibi renkli dalgalar yaparak süslemek.

Ciltçilere ve süslemecilere mahsus bir iştir.

Osmanlı döneminde bir sanat eseri sayılacak kadar güzel renkli ve şekilli ebrulara rastlanmaktadır.

Ebru çeşitleri :

Akkase ebru,  battal ebru, çifte aharlı ebru, hatip ebrusu.

 

OSMANLILARDA TEZHİP

  Arapça’da altınlama manasına gelen tezhip sözü yalnız altın yaldızla işlenen işleri ifade etmez. Boyalarla yapılan ince kitap süslemesine de denir.

   Selçuk Türklerinde hayli ilerlemiş olan bu sanat onlardan Osmanlı Türklerine geçmiş ve 17. asırda en yüksek derecesine ulaşmıştır.

Matbaanın Türkiye’de 1729 senesinde İbrahim Müteferrika tarafından tatbikatına kadar bütün önemli el yazmaları tezhiplenirdi. Bu tarihten sonra bu sanat yavaş yavaş yok olmuştur.

    Tezhipte kullanılacak altın yaldızı hazırlamak epeyce güçtür. Önce küçük bir altın parçası alınarak çekiçle dövülerek yassılaştırıldıktan sonra haddeden geçirilmek suretiyle bir milimetre kadar incelikte bir levha ve şerit haline konur. Daha sonra bu şerit çeşitli işlemlerden geçirildikten sonra tezhibe hazır hale getirilir. Osmanlılarda tezhip sanatçılarına müzehhip adı verilirdi.

 

OSMANLILARDA HAT SANATI

 

   Osmanlı hat san’atında üslûp arayışı ve ilk teceddüt hareketleri Fâtih Sultan Mehmed devrinde ve İkindi Bâyezîd’in yirmialtı sene süren Amasya vâliliği esnâsında başladı. Bunu, İstanbul’un fethiyle Türk İslâm mefkûresini gerçekleştiren Fâtih’in cihâd-ı ekber olarak îlan ettiği ilim ve güzel san’âtlarda başlattığı hamlelerin netîcesi olarak kabul etmek gerekir. Fâtih cihanşümul bir devletin merkezi olarak seçtiği İstanbul’u, Doğu ile Batı Kültür ve san’atlarının kaynaştığı bir merkez hâline getirmek istiyordu. Bu emre uyularak vakıflar kuruldu ve îmar seferberliği başlatıldı.

   II. Bâyezid şehzâdeliğinde yazı hocası olan Şeyh Hamdullâh'ı talebeleriyle Amasya'dan İstanbul'a dâvet etmiş, kendisine sarayın harem dâiresinde oda ayırmış, timâr vermiş, Mushaf ve kıt'âlar yazdırmak sûretiyle hat san'atında Osmanlı üslûbunun doğmasına sebep olmuştur. Şeyh Hamdullah uzun çileli bir çalışma ve tedkik sonucu yazıda arzu ettiği kemâle ermiş, Osmanlı hat mektebinin temelini atmıştır. Açtığı çığır bütün İslâm âleminde benimsenmiş, hattatların üstâdı kabul edilmiş, Kıbletü'l-küttab nâmiyle yâdedilmiş, bir buçuk asır süren Yâkut üslûbu sona ermiştir. Şeyh'in aklâm-ı sitteye bilhassa sülüs ve neshe kazandırdığı seviye, Yâkût Musta'sımî'den sonra en önemli tekâmül merhalesi olarak kabul edilmiştir.

 

OSMANLILARDA MUSİKİ

 

Osmanlı mûsikîsi, Osmanlı saray veya halk müzisyenlerinin askerî, dini, klâsik ve folklorik türlerde ürettiği ve toplumun her kesiminde kullanılmış bir sanat olup bir ucu Çin'e, bir ucu Fas'a kadar uzanan 25 asırlık Türk mûsikîsinin yaklaşık 500 yıllık bir bölümünü teşkil eder. Osmanlılar Türk müzik geleneğini devam ettirmişler ve Mehterhane denilen mızıka takımını kurmuşlardı. Sarayın mehter takımı her gün ikindi vaktinde mehter vururdu. Bestelenen şarkılar sıkı bir alet çalışmasıyla ve kulaktan öğreniliyordu. XV. Ve XVI. Yüzyıllardan zamanımıza beste intikal etmemiştir. Ancak 1724’te ölen Itri Efendi’den az sayıda eser günümüze kadar gelmiştir. II. Selim ve III. Murat’ın saz meclislerine düşkün olduğu da bilinmektedir.

 

Klasik Dönem Osmanlı Mimarisi

İkinci Bayezid döneminden 16. yüzyılın sonuna kadar olan süre, Osmanlı mimarisinin Klasik Dönemi olarak adlandırılır. II. Bayezid ile başlayan bu döneme, aynı zamanda Büyük Külliyeler Devri de denilebilir.

Osmanlı devleti, Fatih Sultan Mehmed’le birlikte imparatorluk niteliği kazanmıştır. Erken dönemde de külliye sayısı hayli çok olmakla birlikte kent planlamasına pek büyük katkıları yoktu. İstanbul’un başkent olmasıyla başlayan dönemin bir ürünü olan Fatih Külliyesi, gerek büyüklüğü gerek planlamasındaki düzenliliği, gerekse kentin dini ve kültürel merkezi oluşu ile Osmanlı mimarisinde bir çığır açmıştır. Daha sonra II. Bayezid’in Edirne, Amasya ve İstanbul’da yaptırdığı külliyeler, bu kentlerin Osmanlı kimliği kazanmasında önemli rol oynamışlardır. II. Bayezid döneminde, sultanın yanı sıra devlet ileri gelenleri de camiler yaptırmıştır. Ancak bunların sultanların yaptırdığı ve Selatin adı verilen camilerden belli farkları vardır. O kadar büyük boyutta olmadıkları gibi minarelerinin sayısı da biri geçmez. Bu tür camilerden biri de Sultanahmet yakınındaki Firuz Ağa Camii’dir. 1491 tarihli yapı, tek kubbeli namaz mekanı ve üç gözlü, kubbeli son cemaat yeri ile tek kubbeli camilerin tipik bir örneğidir.

   16. yüzyılın ilk yarısında İstanbul-Bağdat yolu üzerinde, ordunun bir günlük yürüyüş sonunda dinlendiği yerlerde Menzil Külliyeleri yapılıyordu. Bunlardan biri de İstanbul’dan sonra ilk menzil olan Gebze’deki Çoban Mustafa Paşa Külliyesi’dir. 1522'de yapımına başlayan külliye çevresinde bir kentleşmeyi doğurmuştur. Yapının Mimar Sinan’ın eseri olduğu ileri sürülür. Ama böyle erken bir tarihte henüz bu çaptaki eserleri görülmediği için ancak tamamlanmasında bir süre çalışmış olabilir. Külliyenin tek kubbeli camii ise daha çok Memlük tarzındaki taş süslemesi ile dikkati çeker. Bu malzemenin Mısır’dan getirildiği ileri sürülür. Gerek içeride gerekse dışarıda kakma taş tekniğinde geometrik süslemeler yer almaktadır.

   Osmanlı mimarisinin klasik çağı Mimar Sinan Dönemi olarak da adlandırılabilir. Sinan, İstanbul’da ilk külliyesini 1539’da Haseki Hürrem Sultan için yapmıştır. Bu tarihten başlayarak 16. yüzyılın sonuna değin Osmanlı mimarisine damgasını vuran bu büyük usta, her tür yapıda çeşitli plan tiplerini ve örtü sistemlerini denemiştir. Süleymaniye Camii iki yarım kubbelidir. Eksen üzerindeki yarım kubbeler ana kubbeyi desteklemekte, bu da yanlardaki küçük kubbeler ve kemerlerden oluşan bir sistem ile dengelenmektedir. Bu şema Ayasofya modelini akla getirir. Ama Ayasofya’da hiçbir zaman sağlanamamış olan statik denge, Süleymaniye Camii’ndeki en başarılı özelliklerinden biridir. Bu arada, caminin büyük depremler geçirmesine rağmen önemli bir hasara uğramadığını, oysa Ayasofya’nın kubbesinde zaman zaman çökmeler ve büyük çatlamaların olduğunu da hatırlamak gerekir.

Mimar Sinan küçük ölçülerdeki yapılarda da çok başarılıdır. Üsküdar’daki Şemsi Paşa Külliyesi bunu kanıtlayan bir örnektir. Bir mimarın medrese, cami ve türbeden oluşan külliyeyi dar bir alanda nasıl bu kadar olumlu biçimde yerleştirebildiğine şaşmamak olanaksızdır. Bir yapının mütevazi ölçülerde olması, hiçbir zaman sanatçının işi küçümsemesine neden olmamıştır.

Edirne’deki Selimiye Camii Mimar Sinan’ın başarılı sanat yaşamını noktalar. 1575 tarihli yapı kentin yüksekçe bir yerindedir. Günümüzde ise kent tarafından daha iyi görünebilmesi için önüne bir meydan açılmıştır. Selimiye Camii’nin kubbesi de sekiz dayanağa oturtulmuştur. Bu yapıda mekanın hemen hemen tümü tek bir kubbe altında toplanmıştır. Bu örneğe, Osmanlı mimarisindeki en görkemli kubbe denilebilir. Selimiye Camii, merkezi mekanın en başarılı örneklerinden biri olarak dünya mimarlık tarihi literatürüne geçmiştir. Yapı yalnız Türk mimarisinin değil, dünya mimarisinin de baş yapıtlarından biridir. Caminin içinde ferah ve aydınlık bir atmosfer vardır. Süslemesinde ise kalem işleri ve çiniler başta gelir. Portaldeki taş süsleme, aynı zamanda mihrap ve minberde de kullanılmıştır. Çinilerde aşırıya kaçmamaya özen gösterilmiştir. En güzel örnekler hünkar mahfilinde görülür. Tüm Osmanlı sanatında meyvalı bir elma ağacı da yalnızca burada bir çini panoya konu olmuştur.

 

   Eğlence ve Spor

  Türklerin çok değişik eğlence türleri vardır. Osmanlılarda dinlenme ve eğlenme biçimlerinden birisi mesire yerlerine gitmekti.

Türk hamamları da hem yıkanma ve rahatlama hem de eğlence ve sohbet yerleriydi.

Türkler kahve ve kahvehanelerle XVI.yüzyıl ortalarında tanıştı ve kahvehaneler hızla yayılarak sık gidilen ve eğlenilen yerler haline geldi. Tavla ve satranç oynayıp, müzik dinlenilen kahvehanelerde, şairler ve edebiyatçılarda sohbet etmek için buluşuyorlardı.

Osmanlı Türklerinin eğlence hayatında meddah, orta oyunu ve karagöz gibi seyirlik oyunların da önemli bir yeri vardı.

Bu eğlencelerin dışında, büyük esnaf bayramları da yapılırdı.

Bütün bunların yanında, İstanbul halkı arasında resmi nitelikli gösterilerin ayrı bir önemi vardı. Ordunun sefere çıkması, bir şehzadenin doğumu veya sünnet düğünü, padişahın Cuma namazına alayla gitmesi, padişahın Mekke’ye resmi armağanları yollaması ( sure alayı ) gibi olayların her biri için büyük törenler yapılırdı.

Osmanlı Devleti’nde spor, daha çok gözü pek savaşçılar yetiştirmek amacıyla gelişmişti. Okçular tekkesi, pehlivanlar tekkesi gibi kuruluşlar Türkiye’deki ilk ciddi spor kuruluşları kabul edilebilir. Ayrıca külliyelerde “zorhane” adı verilen ve beden eğitimi ile ilgili çalışmaların yapıldığı bölümler vardı. Enderun’da da aynı eğitim yapılırdı. O dönemde, spor yapma yerine, idman ifadesi kullanılırdı.

Düzenli bir biçimde yapılan ve biraz da dansa benzeyen bir tür eskrim oyunu vardı ki, buna matrak denirdi.

Osmanlılar kayak sporu ile de ilgilenmişlerdir. Kayak, sınırlarda görev yapan akıncıların kış aylarında kullandıkları önemli bir araçtı.

 

2.KÜLTÜR DEĞİŞMELERİ

 

Düşünce Hayatı

 

  XVIII yüzyılın başından itibaren Osmanlı kurumları batı örneklerine göre düzenlenmeye başladı. Bu sebeple söz konusu değişmelere batılılaşma ve çağdaşlaşma adı verilmektedir. Bu gelişmeler özellikle Lale Devri’nde ( 178-1730 ) bir düşünce değişikliğin ifadesi olarak kabul edildi.

  1727’de matbaanın Türkiye’ye girişinden sonra, özellikle askeri alanda yeniliklere devam edilmişti.III.Selim döneminde önemli yenilikler yapıldı. Viyana, Paris, Londra ve Berlin gibi başkentlerde daimi elçilikler kuruldu. Avrupalılarla yakın ilişkiler içine girildi.

XIX. yüzyılda Tanzimat öncesi yenilik hareketlerinin mimarı II.Mahmud’dur. Devlet kurumlarının hemen hemen hepsinde batılı örneklere göre yenileşme hareketleri gerçekleştirildi. Bunlar, düşünce hayatımızı yakından etkileyen eğitim ve kültür alanında yapılan yeniliklerdir.

  Osmanlı Devleti’ne yeni bir düzen vermek için 3 Kasım 1839’da Tanzimat Fermanı ilan edildi. Tanzimat’tan itibaren çağdaş toplumun özeliklerinden olan hareketli bir düşünce ortamının temelleri atıldı. Bu temel atmada Şinasi ve Münif Paşa’nın önemli katkıları vardır. Şinasi, çağdaş toplumun zihin çerçevesini çizmiş, Namık Kemal’e ve onun nesline yeni hedefler göstermiş, onları aydınlatmış ve düşüncelerine yön vermiştir.

  Gençlik yıllarından îtibâren ilmî çevrelerde bulunan bir ilim derneğini kuran ve dergi yayınlayan Münif Paşa, gerek kendi yazdığı, gerek batıdan çevirdiği çeşitli mensur ve manzum eserlerle Türk edebiyâtının doğudan kopup batıya yönelmesi hareketinde önemli rol oynadı. Böylece yerli kültürümüz yerine, yabancı olan Avrupa kültürünün benimsenmesi ve yayılması için çalıştı. Türk toplumuna Avrupâî tarzdaki yeni kavramları göstermek ve tanıtmak hususunda önemli rol oynadı. Bâzı nesirlerinde duru bir dil ve anlatım kullanmasına rağmen, genel olarak Tanzimât dönemine has süslü yazma havasından kurtulamadı. Namık Kemal’in “Sanat cemiyet içindir” görüşü eserlerine hâkimdir. Bütün yazılarında gelişme, vatanseverlik, hürriyet, meşrutiyet, siyâsî bağımsızlık, Osmanlıcılık, İslâmcılık, maârif, iktisat, kahramanlık gibi sosyal konular üzerinde durdu. Vatan, millet, milliyet, hürriyet kelimelerini, bugünkü, Fransız ihtilâlinden doğmuş mânâlarıyla ilk defâ kullandı. (Eskiden vatan, millet, hürriyet kelimeleri başka manâlarla kullanılırdı.      Millet “din, mezhep, bir dine bağlı insan topluluğu”, hür kelimesi ise “azad edilmiş köle veya köle olmayan” mânâsına gelirdi.) Bir taraftan gazetelerde günlük siyâsî ve sosyal konulardaki görüşlerini işlerken, bir taraftan da aynı konu ve temaları, edebî eserlerde dile getirdi. Bu faaliyetlerin geniş halk kitlelerinde etkili olabilmesi için, diğer Tanzimat yazarlarıyla berâber dil ve ifadenin sadeleşmesine gayret etti. Ali Suavi, rejim meselesinde İngiliz parlamentarizmine benzeyen bir meşrutiyet arzusunu daimi olarak dile getiriyordu. Diğer taraftan klasik medrese tahsili bile görmeyen Suavi, belli çevrelerce muhaddis ve hatta müctehid gibi gösterilmeye çalışılmıştır. Suavi, dinde reform yapmak gerektiğini, hutbenin her milletin kendi dilinde okunmasını ısrarla savunmuştur.

    AHMET CEVDET PAŞA

 İlim, hukuk ve büyük devlet adamıdır. İslam birliğine inanan ve bunun gerçekleştirilmesi için gayret gösterilmesini savunanlardan biriydi. Batının bilim ve teknolojideki başarılarına hayrandı. Ancak kanunların taklit edilemeyeceğini düşünüyordu. Bu sebeple, İslam Hukuku’nun Batı hukuk tekniği ile yeniden düzenlenmesi için çalıştı ve bir komisyonla dünya hukuk litaratürüne  geçen Mecelle’yi hazırladı. Ahmet Rıza, Meşveret gazetesini çıkararak, Jön Türk hareketinde etkili bir rol oynamış, İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin önderleri arasında yer almıştır. Genç yaşta Batı kültürüyle tanıştı. Mekteb-i Sultani'yi (Galatasaray Lisesi) bitirdikten sonra, Hariciye Nezareti Tercüme Kaleminde bir süre katiplik yaptı. 1884'te tarım öğrenimi için Fransa'ya gitti. Çeşitli siyasal ve kültürel hareketleri izledi. Pozitivizme ilgi duymaya başladı. Bursa Mülki İdadisi müdürü, ardından Bursa Maarif Müdürü oldu. Nilüfer dergisinde şiirler yazdı. Pozitivistlerin yayın organı olan La Revue Occidentale'a İslamiyet ile ilgili yazılar yazdı. Osmanlı İmparatorluğu hakkında çıkan yazılara yanıt verdi.

    II. Abdülhamid'e eğitim sisteminde köklü değişimler öneren mektuplar yazdı. Doğu kültürünü, Batıdan alınacak bilim ve kültürle yoğurmayı ve halkın eğitim düzeyini yükseltmeyi öne çıkaran bir program yayımladı. Abdullah Cevdet, dört arkadaşı ile birlikte gizli olarak İttihad-ı Osmani Cemiyeti’ni kurdu. Bu cemiyt sonradan İttihad ve Terakki adını aldı. Ona göre Osmanlı Devleti’nin kurtuluşu, batı düşüncesini benimsemekle mümkündü. Gerekirse İslami prensiplerde kullanılmalıydı. Abdullah Cevdet Latin harflerini, laikliği ve kadın haklarını savunmuştur. Aynı zamanda batıcı, aydınlanmacı ve toplumcudur.

Prens Sebahattin, devlet yönetiminde adem-i merkeziyeti ( yerinden yönetim ), kişilerde de şahsi teşebbüsün geliştirilmesini savunmuştur.

Yusuf Akçura, düşüncelerini 1904’te Ali Kemal’in Kahire’de çıkardığı Türk gazetesinde yayımlanan  Üç Tarz-ı Siyaset adlı yazısında açıklamıştır. Bu yazıda sözünü ettiği üç siyaset Osmanlı Milleti Teşkili, İslam Birliği ve Türklerin Birliği’dir.

Daha önceki yıllarda temelleri atılan düşünce akımlarının XX.yüzyıla girdiğinde Batıcılık, İslamcılık ve Türkçülük bünyesinde toplandığını görüyoruz. Bu düşünceler ise İkinci Meşrutiyet’in ilanı ile iyice berraklaşmıştır.

Batıcılar, Batı medeniyetinin ve kültürünün tümüyle alınıp benimsenmesini istiyorlardı. Dinin sosyal gelişmeye engel olduğunu ileri sürüyorlardı. Bunların dışında, özel girişim eksikliğinin giderilmesini, yaratıcı şahısların yetiştirilmesini, çağdaşlaştırılmasını,kadın haklarını, manevi ve ahlaki dünyanın yaratılması gibi konuları savunuyorlardı.

Balkan Savaşları, batıcıların bölünmesine sebep oldu. Bir tarafta pozitivistler diğer tarafta daha radikal maddeciler ve sosyalistler.

XIX. yüzyılın ikinci yarısında ortaya çıkan İslamcılık ya da İslam birliği akımı, II.Abdülhamit zamanında Panislamizm adı altında resmi politika haline getirdi.

İslamcıların düşüncelerine göre, Müslümanlık biçim veren, kuralları belirleyen, halkçı ve demokratik bir dindir. Halifelik de, İslam yasalarını ve kurallarını uygulayan bir kurumdur. İslamcılar, tekniğin Avrupa’dan alınmasına karşı çıkmadılar. Ancak manevi alanda tam bir çöküntü halinde bulunan Batı dünyasının hiçbir etkisi altında kalınmamasını savundular. Böylece Batıcılara karşı çıktılar.

Temelleri daha önceki yıllarda atılan Türkçülük, II.Meşrutiyet döneminde hem teşkilatına hem de yayın organlarına kavuştu.

Türkçüler, millileşmenin doğal ve kaçınılmaz bir süreç olduğunu, bir Osmanlı milletinden söz edilemeyeceğini ve bu adla ancak bir devletin isimlendirilebileceğini savunuyordu. Önce kendini dil ve kültür alanında gösteren Türkçülük böylece siyasi bir boyut kazandı.

Türkçülüğün savunucusu ve mimarlarının başında Ziya Gökalp gelmektedir. Kendisi bir çok dergi, mecmua ve gazetede Türkçülükle ilgili makaleler yayınladı. Türk Yurdu’nda, ayrıca Türkleşmek, İslamlaşmak ve Muasırlaşmak, Türk Medeniyeti Tarihi ve Türkçülüğün Esasları adlı kitaplarında, Türkçülüğe ait düşüncelerini açık bir şekilde oraya koydu.

 

Dini Anlayıştaki Değişmeler

 

   Osmanlı Devleti XIX. Yüzyılda ayakta kalabilmek için Avrupa devletlerinin desteğine muhtaçtı. Avrupa desteği ise her zaman Osmanlı topraklarındaki Hıristiyan azınlıklar lehine müdahale anlamına geliyordu. Bu yüzden, XIX. Yüzyıl boyunca Osmanlı Devleti’ni içeride zorlayan en önemli mesele gayrimüslimlere Müslümanlarla eşit haklar verilmesi, kısaca eşitlik meselesi olmuştur. Farklı din mensuplarına eşit siyasi, hukuki ve sosyal hakların tanınması, laikliği zorunlu kılıyordu. Laikliğin Osmanlı yenileşme döneminde girdiği en güçlü kanal, işte bu eşitlik meselesidir.

Tanzimat’ın kanunlaştırma hareketleri de İslam hukuku dışında, laik yaklaşım içeren yeni adli ve hukuki düzenlemeleri ifade etmektedir.

   Yenileşme dönemi, Mecelle’nin ortaya çıkartılmasında görüldüğü gibi İslam kültüründe de bir canlanmaya yol açmıştır. Matbaanın yaygın bir şekilde kullanılmaya başlaması ilk anda İslam kültürüne dair kitapların basılması ve yeni kurulan mekteplerde ders kitabı olarak okutulmaları bu canlanmanın sebeplerinden biridir.

  Batıda İslam toplumlarını konu alan araştırmaların çoğalması, Osmanlı aydınlarını da etkilemiş, modern iletişim araçlarının sunduğu imkanlardan istifade eden bu aydınlar İslam düşüncesinde modernizm adı verilen yeni bir düşüncenin arayışı içine girmşlerdir. XIX. Yüzyılda Batı’da hakim olan ilerleme fikrini iktibas edip, İslamiyet’in terakkici ve modern çağa uygun yorumlarını geliştirmişlerdir.

 

 

Dil ve Edebiyat

 

Edebi ve kültürel gelişme, XVIII. yüzyılda da devam etmiştir. Edebi hayatın merkezi İstanbul olmakla beraber Edirne, Bursa ve bir çok Balkan şehirlerinde de edebi hayat canlı ve hareketliydi. Bu yüzyılın tarihi ve sosyal olayları, neşeler ve ıstıraplar, edebiyata da yansıdı. Osmanlı edebiyatında, XIX. Yüzyılın başlarında Tanzimat dönemine kadar bir duraklama görülür.

Türk edebiyatı tarihinde Tanzimat Fermanı’nın ayrı bir yeri vardır.  Askeri, siyasi ve sosyal alanda bir düzenleme fermanı olan Tanzimat, giderek getirmek istediği fikri değerleriyle edebiyatı da etkiledi. Bu sebeple bu döneme Tanzimat Edebiyatı denir.

 

Tanzimat Dönemi Edebiyatı (1860-1896)

  Tanzimat edebiyatında yenileştirilen ilk tür şiirdir. Roman ve piyes gibi türler henüz denenmeden, şiir üzerinde bazı yenileştirmelere başlanmıştı. Şiirde de, önce, yeni bir dil ve söyleyiş aranmakla işe girişilir bu dil ve söyleyişin yöneldiği kaynak ise konuşma dili ve üslûbudur. Namık Kemal’in etkisinde olan Recai-zâde Mahmud Ekrem ve her ikisinin izinde yürüyen Abdülhak Hâmid Tarhan, şekilce bazen eskiye bağlı kalmakla beraber Türk şiirine giren yeni söyleyişi geliştirirler. İbrahim Şinasi’de konuşma diline yaklaşma çabasını gösteren dil üslûbun Namık Kemal ve Ziya Paşa’dan başlayarak romantik şiirin tesiriyle, Recai-zâde Ekrem’de ve daha çok Abdülhak Hamid’de konuşma dilinden tamamen uzaklaştığını kaydetmek gerekir. Yeni şiirin ilk temaları Şinasi’de medeniyet, hak, hukuk, adâlet, kanun, devlet ve milletin karşılıklı hak ve ödevleri gibi sosyal ve siyasî unsurlardır. Namık Kemal ile Ziya Paşa'da bunlara hürriyet ve vatan temaları da eklenir.

Tanzimat şiirinin ikinci nesline giren Recaizâde Mahmud Ekrem ve Abdülhak Hâmid ise sosyal konuları ikinci plana attıkları gibi metafizik düşünüşe de yönelirler. Yeni şiirinin üçüncü temasını ezelî tema olan ferdin his hayatı ve bilhassa aşk teşkil eder. Ve İbrahim Şinasi’den Hâmid’e doğru bunun kullanış hacmi gittikçe genişler. Bu arada eski şiirin sun’î ve klişe sevgili tipinden de kurtulan yeni şiir, hayattaki normal kadın güzelliğine yönelerek yeni bir sevgili tipi yaratır.

Tanzimat devrinin ikinci nesliyle birlikte şiirde yer tuttuğu görülen sonuncu ve mühim bir tabiatı kaydetmek gerekir. Romantizmin tesiri ile giren ve gerçek tabiata dayanan bu tema eski şiirin soyut ve klişe tabiat anlayışından tamamıyla kurtulmuştur.

Servet-i Fünûn Dönemi Edebiyatı (1896-1901)

Servet-i Fünûn hareketinin Türk edebiyatını kesin olarak modernleştirirken, büyük bir hızla sonuç aldığı ilk edebî tür şiirdir. Hareketin başında bulunan Tevfik Fikret'in bizzat şiirle uğraşması kadar, toplulukta çoğunluğun şairlerde olmasının da bu sonuçta rolü olduğu muhakkaktır. Esasen şiir, Türk edebiyatında, asırlardan beri üzerinde en çok uğraşılan ve herkesçe en çok rağbet gören edebî türdü.

Servet-i Fünûn hareketinin şiirde karşısına ilk aldığı hedef, Tanzimat devrinde Türk şiirini modernleştirmek için ortaya konulup tamamıyla gerçekleştirilemeyen esasların kesin olarak gerçekleştirilmesi olmuştur. Bu esaslar arasında, önce "şiirin dış görünüşü" geliyordu. Bir geçiş devri olan Tanzimat devrinde Türk şiiri -şekil bakımından- hem Doğu ve hem de Batı şiirine bağlı kalmış, divân şiiri ile Fransız şiirinin nazım şekillerini birlikte kullanmıştır. Bu tesir ile yetişmiş bulunan Servet-i Fünûncular da ilk şiirlerinde divân nazmının şekillerini kullandılarsa da, toplu hareket başladıktan sonra, bu şekilleri derhal bırakmışlardır. Servet-i Fünûn şiirinde kullanılan nazım şekillerini üç guruba ayırmak mümkündür: 1. Fransız şiirinden aynen alınanlar (sone), 2. Divân nazmından alınıp değiştirilenler (Serbest müstezâd), 3. Ne Divân şiirinde ve ne de Fransız şiirinde bulunmayıp kendi kendilerine icad ettikleri ve nazımda geniş bir kafiye kolaylığı sağlayanlar. Böylece Türk şiiri, nazım şekilleri bakımından, tamamıyle yeni bir görünüş kazandı.

    Servet-i Fünûn hareketi, şiirin konularında yaptığı değişikliklere, önce Tanzimat devrinin getirmiş olduğu "her güzel şeyin" şiire konu olabileceği formülündeki "güzellik" kaydını kaldırmakla başladı. Bu suretle, şiirin konusu sınırsız bir şekilde genişleyerek, şairin herhangi bir bakımdan ilgisini çeken her şeyin şiire konu olabileceği kabul edilmiş oldu. Bu arada, şairin günlük hayatına ait basit olayların da şiire bol bol girdikleri görüldü. Bununla beraber, gerek mizaçları ve gerekse yaşadıkları devrin ağır siyasî ve sosyal şartları yüzünden, çoğunlukla ferdî duygulara ve hayallere yer veren Servet-i Fünûn şairlerinde, aşk, tâbiat ve aile hayatı başlıca temaları teşkil ederler. Tanzimat şiirinde rağbet görmüş olan metafizik ve sosyal temalar Servet-i Fünûn şiirinde mühim bir yer tutmaz. Sosyal temalar, ancak topluluk dağıldıktan sonra, bazı şairlerce rağbet görmüşlerdir. Aşk teması çoğunlukla romantik bir atmosfer içinde ele alındığı gibi, tabiat temasının da daha çok sübjektif bir şekilde işlendiği görülür. Aile hayatına ait samimi duyguların rağbet görmesi ise, sosyal hayatla geniş bir şekilde ilgilenmek imkânını bulamayışları karşısında, kendi içlerine ve yakın çevrelerine yönelişlerinin bir ifadesidir. Aranılan şeyleri geniş çevrede bulamayışın doğurduğu bu "içe kapanış"ı yalnızlık, sükûnet ve inziva isteklerinin ve marazî bir duyuş ve hayal kuruşun takip etmesi de tabiîdir. Devrin ağır havası içinde kendilerini bunalmış hissettikleri zaman, yabancı ülkelere (Yeni Zelanda) göç etmek ve buna imkân bulamayınca da, Anadolu'nun sessiz bir köyüne (Manisa'nın San Çam köyü) yerleşmek kararını bile aldılar. Bu bakımdan, Servet-i Fünûn şiirinin en belli ve kendilerinin de farkında olup zaman zaman şikâyet ettikleri özelliklerinden biri olun marazîliği, Fransız edebiyatındaki "asrın hastalığı" (le mal du siecle) gibi Türk edebiyatında "belli bir devrin hastalığı" olarak kaydetmek mümkündür.

XIX. yüzyıl Fransız şiirinin romantizmden sembolizme kadar türlü merhalelerini tanımış ve o kanaldan yeni bir duyuş ve hayal kuruş tarzı, yeni bir zevk ve estetik getirmiş olan Servet-i Fünûn şairleri, bunlarla birlikte, beğendikleri birçok hayalleri de getirmeyi ihmal etmediler. Bunların ifadesi için yeni bir vokabüler zarureti doğunca, Türk şiirinin vokabülerini yeni baştan ele almak zorunda kaldılar. Şiir dilindeki Arabça ve Farsça kelimelerin sayısını biteviye çoğaltmakla sonuçlanan bu aykırı çalışma ve "sanatkârâne üslûb" gayesi ile yapılan çabalar, Servet-i Fünûn şiirini ancak sınırlı bir aydın topluluğunun anlayabileceği bir duruma getirmiştir.

  Vezin konusunda getirdikleri yenilikler; aruzun kalıplarını yalnız konusuna uygunluk bakımından değil, mısra içindeki kelimelerle tam uygunluk bakımından da ciddî bir şekilde ele almaları ve Türkçeyi aruzun hâkimiyetinden kurtarmaları olmuştur. Yabancı kelimelerin çokluğuna rağmen Osmanlıcada konuşulan dilin üslûp ve edasının söyleyiş özelliklerinin ilk başarılı örneklerini de yine Servet-i Fünûn şairleri verdiler.

Servet-i Fünûn Dışındaki Edebiyat

   Servet-i Fünun hareketine katılmayanların bir kısmı ise, Batılılaşmaya karşı olamamakla beraber, gerçek edebiyatın ancak geniş kitlelere hitabeden edebiyat olabileceği düşüncesi ile hareket ederek, yalnız aydınlar zümresinin değil, büyük halk kütlelerinin de anlayabileceği bir edebiyat kurmaya çalışırlar. Bu anlayış, tabiîdir ki, onları sosyal fayda prensibine de götürür. Böylelikle, sanatlarını halkın da hizmetine vermiş olurlar ve bazıları, ancak bağlandıkları ideolojiler bakımından, birbirlerinden ayrılırlar.

Devrin siyasî şartlarına uygun olarak, Servet-i Fünun Edebiyatı'nda olduğu gibi, onun dışındaki edebiyatta da en çok rağbet gören tür şiir, roman ve hikâyedir.

   Bu devirde Servet-i Fünun şiirinin dışında kalan Türk şiirini, kısaca şu kategorilere ayırmak mümkündür: 1. Kısmen Divân Edebiyatı geleneğine bağlı kalan şiir (İsmail Sefâ, Mehmed Celâl, Nigâr Hanım). 2. Servet-i Fünun şiirinin tekniği ve dili ile birlikte halk şiirinin tekniği ile dilini de kullanan şiir (Rıza Tevfik). 3. Servet-i Fünun şiirinden yalnız nazım şekillerini ve halk şiirinden de yalnız vezni alan ve dili Türkçeleştirmek iddiası ile yapma bir dil kullanan şiir (Mehmed Emin). 4. Nazım şekillerini ve vezni Divân şiirinden, dilini de Osmanlıca ile konuşma dilinden alan şiir (Mehmed Âkif). Birinci ve ikinci kategorideki şairler kendi özel sorunlarını, diğer iki kategorideki şairler de sosyal sorunları işlerler.

Bu çok kısa tablodan da açıkça anlaşılabileceği gibi, bütün bu kategorilerdeki şairler, nazım tekniği ve dil bakımından, dar veya geniş, bir derlemeciliğe gitmişlerdir.

 

    Fecr-i Âtî Dönemi Edebiyatı (1909-1913)

   Servet-i Fünun şiiri ile Fecr-i Âtî şiirini birleştiren başlıca özellikler arasında, ilk olarak, kullanılan malzemedeki birlik dikkati çeker. Fecr-i Âtî şiirinin başlıca temaları da, Servet-i Fünun şiirinde olduğu gibi, aşk ve tabiattir. Bu aşk, genellikle, hissî ve bazen romantik olduğu gibi; tabiat tasvirleri de tamamıyle sübjektiftir. Dilde Servet-i Fünuncuların metodları takip edilerek, şiir diline Arapça ve Farsçadan yeni kelimeler getirilmiş, konuşma dilinden uzaklaşmağa devam edilmiştir. Vezin, yine aruzdur. Nazım şekillerinde yapılan başlıca değişiklik, Servet-i Fünun devrinde Tevfik Fikret ile başlamış olan "müstezâd'ı daha değişik bir nazım şekline getirme" işleminin çok ileriye götürülerek, Fransız sembolistlerindeki serbest nazma tamamıyle benzetilmesidir. Servet-i Fünun şairlerinin duygularındaki marazîlik, Fecr-i Âtî şiirinde de daha aşırı bir şekilde devam eder. Tek ayrılık ise, Servet-i Fünun şairlerinin anlamağa çalışmadıkları ve belki de anlayamadıkları Fransız sembolistlerini Fecr-i Âtî'nin daha yakından tanımağa çalışması ve bunun kısmen gerçekleştirilmesidir. Bu topluluğun bazı şairlerinde sembolist şiirin bazı özelliklerine rastlanması, bu kısmî tesirin delilleridir.

 

Millî Edebiyat Dönemi (1911-1923)

   Genç Kalemler çıkmağa başladığı zaman Fecr-i Âtî şiiri çoktan tutunmuş, Ahmed Haşim ve Emin Bülend Serdaroğlu gibi kuvvetli şairlerle ilgi ve değer kazanmıştı. Fakat, belli bir sanat anlayışına sahip olmayışı, dilde ve marazîlikte Edebiyyât-ı Cedide şiirini takip etmesi ve üyeleri arasındaki yaratılış ayrılıkları gibi sebeblerle, er geç ortadan kalkmağa mahkûm gibi görünüyordu. Genç Kalemler, kendilerinden önceki Türk edebiyatını sun'îlikle ve taklidçilikle suçlarken, çağdaşları olan Fecr-i Âtî'yi de unutmamışlar, onu da iyice hırpalamışlardır. Esasen, Fecr-i Atî de bu yeni hareketi beğenmemiş ve ona karşı Servet-i Fünun'da itirazlara başlamıştı. Fakat, temellerinin zayıflığı yüzünden, Genç Kalemler dergisinin kapandığı sıralarda (1912 güzü) Fecr-i Âtî de dağılmak üzere bulunuyordu.

   Ancak, şiir bahsinde, Genç Kalemler’de Fecr-i Âtî arasında mühim bir anlaşmazlık yok gibidir. Genç Kalemler de, şiiri, "yalnız sanatçıya ait şahsî bir mesele, yalnız bir estetik haz vasıtası" saymaları bakımından, Fecr-i Atî’nin ferdiyetçi sanat anlayışından ayrılmış değildirler. Dil hususundaki ayrılığa sonraları aruzun yerine heceyi getirmeleri bakımından yine tamamıyle dışça bir ayrılık daha eklenirse de, ferdiyetçi sanat anlayışlarında hiçbir değişiklik göze; çarpmaz. Türkiye'nin ölüm kalım mücadelesi yaptığı I. Dünya Savaşı'nın ve Kurtuluş Savaşı' nın en nazik zamanlarında bile, genç şairlerin sırf kendi duygu ve hayallerinden ayrılmamaları dikkati çeker. Bu tutumun yanlışlığı hakkında değişik şair ve yazarlarca yapılan uyarılar da etkili olamaz. Üstelik, arûzun yerine hecenin geçmesi de pek kolay olmamış, genç nesli bu vezni benimsemeye alıştırmak için uzun ve sürekli telkinler yapılması gerekmiştir.

    Millî Edebiyat Hareketi'nin tutunmağa çalıştığı 1911-1917 yılları arasında, Türk şiirinde oldukça karışık bir durum göze çarpar: Bir yandan Millî Edebiyat şairleri kendilerini halk oyuna kabul ettirmeğe ve Fecr-i Âtî şairleri şöhretlerini sürdürmeğe çalışırlarken, Servet-i Fünun şiirinin Tevfik Fikret ve Cenab Şehâbeddin gibi otoriteleri de edebî itibarlarını henüz ayakta tutmakta idiler. Bu arada, Mehmed Akif Ersoy gibi bir ustanın temsil ettiği ayrı anlayış ve dokudaki şiir tarzını da unutmamak gerekir. Bu karışıklığı, Fecr-i Âtî'nin dağılmasından sonra, bu topluluğa mensup bazı şairlerle daha genç nesilden bazı şairlerin, Millî Edebiyat anlayışı dışında, kendilerini tatmin edecek başka yollar aramaları ve denemeler yapmağa girişmeleri daha da arttırır. Rübâb (1912) dergisinde toplanmış olan bazı genç şairlerin bir kısmı (Halid Fahri, Selahaddin Enis, Hakkı Tahsin, Orhan Seyfi, Yakub Salih, Safi Necib, Hasan Said), Nâyîler adı altında, yeni bir edebî hareket yaratmak için ortaya çıktılar. Bunlar, edebiyatta millîlik imtiyazını Genç Kalemler'e bırakmamak için, edebiyatın millî oluşunu "millî geçmişe bağlanış"ta görerek, Anadolu'daki Türk edebiyatının ilk devirlerine inmeyi ve, böylece, XIII. asrın büyük mutasavvıfları olan Mevlâna Celâleddîn-i Rûmî ile Yunus Emre'nin şiirlerindeki samimi ifadeli, lirik ve mistik atmosferi kendi şiirlerinde de yaşatmayı denediler. Onlara göre, estetik heyecan ile dili ve üslûbu tabiî bir şekilde birleştirmek, sade ve samimi bir ifade tarzı bulmak ve bundan doğan iç ahengi değerlendirmek gerekir. Kamuoyuna Safahât-ı Şi'r ü Fikr dergisinde (1914, sayı: 1) "Nâyîler-Yeni Bir Gençlik Karşısında" adlı bir makalesi ile ilk olarak Şehabeddin Süleyman'ın tanıttığı bu topluluğun ömrü pek kısa sürmüş, düşüncelerini gerçekleştirebilecek değerde eserler veremeden dağılmıştır.

   Aynı yıl ortaya çıkmış olan bir edebî eğilim de, yine geçmişin -bu sefer yabancı- bir kaynağına yönelerek, Türk edebiyatını esasından Batılılaştırmak için, doğrudan doğruya "Eski Yunan edebiyatım örnek edinmek" eğilimidir. Yahya Kemal Beyatlı ile Yakub Kadri Karaosmanoğlu'nun temsile çalıştıkları ve Eski Ak Deniz Havzası (bölgesi) Medeniyeti ile ilgili olduğu için Havza Edebiyatı veya Nev-yunanilik adını verdikleri ve ilk örneklerini Yahya Kemal'in "Sicilya Kızları" ve "Biblos Kadınları" adlı şiirleri ile Yakub Kadri'nin "Siyah Saçlı Yabacı ile Berrak Gözlü Genç Kızın Sözleri" adlı nesrinde bulan bu eğilim de, devrine tesir edebilen bir gelişme gösterememiş ve Türk şiirindeki ilk temsilcisini sonradan Salih Zeki Aktay’ın şahsında yetiştirebilmiştir.

Yine aynı yıllarda, şiirin genel durumundaki bu kararsızlıktan başka, millî bir edebiyata taraftar şairlerin şiir anlayışında da tam bir birlik görülmez. Millî Edebiyat hareketince şiirin şahsî bir mesele olarak sayılması üzerine, Millî Edebiyat deyiminden bazı şairler konuca "eski Türk tarihine, efsane ve geleneklerine bağlanmayı" anlayarak bu tarzda şiirler yazarken (Mehmed Emin Yurdakul, Ziya Gökalp, M. Nermi); bazıları "Osmanlı İmparatorluğunun parlak devirlerini yaşatmaya" çalışıyor (Yahya Kemal, Enis Behiç Koryürek); bazıları da, millîleşmeyi "halk şiirine bir dönüş" sayarak, halk nazım şekilleri ile şiirler yazıyor (Rıza Tevfik Bölükbaşı, Faruk Nafiz Çamlıbel, Orhan Seyfi Orhon, Yusuf Ziya Ortaç) ve hemen hepsi, -birinci gruptakiler hariç- ferdiyetçi bir sanat anlayışı içinde, yalnız kendi duygu ve hayal dünyalarını işliyorlardı.

Nihayet, millî bir edebiyata taraftar şairlerin bu dağınık yönlerdeki çalışmalarını birleştirmek gayesi ile, 1917 yılı haziranında, Şairler Derneği adlı bir dernek kuruldu. Fakat üyeleri arasında bulunan Ömer Seyfettin, Orhan Seyfi, Hakkı Tahsin, Salih Zeki gibi çeşitli sanat anlayışına sahip kimselerin tam bir anlaşmaya varmaları imkânsızdı. Nitekim, toplantı yeri Türk Ocağı binası ve yayın organı da Servet-i Fünun olan dernek, "istedikleri sanat anlayışını benimsemekte" üyelerini serbest bırakarak, onlardan, sadece, "konuşma dilinin ve hece vezninin kullanılmasını" isteme kararını alabildi. Kuruluşundan başlayarak bütün edebî hareketlere sayfalarını açık tutan Servet-i Fünun'un da bu harekete katılması ve Yeni Mecmua (1917), Büyük Mecmua (1919) ve Dergâh (1921) dergilerinin sürekli yayınları ile, şiirde dil ve veznin millileştirilmesi meselesi (Y. Kemal gibi bazı istisnalarla), Cumhuriyet'in ilânından önce, tamamıyla gerçekleşti.

İlk şiirlerinde Osmanlıcayı ve arûzu kullanıp konuşulan Türkçeye ve heceye sonradan bağlananlar çoğunlukta olduğu için, bu devrin şairlerinin şiirlerindeki dil ve vezin ikiliği belirli ve ortak bir vasıf halindedir. Ancak, bazı Servet-i Fünun şairlerinin açık ve inatçı muhalefetlerinden başka, Türkçeye ve heceye muhalefet eden hiçbir edebî eğilimin görülmediği 1917 tarihinden sonra, genç şairlerin şiirlerinde konuşulan Türkçenin en güzel örneklerinin verilmiş olduğunu kaydetmek gerekir. Birkaç yıl gibi çok kısa bir süre içinde elde edilen bu büyük başarıda, Hece'nin Beş Şairi olarak adlandırılan şairlerin (Halid Fahri Ozansoy, Enis Behiç Koryürek, Orhan Seyfi Orhon, Yusuf Ziya Ortaç, Faruk Nâfız Çamlıbel) geniş payları vardır.

 

Güzel Sanatlar

  XVIII. yüzyılda nakkaş başı olan Levni ile bir taraftan an’anevi minyatür tekniği devam ederken diğer taraftan ananevi minyatür tekniği devam ederken diğer taraftan da Avrupalı ressamlarla resimde yeni bir akım başladı. Daha sonra resim askeri okul programlarına girdi. II. Mahmut resmini yaptırarak resmi dairelere astırdı. Abdülaziz resim yaptı. Şeker Ahmet Paşa Avrupa’da eğitim gördü e ilk resim sergisini açtı. 1883’te Sanayi-i Nefise Okulu’nun kurulması ile artık sivil ressamlar yetişmeye başladı.

Keramik sanatında İznik’in yerini Kütahya aldı. XVIII. Yüzyıldan itibaren cilt sanatında kullanılan işlemeler, kadife üzerine sırma ve sim işlemelere dönüşür. Dönemin modası olan kumaşlarda cilt malzemesi olarak kullanılır. XVIII. Yüzyıl Türk musikisinin yükselme dönemidir. Özellikle III.Ahmed ,I.Mahmud ve III.Selim’in himayeleri, Hafız Post’un açtığı yeni çığırın devamını ve gelişmesini sağlamıştır. III.Selim Türk musikisine yeni bir makam olan Suzidilara’yı kazandırmıştır. Bu dönemin en tanınmış musikişinas ve bestekarı Itri Efendidir. Itri’nin açtığı çığırdan Hamamizade Dede Efendi yürümüştür. Türk musikisi  XIX. Yüzyılda da gelişmesine devam etmiştir.

Abdülmecid döneminden itibaren Batı müziği ön plana çıkmaya başladı.Sanatkarlar himayeden mahrum kaldı. Musikıde bir duraklama görüldü.Tanzimat döneminden itibaren Batı müziği yayıldı ve uygulandı. Yeniçeri ocağı kaldırıldıktan sonra mehterhane resmi ve askeri görevini tamamladı. II.Mahmud müzikte batıya yöneldi. İtalya’dan Giuseppe Donizetti’yi İstanbul’a getirtti. Askeri bandoların kuruluşunda etkili oldu. Osmanlı Devleti dağılmaya başladığı sıralarda  bile Batı müziği yayılmasını sürdürdü.

 

  18. yüzyıl, Osmanlı sanatına Batı etkilerinin girdiği, başka bir deyişle Batılılaşmanın başladığı dönemdir. Bu dönemde özellikle süslemede Barok, Rokoko gibi Batı kaynaklı üsluplar görülür. Ama bu üslupların Osmanlı sanatındaki uygulamasında geleneksel Türk motifleri ve yapı tiplerinden vazgeçilmemiştir. Osmanlı mimarisinde Lale Devri ile batı etkisi görülmeye başladı. Lale Devri’nin ardından Türk-Barok ve Rokoko Devri (1740- 1808 ) denilen yeni bir döneme girilmiştir. Bu dönemde Osmanlı klasik mimarisi önemini kaybetmeye başladı. Yavaş yavaş yerini Avrupa mimarisinin üslupların terk etti. XIX. yüzyılda Batı kaynaklı Ampir Üslup Türkiye’ye girdi.( 1808- 1860 ). Ampir Üslup Osmanlılarda Barok üslupla birleştirilerek yorumlandı. 1860’tan asrın sonuna kadar Batı etkisi bütün alanlarda Osmanlı toplum yapısını sarstı. Bu dönemde mimaride seçmeci ( eklektik) akım hakim oldu (1860-1900 ). 1900 yılından sonraki eserlerde Osmanlı ve Türk mimarisinin unsurlarını geriye getiren bir anlayış almıştır. Böylece ortaya çıkan Neo-klasik dönem bir süre etkili olmuştur (1900-1925 ).

 

Eğlence ve Spor

 

   XVIII. yüzyıl, Osmanlı Devleti’nde değişme isteğinin belirginleştiği, XIX. yüzyıl ise her alanda yeniliklerin yapıldığı bir dönem oldu. Kahvehaneler varlıklarını devam ettirirken, iç mekanlarına tiyatro temsilleri için bir sahne konuldu. XIX. Yüzyılda tiyatro yeni bir eğlence unsuru olarak günlük hayatta yerini almaya başladı. Bu yüzyılda eğlence hayatına gelen en önemli değişiklik, kadın erkeğin bir arada parti ve balolarda eğlenmeye başlamalarıdır.

XIX. yüzyılda köşk-konak hayatı önem kazanmış, varlıklı ailelerin eğlence biçimleri değişmiştir. İstanbul dışında yani taşrada yaşayan Osmanlı Türklerinin eğlence hayatı, geleneklere bağlı bir şekilde devam ediyordu.

Osmanlı Türklerinin spor faaliyetlerinde de XIX. Yüzyıla kadar bir değişiklik olmadı. Modern sporların Türkiye’ye girişi jimnastikle başlamıştır. Bunun yanı sıra kısa sürede en yaygın spor dalı futbol olmuştur. Daha sonra diğer spor dalları yerini almıştır. Osmanlı Devleti ilk defa, 1912 yılında Stokholm’de yapılan olimpiyat oyunlarında, iki Türk sporcusu tarafından temsil edildi.

 

Yeni Hayat Tarzı

 XVIII . yüzyıl Osmanlı Devleti için bir çok bakımdan değişme rüzgarlarının esmeye başladığı bir yüzyıldır. Bu yakınlaşma diğer alanları etkilediği gibi günlük hayatı da etkilemiştir.

Başta padişah olmak üzere, Osmanlı Devleti’nin yönetici kadrosu, Lale Devri’nde yeni bir hayat tarzı ile tanışmaya başladı. Sadabad inşa edilirken, Paris’ten getirilen saray resimleri model olarak kullanıldı. Lale Devri yeni saray ve eğlence alemlerin yanı sıra aşırı bir savurganlık alışkanlığını da beraberinde getirdi. Batı tarzı eşyalar ithal edilmeye başlandı. Geleneksel divanların yerini koltuk ve iskemleler aldı. Pantolon da moda oldu. Avrupa’nın İstanbul üzerindeki etkileri XIX. Yüzyılda artarak devam etti. Bu konuda II. Mahmut önderlik yapmıştır.

    Kırım Savaşı sırasında meydana gelen yakınlaşmalar etkiyi daha da artırdı. Bu olaydan sonra İstanbul’da alafranga parola haline geldi. Alafrangacılık Batı adetlerini kabul etme şeklinde tecelli etmeye başladı. Yabancı dil, memurlukta terfi aracı olmaya başladığı için varlıklı aileler, çocuklarına dil öğretmek için yabancı mürebbiyeler getirttiler. Bunlar yavaş yavaş kalfa ve dadıların yerini almaya başladı. Bütün bunların sonunda Osmanlı toplumu ile Batı toplumu arasında bir köprünün kurulması, Osmanlı toplumundaki bazı grupların geniş ölçüde Batıyı taklit etmesine yol açtı. Ne var ki Batı bu gelişmeleri kendi çıkarları doğrultusunda kullanmayı düşünüyordu.

OSMANLILARDA EĞİTİM VE ÖĞRETİM

 

A-      OSMANLILARDA EĞİTİM VE ÖĞRETİM ANLAYIŞI

1-Osmanlı Eğitiminin Hedeflediği İnsan Tipi

 

  Osmanlı klasik döneminde, hedeflenen insan tipinde aranan ilk özellik, onun “ulü’l emre” itaatkar olmasıydı. Devlet, İslam devletiydi. Şeriat bunu emrediyordu. Bu, Müslümanlar için dindarlığın ilk şartı idi. Müslüman olmayanlarda bunu kabul etmişlerdi. Birey, günlük hayatı içinde, bu gerekliliği her an duyar, kişiliğinin bir parçası haline getirirdi. Osmanlı klasik döneminde birey, dünyayla iletişimi zor olduğu için kendi toplumu içerisinde becerileri ve bilgileri öğrenirdi. Bu bakımdan birey, yaparak ve yaşayarak öğrenirdi.

   Edindiği bilgilerin uygulamaya yönelik olanları, yani yaparak öğrendikleri, aynı zamanda mesleğini de belirleyen bilgilerdi..

Bu durumda, Osmanlı toplumunun eğiterek kazandırdığı değerlerle yaşatmak istediği insan tipi, itaatkar, dindar, sevecen, vefalı bir tipti. İnsanlar, bu ideal tipe, yaklaşabildikleri oranda eğitilmiş sayılırlardı.

 

2-Osmanlı Eğitiminin Muhtevası

 

  Osmanlı Eğitimi öncelikle, Osmanlı toplumunda ideal insan tipini ortaya çıkarmayı amaçlamıştır. Eğitim sosyal müesseselerde ve düzenli eğitim kurumlarının hepsinde, ahlaki değerleri fertler arasında ve nesilden nesile aktarmayı öngörmüştür.

Osmanlı toplumunun bilgi kavramıyla ulaştığı noktada, bilim kurumu medresedir. Medrese, nakli (İslami) ve akli ( müspet ) ilimlerin öğretildiği öğretim kurumudur.

 

B-OSMANLILARDA EĞİTİM-ÖĞRETİM KURUMLARI

1. KLASİK DÖNEM OSMANLI EĞİTİM-ÖĞRETİM KURUMLARI

  Bu müesseseler, belirli yaş ve bilgi seviyesindeki insanları, belirli zaman ve kaidelere göre yetiştirmek üzere kurulmuş müesseselerdir.

 

I) İlk Seviyedeki Eğitim-Öğretim Müesseseleri:

   Sıbyan Mektepleri: Daha çok cami ve mescid bitişiğine yapılan bu okullar, medreselerin çekirdekleri idi. İlk tahsil veren bu mektepler, 5-6 yaşlarındaki çocuklara okuyup yazmayı, bazı dini bilgileri ve dört işlemden ibaret olan matematik dersini verirdi. Osmanlılar da bu okullara “Daru’ttalim”, “Daru’l-ilim”, “Muallimhâne”, “Mektephâne”, “Mahalle Mektebi”, “Mekteb-i İbtidaiye” adları verilirdi. Osmanlılar’da bu mektebin hocasına “Muallim”, yardımcısına “Kalfa”, talebelerine de “Suhte”, “Puser”, “Şakird” denilirdi. Bu okullarda Elifba, Kur’an-ı Kerim, Tecvid, İlmihâl, Ahlâk, Sarf-ı Osmanî, İmlâ, Kıraat, Mülahhas Tarih-i Osmanî, Muhtasar Coğrafya-ı Osmanî, Hesap, Hendese, Hüsn-i Hatt gibi dersler okutulurdu.

    Osmanlılar her mahalleye, her köye varıncaya kadar bu okulları yaygınlaştırmışlardı. Devletin sınırlarının ilerlemesine paralel olarak bu okulların sayısı da her geçen gün artıyordu.

 

II) Orta ve Yüksek Seviyedeki Eğitim-Öğretim Müesseseleri:

a) Enderun

  Enderun' a devşirme çocuklar alınırdı. Türk asıllı olmayan bu çocuklara, Türkçe ve İslam dini öğretilirdi. Enderun Mektebi, 1. Murat zamanında kuruldu. Buradan devlet için yönetici ve teknik kadro yetişiyordu. Enderun Okulu, Arap-İslam kültürünün egemenliğine karşı başarılı, Batı düzeyinde bir eğitim kurumuydu. Birkaç kere açıp kapattılar. Galatasaray Enderunu, devletin en başta gelen eğitim ocağı sayılırdı. İslami bilgilerin Medresedeki egemenliğine karşı; Endrun'da, Türkçe, fen, sanat, yönetim gibi laik bilimler okutulurdu.

  Enderun ve İç Oğlanları

  Sarayın Enderun yani içeri (Harem-i hümayun) halkı, devşirme denilen Hıristiyan tebaadan veya savaşlarda esir alınıp yetiştirilen gençlerden oluşuyordu. Bu çocuklar, devşirme yasasası gereğince 8-18 yaşları arasında toplanarak önce Enderun dışındaki Galata Sarayı, İbrahim Paşa Sarayı ve bir ara İskender Çelebi Sarayı(Dip not: eski adı Makrihore veya Makrıköy olan şimdiki Bakırköy 1697 yılında bu sarayın yerine baruthane yaptırılmıştır) denilen saraylarla Edirne Sarayında tahsil ve terbiye görüp İslam ve Türk adet ve geleneklerini öğrendikten sonra Enderundaki gereksinime ve kıdemlerine göre Yeni Saraydaki büyük ve küçük odalara verilir ve bu odalarda da tahsil görüp saray adap ve erkanını öğrendikten sonra yeteneklerine ve uygunluklarına göre Seferli, Kiler ve Hazine odalarından birine çıkarılırlar ve buraya ait hizmet ve görevleri görürlerdi. Gerek saraydaki gerekse saray dışındaki saraylarda (Edirne, Galata, İbrahim Paşa, İskender çelebi sarayları gibi) ve gerek Enderundaki küçük, büyük odalarla kiler ve hazine odalarından yaşları gelenler hemen Kapıkulu süvarisi olmak üzere oda derecelerine göre çıkarılır ve farklı ödenekler verilirdi. Enderundaki gençlere Kuran ile birlikte Türkçe, Arapça ve Farsça öğretilir ve bunun yanısıra spor hareketleri (güreş, atlama, koşu, meç, ok atma, tomak gibi) yaptırılırdı .Küçük ve büyük oda oğlanları dolama denen üst elbisesi giydikleri için Dolamalı adı da verilirdi. 1635'te Sultan 4. Murat zamanında oluşturulan Seferli Koğuşu Oğlanları önce padişahın ve Enderun mensuplarının çamaşırlarını yıkarlarken sonraları örgütü genişletilerek sarayın hanende, sazende, kemankeş pehlivan, berber, hamamcı ve tellaklarını yetiştirmiştir. Bu odanın büyük yetkilisi saray kethüdasıydı; her sınıfın çamaşırcıbaşı, sazendebaşı gibi yetkilileri vardı.

   Kiler koğuşu derece bakımından Seferliden yüksekti; başları olan kilercibaşı, sultanın yemeğini bizzat önüne koyardı; kiler iç oğlanları sultanın ve sarayın ekmek, et, yemiş, tatlı şerbet vb gibi yiyecek içecek şeylerini hazırlar, saray odalarıyla saray camisine ait mumları bulur ve depolardı. Bu odanın kilercibaşından başka kiler kethüdası, peşkirci başı, mumbaşı gibi isimlerde oda zabitleri vardı. Derecesi kiler koğuşundan daha yüksek olan hazirne koğuşu amirine Enderun baş hazinedarı delirdi; bu oda oğlanları Enderun hazinebsini korurlardı; Enderun hazinesinde altın, gümüş paradan başka mücevherler,elmaslar,kürkler, şallar, elbiselik kıymetli kumaşlar, altın, gümüş ve mücevherli vesair kıymetli eşya bulunurdu.

   Hasoda, hazine koğşunun üstünde olup padişaha en yakın olanlar burada bulup hizmet ederlerdi;asıl Enderun ağaları denilen sınıf bu hasodalılardı;bu odanın en büyük zabiti Hasoda başı ile silahdar, çuhadar, rikabdar’dı;hasoda efradı kırk kişiden oluşurdu ve burada münhal oldukça hazire oasının en kıdemlisi buraya alınırdı; eğer gereksinim iki olursa bu ikinci açık yere deBKiler odasının sıra bekleyen en eskisi ve açık üç ise seferli koğuşunun kıdemlisi nakledilirdi.

   Hasodalıların asıl görevi Hırka-i Şerif dairesinin temizlenip süpürülmesi ile geceleri ödağacı yakmak, gül suyu serpmek, şamdah, parmaklık ve diğer metale(madeni) eşyayı parlatmak ve temizlemek gibi hizmetlerdi ve bunlar nöbetle yapılırdı. Oda zabitlerinden Hasodabaşı, törende padişahın elbisesini giydirir ve çıkarırdı; silahdar, törende (merasimde) at üzerinde sağ omzundu padişahın kılıcını taşır; çuhadar yine törende padişahın kaputunu götürüp halka çil para serper; rikabdar ise padişahın çizmelerine bakıp ayağını giydirirdi. sonradah bu çizme giydirme işi başkasın verildi; rikabdar padişah ata binerken atın özengisini tutardı.

 

b) Medreseler: Medrese, Arapça bir kelime olan, “Derese” türevinden gelmektedir. “İlim öğrenilen yer” anlamına gelir. Medrese teşkilatlı bir kuruluş olup, dershane ve etrafında öğrencilerin kaldığı odalar medreseler bel kemiğini teşkil eder. Kütüphane, imaret, hamam gibi kuruluşlarda medresenin ayrılmaz parçalarıdır. Çoğu zaman cami ve mescid bitişiklerine yapılırdı.

Medreselerin bir de vakfiyesi vardı. Bu vakfiye de medresenin çalışma sisteminden çalışanların günlük yevmiyelerine varıncaya kadar her türlü bilgi yer alırdı. Ayrıca hoca ve talebelerin ihtiyaç ve masrafları da bu vakfiyelerden karşılanırdı. (18) Medreselerde “başmüderris” (rektör), “müderris” (profesör), “müfid” (doçent), “muid” (asistan), öğrenciler ise “danişmend, suhte” adıyla anılırdı.

Diğer İslam Devletleri’nde olduğu gibi Osmanlılarda da temel eğitim-öğretim kurumları medreseler idi. Osmanlılar, medreselerini Büyük Selçuklu, Anadolu Selçukluları ve diğer İslam devletlerini örnek alarak kurdular. Kısa zamanda şöhret bulan bu medreselere, İslam dünyasındaki diğer ülkelerden çok sayıda talebe ve âlim akın etmeye başladı.

   Osmanlı medreselerinde ilk dönemlerde müderrisler günde 4 ders vermekle yükümlüydüler. Tedrisat, medreselere ve müderrislere göre haftanın en çok üç günü (salı-perşembe-cuma) tatil olmak üzere devam ederdi. (21) Osmanlılarda ilk medrese, 1330’da İznik’in fethini müteakip bir manastır medreseye çevrilmesiyle yine İznik’te Orhan Gazi tarafından açılmıştır. Burası kısa zamanda bilgiler yuvası haline gelmiş, uzun müddet hizmet vermiştir. Davud-i Kayserî (öl. 1350) bu medresenin ilk başmüderrisliğini (rektör) yapmıştır. Ayrıca Orhan Gazi bu medrese için vakıflar tesis etmiştir.

   Osmanlılarda ikinci medreseyi Bursa’nın fethini müteakip yine Orhan Gazi döneminde, şehrin en büyük manastırının medreseye çevrilmesiyle (manastır medresesi) Bursa’da açılmıştır. (1335) Osmanlı Devletinin sınırlarının hızla gelişmesine paralel olarak medreseler de aynı hızla artmaya başlamıştır. Orhan Gazi’den sonra sırasıyla I. Murat, Yıldırım Bayezıt, I. Çelebi Mehmet, II. Murat’ın yaptırdığı medreseler izlemiştir. Yine pek çok devlet ricâli medrese ve diğer hayır kurumları açmakta adeta birbirleriyle yarışıyorlardı. Açılan bu medreseler Osmanlılarda bilim ve düşünce hareketini, faaliyetlerini artırıyor, devletin her alanında büyük bir ilerleme ve gelişme kaydetmesini sağlıyordu. Kuruluş döneminin en önemli medreseleri aynı zamanda devletin de başkentliğini de yapmış olan İznik, Bursa ve Edirne medreseleri idi.

    Medreselerin doruğa çıkışı ise Fatih’le gerçekleşti. Çağ kapayıp çağ açan Fatih, Fatih Camii yanına Sah-n-ı seman (Semaniye) adını taşıyan sekiz medrese yaptırdı ve sekiz kiliseyi de medrese haline getirdi. Sahn-ı Seman medresesinin programı Ali Kuşçu’yla Mahmut Paşa tarafından hazırlandı. Ayrıca Ayasofya’nın papaz odalarını medreseye çeviren Fatih, buranın başmüderrisliğine de Molla Hüsrev’i getirmişti. Ali Kuşçu ve Hızır Çelebi gibi büyük alimler de burada dersler vermekte idi.

   Kanunî Sultan Süleyman’ın Süleymaniye Camii civarında yaptırdığı adıyla anılan medreseler ise Osmanlı’larda öğretim yoluyla atılan en büyük adımlardan biri oldu. Burası aynı zamanda İslâm dünyasının en büyük ilim-kültür merkezi haline geldi. İslâm dünyasının diğer bölgelerinden bu medreselere çok sayıda âlim ve talebe akın etti. Bu medreseler darü’l hadis, tıp, tabiiye, riyaziye ve diğer ilimlerin okutulduğu 6 fakülteden ibaretti. Ayrıca sitenin hastahane, imaret, tabhâne, hamam ve müştemilatı da bulunmaktaydı. Sonraki yıllarda bunlara yenileri eklendi. II. Selim zamanında Edirne’de Selimiye, III Murad döneminde III. Murat Medresesi, III. Mehmed devrinde III. Mehmed Medreseleri inşâ edilerek yüzyıllarca bu böyle devam etmiştir.

   XVI. yüzyılın sonlarına doğru ise diğer bütün kurumlarda olduğu gibi medreselerde de gözle görülür bozulmalar oldu. Ki nedenleri ise: Medrese Kanunlarına aykırı hareket edilmesi, ilme önem verilmemesi, ilim ehlinin maddî-manevî olarak desteklenmemesi, yeni doğmuş bebeklerin “beşik uleması” müderris olarak atanması, merkezcilik, bencillik, rüşvet ve iltimaslar, (adam kayırma), pozitif bilimlerin medreselerden kaldırılması gibi nedenlerle medreseler ve buna bağlı olarak devletin diğer müesseseleri/kurumları çökmüştür.

   Bu medreselerde Davud-i Kayseri, Molla Fenari, Kadizâde Rumî, Ali Kuşçu, Celaleddin Hızır, Zenbilli Ali Efendi, Gelenbevi İsmail, Mirim Çelebi, İbn-i Kemâl, Taşköprüzâde Ahmet, Meşhur Hekim Âhî Çelebi, Kınalızâde Ali, Kanuni’nin meşhur Şeyhülislamı Ebussuud Efendi gibi pek çok âlim yetişmiş ve yine bu medreselerde ders vermişlerdir.

  Osmanlı medreselerinde değişik zamanlarda, değişik dersler okutulurdu. Dini ilimlerden Fıkıh, Kelâm, Hadis, Tefsir, Feraiz, Usûl–i Fıkıh; Mantık, Belâgat, Lügât, Sarf, Nahiv, Hendese, Hesap, Heyet (astronomi), Botanik, Tarih, Kimya, Tıp, Felsefe gibi aklî (müspet) ilimler okutulurdu.

  Osmanlı medreselerini, umûmî ve ihtisâs (uzmanlık) medreseleri olmak üzere iki ana gruba ayırabiliriz:

a) Umumi Medreseler: Bu medreseler devrindeki ilimlerin, birlikte okutulduğu medreselerdi. Bu medreseleri müderrislerin aldıkları yevmiye miktarlarına göre inceleyebiliriz:

1- Haziye-i Tecrit (yirmili): Müderrislerine 20 akçe yevmiye verilen medreselerdir.

2- Miftah (otuzlu): Müderrislerine 30 akçe yevmiye verilen medreselerdir.

3- Telvih (kırklı): Müderrislerine 40 akçe yevmiye verilen medreselerdir

4- Ellili Medreseler: Müderrislerine 50 akçe yevmiye verilen bu medreseler dahil ve hariç olmak üzere ikiye ayrılırlardı.

5- Sahn-ı Seman Medreseleri: Bu medreseler, Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’a kurduğu külliyede bulunan 8 medresedir. Kanuni Sultan Süleyman’ın Süleymaniye Medreseleri kuruluncaya kadar en yüksek payeli medreseler olarak devam etmişlerdir.

6- Altmışlı Medreseler: II. Bayezit devrinden itibaren kurulan bu medreselerde müderrislere 60 akçe yevmiye verilirdi.

b) İhtisas (Uzmanlık) Medreseleri: Bu medreselerde hem dini ilimler hem de pozitif ilimler okutulurdu. Eğitim-öğretim üç ana dalda yürütülürdü. Bunlar dâru’l-hadis, daru’l-kurra, daru’l-tıp idi.

Şimdi bunlardan kısaca bahsedelim:

1- Dâru’l-Hadisler: Bu okullar hadis öğretiminin yapıldığı okullardı. Daha önce camilerde yapılan bu tip öğretim, sistemli bir şekilde öğrenme ihtiyacından dolayı sonradan okullara kaymıştı. Buhari, Müslim gibi hadis kitapları okutulurdu. Ayrıca tefsir de okutulurdu. Bu medreselere umumî medreseleri bitiren kişiler girerdi.

İlk daru’l-hadis, I. Murad zamanında İznik’te Çandarlı Hayreddin Paşa tarafından açıldı. Daha sonra bunu II. Murad’ın Edirne’de açtığı daru’l-hadis takip etti. Devletin sınırlarının artmasına paralel olarak daru’l-hadislerin de sayısı arttı.

2- Darû’l-Kurrâlar: Bu medreseler Kur’an öğretimiyle ilgili medreselerdir. İlk dârû’l-kurrâ Yıldırım Bayezıt tarafından Bursa’da açıldı.

Bu medreselerde iki kademeli öğretim yapılırdı. Sıbyan mekteplerini bitiren öğrenci önce birinci kademe darû’l-kurra’ya girerdi. Burada Kur’an-ı Kerim’i ezberledikten sonra ikinci kademe darû’l kurra’ya devam ederdi. Burada da kıraat ve mahreç (seslerin çıkış bilgisi) öğrenilirdi.

Bu medreseler genellikle cami görevlileri ve kıraat ilmi öğrenenlerin devam ettikleri medreselerdi. Çoğu zaman cami bitişiklerinde bulunurlardı.

3- Darû’l-Tıplar: Bugünkü tıp fakülteleriydi. Osmanlılarda ilk defa Yıldırım Bayezıt tarafından Bursa’da yaptırılan bu medreselerin başlangıcı diğer İslam ülkelerine dayanır. Fatih’in İstanbul’da, II. Bayezıt’ın Edirne’de inşa ettirdiği birer daru’l-tıp vardı. Bunları diğerleri takip etti. Bu okullarda doktor yetişirdi. Daha çok teorik tıp okunur, pratikleri ise hastahanelerde öğretilirdi. (25)

c) Askeri Eğitim

  İlk zamanlarda Osmanlı askeri kuvvetleri atlı aşiret birliklerinden oluşuyordu. Orhan bey döneminde yaya ve müsellemler adı ile bir ordu kuruldu. I. Murat döneminde de Kapıkulu Ocakları oluşturuldu. Hıristiyan ailelerden alınan çocuklar Türk ailelerin yanına verilirdi. Buradan Acemi Ocağına alınırdı. Acemi Ocağı’nda en başarılı olanlar Enderun Mektebine alınırdı. Diğerleri Kapıkulu Ocaklarına dahil edilirdi. Kapıkulu Ocaklarına alınan askerler pratik bir eğitime tabi tutulurdu. Bu genellikle, keçeye kılıç çalmak ve testiye kurşun sıkmak şeklinde olurdu. Her askeri sınıf bulunduğu sınıfa bağlı olarak pratik eğitim alırdı.

Osmanlı Devleti’nde askeri eğitim kurumu sayılabilecek başka okullar da vardı. Bunlardan biri Cambazhane Mektebiydi. Cambazbaşı denilen bir yönetici ile bir yardımcı ve otuz kadar öğrencisi vardı.

Atlı olan ve savaşlarda padişahın önünde düşmana karşı ilk saldırıya geçen Cambazlara eleman, Acemi Ocağından sağlanırdı.

Osmanlı Devleti’nde askeri mızıka okulunun adı Mehterhane’dir. Orhan Bey döneminden beri var olduğu sanılmaktadır. Mehter Bölüğü’nün barındığı yere Nevbethane denirdi. II.Mahmut Mehterhane’yi kaldırmış ve Askeri Mızıka örgütünü kurdurmuştur.

ç)Dini ve Sosyal Kurumların Eğitim ve Öğretim Fonksiyonu

   Osmanlı Devleti’nde halkı bilgilendiren önemli kurumlardan biri de cami, tekke ve zaviyelerdir. Bu kurumlar ilk zamanlarda birer öğretim yeri gibi faaliyette bulunmuşlardır. Osmanlı Devleti’nde esnaf teşkilatı da birer eğitim yeri olarak kabul edilmelidir. Ahilik ve Lonca Teşkilatı günümüzde yaygın eğitim dediğimiz fonksiyonu yerine getirmekteydi. Aynı zamanda mesleki eğitim kurumları da denebilir. Çünkü çırak, kalfa, usta şeklinde bir mesleki eğitim basamakları vardı. Bir tür esnaf dernekleri olan loncalar, 1912 yılında çıkarılan bir yasayla tamamen kaldırılmıştır. Osmanlı Devleti’nde eğitim-öğretim konusunda mahallerin de rolü vardır. Mahaller, bilgi iletişiminin gerçekleştiği yerlerden biridir. Mahallelerdeki bu bilgi aktarımı duruma göre Mahalle mekteplerinde yapılırdı.

2.Değişmeler ve Gelişmeler Dönemi

a) Eski Kurumların Durumu

  Kuruluş ve Yükselme döneminde sağlıklı bir şekilde yürüyen eğitim kurumları duraklama ve gerileme döneminde bozulmaya başladı ve ihtiyaca cevap veremez hale geldi. Eğitim kurumlarına kabul edilmede liyakatın yerini torpil ve rüşvet almıştır. Özellikle medreselerde öğretim programları gittikçe daraltılmış geleceğin bilim adamlarını yetiştirecek olan bu kurumlar dünyadaki ilmi ve teknolojik gelişmelerden habersiz duruma gelmiştir. XVIII. yüzyıldan itibaren başlayan yenileşme ve reform hareketlerinde, eğitim konusuna öncelik verildiği görülmektedir.

 

b)Eğitim ve Öğretimde Gelişmeler ve Yeni Kurumlar

(1) Gelişmeler

  Avrupa’nın gözle görünür üstünlüğü karşısında diğer kurumlarda olduğu gibi eğitim-öğretim kurumlarında da Avrupa örnek alınarak bir takım ıslahat hareketlerine girişildi ise de bunlardan bir sonuç alınamamıştır.

   Lale Devri’nden itibaren açık bir şekilde ortaya çıkan batı modelli yenileşmede, göze çarpan ilk hareket, matbaanın kurulması sayılabilir. Bu hareket, eğitim ve öğretim hayatını da olumlu yönde etkilemiştir. I. Mahmut ve III. Mustafa dönemlerinde askeri eğitim kurumları olan Humbaracı ve Topçu Ocakları batı tarzında örgütlendirilmiştir.

  1770-1840 yılları Batılılaşmanın temellerinin atıldığı yıllardır. Bilhassa bu yıllarda eğitim ve öğretim ve askerlikte Batı’dan faydalanma yoluna gidildi. Kültür ve sanat ise eski özelliğini korumaya devam etti. Zaman zaman eğitim ve öğretimdeki aksaklıklar yeni kanunlarla düzene sokulmaya çalışıldı. (11)

  1727’de İstanbul’da ilk matbaa açıldı. 1734 yılında Üsküdar’da, matematik ve fen bilimlerinin verildiği Hendesehane, 1773’te Mühendishane-i Bahr-i Hümâyun, 1796’da Mühendishane-i Berri-i Hümâyun açıldı. Ayrıca Tıphane-i Âmire, Mekteb-i Maarif-i Adliye, Mekteb-i Ulûm-î Edebiye, Darû’l-Muallim (1858), Rüşdiye, Mekteb-i Sultan-i ve 1863’te ilk üniversite olan Daru’l Fünûn gibi okullar açıldı. (12)

   1856’da ilan edilen Islahat Fermanı’yla Osmanlı Devleti’nde yeni bir dönem başladığını görüyoruz. Islahat fermanıyla yapılmak istenen eğitim ve ilgili yenilikler daha çok yabancıların işine yaradı. “Maarifi-i Umumiye Nezareti” adlı hükümet içinde yer alan ve bugünkü Milli Eğitim Bakanlığı’nın temeli olan bir kuruluş ortaya çıktı.

  II. Abdülhamit döneminde her alanda olduğu gibi eğitim-öğretim alanında da büyük hamleler gerçekleştirildi. Bu devri uygulamaya geçiş, yaygınlaştırma, merkezde ve taşrada mektep binası yapma, öğretmen yetiştirme, yeni yüksekokullar ve Darû’l Fünun açma devri olarak nitelendirebiliriz. II. Abdülhamit medreselerin yanı sıra Avrupa tipi yükseköğretim okulları da açmıştır. Bu silsileden olarak Mülkiye, Tıbbiye, Maliye, Hukuk, Ticaret, Mühendislik, Baytar mekteblerini sayabiliriz. Bu konuda Avrupa’ya kapalı kalınmamış ve modern eğitim-öğretim temelleri de yine bu dönemde atılmıştır.

  33 yıllık saltanatı boyunca II. Abdülhamit (1876-1909) 1876’da 250 olan Rüşdiye’yi 600’e, 5 idadi 104’e, 200 kadar olan iptidaiye (yeni usûl ilkokul) yaklaşık 9 bine, 1 tane Darû’l Muallimun (öğretmen okulu) 32’ye yükseltilmiştir. Bunun dışında 10 bin kadar olan eski usûl sıbyan mektepleri ıslah edilerek yeni usûle çevrilmiştir. Fakat her zaman olduğu gibi altyapı ve finansman yetersizlikleri, iç ve dış mücadeleler, siyasi entrikalar, devletin diğer müessese ve kurumlarındaki yozlaşmalar vb.. gibi nedenlerle istenilen hedeflere ulaşılmamıştır.

 

(2) Öğretim Kurumları

a) Askeri Kurumlar

Deniz kuvvetleri için deniz subayı ve mühendisleri yetiştirmek amacıyla 1773 yılında "Mühendishane-i Bahr-ı Hümayun" okulu açıldı. Okulun öğretim kadrosu Fransız teknisyenlerden oluşuyordu. III. Selim döneminde 1792'de "Humbarahane" ve daha sonra "Mühendishane-i Berr-i Hümayun'' okulları açıldı. Mühendishanede fizik, matematik ve topçulukla ilgili kitaplardan oluşan bir kütüphane kuruldu.

II. Mahmut zamanında "Yeniçeri Ocağı" kaldırıldı ve yerine "Asakir-i Mansure-i Muhammediye" adıyla yeni bir ordu kuruldu. Ordunun eğitimi için Prusya'dan subaylar getirildi. 1831'de "Mızıka-i Hümayun" kuruldu. Tanzimat döneminde 1849 yılında "Erkan-ı Harbiye" . (Harp Akademisi) ve 1870 yılında "Bahriye Mektebi" ile askeri idadiler açıldı.

II. Abdülhamit döneminde Almanya'dan harp okulunun düzenlenmesi için uzmanlar geldi. Goltz Paşa'nın liderliğinde askeri eğitim kurumları yeni bir şekil aldı. İstanbul'da bulunan okulun subay ihtiyacını karşılayamadığı düşünülerek Edirne, Manastır, Erzincan, Şam ve Bağdat'ta da birer okul açıldı

Harp okuluna öğrenci yetiştirmek amacıyla her biri ordu merkezlerinde olmak üzere çeşitli askeri liseler açıldı. Bunlardan Kuleli ve Işıklar Askeri Liseleri ile daha sonra açılan Maltepe Askeri Lisesi bugün de öğrenimlerini sürdürmektedirler. Askeri liselere öğrenci yetiştirmek üzere üç yıl eğitim veren askeri rüştiyeler açılmıştı.

Osmanlı ordusunda subaylar mektepli ve alaylı olmak üzere iki gruba ayrılıyordu. Alaylı subayların eksikliklerini gidermek için 1909 yılında "Zabitan Talimgâhı" kuruldu.

1909 yılında kırsal alanda güvenliğin sağlanması için çalışan jandarma birliklerinin subay ihtiyacını karşılamak üzere bir jandarma okulu kurulmuştu.

b) Sivil Kurumlar

Sivil Kurumlar:

XIX. yüzyılın ikinci yarısında Osmanlı eğitim kurumları ilk, orta ve yüksek olmak üzere üç dereceli idi.

İlk Öğretim:

Sıbyan Mektepleri, Mekteb-i İbtidaiyeler (ilkokul).

Orta öğretim:

İdadiler ve Sultaniler (lise).

Yüksek öğretim:

Darü’l-Fünun.

 

   Sıbyan mektepleri günümüz anaokullarına benzer eğitim vermekteydiler. Onları dört yıl eğitim veren ibtidaiye mektepleri tamamlamaktaydı. Rüştiyeler, günümüzdeki ortaokul düzeyinde eğitim veren kurumlardı. 1838 yılında açılmaya başlanmış olan rüştiyelere, 1867 yılından itibaren Hıristiyan vatandaşların çocukları da alınmaya başlandı. İlk kız rüştiyesi, 1861 yılında İstanbul'da açıldı.

   İdadiler, rüştiyelerin üstünde üç yıllık okullardı. 1872 yılında kurulmaya başlandı. Cevdet Paşa'nın Maarif Nazırlığı sırasında açılan bu okullarda Türkçe, yabancı dil, belagat, aritmetik, geometri, tabiat bilgisi, resim vb. dersler okutulmaktaydı. İdadilerin üstünde eğitim veren sultaniler ise, 1869 Nizamnamesine göre açıldı. İstanbul'da açılan ilk okul, Galatasaray Sultanisi'dir. Fransız liselerindeki yönetim biçimi ve öğretim yöntemleri aynen kabul edildi. Öğretim süresi beş yıldı. Ülke genelinde yeterli sayıda açılamadı.

    Üniversite olarak 1870 yılında "Darül-Fünun" açıldı. 1846 yılında Darül Muallimin (Erkek öğretmen Okulu), 1876 yılında Darül Muallimat (Kız öğretmen Okulu), 1859'da, günümüzdeki Siyasal Bilgiler Fakültesi'nin esasını oluşturan "Mekteb-i Mülkiye" açıldı. Dil ve tarih alanlarında çalışmalar yapmak üzere "Encümeni Daniş" (İlimler Akademisi) kuruldu (1850). 1873'te Darüşşafaka, 1875 yılında da arkeolog ve müze uzmanı okulu açıldı. 1881 yılında "Sanayi-i Nefise Mektebi" (Güzel Sanatlar Okulu) açıldı.

 

c) Mesleki Kurumlar

Mesleki Kurumlar:

   Mesleki eğitim ve öğretim kurumlarının açılması ve geliştirilmesi çalışmaları, Tanzimat dönemi ile birlikte baştadı. Genelde bir tarım ülkesi olan Osmanlı Devleti'nde tarım amaçlı ilkokul, 1847 yılında açılan "Ameli Ziraat Mektebi" oldu. Ancak bu okul bir süre sonra kapandı. 1892'de "Halkalı Ziraat Mektebi", 1895'de "Veteriner Okulu", 1870'de "Orman Mektebi", daha sonra Bursa'da "Koza Okulu" açıldı.

   Tanzimat döneminde telgraf önemli bir haberleşme aracı durumuna gelmişti. Bu konudâ eleman yetiştirmek amacıyla "Telgrafçılık Okulu" açıldı. Mithat Paşa, Tuna valiliği sırasında Niş ve Rusçuk'ta yetim çocuklara sanat öğretmek için "Islahhaneler" açtı. Abdülaziz döneminde "Eczacı Mektebi" ve "Kaptan Çarkçı Mektebi" açıldı.

   II. Abdülhamit döneminde, 1885 yılında "Mektebi Sanayi", hakim yetiştirmek için "Mektebi Hukuk-ı Şahane" açıldı (1878).

 

ç) Yabancı ve Azınlık Okulları

   Osmanlı Devleti Gayr-i Müslim vatandaşları olan topluluklara her türlü hürriyeti ve serbestliği tanımıştı. Bu sebeple her toplumun kendi kiliselerine ve dini teşkilatlarına bağlı olarak eğitim düzenleri vardı. Ayrıca Gayr-i Müslim vatandaşların bir çoğu maddi durumları iyi olduğu için Avrupa ülkelerine de çocuklarını gönderirlerdi.

   Fener Patrikhanesi'nin yönetim ve denetiminde olan önemli iki Rum okulu, Fener Rum Okulu ile Heybeliada Papaz Okulu idi.

Ermenilerin kurdukları ilk okul 1790 yılında Kumkapı'da açıldı. XIX. yüzyıl boyunca birçok okul açtılar.

Yahudilerin ilk okulları 1854 yılında Musevi Asri Mektebi adı ile İstanbul'da açıldı. Daha sonra Selanik ve İstanbul'da birçok okul açtılar.

1897 yılında Osmanlı Devleti sınırları içinde azınlıkların sahip oldukları okulların sayıları şöyle idi:

Rumlar                                             4390

Bul arlar                                           693

Ermenler                                          851

Yahudiler                                         331

Sırplar                                              85

Ulahlar                                             63

Katolik Rumlar                              60

Genel olarak 5982 ilkokul, 687 rüştiye ve 70 idadidir­

    Genellikle devletin denetiminden uzak kalan bu okullarda milliyetçilik düşüncesi hızla yayılırken, aynı zamanda Türk düşmanlığı fikirleri de işleniyordu. Yabancı devletlerin destek ve kışkırtmalarıyla da bu okullar bölücü ve yıkıcı faaliyetlerde bulundular. Rum, Ermeni ve Bulgar ayaklanmalarının liderleri genellikle bu okullarda yetişenlerdi.

    XIX. yüzyılda kapitülasyonlardan yararlanan ingiltere, Fransa, Almanya, Avusturya, İtalya, ABD, ve Rusya Osmanlı Devleti'nin çeşitli bölgelerinde okullar açtılar.

    Bu ülkelerin amaçları, açtıkları okullar aracılığıyla kendi dil, din ve kültürlerini yaymak, bu yolla Osmanlı Devleti üzerindeki siyasi etkinliklerini artırmaktı. Çoğunlukla misyonerler tarafından kurulan bu okullar, kendi dini propogandalarını yaptıkları gibi, zaman zaman azınlıkların isteklerini de tahrik ve teşvik etmişlerdir.

    Fransızlar tarafından 1583 yılında kurulan "Saint Benoit Okulu" nun eğitim kadrosunu Cizvit rahipleri oluşturuyordu. Daha sonra bu okulların sayıları arttı. Günümüzde bile bir kısmı mevcuttur.

    Amerikan okullarının sayısı XIX. yüzyıl sonlarında 534'e ulaşmıştı. Bu okulların en tanınmışları, Beyrut Amerikan Üniversitesi ve İstanbul'da açılan Robert Koleji idi.

    İngilizler, 1857 yılında kız ortaokulunu, 1905 yılında da Nişantaşı İngiliz Lisesi'ni açtılar. İngiliz okulları özellikle Mezopotamya ve Ege bölgesinde ağırlık kazandı.

    İtalyanlar ilk olarak 1861'de İstanbul'da bir okul açtılar. 1863 yılında Hatay'da İtalyan özel Okulu açıldı.

    Ruslar ise ilk olarak 1889'da Bursa'da ve daha sonra İstanbul'da, Terkos Rus Okulu'nu açtılar. Avusturya ise 1882 yılında bir kız lisesi, bir erkek lisesi ve ticaret okulu kurdu. Bu okullar günümüzde de eğitimlerini sürdürmektedir.

    Almanlar tarafından açılan okullar, İstanbul, Beyrut ve Kudüs'te bulunuyordu. İranlılar da İstanbul ve Bağdat'ta okullar açtılar. Osmanlı sınırları içindeki yabancı okulların sayıları şöyle idi:

Amerikan Okulları                              131

Fransız Okulları                                   127

İngiliz Okulları                                     60

Alman Okulları                                    22

İtalyan Okulları                                   22

Avusturya Okulları                             11

Rus Okulları                                         7

İran Okulları                                         4

Toplam:                                                384

Bir ülkede milli ~ birliğin sağlanmasında verilecek eğitimin önemi büyüktür. Bu sebeple eğitimin milli olması gerekir. 3 Mart 1924 yılında çıkarılan "Tevhid-i Tedrisat" kanunu ile azınlık ve yabancı okullar bir düzene tabi olmuştur.

   d) Darülfünun

   Üniversite olarak 1870 yılında "Darül-Fünun" açıldı. 1846 yılında Darül Muallimin (Erkek öğretmen Okulu), 1876 yılında Darül Muallimat (Kız öğretmen Okulu), 1859'da, günümüzdeki Siyasal Bilgiler Fakültesi'nin esasını oluşturan "Mekteb-i Mülkiye" açıldı. Dil ve tarih alanlarında çalışmalar yapmak üzere "Encümeni Daniş" (İlimler Akademisi) kuruldu (1850). 1873'te Darüşşafaka, 1875 yılında da arkeolog ve müze uzmanı okulu açıldı. 1881 yılında "Sanayi-i Nefise Mektebi" (Güzel Sanatlar Okulu) açıldı.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

  
697 kez okundu

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yapmak için tıklayın
Ziyaret Bilgileri
Aktif Ziyaretçi3
Bugün Toplam36
Toplam Ziyaret1041984
Saat