• Anasayfa
  • Favorilere Ekle
  • Site Haritası
    • Görsel Destekli Tarih Videoları Sesli Tarih Menüsünde
    • Özgün Tarih Materyalleri
    • Tarihi Fıkralar
    • Tarih Yazılısından İnciler
    • Tübitak Tarih Proje Örnekleri
    • Sınavlar Bölümünde Bilgilerinizi Test Edebilirsiniz
    • Peygamberimizin Hayatı ve Örnek Ahlakı
    • KPSS Sunuları Yenileniyor
    • Bulmacalarla Tarih Öğreniyorum
    • Tarih Sunuları için tıklayınız.
    • En güncel tarih sunuları burada.
Türklerin Faziletleri-FAZA'İL el-ETRAK

Türklerin Faziletleri- FAZA'İL el-ETRAK

     (a) Mukaddime

    Esirgeyen ve Bağışlayan Allah'ın Adı ile Başlarım. Allah kendisinden razı olsun ve yüzünü ak etsin, bu kitabı Mu’tasim bi Allah[1] zamanında yazdım. Fakat, anlatılması uzun sürecek bazı sebeplerden dolayı kitap ona ulaşmadı. Bunun için burada, o sebeplerden bahsetmeye kalkışmadım. Eserin orta hacimde, insafa uygun olmasını temenni edip bir kavmin (milletin; medhinde ileri giden, diğerlerinin yerilmesinde (hicvinde) mübalağaya kaçan bir eser olmamasını istedim. Zirâ, eser bu tarzda olursa yalan onu çirkinleştirir, içine tekrarlar karışır, temeli sunilik üzerine kurulur, ifadesi çirkin, ve muğlak olur.

     Medhedene en çok fayda veren, medhedilene en çok iyiliği dokunan, en uzun iz, en güzel hatıra bırakan medih doğru, öğülenin haline uygun ve ona münâsip olan medihtir. Tâ ki, bahsettiği ve tavsif ettiği kimseye işaret edip ona dikkati çeksin.

      Ben şöyle derim: "Türklerin menâkibinden bahsetmek ancak diğer askerlerin meşâlibinden (eksikliklerinden) bahsetmekle mümkün olacaksa hepsinden bahsetmeyi bir kenara bırakmak daha doğru, bu kitabı yazmaktan vazgeçmek daha ihtiyatlı olur. Bu sınıflardan çoğunun iyiliğinden bahsetmek azıcık dahi olsa bazılarının kötülüğünden bahsetmekle bağdaşamaz. Zira, çoğunluğun iyiliğinden bahsetmek nâfile (borç olmayan şey) ve fazladan bir kısım olduğu halde, azınlığın kötülüğünden bahsetmek ise günâh ve üzerimize borç (vacip) olanı terketmekten bir kısımdır. Az farz ise bize çok nâfileden daha faydalıdır.

      Herkesin eksiklikten nasibi ve bir miktar günah vardır. İnsanlar ancak, iyiliklerinin çokluğu, kötülüklerinin azlığı ile birbirlerinden üstün olurlar. Bütün iyilikleri kendisinde toplayıp büyük küçük, âşikâr ve gizli bütün kötülüklerden pâk olmaya gelince bunu hiç bir kimse görmemiştir.

Nabiğa şöyle der:

"Kusuru olmavan hiç bir arkadaş edinemezsin. İnsanların hangisi dört başı mamurdur.".

Hariş el-Sa`di de şöyle der:

"Arkadaşlığı hayatın günlerine benzeyen, bana karşı türlü türlü tavırlar takınan bir arkadaşım var.

Bir huyunu ayıplayıp onu terkedince ayıplamadığım başka bir kuyu beni ona doğru çeker.".

Başşür ise şöyle der: '33

"Sen her işte arkadaşını tenkit edersen, tenkit etmeyeceğin bir kimseye rastlayamazsın.

Ya yalnız yaşa, ya arkadaşınla iyi geçin. Zira, o bazan günah işler, bazan günahtan kaçınır.

Birçok defa üzerinde çöp ve saman olan sudan içmezsen susuz kalırsın. Hangi insanın içtiği su daima temizdir? ".

Bu hususta, Mutie b. İyas el-Layi şöyle der:

"Eğer hayatı boyunca kusur işlemeyecek (ayakkabısı kaymayacak) bir kimse­den başkası ile arkadaşlık etmek istemiyorsan, Ne kadar ararsan ara böyle birini bulamazsın. Benzeri olmayan böyle bir kimse nerede bulunur. Benim arkadaşım kusuru affeden, arkadaşının az kusurunu hoş gören kimsedir".

Ordudan bir kimse olan Muhammad b. Said şöyle der:

"İyiliği çok büyük olduğu halde başa kakmadığı için, ömrüm elverirse 'Amr'a teşekkür edeceğim. O öyle bir adam ki, elindeki malı, arkadaşından saklı değildir. Arkadaşı bir kusur işlediği zaman ondan şikâyet de etmez. Benim ihtiyacım' görülmeyecek tarafından gördü. Bu ihtiyaç, ortadan kalkın­caya kadar onun gözünde çöp oldu".

Doğruyu bulamamakta müşterek olmalarına, kuvvetlilikleri zayıflıkları ile bir arada olmasına rağmen muhtelif insan zümrelerinden çıkıp gelen şahıslar, Arablardan mukayeseciler bazı kusurların affını ahlaki bakımdan ibir vecibe, hayatta faydalı bir şey, insanlar arasındaki muamelelerde akıllıca bir hareket olarak kabul ettiklerine göre temkin, kudret, fazilet, reislik, efendilik, Allah'ın muvaffakiyeti, koruması, desteği ve iyi yardımı ile beraber bulunan güzel hasletlere, iyi soylu­luğa, yüksek ahlaka, ilim ve hilimde tamamlığa, azim ve ihtiyatta kemâle sahip olduktan başka fazilet sahibinin faziletinin, anlayış sahibinin anlayışının ulaşama­dığı derecede anlayış yerinde anlayışa, afv yerinde afva, görmemezlikten gelme yerinde görmemezlikten gelmeye sahip olmadıkça adı yüce olan Allah'ın en büyük ve en ulu reise hilafet tacını, en büyük ve en geniş nimeti, en parlak ve en üstün keremliliği bağışlamayacağında, sonra ona itaatı kendisine itaatla, ona isyanı ken­disine isyanla bir saymayacağında şüphe etmeyiz.

Kuvvet ve kudret sadece yüce ve ulu Allah'a âittir. Şimdi, Türkler hakkında bize kadar gelenlerden bahsedeceğiz:

Halkın halife tarafından kabul edildiği Dar al-hilafa'ye (hilafet evine) gelen kimselerden bir topluluk arasında Muhammad b. el-Cahm, Sumâma b. el-Aşras el-Kesim b. Sayyar şöyle dediler:

      "Bir aralık Humayd b. Abdulhamid , ItışId el-Sugdi,  Ebâ Şuca, Buharahudah el-Balhi, Yalıya b. Mu`az ve harp ilminde ileri gitmiş, sayılı, tecrübeli, temrinli ve harp sanatı ile çok uğraşmış kimselerle otururken Ma'mun[2]'un elçisi gelip onlara şöyle dedi:

Halife size ayrı ayrı ve toptan, "aranızdan her bir kumandanın itimat ettiği ve seçkin yüz adamı ile yüz Türk’le mi? Yoksa yüz Harici ile mi karşılaşmayı tercih ettiğini söylemesini ve bu husustaki iddiasını, delilini kaydetmesini" buyuruyor.

Oradakilerin hepsi, "yüz Türk’le karşılaşmayı yüz Harici ile karşılaşmaya tercih ederiz" dediler. Humayd ise bir şey söylemiyordu. Herkes delillerini sayıp bitirdik­ten sonra elçi Humayd'a "herkes söyleyeceğini söyledi. Sen de söyleyeceğini söyle ve yaz. Lehinde ve aleyhinde delil olsun." dedi.

    [b) Humayd b. `Abd el-Hamid'in sözleri.

     Bunun üzerine Humayd şunları söyledi:

"Ben yüz Harici ile karşılaşmayı tercih ederim. Zirâ, Haricinin diğer bütün muhariplere ağır bastığı hususların Türk’te mükemmel olduğunu gördüğüm halde Harici'de mükemmel olmadığını gördüm. Bu hususlarda Türk'ün Harici'ye üstünlüğü

Haricinin diğer muhariplere üstünlüğü derecesindedir. Ayrıca, bazı bakımlardan Türk, Harici'den temâyüz eder ki, bu hususlarda haricinin herhangi bir iddiası ve hissesi yoktur. Üstelik, Türk'ün Harici'den ayrıldığı bu meziyetler, bazı bakımlardan onunla müşterek olduğu hususlardan daha tehlikeli ve daha fazla işe yarayıcıdır".

     Humayd, ayrıca şöyle dedi:

    "Haricinin diğer muhariplere üstün olduğu meziyetleri şunlardır:

Birincisi, harbin ilk anında şiddetle hücum etmek. Bu hamle, Haricilerin is­tediklerini elde ettikleri, umduklarına nâil oldukları hamledir.

İkincisi, düşmana sabahleyin gâfil olarak baskın yapıp perişan ve kütük üze­rinde et iken hücum etmek, hücum edip geri çekildikten sonra nefes almaya ve dü­şünmeye fırsat vermeden çabucak işlerini bitirmek için hızlı yürüyüşe (dörtnala koşmaya) ve uzun gece yürüyüşlerine sabretmek. [Onlar bu hususta o kadar sürat­lidirler ki], düşman bu kadar zamanda bu kadar yolu hiç bir kimsenin katedeceğine tahmin bile edemez.

Üçüncüsü, Harici diğer insanlar tarafından "Dilerse yetişir. Yakalanmak iste­nirse kaçar." diye tanınır.

Dördüncüsü, azığın hafifliği ve eşyaların azlığı meselesidir. Harici atını yedeğe alıp katırına biner. Gerekirse akşamı bir yerde, sabahı başka bir yerde geçirir. Hari­ciler öyle insanlardır ki, yurtlarından çıktıklarında arkalarında çok mal, gür ağaçlı bahçeler, yüksek evler, çiftlikler, zahireler, güzel kadınlar bırakmazlar. Diğer as­kerleri, onlarla karşılaşmaya teşvik edecek eşyaları ve malları da yoktur. Onlar her yerde su ve yetecek kadar azık bulan, bunu bulamadıkları yerde kanatları uzakları yaklaştıran, sarp ve yamaç yerleri düzleştiren, hiç bir şey biriktirmeyen ve yarını düşünmeyen kuşlar gibidirler. Aynı şekilde, bu kuşlar gibi Hariciler de yiyecek sıkıntısı çekmezler. Azık bulamadıkları vakit a`vaciyya[3] atları, katırlar, atlar, yük­lerin hafifliği, uzun zaman hızlı (dörtnala) gitme kuvvetine sahip olmaları azıklarını elde etmeyi kolaylaştırır, erzaklarını çoğaltır.

Beşincisi, eğer hükümdarlar, onlar gibi hafif azıklı ve az yüklü olmaları ve onlar gibi hareket edebilmeleri için üzerlerine sayılarınca asker gönderirlerse bu askerler onlar karşısında dayanamazlar. Zirâ, yüz asker yüz Harici'ye karşı duramaz. Askeri çoğaltıp sayısını artıracak olurlarsa, bu askerler onları tâkip edemezler, onlar tara­fından takip olunurlarsa kurtulamazlar. Harici ne zaman düşmanı yağmalamak ve gafil yakalamak isterse, baskın yapmak için düşmana yaklaşır, fırsat elverdiği ve düşmanın eksikliğini gördüğü zaman ganimet alacağına, korktuğu zaman kaçabi­leceğine, istediği zaman düşman kuvvetlerinin nizamını bozup bir parçalarını kopa­rıp alabilmek için hücum edebileceğine kanaat getirince bunu yapar.(?).

 

 

 

      Humayd, ‘işte, öğündükleri tarafları ve kumandanların onlarla karşılaşmayı istememelerine sebep olan meziyetleri bunlardır" dedi.

      El-Kasim b. Sayyar ise şunları söyledi:

"Haricilerin kalpleri titreten ve yerlerinden oynatan, azimleri kıran ve gevşeten başka bir hususiyetleri de askerlerin ve halk arasındaki muhariplerin onlar hakkında işittikleri darb-ı mesellerdir. Şairin şu beyitinde olduğu gibi.

"Cimri olan ve müsâfire yemek vermekten korkan kimse zırhlı azrakiye ben­zer müsâfiri görünce ...".

     Başka bir şairin şu beyti gibi:

Vadd dağının hali değişti. Şimdi [orada] kılıç Haricinin elinde [çok kullanılmaktan kesmez hale geldiği için] vurulduğu yeri kesmeyerek geri sıçramaktadır."

      Başka bir şair de şöyle der:

       "Tahkim = (yâni harici) akşamleyin kılıcını çekince arslanlarla karşılaşmak onunla karşılaşmaktan daha ehvendir"( ?).

     Bunlar el-Kasim b. Sayar’ın ilavesidir.

     Humayd ayrıca şunları ilave etti:

"İlk hücuma gelince, Türk bu hususta daha makbul tesire, daha derli toplu, daha sağlam bir etkiye sahiptir. Zirâ, Türk yaptığı hamle kafi, azmi kesin olsun, kararı bölünmüş ve kafası dağınık olmasın diye atını yolundan sapmamayı, saptığı zaman hızla koşmayı öğretmiştir (?). Aksi takdirde atını bir iki defa döndürmesi gerekir. Böyle olmazsa atı yolunu bırakmaz, koşmaktan vazgeçmez. Türk böyle yapmakla kafasına doğacak zararlı fikirlerden, hayatı sevmek ve düşmanla karşılaşmak korkusu dolayısıyla azmini kırmak gibi bir hataya düşmekten ümidini kesmek istemiştir. Atını bu şekilde, kendi mahvına sebep olması muhtemel olan iki saf arasında bir şey yapmadan dönmemeyi, hücum anında sahibinin kendisini idâre etmesine imkân vermemeyi alıştırdığı için işi sağlama bağlamadan, düşmanın eksiğini görmeden hücuma kalkışmaz. Türk, kalbinden firar düşüncelerini, geri kaç­ma bahanelerini koymak için, kendisini, en şiddetli harpleri gördüğü zaman hiç bir fedakârlıktan kaçınmayan, her hangi bir hileyi geri bırakmayan darda kalmış kimseye benzetmek ister( ?)."

     Humayd sözüne şöyle devam etti:

"Harici hücum anında mızrak darbelerine güvenir. Türkler ise Hariciler gibi, hatta daha iyi mızrak kullanırlar. Hücum anında onlardan bin süvâri, bin düşman atlısına ok atsalar onların hepsini yere sererler. Bu türlü hücuma hiç bir ordu dayanamaz. Üstelik Haricilerin ve çöl araplarının atın üzerinde, bahse değecek derecede atıcılıkları yoktur.

Türk, vahşi hayvana, kuşa, havadaki hedefe, insana, çömeltilmiş veya yere konmuş hayvandan hedeflere, avının üzerine pike yapan kuşlara ok atar. O, hay­vanını hızla sürdüğü halde, öne, arkaya, sağa ve sola, yukarıya ve aşağıya ok atar. Harici yayına bir ok koymadan Türk on tane ok atar. Bir dağdan inerken veya bir çukur vadinin içine girerken atını haricinin düz yerde sürdüğünden daha hızlı sürer. Türk'ün ikisi yüzünde, ikisi kafasının arkasında olmak üzere dört gözü vardır. Ha­ricilerin harbin sonunda, Horasanlıların harbin başında eksiklikleri vardır:

Horasanlılar, düşmanla karşılaşmanın başlangıcında geri çekilirler. Bu sırada kaçmaya başlarlarsa hezimete uğramışlardır. Bununla beraber çok defa geri dönerler. Fakat bu, askeri tehlikeye maruz bıraktıktan ve düşmanı hücuma tama ettir­dikten sona vuku bulur.

Hariciler bir geri kaçtılar mı, kaçmışlardır. Artık, geri çekildikten sonra tekrar hücuma geçmeleri hesaba katılmayacak kadar nadirdir.

Türk, Horasanlı gibi geri çekilmez. Geri döndüğü taktirde öldürücü bir zehir, insanın işini bitiren bir ölümdür. Zirâ, arkasındaki insana önündeki insan gibi okunu isabet ettirir. Bu kadar hızlı gitmesine rağmen kemend atmasından, kemendi ile düşmanın atını yere yıkmasından ve süvariyi atının üzerinden kapıp almasından emin olunamaz. Şimdiye kadar kemendden Muhallab b. Ebi Şufram, al-Hariş b. Hilal ve Abbad b el-Huşaynden başka hiçbir kimse kurtulamamıştır. Bununla beraber Türk, ekseri kemend atarken başka türlü bir oyun düşünür. Kemend attığı kimseyi yakalayıp yedeğine almazsa cahil, bu neticenin Türk'ün beceriksizliğinden, kemend atılan kimsenin maharetinden ileri geldiğini zanneder".

Humayd, ayrıca, "Türkler süvarilerine iki, üç yay ve bu kadar da kiriş taşımayı öğretmişlerdir." dedi. Sözüne devamla şöyle dedi:

"Türk hücum ettiği zaman şahsi, silahı, hayvanı, hayvanın takımları ile ilgili her şeyi yanında bulundurur. Hızlı yürüyüşe, devamlı yolculuğa, uzun gece yürüyüşlerine ve memleketler katetmeye gelince bu hususta o cidden şayan-ı teac cüptür.

Mesela bir tanesi; Haricinin atı Türk'ün atı kadar mütehammil değildir. Türk bir baytardan daha usta, atan istediği gibi terbiye etme bakımından seyislerden daha başarılıdır. Atını kendisi yetiştirir, tay iken kendisi terbiye eder. Atının adını söylerse atı onu takip eder, koşarsa atı arkasından koşar. Bunu (ismini) atma o ka­dar alışmıştır ki, beygirin höst, dişi devenin ohh, erkek devenin ıhh katırın ve eşeğin çüş-deh kelimelerini, delinin lakabını, çocuğun adını tanıdığı gibi tanır.

Türk'ün ömrünün günlerini toplaşan atı üzerinde geçen günlerinin yer üzerinde oturarak geçirdiği günlerden daha çok olduğunu görürsün. Türk kısraklarının ay­gırına biner gaza yapmak, yolculuk etmek ve avlanmak için veya herhangi bir mak­satla yurdundan çıkarsa kısrağı ve tayları onu takip eder. İnsan avlamazsa vahşi hayvan aylar. Buna da imkân bulamayıp yiyeceğe muhtaç olursa hayvanlarından birinin kanını emer. Susuz kalırsa kısraklarından birini sağar. Altındaki hayvanı dinlendirmek isterse yere inmeden diğerine biner.

Yeryüzünde, Türk'ten başka sadece et yiyen her insanın vücudunda arızalar meydana gelir. Aynı şekilde Türk'ün hayvanı, kamış kökü, ot ve ağaç gibi şey­lerle yetinir. Türk, atan gölgelendirmez ve soğuktan korumaz (hayvanı buna muhtaç değildir.)."

     Humayd devam ederek şöyle dedi:

"Hızlı yürüyüşe tahammül etmeye gelince, hudutlardaki askerlerin, bütün posta ulaklarının, hadımların ve Haricilerin kuvvetleri tek bir şahısta toplansa, bu kuvvetler tek bir Türk'ün bu konudaki kuvvetine müsâvi olamazlar. Türk'ün uzun yolculuklarına hayvanlarından ancak pek asilleri tahammül edebilir. Türk'ün yorarak öldürdüğü (çatlattığı), gaza esnasında binmeyi kabul etmediği atla hiç bir Toharistan atı yola dayanamaz. Harici ile birlikte yola çıksa, harici henüz hafifçe hızlanmadan Türk bütün hızıyla gitmeye başlar. Türk hem çoban, hem seyis, hem canbaz, hem baytar, hem süvaridir. Hülâsa bir Türk başlı başına bir millettir.

     Humayd şunu da ilave etti:

"Türk diğer askerlerle yola çıkarsa başkaları 10 mil katetmeden Türk yirmi mil kateder, Sağındaki ve solundaki askerler geride kalır. Avlanmak için dağların tepe­lerine tırmanır, vadilerin derinliklerine iner. Bu arada, sürünen, yürüyen, uçan ve konan her şeye ok atar". Ayrıca, "Türk askerler arasında hiç bir zaman diğerleri gibi yürümez. Asla, doğru da yürümez" dedi.

Devâmla dedi ki ..

"Gece yürüyüşü uzadığı, yolculuk şiddetlendiği, konak uzakta bulunduğu, öğle vakti olduğu, yorgunluk arttığı, bitkinlik insanları meşgul ettiği, birbirleri ile yarış yapanlar susup konuşmadıkları, vaziyetleri söz söylemelerine imkân vermediği, her şey sıcağın şiddetinden tefessüh ettiği, veya soğuğun şiddetinden donduğu, uzun gece yürüyüşlerine mütehammil olan her kavi kimsenin yolun kısalmasını istediği, her serip ve sınır işareti gördükçe sevinip konağa ulaştığını zannettiği, süvari konağa ulaştığı zaman sünnet olmuş bir çocuk gibi bacaklarını açarak yürüdüğü, hasta gibi inlediği, esnemeye başladığı, yorgunluğunu gerinerek veya yan yatarak gidermeye çalıştığı sırada diğer askerlerden kat kat fazla yürüdüğü, çok yay çekmekle omuzları yorulduğu halde konağın yakınında bir yaban eşeği veya geyik gördüğü, önüne bir tilki veya tavşan çıktığı zaman, Türk'ün, bu kadar yolu yürüyen ve bu şekilde yorulan o değilmiş gibi yeni koşmaya başlayan insan gibi koştuğunu görürsün.”

"İnsanlar bir vadiye varıp geçmek için vadinin geçidine veya köprüsüne hü­cum ettikleri sırada, Türk hayvanını mahmuzlayıp ileri sürer, sonra diğer taraftan bir yıldız gibi doğar. İnsanlar bir sarp yokuşa varınca diğerleri yoldan gittiği halde, Türk yolu bırakıp yokuş yukarı dağa tırmanır. Sonra, dağ keçisinin inemeyeceği yerlerden aşağıya sarkar. İndiği yerleri görerek onun kendisini tehlikeye attığını zannedersin. Eğer o, bütün bu işlerde kendisini tehlikeye atmış olsaydı, buna benzer hadiseler başından çok geçtiği için uzun zaman sağ kalamazdı".

     Humayd şöyle devam etti:

   "Harici, "istediği zaman yakalar. Takip olunduğu zaman kaçar." olmasıyla iftihar eder. Türk'ün ise kaçmaya ihtiyacı yoktur. Zira, takip olunmaz, elde edilmek istenmez. Ele geçmesi ümit edilmeyen kimsenin arkasından kim koşar? Bu [.. .] delildir. Üstelik, Haricilerin hepsini kahraman yapan sebep dindarlıkta müsavi olmaları, muharebenin dinden olduğuna inanmalarıdır.

   Soylarının çeşitli, memleketlerinin ayrı olmasına rağmen Sicistân, Horasan,
el-Cezire, Yemen, Magrib, ve Oman ahalisinden bütün Azrakilerin[4], Necdilerin[5],
İbazilerin[6], Şufrilerin[7], Mevali'ınn, Arabların, diğer milletlerin, çöl Arablarının,
kölelerin, kadınların, dokumacıların, çiftçilerin hepsinin harbettiğini görünce bu hususta onların arasını müsavi kılan şeyin dindarlık olduğunu anladık. Nitekim, yeryüzünde hangi cinsten ve hangi memleketten olursa olsun hacâmet yapanlar  (kan alıcılar) nebizi severler. Herhangi memleketten, herhangi cinsten olursa olsun eskiciler, balıkçılar, cambazlar, dokumacılar alış-veriş ve muâmelatta insanların  en fenalarıdır. Bunun neticesi, bu halin adı geçen sanatlarda bir tabiat, o mesleklerde bir bünye olduğu, bu sebeple insanlar arasında bu mesleklere sahip olanların böyle oldukları neticesine vardık".

     Humayd şunları da söyledi:

"Biz, Türkleri memleketlerinde muharebe ederken din, mezhep, hakimiyet, haraç, asabiyet (ırkçılık), haremine kıskançlık, şeref, intikam, vatan uğrunda veya evini malını müdafaa etmek için değil, sadece ganimet elde etmek maksadı ile muha­rebe ettiklerini gördük. Harpte seçim hakkı Türk'ün elindedir. Kaçarsa bir ceza gö­receğinden korkmaz. Yararlık gösterirse mükâfat beklemez. Türkler memleket­lerinde, yağmalarında, savaşlarında hep böyledirler. Takip olunmazlar, başkalarını takip ederler. Bu durumda olan kimse harpte normal gayret gösterir. Bütün gü­cünü sarfetmez.

    Bununla beraber, Türk'e karşı hiçbir şey duramaz, hiçbir kimse onu yutulacak bir lokma olarak kabul edemez. Bu hususiyetlere sahili olan insanı müşkül bir durum, kıskançlık, düşmanlık veya dindarlık iterse, veyahut fikir ve kanaatleri müdâfaa eden bir muharibi tahrik eden sebepler tahrik ederse ne olacağını tahmin et.".

    Humayd sözüne şöyle devam etti:

    "Haricinin mızrağının kargısı uzun ve içi dolu olduğu halde, Türk'ün mızrağının kargısı kısa ve içi boştur. İçi boş ve kısa kargı mızraklar daha iyi saplanır, taşımaları daha hafiftir. Arablardan başkaları uzun kargılı mızrakları yayalara kullandırırlar. Bu çeşit mızrakları hendek kapılarında ve geçitlerde Ebna[8] kullanır. Fakat, Ebna bu konuda Türkler ve Horasanlılarla yarış edemezler. Zirâ, onlar bu çeşit mızrakları eksen hendek kapılarında ve geçitlerde kullanırlar.

     Türkler ve Horasanlılar atlı ve süvâridirler. Orduların en mühim vazifesi atlı­lara ve süvarilere düşer (Onlar ordunun mihveridir). Geri çekilerek tekrar hücum edenler onlardır. Süvâriler düşman ordusunu tomar dürer gibi düren ve saç dağıtır gibi dağıtan kimselerdir. Pusu kuranlar, öncüler ve artçılar ancak onlardan seçilir. Onlar sayılı günleri, büyük harpleri ve fetihleri meydana getiren kimselerdir. Küçük müfrezeler ve büyük birlikler sadece onlardan seçilir. Sancaklar, bayrakları, davulları, zırhları, zilleri taşıyanlar onlardandır. At kişneten, toz koparan, at süren, elbiselerinde ve silahlarında rüzgârın ses çıkart­tığı, nal sesleri çıkartan, istedikleri zaman düşmana yetişen, tâkip olundukları za­man kaçıp kurtulanlar onlardır. Atlılar harp esnasında düşmanı öldürme işinde, fetihlerde, yağmada, ganimet almada katmerli vazife gördükleri için Peygamber atlıya iki, yayaya bir hisse vermişti[9].

   Humayd devamla şöyle dedi:

"Hayatıma yemin olsun ki, Ebnâ sokaklarda, hapishanelerde, geçitlerde herkesten iyi harbederler. Fakat, yayalar daima başkalarının emri altındadırlar, başkalarına bağlıdırlar. Yayaların kumandanı mutlaka süvâridir. Süvarilerin kuman­danının ise yaya olması mümkün değildir. Süvari olarak mızrak kullanmaya, kılıç vurmaya, ok atmaya ahşap kimse yürüyerek bunları kullanmaya mecbur edilirse, kendisini ve arkadaşlarım süvâri olarak silah kullanmak mecburiyetinde kalan ya­yadan daha iyi müdafaa eder. Üstelik, süvâriler çok kere adamdan inerek harbe­derler. Bu hususta şâir şöyle der.

   "Onlar hayvanlarından inemediler. Biz ise indik. Harp ekili hayvanından ine­bilendir".

    Sair Zabbi de şöyle der:

    "İnemediğime göre ben hayvanıma niçin bineyim.".

    Diğer bir şâir de şunu söyler:

    "Biz, atlarımızdan inerek düşmanla karşı karşıya gırtlak gırtlağa harbederiz.". Humayd şunu da ilave etti:

    "Yeryüzünde Türklerden başkalarının nöbetleşe harbetmeleri, kumandanlıkta
ortak olmaları zararlıdır. Üstelik, Türkler nöbetleşe harbetmezler,
kumandanlıkta ortaklaşa hareket etmezler. Harpte nöbetleşmenin, kumandanlıkta

ortaklaşa hareket etmenin beğenilmeyen tarafı, fikir ayrılığı çıkması, çekememezlik,

benzerler arasındaki kıskançlık, ortakların işi birbirlerine havâle etmeleri korkusudur. Türkler bir orduya karşı saf bağlayınca düşman saflarında bir eksiklik varsa hepsi onu görür ve bilir. Eğer bir eksiklik bulunmazsa, düşmandan bir şey elde etme imkânı yoksa ve hücumdan vazgeçmek münâsip ise hepsi aynı kanaata varır, münâsip olan hareketin bu olduğunu kabül ederler. Hücum ederlerse düşünceleri ve temâyülleri aynıdır.

    Türkler, tevillerle (çeşitli fikirler), tefahürle, şiir söylemekle meşgul olan kimseler değillerdir. Maksatları, durumlarını sağlama bağlamaktır. Aralarında anlaşmazlık azdır. İranlılar, nöbetleşerek harbe girdikleri için Arabları tenkit ederler ve “harpte, karıda, idârede ortaklık aynıdır" derlerdi.

Humayd, bundan sonra “yardımlaşarak harp yaptıkları vakit yardımlaşmanın zarar vermediği kişilerin birbirlerini kıskandıkları vakit ne olacaklarını sen tahmin et “ dedi.

Konuşmalar Ma’mun'a ulaşınca "Humayd'den sonra Türklerin herhangi bir kimsenin hükmüne ihtiyaçları yoktur. Zira o, her iki tarafı da denmiştir. Humayd hem Horasanlı, hem Arap’tır. Onu töhmet altında bırakmaya da bir sebep yoktur" dedi.

Râviler şöyle dediler:

Haber Zu'l-Yaminayn Tahir b. el-Husayn'e vardığında, “Humayd ne güzel söylemiş. Sözünde eksik bırakmamış ve ileri de gitmemiştir.” dedi.

İşte, halife Ma'mun'un sözü, Humayd'in hükmü, Tahir'in tasvibi budur.

     c- Ebu'l-Batt'ın sözleri.

Horasanh veya Banii Sadösıl kabilesine mensup biri Ebul-Batt'ın "Allah iyiliğinizi versin (veyl size) dağdan inerken ve dağa çıkarken atım daracık yerde bir somunun kapladığı yerde) hızla süren, atın sırtında Ubulla[10] rakkasının düz yerde yapamadığını yapan bir kimseye ne yapabilirim?" dediğini işittiğini bana söyledi.

    d-Said b. `Ukba b. Salm el-Huna’inin sözleri.

Yine aynı şahıs şöyle dedi:

Harp işlerinde fikir sahibi olan ve fikir sahibi bir kimsenin oğlu bulunan Said b. Ukba b. Salm el-Huna’i dedi ki, "Bizimle Türkler arasında şu fark vardır. Türk­er bir kavme karşı gaza yaparlar, saf bağlarlar, Arablardan ve Acemlerden her­hangi bir düşmana hücum ederlerse ancak onların sayısı kadar ve onlarınkine benzer kuvvet çıkarırlar. Maksatları düşmanın zararın ve kötülüğünü defetmek, onların hilesine mani olmaktır. Sulhtan vazgeçip harbe karar verirlerse maksatları ve gaile­lerinin canlarını korumak, karargahların muhafaza etmek, düşmandan kendilerini kollamaktır. Düşmanlarına karşı hile yapacak ve onları gafil avlayacak derecede fazla gayret sarfederlerse kendileri ile harbedenlerin akıllarından dahi geç­meyecek derecede enteresan hile yaparlar".

O, sonra şunu ilave etti, "kalın ve yüksek duvarları tarafından şehirlere girmek ve Belh nehrini geçmek için tatbik ettikleri hileleri bilirsin".

Adı geçen Sa`id, "harbederken üç kişi iseniz birini imdatçı, diğer birini de pusucu tayin edin" diyen kimsedir. Onun harbe dair daha birçok sözleri vardır.

      Sa`id, şunu da ilave etti:

      Babam bana haber verdi ve şöyle dedi:

Fakih Ebu'l-Hattab Yazid b.Katada b. Di’ama’yi gördüm, Omar b. el-Hattab'-ın Türkler hakkında, "Bu zararı pek fazla, elde edilecek ganimeti çok az bir düşmandır." dediğini rivâyet ettim. Bunun üzerine Aliya'den bir adam," 'Omar, Ebu Zu­bayd el-Ta’iyi aslanı tavsif etmekten menenetti. Zirâ, bu kalbin korkudan titreyişini ve helecanını artırır, cesur kimsenin cesaretini kırar. Halbuki Omar kendisi, Türk­leri Ebü Zubayd'in aslanı tavsifinden daha dehşetli bir şekilde tavsif etmiştir." dedi.

      Sa`id, o gün sözlerine şunları da ilave etti:

"Türklerden bir bölük, Ebü Huzayma—yani Hamza b. Adrak el-Harici’nin memleketini ve Horasan havâlisinden bir yeri, bir iş için kat ettiler. Hamza'nın ya­nında kalabalık bir kuvvet vardı. Yanındakilere, "onlar size dokunmadıkça onlara yol verin ve taarruz etmeyin. Zira, Türkler hakkında "onlar size dokunmadıkça, on­larla dost olarak geçinin[11]." denmiştir" dedi.

Bunlar, Arab ve Horasanlı olan Sa'id'in sözü, fikri ve anlattığı şeylerdir.

      (e) Yazid b. Mazyad'in sözleri.]

Yazid b. Mazyad, Tülyâ eI-Türki'nin, el-Valid b. Tarif el-Hâriciyi öldürdüğü vakayı anlattı, Türklerin vasıfları hakkında şunları söyledi:

"Türk'ün, atılım sırtında ağırlığı, yerde yürürken ayaklarının tıpırtısı yoktur. Bizden bir süvârinin önünde iken göremediğini o, arkasında iken görür. O, bizden bir süvâriyi av, kendisini pars, süvâriyi geyik kendisini av köpeği yerine koyar. Allah'a yemin olsun ki, Türk eli kolu bağlı olarak bir kuyuya atılsa mutlaka bir ça­resini bulup kurtulur. Eğer onların ömürleri dağın—yani Hulvân Dağı— beri tarafında kısa olmasa da bizim üzerimize yürüseler başımıza büyük bir gâile açarlardı. [ ...]"

     Yazid'in adamlarından biri şu beyti söyledi:

"Farzet ki dünyanın her şeyi senin ayağına kolayca geliyor. Değil mi ki sonunda yok olacaktır."

     Yazid şunu da söyledi:

"Türk yağma ve gasp ile karnını doyurmayı, kolayca hükümdar olmaya tercih eder. Av ve ganimetten başka hiç bir yemekten hoşlanmaz. Başkalarını tâkip etsin veya başkaları tarafından takip olunsun atının sırtında gafil avlanmaz."

     (f) Şumama b. Aşras'in sözleri.

Muhammad b. el-Cahm gibi sık sık Türklerden bahseden Sumâma b. el-Aşras de şunları söyledi:

"Türk, ancak korkulması gerekenden korkar. Ümid edilmeyecek şeye karşı ümit beslemez. Bir şeyi elde etmeye çalışmaktan onu kesin ümitsizlik alıkor. Daha çoğunu elde etmedikçe azı bırakmaz. Eğer, her ikisini elde etmesi mümkünse hiç birini feda etmez. İyi bilmediği bir şeyin hiç bir tarafını iyi bilmez. İyi bildiği hususun tamamını sağlam yapar. Her işini bizzat kendisi yapar içi dışı gibidir'". Hiçbir netice çıkmayacak bir şeyle uğraşmaz. Uyku ile vücudunu dinlendirmese uyumaz. Bununla beraber uykusu uyanıklıkla karışıktır. Uyanıklığı esnasında uyuk­lamaz. Eğer, onların memleketlerinde peygamberler ve filozoflar yaşayıp da bunla­rın fikirleri kalplerinden geçse, kulaklarına çarpsa idi sana Basralıların edebiyatını, Yunanlıların felsefesini, Çinlilerin sanatını unuttururlardı."

Sumama sözlerine şunları da ilave etti:

"Horasan yolunda önümüze bir Türk çıktı. Başımızda askerleri ile beraber hü­cum eden kahraman bir kumandan vardı. Türk ile aramızda bir vadi bulunmakta idi. Türk, kumandandan mübareze yapmak için bir süvari istedi. Kumandan ona karşı ömrümde kendisinden daha mükemmel, daha yetişkin ve daha boylu post­lusunu görmediğim birini çıkardı. Bu süvari onun yanına geçti. İkisi bir müddet birbirleri ile mücadele ettiler. Arkadaşımızın onun gibi birkaç kişiye kâfi geleceğini zannediyorduk. O ise bu esnada bizden uzaklaşıyordu. Bir aralık Türk gerisin geri kaçmaya başladı. Bu hareketi, arkadaşımızın onu alt ettiğini zannettiğimiz bir sıra­da yaptı. Süvari de onu takip etmeye koyuldu. Türkün başım kesip getireceğinde şüphe etmiyorduk. Farkına varamadık; bir de ne görelim, arkadaşımız atın üzerin­den kayboldu ve ayrıldı. Türk ise atından inerek onu öldürdü ve eşyalarını aldı. Sonra onun atını yakalayıp yanına yedeğe alarak gitti."

   Şumama yine dedi ki:

   "Bu Türk'ü daha sonraları tekrar gördüm. El-Fazl b. Sahl'in sarayına esir olarak getirilmişti!". Ona, "o gün bunu nasıl yaptığını, süvariyi nasıl oyalayıp da önce onu: kendisine nasıl üstün geldiğini, sonra gerisin geri kaçmaya başlayıp ta onu nas öldürdüğünü" sordum?

   O ise şöyle cevap verdi:

"Ben, onu vadiyi geçtiği sırada öldürmek isteseydim, bu pek kolaydı. Fakat onu aldatıp eşyaları ile atını alabilmek için arkadaşlarından uzaklaştırdım. [ ...]

      Sumama şunu da ilave etti:

"Bir de ne göreyim. Diğer askerlerden herhangi bir süvariye istediği gibi harp oyunu ve hilesi yapıyor."

Sumama, "Onların elinde bir müddet esir kaldım. Onlar gibi, insana ikram ve taltifte bulunanları görmedim." dedi. Arab olan ve Türkler hakkında verdiği haberlerde töhmet edilmemesi gereken Sumama b. Aşras bunları söylüyor.

      (g) Cahiz'in Türkler hakkındaki şahsi kanaatleri

Şunu söyliyeyim ki, ben de onların çok enteresan ve insanı hayrette bırakacak hallerini gördüm. Ma'mun'un gazvelerinden birinde, onun karargahı yakınında, sağ tarafta Türklerden yüz kişi, sol tarafta başka askerlerden yüz kişi olmak üzere yolu iki tarafına dizilmiş süvâriler gördüm. Bunlar öğle vakti olduğu ve sıcak şiddetlendiği halde halen saf bağlamışlar Ma'mun'un gelmesini bekliyorlardı. Biraz sonra Ma'mun geldi. Bu sırada üçü veya dördü hariç bütün Türkler atlarının üzerindeydiler. Başka sınıflardan müteşekkil askerler ise üçü veya dördü hariç yerlere serilmişlerdi. Bunun üzerine bir arkadaşıma, "Bak başımıza gelene, ne enteresan! Mu’tasım'ın onları iyi tanıdığı için etrafına toplayıp ihsanda bulunduğunda şüphe etmiyorum.” dedim.

Bir defasında Bağdad'dan çıktım, el-Katül[12]'e—yani el-Mabaraka'ye— gidiyordum. Bu arada Horasanlılardan, Ebna’dan ve diğer askerlerden müteşekkil süvariler gördüm. Bir at ürküp kaçmış, onlar soy atlar üzerine binmişler atı yakalamaya çalışıyorlar, fakat bir türlü yakalayamıyorlardı. Bu sırada yanlarından bir Türk geçiyordu. Onlar gibi düzgün kıyafetli ve aralarında itibar sahibi bir kimse değildi Türk cılız bir Türk atı üzerinde, onlar ise soy ve besili atlar üzerindeydiler. Bunun üzerine Türk atın önüne çıktı, önünden ve arkasından dolanarak onu biraz durdurdu. Bunun üzerine diğer askerler durup ona bakmaya başladılar. İçlerinden onu küçümseyen biri, "Babanın ölüsü için bunun yaptığı kendisini zorlamak ve haddini bilememekten başka bir şey değil. Onlar memleketin arslanları olmalarına rağmen atla başa çıkamadılar. Bu ise boyunun kısalığına, hayvanının zayıflığına bakmadan atı yakalamaya kalkıştı." dedi. Henüz, onun sözü bitmemişti ki, Türk atı getirip onlara teslim etti. Onların medihlerini ve duâlarını beklemeden, onlara iyilik ettiğin göstermeye çalışmadan işinin arkasına gitti.

Türkler yaltaklanma, yaldızlı sözler, münâfıklık, kovuculuk, yapmacık, yerme riyâ, dostlarına karşı kibir, arkadaşlarına karşı fenalık, bidat nedir bilmezler. Çeşitli fikirler onları bozmamıştır. Hile-i şer'iyye ile başkalarının malını helâl saymazlar. Onların tek ayıbı ve başkalarını kendilerinden soğutan husus, vatanlarına karşı çok iştiyak duymaları ve zaferin sevincini, birbiri peşinden vukuunu, gani­metin tadını ve çokluğunu, sahralardaki oyunlarını, çayırlardaki gezintilerini hatır­ladıkları, [ ....] ve uzun zaman boş durmakla kahramanlıklarının boşa gitmesini, aradan uzun müddet geçmekle enerjilerinin tükenmesini istemedikleri için muhtelif memleketlerde dolaşmayı çok sevmeleri, yağmaya ve çapulculuğa düşkünlükleri­dir. Zirâ, bir şeyin ustası olan bir insan ondan mahrum kalmaya tahammül edemez. Bir işi bilmeyen ondan kaçar.

Türkler, Arablardan başka milletler içinde vatan sevgisine en fazla sahip olan millettir. Çünkü, onların vücutlarının terkibinde, tabiatlarının karışımında (ahlat= kan, balgam, safra, savdâ) başka milletlerin sahip olmadıkları derecede memleketlerine, topraklarına dâir hususiyetler, vatanlarının suyuna çekme hassası ve diğer kardeşlerine benzerlik vardır. Görmüyor musun? Bir Basralıyı görünce onun Bas­ralı mı? yoksa Kufeli mi ? olduğunu bilmezsin. Mekkeliyi görünce onun Mekkeli mi, Medineli mi? olduğunu tanımazsın. Cebeleli (Horasan Dağıstan'ı)'yı görürsün onun Cebele'den mi, Horasan'dan mı olduğunu bilmezsin. Cezireliyi görürsün onun Cezi­reli mi? yoksa Şamlı mı? olduğunu farkedemezsin. Fakat, bu konuda Türklerde yanılmazsın. Onların nereli olduklarını anlamak için kıyafet ilmine (izlerden ve şe­killerden neticeler çıkarma ilmi), ferâsete, başkalarına sormaya ihtiyaç duymazsın. Türklerin kadınları erkekleri gibidir. Hayvanları kendileri gibi Türk hususiyetini taşır (türkîdir).

Allah, bu memleketleri böyle yaratmış, oralara bu hususiyeti vermiş, dünyaya âit özellikleri ve yetiştirme kabiliyetlerini oralara son derece fazla vermiştir(?). Dünyanın ömrünün müddeti ise illetlerine, sebeplerinin miktarına, Allah'ın oralara bağışladığı ve başka memleketlerden ayrı olarak verdiği hususiyetlere göre devam eder(?). İnsanlar,  Ahiret gününde ise Allah'ın "Biz onları yeni baştan tam bir şekilde meydana getiririz." dediği gibi olurlar.

Horasan'a yerleşen şehirli ve bedevi Arabların çocuklarını yerlilerle aynı şekilde görürsün. Babası Fergana'ya dışarıdan gelip yerleşen kimse ile Fergana'nın yerli ahalisi arasını ayırt edemezsin. Kınalı bıyıklı, kırmızı denli, büyük kafalı olmaları, Fergana elbisesi giymeleri itibariyle aralarında fark göremezsin. Bütün saydığımız memleketlerde, aynı şekilde, yerli ahâli ile dışarıdan gelip yerleşenler birbirinden farkedilmez.

Vatan sevgisi, bütün insanları ve bütün memleketleri kapsayan bir hususiyet olmakla beraber aralarında benzerlik, uygunluk, vücut benzerliği ve vücutlarındaki terkibin aynı olması dolayısıyla Türklerde diğer milletlerden daha fazla ve daha köklüdür. Görmüyor musun, el-Abdi, "Allah memleketleri vatan sevgisiyle ma­mur etti." der. İbn el-Zubayr, "insanlar kendilerine düşen hisseler içinde hiç birisin­den vatanlarından memnun oldukları kadar memnun olmazlar." der. 'Omar b. el-Hattab ise "insanların arzularının çeşitliliği olmasa Allah çeşitli memleketleri mamur kılmazdı." der. Cum'at el-İyadiyya,  aynı konuda "Allah, kullanma boş ve çöl ülkeleri tavsiye etmese idi, onlar hiç bir vadiye sığmazlar, hiçbir azık ta onlara yetmezdi." demiştir.

Kutayba b. Muslim Türklerden bahsederken şöyle dedi: "Vallâhi, onlar va­tanlarına yabanda bağlı develerden daha fazla iştiyak duyarlar". Zirâ, deve `Oman'­da iken Basra'daki vatanını ve yerini özler. Her şeye basarak, her vâdiyi çiğniyerek, ancak ömründe bir defa geçtiği yollardan tekrar memleketine gelir. `Oman ile Basra'nın arasındaki mesafeye rağmen kendisine mahsus hâsse ile koklaya koklaya, sevki tabiisi ile yatağına gelir. İşte, bundan dolayı, Kutayba bu hususta deveyi mesel olarak getirmiştir.

Vatan üzerinde titreme, ona iştiyak ve arzu Kur'an'da geçer. İnsanlar arasında dolaşan mushaflarda yazılıdır. Yalnız, saydığımız sebeplerden dolayı Türk'ün vatanına karşı duyduğu iştiyak diğer insanlara göre daha fazla ve şiddetlidir.

Kuvvetli bir azme sahip olmalarından ve alışamadıkları âdetlerden daha fazla Türkleri vatanlarına dönmeye sevkeden başka bir sebep de şudur (?): Şöyle ki, ikâmet etmek, bir yerde eğlenmek, uzun müddet kalmak, beklemek, az hareket etmek, az işle meşgul olmak Türklere çok ağır gelir. Zirâ, onların bünyeleri hare­ket üzerine kurulmuştur. Durmaktan nasipleri yoktur. Ruhi kuvvetleri bedeni kuvvetlerinden daha fazladır. Onlar ateşli, hararetli, anlayışlı kimselerdir. Hâtıra­ları çok, bakışları keskindir. Kıt geçimi âcizlik, uzun zaman bir yerde kalmayı ah­maklık, rahatlığı ayak bağı, kanâatkârliğı azimsizlik, muharebeyi terketmenin zillet getireceğini kabul ederler.

Arablar bu konuda bazı şeyler söylemişlerdir. Abdullâh b. Vahb el-Râsib “Ahesteliği sevmek bıkkınlık getirir." der. Arablar, "Yazın beyni kaynayanın kışın, tenceresi kaynar." derler. Akşam b. Şayfi ise, "Ben bütün işlerimin başkaları tarafından görülmesini istemem" demiş, bunun üzerine "Niçin?" diye sorulunca, "Zira, âcizliğin bende adet haline gelmesinden korkarım." demiştir.

İşte, Türklerin vatanlarına dönmek istemelerinin ve ona iştiyaklarının sebepleri bunlardır. Onları kaçmaya zorlayan, memleketlerine dönmeye sevkeden, bir yerde devamlı kalmaktan meneden başka bir şey başlarındaki kumandanın değerlerini bilmemesi, ehemmiyetlerini anlayamaması, onlara faydalı olmayı ve onlardan istifâde etmeyi bilmemesidir. Kumandanları, onları askerlerin numunesi yapmadıkları için kıyıda ve köşede, ekseriyetin arasında, diğer askerlerin içinde kalkmakla yetin­mediler. Bunu kendilerine yediremediler. Üzerlerine düşen hakkı hatırladılar. Kendilerinin haksızlığa layık olmadığını, sönüklüğün kendilerine yaraşmadığını, değerlerini bilmeyenlerin yanında kalmanın haklarını vermeyenlerin yanında kal­maktan daha fena olduğunu anladılar. Fakat, hakim, insanların kadrini bilen, fena adetlere meyil göstermeyen, arzusuna uymayan, bir -ülkeyi başka bir ülkeye karşı kayırmayan, idare neyi gerektirirse ona göre hareket eden, ihtiyat neyi icab ederse onu yapan bir hükümdara rastlayınca haddini bilen, hakikati benimseyen, alışkan­lığı bir tarafa atarak hakikati tutan, vatanından ayrılmasına karşılık ruhunu vuslata kavuşturan, başıboş hür yaşamaya yerleşik olarak yaşamayı tercih eden, hakikati dosttan üstün tutan insanlar gibi yerlerinde kaldılar.

Bütün bunlardan sonra şunu da bil ki, herhangi bir milletin, neslin, soyun ve atanın çocuklarının ya sanatta maharet kazandıklarını, ya güzel söz söylemekte, ya edebiyat ve hikmette, veya devlet kurmakta veyahut da harp sanatında diğer milletlere üstün olduklarını görürsün. Allah'ın bazı sebepler dolayısıyla onları bu mesleklere kabiliyetli yarattığı, bu işlere uygun sebepleri onlara verdiği için onların bu konularda çok ileri gittiklerini görürsün. Zira, arzuları dağınık, fikirleri karışık, kafaları çeşitli şeylerle meşgul olan, mesleği hususunda techiz edilmeyen ve ona hazırlanmayan kimse bu konulardan hiç birisinde Çinlilerin sanatta, Yunanlıların felsefe ve hikmette, Arabların ileride bahsedeceğimiz hususlarda, Sâsânilerin siya­sette, Türklerin harpte gösterdikleri maharet gibi tam ve mükemmel mahâret gösterememişlerdir.

Görmüyor musun ki? eşya ve hâdiselerin aletleri ve sebepleri ile uğraşan Yunanlılar tüccar, elleri ile çalışan sanatkar, ziraatçi, çiftçi, mimar, ağaç yetiştiren, mal toplayıp yığan, aç gözlü, ağır işler yapan kimseler değillerdi. Başlarındaki hüküm­darları, onlara yetecek kadar ihtiyaçlarını temin ederlerdi. Bunun için meşgul olduk­ları konu ile rahatça, bütün varlıklarını vererek, rahat bir kafa ile çalıştılar. Sonun­da çeşitli aletler ve eşyalar, insanı dinlendiren; yorgunluktan sonra rahatlık veren, kederlinin yaralarını saran, neşelendiren musiki âletlerini icadettiler. Arşimed terazisi, kantar, asturlab, saat aletleri (vakitleri tâyin için çeşitli aletler), gönye, dikiş ve kanun yüksüğü, perger, nefesli ve yaylı musiki aletleri, tıp, hesap, geometri, musiki makamları, mancınık, arrâde[13], rutayla[14], dabbâba[15], naft aletleri gibi harp vasıtaları ve bahsi uzun sürecek birçok faydalı şeyler yaptılar. Onlar sadece felsefe ve hikmetle meşgul olurlardı. Aletlere şekil veren ve yapan, örneğini meydana getiren, onlarla iş yapan işçi değillerdi. Bu aletlerin nasıl yapılacağını târif ederler. Fakat, kendi ellerini dahi dokundurmazlardı. İlme rağbet gösterip işe rağbet göster­mezlerdi.

Çinliler ise dökümcü, eşyaya şekil veren, kalıba sokan, eriten, harikulade boya­cılık yapan, maddeleri yontan, ressam, dokumacı, iyi yazı yazan, maddesi ve işçiliği çeşitli, değeri ayrı olsa dahi üzerlerine aldıkları ve meşgul oldukları her şeyi ince bir zevkle yapan insanlardır. Yunanlılar hadiselerin ve eşyanın nedenlerini bilirler. Fakat, bunun gerektirdiği işlerle uğraşmazlar. Çinliler ise eşyanın ameli cephesi ile uğraşırlar, illetlerini bilmezler. Zira bunlar sanatkar, diğerleri ise ha­kimdirler.

Bunun gibi, Arablar da tüccar, sanatkâr, tabib, matematikçi, amele olmalarını gerektiren işlerden olan çiftçi, cizyenin vereceği zilletten korktukları için ziraatçı, mal ve kazanç peşinde koşan, ellerinde olanı saklayıp başkalarının elinde olanı elde etmeye çalışan kimseler değillerdi. Onlar terazinin dili ve kilenin ağzı ile hayatlarını kazanmaya mecbur olmadılar, danak[16] ve kirat[17] nedir tanımadılar. İlimle meşgul olmaktan alıkoyacak derecede fakir düşmediler. Kabiliyetsizliğe sebep olacak de­recede zenginliğe, rahavet getirecek (veya toyluğa sebep olacak) servete sahip olma­dılar. Benliklerini öldürecek ve kendilerinde aşağılık hissi uyandıracak bir zillete katlanmadılar. Onlar çöllerde oturup kırlarda büyüyorlardı. Bu sebeple kırağı, nem, buhar, havanın loşluğu, teaffün, fazla tokluk nedir tanımadılar. Bunun için zekaları keskin, ruhları mükemmeldi. Gayretlerini ve kuvvetlerini şiir söylemeye, belagatlı konuşmaya, kelime türetmeye, söz söylemeye, kıyafet ilminden başka feraset il­mine, nesepleri ezberlemeye, yıldızlarla yol bulmaya, ufuklara bakarak neticeler çıkarmaya, yıldızların hareketlerini tâkibe (anva ilmine), attan, silahtan ve harpten anlamaya, her işitileni ezberlemeye, hissedilen her şeyden ibret almaya, menâkib ve mesâlibi sağlamca öğrenmeye verince bu sahalarda en yüksek dereceye ulaştılar ve bütün maksatlarını elde ettiler. Bu meziyetlerden bir kısmı sebebiyle kendileri en büyük, emekleri en değerli, bütün milletler içinde en çok iftihar eden, meşhur günlerini en çok hatırlayan ve ezberleyen millet oldular.

Türkler de, aynı şekilde, çadırlarda ve çöllerde otururlar, hayvan beslerler. Huzayl kabilesi Arabların Kürtleri olduğu gibi onlar da, başka milletlerin bedevileridir. Onlar sanat, ticaret, tıp, ziraat, geometri, meyvecilik ve ağaç yetiştirmek, binalar yapmak, kanallar açmak ve mal toplamakla meşgul olmadılar. Sadece, gaza yapmak, avcılık etmek, ata binmek, kahramanlarla çarpışmak, ganimet elde etmek, çeşitli memleketleri tanımakla meşgul olduklarından ve yaratılışları bu işler için müsâit olduğundan bunları iyice sağlamlaştırdılar, bu konularda en yüksek dereceye aştılar. Sanatları, ticaretleri, zevkleri, öğündükleri, aralarında gündüzleri ve gece­leri konuştukları harp mevzuu oldu. Böylece, harp sanatında, Yunanlıların felse­fe ve ilimde, Çinlilerin sanatta, bedevilerin saydığımız hususlarda, Sasanilerin devlet ve siyâsette elde ettikleri dereceyi elde ettiler.

Türklerin bu, konuda iyice ileri gittiklerini, bu mevzuların bütün teferruatını öğrendiklerini, bu hususlarda en üstün dereceye çıktıklarını gösteren hususlardan biri şudur:

Bir adam bir kılıcı kuşanıncaya ve kullanıncaya kadar bu kılıç birçok ellerden ve çeşitli sanatkârlardan geçer. Onlardan hiç biri diğerinin işini yapamaz, beceremez. Bu hususta bir iddiâda bulunamaz ve onu yapmaya kalkışamaz. Zira kılıcın demirini eritip akıtan, tasfiye eden, düzgün hale getiren onu uzatıp dövenden baş­adır. Onun demirini uzatıp döven kılıç şekline sokan, doğru ve düzgün hale getiren başkadır. Doğru ve düzgün hale getiren su veren ve bileyenden başkadır. Bileyen, kabzasının kabını ve bu kabı demirine takandan başkadır. Kabza kıs­mını çivileyen, kabzanın kına değdiği yerdeki çıkıntıları ve kının ucundaki demirden kısmı yapan kının ağaçlarını yontandan başkadır. Kının ağaçlarını yontan derisini debbağlayandan başkadır. Derisini debbağlayan tezyinatını yapandan başkadır. Teyzinatını yapan ve ucundaki demiri yerleştiren hamailini (kılıç bağı) likenden başkadır.

Eğerin, okun, okdanlığın, mızrağın, yaralayıcı ve kalkan olarak kullanılan bü­tün silahların durumu da aynı şekildedir. Türk bunların hepsini başından sonuna radar bizzat kendisi yapar. Hiç bir kimseden yardım istemez. Hiçbir dostun fikrine nürâcaat etmez. Hiçbir sanatkarın yanına gidip gelmez. Onun oyalamaları, yalan vaadleriyle ve ücretini ödemekle kafasını meşgul etmez. Avs b. Hacar avcının tavsifini yaptığı, onun kendi şahsında gerekli bütün hususları topladığını anlattığı ırada şöyle der:

"Evinden uzakta geceler, avla geçinir. Oklarını tutkalla cilalar, yontar, üzerine koyun bağırsağı geçirir."

Bununla beraber, yeryüzünde her Yunanlı filozof ve alim, her Çinli sanatkâr, her bedevi şair ve ka'if (kıyafet ilmi ile uğraşan) olmadığı gibi, her Türk de tavsif ettiğimiz şekilde değildir. Fakat, bahsettiğimiz hususlar bu milletlerde daha yaygın, daha mükemmel, daha üstün ve daha açıktır.

Diğer milletlerden ayrı olarak Türklerde kahramanlığın, biniciliğin gelişmesinin sebeplerinden ve niçin harple ilgili hususları kendilerinde topladıklarından bah­settik. Bunlar öyle hususlardır ki, çok nadir fikirleri, çok kıymetli meziyetleri gerektirir. Bunlardan bir kısmı sahibinin cömert, kuvvetli azim sahibi ve mükemmeli elde etmeye çalışan bir kimse olmasını gerektirir. Bir kısmı ise doğru hareketi, yüksek fikri, parlak anlayışı, derin görüşü gerektirir. Görmüyor musun ki, harp ile uğraşan kimsenin anlayışlı, bilgili, ihtiyatlı, azimli, sabırlı, sırrını saklayan, kültürlü, gafil olmayan, çok tecrübeli bir kimse olması, attan ve silahtan anlaması, insanları ve memleketleri denemiş olması, mekanı, zamanı, hileleri, bütün işlerin menfaatinin neye bağlı olduğunu bilmesi icabeder. [....]

     (h) Türklerin Kahtanilere ve Adnanilere karşı verdikleri cevaplar.

Ravi şunu da ilave etti: "Sonra, Türkler münakaşaya cevap vererek ve mukayese ederek Arablara sözle hücum ettiler. Şöyle dediler:

"Siz [ ...] dediniz. Eğer yakınlık bir kimseye hizmetle elde edilirse biz itaat, sevgi ve sadakat bakımından sizden daha eskiyiz. Eğer bu yakınlık akrabalıkla elde edilirse halifeye akrabalığımız sizden daha yakındır".

    Türkler şunu da ilave ettiler:

"Ayrıca, Arablar iki kısma ayrılır. Adnaniler, Kahtâniler. Kahtanilere gelince bizim halifelere akrabalığımız onlarınkinden daha yakındır. Biz, halifelerle onlardan daha sıkı kan bağına sahibiz. Zira halife, Kahtan b. Abar'ın değil, İsmail b. İb­rahim'in çocuklarındandır. İbrahim'in Kıpti olan câriyesi Hacar'dan İsmail adındaki oğlu, Süryani olan karısı Sara'dan İshak adındaki oğlu dünyaya gelmiştir. Geri kalan altı oğlunun anası ise asıl Arablardan Kantara bint Maftün[18]’dur.

Kahtanilerden olan kimsenin "Anamızın soyu sizin ananızın soyundan daha şereflidir." demesinin sebebi Kantura'nın asil Arablardan olmasıdır. İbrahim'in bu altı oğlun­dan dördü Horasan'da yerleşip "Horasan Türkleri"ni meydana getirdiler. Bizim, Kahtanilerden olan kimseye verilecek cevabımız budur.

Adnanilerden olan kimseye verilecek cevabımız ise, "Babamız İbrahim, amcamız İsmail’dir. İsmail'e olan yakınlığımız sizinki gibidir." şeklindedir.

    (i) Haysam b.`Adiyy'in sözleri

    Haysam b. Adiyy şöyle der: Mübarek el-Türki Hammad el-Türki ile birlikte otururken, "Siz Mazhic kabilesinden misiniz?" diye soruldu. Mübarek
el-Türki ise "Mazhic kim imiş? biz ancak İbrahim Halil Allah ile halifeye tanırız

(onlardanız)." dedi.

Haysam şunu da ilave etti: "Türklerin memleketlerine Mazhic kabilesinden biri gidip orada birçok çocuk edindi. Bunun için Şu`ubiyya'nın şiiri uzun bir kasidesinde Arablara karşı şöyle der.

"Türklerin Mazhic'in çocukları olduğunu, sizinle Berberiler arasında akrabalık bulunduğunu,

Onların, Basil b. Zabba ve Şufan'ın pek çok günah işlemiş olan çocukları olduklarını iddia ettiniz."

      Başka bir şair de şöyle der:

"Türkler ne vakit Mazhic[19]'in çocukları oldular? Ey insanlar duymuş olun dünyada hayret etmek isteyen insan için ne tuhaf şeyler var."

Banû Kantûra Seddi ve onların süvarilerinin Irak hurmalıklarını ne yapa­cakları hakkında bize gelen haberleri duymuşsunuzdur. Bu hadisler bütün insan­ları onlardan korkutmak ve ürkütmek için söylenmiştir. Şimdi ise onlar, İslam'ın yardımcıları, kalabalık ordusu, halifelerin hamileri, sığınakları, sağlam kalkanları ve dış gömleğin altındaki iç gömlekleri olmuşlardır (yani halifelere bu kadar yakındırlar).

Hadiste, "Türkler size dokunmadıkça onlarla sulh içinde yaşayın." denir. Bu hadis, bütün Arablara Peygamber'in vasiyetidir. Doğru olan hareket bizim Türklerle mütareke ve sulh içinde geçinmemizdir. İskender Zu'l-Karnayn'in taarruz etmeye cesaret edemediği, "onları bırakın = demesi neticesi Türk adını alan milleti ne zannediyorsun?. Halbuki İskender bu sözü her tarafı harple ve kılıçla fethettikten sonra söylemiştir.

Omar b. el-Hattab ise Türklere işaret ederek "Bu zararı çok, elde edilecek ganimeti az bir düşmandır." demiştir. Omar, bu şekilde en iyi bir kinaye ile onlara taarruzdan menetmiştir. Arablar, çetin düşmanlık hususunda darb-ı mesel irâd ederlerse "Onlar mutlaka Türkler ve Deylemler'dir." derler.

Amallas b. 'Akil b. Ullafa şöyle der:

"Başımın tepesi ağardıktan sonra ondan Türk'ün düşmanlığını Ebû Hisl’in kinini gördüm."

Ebû Hisl kelerin künyesidir. Arablar, "O kelerden daha zalimdir" derler. Zira keler yavruların yer.

Arab ordularınm kalplerini Türkler gibi titreten olmamıştır. Halaf el-Ahmar Türkler hakkında şöyle der:

"Çocuklarımı onlara rehin bıraktığımda, onları kınalı bıyıklılara (Türklere) bıraktım zannederim."

    Haysam dedi ki, Avs v. Hacar şu beyti ile onları (Türkleri) murad etmiştir: "Onların kınalı bıyık, ellerinde büyük sopalar taşıyan kimseler olduklarını görünce devemi sularından çevirdim."

     (k) Cunayd b. Abd el-Rahman ile Hâkân arasında geçen bir konuşma.

Halifenin mevlâsı İbrahim b. el-Sindi şöyle dedi: İbrâhim, devlete (Abbâsi devleti) hizmet eden kimseleri iyi tanıyan, devletin dostlarını koruyan, onların meşhur günlerini ezberleyen, insanları onlara itaat etmeye çağıran, onların menkı­belerini öğreten bir kimsedir. Sözleri ve sözlerinin manâları ulu idi. Onun dilinin bu devlete, on bin kılıç ve mızraktan daha faydalı olduğunu söylesem mübâlâğa etmiş olmam. O, Abdulmalik b. Sâlih'ten Abdulmalik babasından naklederek bize şunları söyledi:

Bir defasında Horasan valisi Cunayd b. Abdurrahmân Türk hükümdarı Hiıkân ile karşılaştılar. Hakan'ın durumu ve kuvveti Cunayd'i korkutup dehşete düşürdü, birlikleri ve ordusu onun gözüne çok göründü, üzerinde çok fena, bir tesir bıraktı. Hakan bu vaziyeti ve Cunayd'in içinde bulunduğu ruh halini anlayınca ona şu şekilde bir haber gönderdi:

"Korkma! Ben sana bir fenalık yapmak istesem, bu şekilde bir şey yapmadan yerimde durmazdım. Kuvvetlerinin eksik tarafını önceden gördüm. Eğer sana galip gelmek veya bir kötülük yapmak isteseydim düşünmeye fırsat bırakmadan kuvvetlerini tozla duman ederdim. Bu hileyi öğrenip de başka Türklere tatbik etmeyeceğini bilsem kuvvetlerin ve tabyandaki eksik ve hatalı tarafı sana gösterirdim. Senin akıllı ve sülâlen arasında şerefli, faziletli ve dinini iyi bilen bir kimse olduğunu duydum. Dininizi tanıyabilmek için sana dini hükümlerinize dâir bazı şeyler sormak istedim. Sen bana maiyetinle gel, ben de sana yalnız başıma çıkayım. Şahsım için bu hususta gerekli bazı şeyleri sana soracağım. Sakın benden kuşkulanıp endişeye düşme. Benim gibi bir adama gadretmek yakışmaz. Benim gibi bir kimse önce hile ve hudasından emin edipte sonra verdiği sözü bozan bir insan değildir. Biz işlerimizde hile yapmayan bir milletiz. Hileyi sadece harpte mubah sayarız. Eğer harp hilesiz olacak olsa hileyi harpte dahi mübah görmezdik.

Bunun üzerine Cunayd yalnız başına ordudan ayrıldı. Hakanla her ikisi saf­lardan. ayrıldılar.

Cunayd — İstediğini sor. Beğendiğim bir cevap bulursam veririm. Aksi taktirde bu hususu benden daha iyi anlayana havale ederim.

     Hakan — Zina eden bir kimse hakkındaki hükmünüz nedir?

Cunayd — Bize göre zina edenler iki kısımdır. Birincisi, kendisine başkalarının namusuna göz dikmeye ihtiyaç bırakmaması, komşuların namusundan menetmesi için bir kadın verdiğimiz kimse, ikincisi ise kendisine böyle bir imkân vermediğimiz kimse (yani evli olan ve evli olmayan).

Evli olmayana yüz sopa atarız. Ayrıca, bu cezayı tatbik ederken onun kötü şöhretini artırmak, herkesin kendi namusunu ondan sakınmasını temin etmek için her tarafa onu tanıtmak, teşhir etmek, tekrar aynı hareketi yapmasına mani olmak, onun yaptığını yapmak isteyenlerin önüne geçmek maksadı ile büyük bir kalabalığı hazır bulundururuz[20]. Böyle bir hareketi yapmaya muhtaç bırakmadığımızı (evliyi) öldürünceye kadar taşlarız.

Hakan — İyi ve güzel. Büyük bir tedbir. Namuslu bir insana zina isnat eden kimse hakkındaki hükmünüz nedir?

     Cunayd — Biz, böyle bir kimseye seksen sopa atarız. Şahadetini kabul ve hiç

bir sözünü tasdik etmeyiz[21].

     Hâkân — İyi ve güzel. Büyük bir tedbir. Hırsız hakkındaki hükmünüz nedir?

Cunayd — Bize göre hırsız iki kısımdır. Birincisi, duvarları delerek veya ev­lerin üzerinden aşağıya sarkarak başkalarının muhafazalı yere koydukları malı almak için yol bulan kimse ki, onun, malı çalarken, duvarı delerken kullandığı ve duvara tutunduğu elini keseriz.[22] Diğeri ise yolları tehdit edip yol kesen, başkalarının malını soyan, silah çeken ve mal sahibi malını müdâfaa edecek olursa onu öldüren kimsedir. Böyle bir kimseyi öldürür, insanların gidip geldiği yolların üzerinde çar­mıha gereriz.

Hakân — İyi ve güzel. Büyük bir tedbir. Gasbeden ve başkalarının malını yağmalayan kimse hakkındaki hükmünüz nedir?

Cunayd — Gasp edilmesi, başkalarının malının yağmalanması, bazı hafif suç­ların işlenmesi ve yenip içilen şeylerin çalınması gibi şüpheli olan, hata gibi ihtimal­lerin bulunması muhtemel olan bütün şüpheli suçlarda ve hırsızlıktan başka bir hareket ihtimali bulunan konularda el kesmeyiz.

Hakan — İyi ve güzel. Büyük bir tedbir. İnsan öldüren ve burun, kulak gibi şeyler kesen kimse hakkındaki hükmünüz nedir?

Cunayd — Bu hususlardaki hükmümüz "Cana can, göze göz, buruna burun, kulağa kulak, dişe diş, yaralamalara ise kısas (aynı cezayı tatbik)'tır. Bir adamı on kişi öldürürse kısas olarak bunların hepsini öldürürüz. Güçlü kuvvetli bir adamı cılız bir adama karşılık öldürürüz. El ve ayak hakkındaki hükümler de aynıdır.

Hakan — İyi ve güzel. Büyük bir tedbir. Yalancı, koyucu, saygısız (sık sık gaz kaçıran) kimse hakkında ne dersiniz ?

Cunayd — Biz, böyle kimselere sürgün, ahâliden uzaklaştırma, hor bakma gibi cezalar veririz. Sahadetlerini kabul etmez, verdikleri hiç bir hükmü muteber saymayız.

     Hakân — Sadece bu mu?

     Cunayd — Dinimize göre verilecek cevabımız budur.

Hakan — Bana göre kovucu insanların arasını tutuşturan kimsedir. Böyle bir insanı, hiç bir kimseyi göremeyeceği bir yere hapsederim. Alenen yellenenin kıçını dağlar, bu hareketi yapan azasını cezalandırırım. Yalancıya gelince, sizin, hırsızın elini kestiğiniz gibi ben de onun yalan söyleyen azasım keserim. İnsanları güldürüp onları hafif meşrepliğe alıştıran kimseyi ise idarem altındaki yerlerden sürgün ederim. Onu memleketimden çıkarmak suretiyle tabaamın fikirlerini ve zihniyetini düzeltirim.

Salih şöyle dedi: Cunayd b. Abdurrahman, Hakan'ın bu sözleri üzerine "Siz hükümlerinizi aldın caiz görüp görmemesine, fikir ölçünüz bakımından güzel olup olmamasına göre ayarlıyorsunuz. Biz ise peygamberlere tâbi olan, insanları aklımıza göre idâreye kendimizi selahiyetli bulmayan bir milletin (ümmetiz). Çünkü, Allah bize faydalı olan şeylerin iç yüzünü, hadiselerin sırrını ve mahiyetlerini, se­merelerini ve sonuçlarını bilir. İnsanlar ise bunu bilmezler. Her şeyin dış yüzüne göre hüküm verirler. Zira, nice tedbirsiz kimseler kurtuluşa erdiği halde, nice ihtiyatlı ve tedbirli kimseler felakete uğrarlar, dedi.

Bunun üzerine Hakan ona, "Sen bundan daha değerli söz söylemedin. Bu sö­zünle kalbime derin bir kaygu attın." dedi.

     İbrâhim Abdulmalik'ten, Abdulmalik Salih’ten Cunayd'den nakleder. Cunayd şöyle demiştir: "Bu Türk’ten daha vefalı, daha insanı, daha anlayışlı, daha zeki birini görmedim. Onunla gündüzleyin üç saat karşılıklı olarak konuştuk. Dilin­den başka hiç bir yeri kımıldamadı. Ben de dilimden başka hiçbir yerimi kımıldat­madım."

    İşte, Türk hükümdarlarım bu şekilde tavsif ederler.

     Cahiz'in bir nakli.

Söylediklerine göre, Sasan ile Hakan bir vadinin dönemecinde saflarından ayrılıp karşı karşıya durarak konuştular. Aralarındaki konuşma uzun sürdü. Yerlerinden ayrılıp geri döndüklerinde, oradakiler, "Hakan Kisra'dan daha vakur ve daha edepli idi. Kisra’dan atı ise Hakan'ın atından daha vakur ve daha edepli idi. Bu konuşma esnasında, Hakan'ın sadece dili kımıldadı. Atı ise hazan bir ayağını bazen diğer ayağını kaldırıyordu. Kisra'nın atı olduğu yere kalıpla dökülmüş gibi duruyordu. Kendisi ise bazen başını kımıldatıyor ve eliyle işaret ediyordu." dediler.

Derler ki, tuhaf şeylerden biri de şudur: Harplerde Hariş b. Ka'b Hazm'a karşı, Hazm Kinda'ye karşı, Kinda Hâriş b. Ka`b'a karşı duramaz. Yine söylerler ki, "Bunun gibi harpteki tuhaf şeylerden biri de şudur: Arablar Türkler'e, Türkler Rumlar'a, Rumlar Arablar'a karşı duramaz."

     (m) Cahm b. Şafvan'ın sözleri.

      Cahm b. Şafvan şöyle der:

"Biz, Farslarla Türkler arasında cereyan eden harpleri biliyoruz. Nihayet, sıhriyet yolu ile Hakan'ı kendi tarafına çekmek ve zararına mani olmak için Kisra Perviz, Hakan'ın kızı Hatun ile evlendi 246. Yine biz, Farslarla Rumlar arasında geçen harpleri, nasıl zaferi bazen bir tarafın hazan diğer tarafın elde ettiğini hangi sebeple Mada'in ve Süsa da zeytin ağaçları dikildiğini, ne sebeple Rumiyya'nın kurul­duğunu Kisra'nın İstanbul'un karşısına, boğazın üzerine mecusi mabedleri ve ateşgedeleri yaptırdığını da biliyoruz. Lâkin, ne zaman ki Rumlar Horasan Türk­lerini birbiri peşine yendiler bunun tesir ettiği son eve kadar(?) ve burada cereyan eden türlü hadiseler üzerine, bu soya giren yabancı unsurlar hakkında darb-ı mesel irad ettiler.

Hakan'ın kızı Hatun, Hüsrev Perviz'in yanında idi. Bu kız, ondan Şiravayh'i doğurdu. Bu Şiravayh, Perviz'den sonra hükümdar oldu. Şiravayh ise Maryam bint Kayşar ile evlendi. Maryam, ondan Valid I'in oğlu Yazid el-Nakiş'ın anasının babası Firâz'u dünyaya getirdi. Bunun için, Yazid "Ben dört hükümdarın; Kisra, Hakan ve Mervan’ın torunuyum.” derdi. El-Valid b. Yazid b. Atika’yı öldürdüğü muharebelerde şu beyti inşad ederdi.

"Ben Kisra'nın oğluyum. Babam Hakan, dedem Kayşar, diğer dedem ise Marvan'dır."

Şiirinde cesaretinden ve harpçiliğinden bahsedince sadece Hakan ile övünür ve şöyle derdi:

"Ben önüme (yönelerek) ve arkama doğru ok atıyorsam ve tay üzerinde kaygan dağdan iniyorsam buna şaşmamak gerekir. Şunu bil ki dedem Hakan'dır. Onun düzlükte ve yüksek dağlarda yaptıklarını hatırla."

Buradaki (doğarım) kelimesi inerim manasınadır. Bu mana Şam halkının kullandığı bir şekil olup onlar bu manayı eskiden oraya gelen arablardan almışlardır. Yazid, burada hayvanın tay olduğunu söyledi. Zira, tay daha hızlıdır ve daha sık sağa-sola sapar, daha serkeştir.

(n) Fail b. el- Abbas b. Razin'in sözleri.

Fail b. el-'Abbas b. Razin şöyle der:

"Bir gün üzerimize Türklerden bazı süvariler geldi. Dışarıda ne kadar adam varsa hepsi kalelerine girip kapılarını kapattılar. Türkler ise gelip bu kalelerden birini kuşattılar. İçlerinden bir süvari kendilerini kaleden gözetleyen bir adam gördü. Bu süvari ona, "İnip kapıyı açmazsan seni hiçbir kimseyi öldürmediğim bir şekilde öldürürüm." dedi.

       Abbas dedi ki; "Bunun üzerine kaleden bakan adam inip ona kapıyı açtı. Türkler içeriye girip ne varsa alıp götürdüler. Türk, onun en muhkem ve en emniyetli yerde iken inip kapıyı açmasına hayret etti. Sonra Türk, bu askeri tekrar bizim kalenin yanına getirip "Bunu benden satın alın." dedi.

Biz, "Ona ihtiyacımız yok." dedik.

O, "Ben onu bir dirheme dahi satacağım". dedi. Bunun üzerine ona bir dirhem attık. O da bu esiri serbest bırakıp arkadaşları ile çekip gitti. Pek geçmeden tekrar dönüp sesini işiteceğimiz bir yerde durdu. Onun bu hareketi bizi ürküttü. Aldığı dirhemi ağzından çıkararak ortasından iki parçaya böldü. "O adam bir dirheme dahi değmez. Onun için bu kadar fidye vermeniz su götürmez bir aldanmadır. Şu yarımı, alınız. O, herhalde diğer yarımla dahi pahalıdır." dedi.

El-Fazl şunu da ilave etti: "Hakikaten bu Türkü insanların en zarifi olarak buldum". Sözüne devamla dedi ki, "Kalenin kapısını açan şahıs korkaklığı ile meşhur biri idi. Türklerin harplerde şehirlere girmek ve nehirleri geçmek hususundaki hile­lerini duyduğundan, bu Türkün mutlaka bir şeyler bildiği için kapıyı açtırmak hu­susunda tehditlerde bulunduğunu zannetmişti.

 

     (ö) Şumama b. Aşras'in başka bir nakli.       

     Şumama şöyle dedi:

"Küçük karıncalar, insanlar içinde sadece Türklere benzetilir. Zira her küçük karınca kendi başına müstakil olarak yiyeceğini saklamayı, ince kokular hissetmeyi, sakladığı yiyecekler bitmesin diye kabuklarını çıkarmayı ve biten kısımlarının alınmasını bilir. Bu karıncalar, insanların yaptıkları gibi erzak koydukları kapların ağızlarını tıkamayı, etraflarını kılıflamayı, yiyeceklerini muhafaza etmeyi, onları kazıklara asmayı, soğuk tutacak kaplara koymayı bilirler…. küçük karıncanın arkadaşı ile olan durumu gibidir.

      Ebü Musa el-Aş'ari şöyle demiştir: 262

"Küçük karıncalara varıncaya kadar her cins hayvan bir reise ve idareciye muhtaçtır.".

  Ebü 'Amr el-Zarir şunları rivayet eder:

"Küçük karıncaların delili (kılavuzu), önce Allah tarafından kendisine verilen bir hassasiyet ve ince hislilik sayesinde kokusunu aldığı bir şeye doğru yuvasından çıkarak onu götürmeye ve nakletmeye çalışan, bütün gayretini sarfettikten sonra âciz kalınca gelip diğerlerine haber veren ve yuvadan tekrar o şeye doğru geri dön­düğü zaman diğer karıncaların arkasından uzun ve siyah bir iplik gibi çıktıkları karıncadır. Yeryüzünde her küçük karınca diğeriyle karşılaşınca mutlaka du­rup onunla bir şeyler konuştuktan sonra ayrılır.

Aynı şekilde Türklerin her biri kendi işini kendisi yapar. Bununla beraber, her cins eşyada, nebatta, cansızlarda bir derece farkının olması zaruridir. Hepsi ile kıymetli olmasına rağmen maden cevherlerinin değerleri farklı, hepsi de süratli koşmalarına rağmen soy atlar birbirinden üstündür."

     (p) Eserin telifinde tâkip edilen metod.

Bu eserde, bütün sınıfların menâkibi hakkında bize kadar gelenlerden ve bu konuda ilmimizin erdiği kadarından bahsettik. Eğer yazdıklarımız gerçeğe uygunsa, bu Allah'ın muvaffakiyeti ve iyiliği sâyesindedir. Niyetimizin iyiliğine, içimizdeki samimiyete, halifeye yakın olmak için elimizden geleni yapmamız meselesine gelince bu hususta elimizden geleni yaptık. Bir şeyi ihmal ederek ve ele geçen fırsatı kaçıra­rak eksik yapmak ile acizlik ve azmin zayıflığı dolayısıyla eksik yapmak arasında fark vardır.

Bu kitap munakazat (cedel) veya masâ'il ve cavabat kitaplarından olsa ve bu sınıflardan her biri diğerine karşı tenkitte ve kendi meziyetlerini saymada ileri gidecek olsa, kardeşinin eksikliğini meydana çıkarmak suretiyle dahi olsa kendisini yükseltmek gâyesini gütse idi, eser daha çok yapraklı büyük bir kitap olur, müelli­finin alim ve geniş bilgi sahibi bir kimse olduğuna hükmedenlerin sayısı daha fazla bulunurdu. Fakat biz, insanların arasını bulan azın, onları birbirinden uzaklaştıran çoktan daha değerli olduğu neticesine vardık. Aksi şekilden Allah'a sığınır, bu ko­nuda onun yardımını ve kılavuzluğunu dileriz. O, her şeyi işiten, herkese yakın bu­lunan ve dilediğini istediği gibi yapmaya muktedir olan bir kimsedir.

Kitap burada tamam oldu. İyiliği sadece Allah yapar. Kuvvet ve kudret O'nun elindedir. Doğruya muvaffak kılan da O'dur.

 

 

 



[1] Ebü Ishak Muhammed b. Harun el-RaşId el-Mu'tasim bi Allah el AbbasI, hicrl, 218 yılında halife olmuştur. Amorium'un fatihi, Samarra'nın kurucusudur. Hicri 227 (842 m.) senesinde Samarra'da vefat etmiştir

[2] Ebu'l-.Abbas 'Abdullah b. Harun el-Raşid el-Me’mun  el- Abbasi, Abbasilerin yedinci halifesi olup hicri 198 yılında halife olmuş, Mansur tarafından devam ettirilen ilmi ve felsefi eserlerin tercümesini tamamlamaya çalışmış, 218 hicri (833)'de vefat etmiştir (Tarih Bağdad X, 183-192; Marüc II, 248-269; Favat I, 501-505; el-Fihrist I, 116)

[3] Küçük yaşta binildiği için bacakları eğrilen bir atın cinsinden gelen atlara verilen umumi isim.

[4] Haricilerden Nüfi' b. el-Azrak el-Hanafinin taraftarlarına denir.

[5] Haricilerden Nacda b. 'Amir'in taraftarlarına denir.

[6] Haricilerden       Abdullah b. İbaz el-Murri el-Tamiminin taraftarlarına denir. Bugün, Cezayir,

Zengibar ve Oman'da yaşamaktadırlar.

[7] Haricilerden Ziyad b. el-Asfar'in taraftarlarına denir.

[8] Yemen’de İranlıların neslinden doğmuş olanlara verilen umumi isim.

[9] Peygamber tarafından ganimetlerin, bu tarzda taksimi sadece Hayber'in fethinden alınan ganimetlerde tatbik edilmiştir.

[10] Bugünkü Abadan yakınında bir yer. Eskiden Basra'nın limanı idi.

[11] Hadis, "Türkler size dokunmadıkça onlarla sulh içinde geçinin." (İbn el-Fakih 316; Tafzil el-Etrak 42)

[12] El-Katül, kanal manasınadır. Bağdad haricinde, Vasit'ın üst tarafında bulunan Dicle'den alınma bir kanaldır. Bu kanal, Halid b. 'Abdullah el-Kasri tarafından açılmıştır. Halid bu kanala "el-Mübarek" ismini vermiştir. Fakat, buradaki ifadeden, bu kanalın Bağdad'a yakın olduğu anlaşılıyor.

[13] Mancınıktan daha küçük, taş atmaya yarayan bir alet.

[14] Rutayla; mancınık veya dabbaba gibi şeyleri nakletmekte kullanılan ufak tekerlekli bir vasıta.

[15] Eskiden kale muhasaralarında kullanılan ve bir nevi bu günün tankının yerini tutan harp aleti.

[16] Dirhemin 1 /6'sı. Muhtelif mıntıkalara göre miktarı değişir

[17] Dirhemin veya herhangi bir şeyin 20 veya 24'de biri. Miktarı çeşitli memleketlere göre değişir

[18] İbn Habib şöyle der: "İbrahim Peygamber'in çocukları şunlardır. Umm el-valad olan Hacer'den doğan İsmail, Laban b. Başvil'in kızı Sara'dan doğan İshak, diğerleri yani Madyan, Madûn, Yakşûn, Zimrun, Aşbuk, Şuhh ise asıl arablardan olan Kantura bint Maftün'dan doğmuşlardır. İbrahim bunlardan Madûn, Aşbûk, Şuhh’u diğerlerini de ilave ederek doğuya gönderdi. Bu üçü Horasan'a yerleştiler. Orada evlat edindiler. Horasan Türkleri bunlardandır.

[19] Mazhic, Kahtanilerin Kahlân koluna mensup bir kabile. Ekseriyetle Yemen'de otururlardı.

[20] "Zina eden erkek ve kadından her birine yüzer sopa atınız. Eğer Allah'a ve ahiret gününe inanıyorsanız, Allah'ın dininin hükümlerini tatbik hususunda içinizde onlara karşı bir acıma hissi uyanmasın. Bunların cezalandırılması esnasında müminlerden bir topluluk da hazır bulunsun." ( Kur' an XXIV, 2).

[21] "Namuslu kadınlara zina isnat edip te bu iddialarını ispat için dört şahit getirmeyenlere seksener sopa atınız. Şahadetlerini ebedi olarak kabul etmeyiniz. Asıl fasıklar onlardır." (Kur'an XXIV, 4, 23).

[22] "Hırsız kadın ile erkeğin ellerini Allah'tan ceza olarak kesiniz." (Kur'an V, 38).

Konunun pdfisi için tıklayınız.

Kaynak: Ebu Osman Amr b. Bahr el-CAHİZ, Çeviren: Ramazan Şeşen, Hilafet Ordusunun Menkıbeleri ve Türklerin Faziletleri, Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü, Ankara, 1988.

  
803 kez okundu

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yapmak için tıklayın
Ziyaret Bilgileri
Aktif Ziyaretçi3
Bugün Toplam500
Toplam Ziyaret1032730
Saat