• Anasayfa
  • Favorilere Ekle
  • Site Haritası
    • Görsel Destekli Tarih Videoları Sesli Tarih Menüsünde
    • Özgün Tarih Materyalleri
    • Tarihi Fıkralar
    • Tarih Yazılısından İnciler
    • Tübitak Tarih Proje Örnekleri
    • Sınavlar Bölümünde Bilgilerinizi Test Edebilirsiniz
    • Peygamberimizin Hayatı ve Örnek Ahlakı
    • KPSS Sunuları Yenileniyor
    • Bulmacalarla Tarih Öğreniyorum
    • Tarih Sunuları için tıklayınız.
    • En güncel tarih sunuları burada.
TÜRKİYE İKTİSAT (EKONOMİ) TARİHİ 1908-1980

TÜRKİYE İKTİSAT (EKONOMİ) TARİHİ 1908-1980

Hazırlayan

Arif ÖZBEYLİ-Emekli Tarih Öğretmeni

GİRİŞ

Türk ekonomisi 1908’den 1980’e nasıl bir gelişim ve değişim göstermiştir onu incelemeye çalışacağız. Türk ekonomisinin Osmanlı Devleti’nden Cumhuriyete geçiş döneminde eski mirası devralarak girdiği ve önceki dönemin bazı iktisadi politikalarını devam ettirdiği söylenebilir. Türkiye Cumhuriyeti en azından kapitülasyonların yıkıcı etkilerinden kurtulmuştur, ancak yetişmiş insan gücünü savaşlarda kaybettiği ve yeterli sermaye sahibi olmadığı için ekonominin toparlanması zaman almıştır. Sermayedar oluşturma çabaları aynı İttihat ve Terakki yönetiminde olduğu başarısız olmuş ve korumacı-devletçi bir ekonomik sistem uygulanmak zorunda kalınmıştır. Bu durum bir yönüyle Türk ekonomisine zaman kaybetmiştir.  

Yeni Türk devletinde zamanla karma ekonomi denen bir düzen oluşmuştur. Hem özel teşebbüsün hem de devletin yer aldığı bir sistem oluşmuştur. Fakat bu da devletçilikle, özel teşebbüsü savunan iki anlayış arasında gidip gelmelere ve tartışmalara yol açmıştır. Zamanla bazı alanları kamu iktisadi teşebbüsleri kapladığı için, özel teşebbüs bu alanlarda yatırım yapamamıştır. Yapılan özelleştirmelerde yanlış politikalar ve politik yaklaşımlar yüzünden yeterince verimli olmamıştır. Kısacası politik kavga ve çatışmalar her alanda olduğu gibi bu alanda da yaşanmış ve sağlıklı bir yol haritasının belirlenmesine engel olmuştur.

 Bugün devlet eliyle yürütülen ekonomik faaliyet neredeyse yok gibidir. Liberal bir ekonomik sistemin uygulandığı söylenebilir. Fakat Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşundan bugüne kısa süreli ekonomik istikrar dönemleri olsa da Türk ekonomisi maalesef istenen uzun süreli istikrar dönemleri yakalayamamıştır.

 

I. DEVRİM VE SAVAŞ YILLARI: 1908-1922

 

1924 yılında yayımlanan “Modern Türkiye” başlıklı kitabında E. G. Mears şunları yazıyordu: “Yabancı sermayenin etki alanının Osmanlı İmparatorluğundan daha geniş olduğu bağımsız bir devlet herhalde yoktur. Bu miras sadece ekonomik girişimleri ilgilendirmekle kalmaz. Türkiye'nin politik ve toplumsal hayatının tümüne etkilerini yayar... Siyasî denetim sağlamanın en güvenceli ve en basit yöntemlerinden biri sermaye kaynakları üzerinde egemenlik sağlamaktır. Eski Osmanlı İmparatorluğu, şaşılacak derecede dış mali çıkarlara ipotek edilmiş durumda idi.”

Bu ifadeler Osmanlı Devleti’nin son döneminde yönetimi elinde bulunduran İttihat ve Terakki yönetimi ile Osmanlı mirasını devralan yeni Türk Cumhuriyeti yönetiminin nasıl bir mirasla karşı karşıya kaldıklarının resmidir.

Bu dönemin ekonomik özellikleri kısaca şu şekildedir: Birinci olarak, dünya ekonomisi içerisinde hammadde ihracatçısı, sınai ürün ithalatçısı olan bir ekonomik yapı söz konusudur. Osmanlı İmparatorluğu 19. Yüzyılın başlarında kendi kendine yeterli iken yüzyıl sonra iç tüketiminin % 80-90’ı ithal malı iplik ve kumaşlardan sağlanıyordu. Sanayi geriliğinin tipik bir belirtisi Cumhuriyet Türkiye’sinin ilk sanayileşme hamlesini “üç beyazlar” sloganının simgelenmesi ile ortaya çıkar. Bunlar bir sanayi kolu olduğundan şüphe olmayan tekstil dışında, aslında birer tarımsal ürün sayılması gereken un ve şekerdir. Gerçekten de bu dönem, Amerika ve Avrupa unlarının rekabeti karşısında ezilen yerli değirmencilerin sorunları, iktisat tartışmalarının önemli konularından birini oluşturmuştur.

1913 ve 1915 yıllarında yapılan sanayi sayımları, bugünkü Türkiye sınırları içinde kalan Batı Anadolu ve Marmara bölgelerinde, yani ülkenin en gelişmiş yörelerinde, 1908'den önce kurulmuş, sınai tesislerin, 20 un değirmeni, 2 makarna, 6 konserve, 1 bira fabrikası, 2 tütün mağazası, 1 buz, 3 tuğla, 3 kireç, 7 kutu, 2 yağ, 2 sabun, 2 porselen imalathanesi, 11 tabakhane, 7 marangoz ve doğrama atölyesi, 7 yün, 2 pamuklu iplik ve dokuma, 36 ham ipek, 1 ipekli dokuma ve 5 «sair» dokuma fabrikası, 35 matbaa, 8 sigara kağıdı, 5 madeni eşya ve 1 kimyasal ürün fabrikasından ibaret olduğunu ortaya koyuyor. Şüphesiz bu liste, 1908'den önce kurulup sayım tarihinde tasfiyeye uğramış kuruluşları ve Adana, Samsun ve Tarsus'ta var olduğu bilinen birkaç sınai tesisi kapsamadığı için, Meşrutiyet öncesi Türkiye sanayiinin eksiksiz bir dökümünü vermemektedir. Ancak, ülkenin sınai profilinin büyük bölümünü içerdiğinde şüphe olmayan bu kuruluşlar, 1908 yılında çağdaş anlamıyla bir Osmanlı sanayiinin var olmadığını açık-seçik ortaya koymaktadır.

Ancak, Osmanlı İmparatorluğunun yarı-sömürge niteliğinin açık belirtisi, dış borçlanmalar-Düyun-u Umumiye- sürekli imtiyazlar arayarak ülkeye giren yabancı sermaye yatırımları- giderek ağırlaşan ve yaygınlaşan kapitülasyonlar zinciri sonunda ülke yönetiminin önce iktisadi, sonra büyük ölçüde askeri ve siyasi alanlarda emperyalizmin denetimine girmiş olması idi.

1908-1922 döneminin siyasi iktidar düzlemindeki ana aktörleri 1908-1918 arasında İttihatçılar, 1918-1922 arasında ise Kemalist devrimcilerdi.

1908-1922 döneminin ana özelliği, ulusal nitelikteki bir kapitalizme yöneliş olmakla birlikte, bu hareketin karşısına çıkan çeşitli nesnel ve öznel engeller hiçbir zaman tamamen aşılamamış; bu yüzden köktenci bir dönüşüm gerçekleşememiştir. Neydi bu engeller?

Nesnel engellerin başında ekonominin, yarı-sömürge statüsünün yarattığı, derin bağlılık ilişkileri gelmekteydi. Bu ilişkiler toplumun yapısına, salt siyasi-hukuki operasyonlarla giderilemeyecek derecede nüfuz etmişti.

Birinci Dünya Savaşı’nın bitimine kadar genellikle milliyetçi ve bağımsızlıkçı kadrolar iktidarda olmakla birlikte, bunlar, uluslararası sermayenin ve büyük devletlerin Osmanlı İmparatorluğu üzerindeki kurumsallaşmış ve güvenceler altına alınmış denetim, müdahale ve baskı mekanizmaları karşısında çaresiz kalmışlar; sonunda “büyük güçlerden hangisine yanaşmak ehvendir?” sorusuna sığınmışlardır.

Demokratik bir devrim hareketinin karşısına çıkan bir diğer nesnel engel, 1908’i izleyen 14 yılın hemen hemen kesintisiz bir dizi isyan ve savaşla dolu olmasından doğar. 

Ulusal nitelikte bir kapitalizme yönelişin karşısına çıkan belki de en çetin engel, Türk burjuvazisinin cılızlığından kaynaklamakta idi. Bir Osmanlı burjuvazisi şüphesiz ki vardı; ancak bu sınıfın üç belirgin niteliği, sanayide değil ticarette ( ve özellikle dış ticarette) gelişmiş olması, buna bağlı olarak komprador (aracı) (Yabancı ortaklıklar yararına çalışan yerli aracı, acenta) bir özellik taşıması ve büyük ölçüde gayrimüslim ( Rum, Yahudi, Levanten, Ermeni) ( Levanten: Özellikle Tanzimat sonrasında büyük liman kentlerinde yoğunlaşan ve ticaretle uğraşan, yabancı Hristiyanlara verilen ad, tatlı su Frengi.) unsurlardan oluşması idi.

Genel olarak burjuva ideolojisinin iktisat politikalarına uzanan iki ana kolu olduğunu; bunlardan birinin ulusal bir kapitalizme, diğerinin ise serbest ticaretçi, entegrasyoncu ve beynelmilelci bir gelişme biçimine angaje olduğunu; 19. yüzyılda her iki kolun Batı düşünürleri arasında partizanları bulunduğunu belirtelim. 20. yüzyıl başlarında Türkiye koşullarında bu tavırlardan ikincisini benimseyen etkili bir siyasetçi ve aydın grubun varlığı, ulusal bir kapitalizmin gelişmesine karşı öznel bir engel olmuştur.

Bu “beynelmilelci burjuva” yaklaşımının Osmanlı İmparatorluğundaki iki tipik temsilcisi, Sakızlı Ohannes Paşa ile M. Cavit Bey'dir. Ohannes Paşa 1881'de yayımladığı Mebadi-i İlm-i Servet-i Milel, Cavit Bey ise 1900'de basılan İlm-i iktisat başlıklı ve büyük ölçüde çağdaş liberal Fransız iktisatçılarından kaynaklanan kitaplarında, ekonomiye devlet müdahalesine ve korumaya şiddetle karşı çıkarak içte ve dışta ,”liberal” iktisat politikalarının partizanlığını yaptılar. Bu eserler bizim incelememizin başlangıç tarihinden önceye ait olduğu için dönemin fikir hareketleri arasında sayılmayabilirler. Ancak, M. Cavit Bey'in, sadece bir iktisatçı değil, aynı zamanda İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin önderlerinden biri, Meşrutiyet sonrasının etkili (ve liberalizmin kuramcılığını yapan) yayın organı Ulum-ı İktisadiyye ve İçtimaiyye Mecmuası'nın kurucusu ve Haziran 1909 ile Birinci Dünya Savaşı'nın sonu arasında kurulan hükümetlerin çoğunda Maliye veya Nafia nazırı, hükümette yer almadığı zamanlarda dahi tüm iktisat politikası sorunlarında büyük otorite sayılan bir kişi olduğu dikkate alınmalıdır. olduğu dikkate alınmalıdır. Cavit Bey'in sistemli olarak savunduğu iktisat politikaları, “serbesti-i ticaret”, tarımsal ihracata dayalı ihtisaslaşma yabancı sermayeye karşı açık kapı, piyasalara devletin “adem-i müdahalesi” (müdahale etmemesi) unsurlarına dayanıyordu. Bu politikaların 20. yüzyıl başlarındaki Osmanlı toplumunun koşullarında, sanayi tabanlı bir ulusal kapitalizmin ve sanayi burjuvazisinin değil, dışa bağımlı bir piyasa ekonomisinin ve bir ticaret burjuvazisinin gelişmesi anlamına geleceği söylenmelidir.

Öznel (ideolojik) düzlemde, yukarıda değinilen liberal okulların simetrik kanıtı olan, korumacı sanayileşmeye yönelik ve devlet teşvik ve müdahaleleri ile bir milli sanayi burjuvazisinin “yetiştirileceğini” savunan bir “milli iktisat” okulu da vardı. Tevfik Çavdar ve Zafer Toprak'ın çalışmalarında gösterildiği gibi, 19. yüzyılın sonlarında Ahmet Mithat ve Musa Akyiğitzade tarafından savunulan (ve “liberal” tezlerle yaşıt olan) bu tez dış ilhamını Alman tarihçi okulunun korumacı doktrininden alıyor ve sanayileşmeyi kalkınmanın anayolu olarak görüyordıı.1908’i izleyen yıllarda bir kısmı İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin etkili mensupları olan Ziya Gökalp, Yusuf Akçura, Tekin Alp gibi düşünürler iktisadiyyat Mecmuası ve Türk Yurdu gibi yayın organlarında bu okulun ana savlarını yaymaya başladılar. Bu görüşlerin Harb-i Umumi koşullarında liberal tezlerden daha fazla karşılık bulduğu anlaşılmaktadır.

«Milli iktisat» görüşü, gerekirse savaşın yarattığı kıtlık koşullarından yararlanarak ve devlet desteğiyle bir yerli ve milli burjuvazinin yetiştirilmesi gerektiğini; bunun hem mümkün, hem de kalkınma ve modernleşme için zorunlu olduğunu ileri sürmekte idi. Bu sayın geçerliliği, ileride de göreceğimiz gibi, 1920'li yılların sonuna kadar sınanmış sayılabilir. Elde edilen sonuç, amaçlanan hedef bakımından pek de verimli olmamakla birlikte, bu yolun sınanması herhalde kaçınılmazdı. Burjuva ideolojisinin beynelmilelci değil milliyetçi varyantını ifade eden bir görüşün, 20 yüzyılın başlarında bir yarı-sömürge ülkede “yerli burjuvazinin yetiştirilmesi”ne dönük bir programı içermesi ve bu programı sınaması başlangıçta adeta zorunludur.

Kısacası 1908-1922 döneminin nesnel ve öznel koşulları, Türkiye’de ulusal nitelikte bir kapitalizmin filizlenmesi için de bazı olumlu etkenler içermekte idi.

1908-1922 dönemindeki iktisadi gelişmeleri belirleyen politikaları, kapitalist bir devletin kurumlaşması doğrultusundaki yasal düzenlemeler, sanayileşmenin ve şirketleşmenin teşviki doğrultusundaki çabalar, ekonomik bağımsızlık yönünde atılmaya çalışılan ilk adımlar ve nihayet Harb-i Umumi’nin ve Milli Mücadele’nin Anadolu’dan yürütülmesi sırasında uygulanan savaş ekonomisi yöntemleridir.

  1914-1922 yıllarının getirdiği tüm yıkıma rağmen, savaş yıllarının bitiminde Anadolu ekonomisi savaş öncesine kıyasla biraz daha bütünleşmiş, daha ulusal bir nitelik kazanmış bulunuyordu.

1915 yılında pamuklu dokuma tüketiminin sadece % 9.5'i, pamuk ipliğinin ise % 20.5'i üretimle, gerisi ithalatla karşılanmakta  idi

Savaş yılları bu cılız ekonomik yapıyı derinden sarsmıştır. Erkek nüfusun çok önemli bir bölümünün silah altına alınması ve genel savaş koşulları, savaşın ilk yıllarında tarımsal üretimde önemli daralmalara yol açtı. V. Eldem'in hesaplamalarına göre 1914-1918 arasında buğday üretimi % 47, tütün % 51, kuru üzüm % e54, fındık % 65, yaş koza % 69 düşmüş; koyun sayısı % 45, keçi sayısı % 33 azalmıştı. 1919-1922 yıllarına ait rakamlar bulunmamakla birlikte, silah altındaki nüfusun bir miktar azalmış bulunması sayesinde üretimdeki gerilemenin son bulmuş olması beklenebilir.

1908-1922 dönemi bölüşüm ilişkileri bakımından karmaşık bir görüntü içerir.

Osmanlı sanayi sayımlarının sadece erkek işçileri içerdiği için karşılaştırılabilir ücret verileri sunan üretim kollarından hesapladığımız gündelik ücretlerin (işçi sayısına göre) ağırlıklı ortalaması 1913'te 13.3, 1915'te 14.9 kuruştur. Bu iki yılın ortalamasını 1914 yılı ortalama ücreti kabul edersek 14.1 kuruş elde ederiz. Buna karşılık T. Çavdar'ın aktardığı bir araştırmaya göre, 1920-1921 yılında İstanbul'da çeşitli işkollarında mod (en çok rastlanan) aylık ücret 40 lira civarındadır. Bu rakamın aritmetik ortalamaya eşit olduğunu varsayarsak, gündelik ortalama ücret 1920'de 133 kuruş olarak tahmin edilebilir.

1908-1922 dönemi, bölüşüm ilişkileri bakımından bir gerileme dönemi olmuştur. Fiyat artışları nedeniyle maaşların alım gücü % 80 oranında düşmüştür. Anadolu bozkırlarının geçimlik üretime mahkûm kıldığı geniş ve yoksul köylü kitlesi, on yılı aşkın savaş ve yıkım döneminin en çok sarstığı sınıfı oluşturmuştur.

Savaş döneminin bilinçli “zenginleştirme” politikalarından en çok nasibini alan grup, tabiatıyla, siyasi iktidarla yakın bağlar kurmayı başarmış Müslüman ticaret burjuvazisi idi.

II. AÇIK EKONOMİ KOŞULLARINDA YENİDEN İNŞA: 1923-1929 DÖNEMİ

1923-1929 döneminin başlangıç yılı, Anadolu toprakları üzerinde yeni bir devletin kuruluşunu ve Osmanlı İmparatorluğunun kesin olarak tarihe karışmasının simgeleyen bir yıldır. Bu yüzden geçmişle kesin bir kopmayı ve bu anlamda bir siyasi devrimi temsil eder. Ancak, bürokratik aristokrasinin iktidardan kesinlikle uzaklaşmasını sağlamakla birlikte, 1923 yılının iktisadi bakımdan geçmişle benzer bir kopukluk getirdiğini söylemek mümkün değildir. Aksine 1923-1929 döneminin, iktisat politikaları bakımından 1908-1922 dönemi ile şaşılacak bir süreklilik içinde olduğunu gözlüyoruz.

“Milli iktisat” okulun korumacı ve dolayısıyla sanayileşmeci yönelimleri bu dönemde Lozan Antlaşması ile gümrük politikasına konan engeller yüzünden arka plana düşmüştür. Ancak aynı okulun devlet desteğiyle bir yerli ve milli burjuvazi yetiştirilmesini kalkınma ve modernleşmenin temel mekanizması olarak gören yaklaşımı, 1923 sonrasının iktisat politikalarına ve atmosferine tamamen damgasını vurmuştur.

Devlet desteğiyle yerli sermayedar «yetiştirme» girişimlerinin en etkili ve yaygın yöntemlerinin başında devlet tekellerinin imtiyazlı özel şahıs ve şirketlerce işletilmesi gelir. Lozan Antlaşması, ithal malları ile yerli mallara farklı oranlarda tüketim ve satış vergileri uygulamasını önlüyor; sadece devlet tekeline konu olan mallarda, kamu gelirlerini artırmak amacıyla dalın yüksek bir fiyatlamaya imkân veriyordu. Bu durumda Lozan'ın gümrük resimleri ve vergilerle ilgili kısıtlayıcı hükümlerinden kurtulmanın bir yolu birçok malın ve hizmetin üretimini veya ithalini devlet tekeline almak oluyordu. Ne var ki, dönemin genel felsefesine uygun olarak bu tekeller daha sonra imtiyazlı yerli ve yabancı şirketlere devredilmiş; pek çoğunda üst düzeyde siyasi kadrolardan ve devlet katından önemli kişilerin de ortak ve hissedar olduğu bu şirketler, devletin sağladığı tekel durumundan yararlanarak yüksek kazançlar elde etmişlerdir. Bu yolla oluşan tekellerin özel şirketlere belli bir bedel karşılığında ve açık artırma gibi yollarla devredilmesi gerektiği halde, örneğin İstanbul Liman İnhisarının devredildiği şirket, işletme sermayesini dahi devlet yardımıyla sağlamıştı.

1923 sonrasında, siyasi kadrolarla sermaye çevrelerinin bir araya gelmesinde, 1924 yılında kurulan iş Bankası özel bir önem taşımıştır. Bu özel statülü, resmi görünüşlü bankanın genel müdürlüğüne imar vekilliğinden istifa eden Celal(Bayar) Bey, yönetim kurulu başkanlığına da Siirt mebusu Mahmut Bey getirilmişti ve İş Bankası dönen boyunca, yerli ve yabancı sermaye ile siyasi iktidar arasındaki bütünleşme sürecinde fevkalade aktif bir rol oynamış ve çeşitli iktisat politikası kararlarını sermaye çevrelerinin istekleri doğrultusunda yönlendirmede çok etkili bir baskı grubu oluşturmuştur.

1923-1929 döneminin iktisadi gelişmesinin en belirgin iki yapı taşı, yeni Türk devletinin dünya içinde nasıl bir yer kaplayacağı belirleyen Lozan Antlaşması ile dönemin son yılında patlak veren ve kapitalist dünya ekonomisini derinden sarsan büyük buhrandır. İlginç bir tesadüf sonucu, Lozan Antlaşması'nın hükümlerine göre uygulanan ekonomik sınırlamaların kalkacağı, ayrıca Osmanlı borçlarından Türkiye Cumhuriyeti'ne düşen borç taksitlerinin ödenmeye başlayacağı yıl da büyük buhranın başlangıç yılı olan 1929 olacaktı.

Sanayiye dönük politikaların temelinde yukarıda incelediğimiz gümrük politikalarına getirilen sınırlar yatmakta; bunların dışında ise, özel sanayi yatırımlarına sağlanan özendirici uygulamalar önem taşımaktadır. 1925 yılında kurulan Sanayi ve Maadin Bankası, kuruluş kanunu ile Osmanlı devletine ait dört sınai işletmeyi devralıyor; ancak bu bankanın kendi eliyle sınai tesis kurmasına imkân verilmiyor; devraldığı tesisleri de uygun şartlarla özel sektöre aktarması amaçlanıyor ve esas olarak özel sanayi ve maden işletmelerini kredi veya iştiraklerle desteklemesi öngörülüyordu. Ayni yıl, seker fabrikaları için özel teşvik ve imtiyazlar getiren bir kanun getirilmiş; buna dayanarak kurulan (ve Halk Fırkasının bazı önde gelen simaların hissedar olduğu) Alpullu ve Uşak seker şirketleri, sonradan üretimden daha karlı gördükleri şeker ithalatına yönelmeyi yeğlemişlerdir. Dönemin sanayi sermayesini ilgilendiren bir diğer uygulaması, 1927 tarihli Teşvik-i Sanayi Kanunu'dur. Bu kanun, sınai yatırımlara ve sınai işletmelere çok geniş ye cömert muafiyet, imtiyaz ve teşvikler sağlamakta idi.

1923-1929 dönemini açık ekonomi koşullarında yeniden inşa, ifadesiyle tanımlıyoruz. Dönemin dış ticaret ve üretim göstergelerinin bu nitelendirmeyi ne kadar doğruladığını gözden geçirelim. İlk önce ekonominin açıklık derecesini saptamaya çalışalım. 1923-1929 yılları arasında ithalatın gayri safi yurt-içi hasılaya oranı ortalama olarak % 14.4, ihracatın payı ise % 10.6 idi. Bu oranlar, Osmanlı İmparatorluğunda 1907 yılında (aynı sıra ile) % 17 ve % 14, 1913'te ise % 19 ye % 15 olarak tahmin edilmiştir. Böylece, dış ticaret bakımından ekonominin açıklık derecesinde Cumhuriyetin ilk yıllarında göreli bir azalmanın olduğu ortaya çıkmaktadır. Ancak, 1923-1929 yıllarında ithalat ye ihracatın milli gelir içinde kapladığı paylar, sonraki elli yıl boyunca aşılmamış ye bu anlamda bu dönem Cumhuriyet tarihinin dışa açık bir dönemi olma özelliğini kazanmıştır.

Sınai gelişmenin dinamik bir gelişmeye tekabül edip etmediğini saptamanın bir yolu, sınai üretimin bileşimi açısından 1913 Osmanlı sanayiini, 1927 Cumhuriyet sanayii ile karşılaştırmaktır. Benzer ölçütlere göre tanımlanmış ve küçük sanayi ile geleneksel zanaatları dışlayan imalat sanayiinin alt kollara göre bileşiminde 1913 ile 1927 arasında önemli bir değişme bu karşılaştırmadan ortaya çıkıyor. Alt kolların sınıflanmasında ban farklar olmasına rağmen kapsamı aynı olan gıda, deri ye dokuma kollarının üretim değeri bakımından imalat sanayii içindeki payları 1913'te %o 88, 1927'de ise %87'dir. Dönemin dışa ye iç dönük iktisat politikaları ile birlikte değerlendirilirse bu oranlar, Cumhuriyetin ilk yıllarında sanayinin, Osmanlı ekonomisi içindeki nicel boyutlarını ve yapısal özelliklerini koruduğunu ortaya koymaktadır. Kısacası, 1923-1929 döneminin anlamlı bir sanayileşme süreci oluşturmadığı söylenebilir.

   Aşarın kaldırılmasına ilişkin yasanın görüşülmesi sırasında, 1925 yılının Şubat ayında Başvekil Fethi Okyar Bey, şu noktaya temas ediyordu: “Köylülerimiz zengin olamamıştır. Ziraat ilerleyememiştir. Zengin olamazsa, ziraat ilerleyemezse o memlekette ümran tasavvur etmek mümkün müdür? Ümrana vasıl olmak için bir derece de köylüyü zengin etmek lazım gelir. Arazimiz mümbittir. O halde sebebi nedir ki köylü tohumluluğu temin edemeyecek bir hayat-ı zirai takip ediyor.” Aşarın kaldırılmasını 1930'da maliye vekili Şükrü Saraçoğlu şöyle açıklar: “Cumhuriyet teessüs ettiği zaman her nevi kuvvetimizin menbaını teşkil eden köyleri ve köylüleri bitkin halde bulduk. Bir taraftan aşar ve mültezim, diğer taraftan askerlik mükellefiyeti devletimizin hayat menbalarını kurutacak bir hale getirmişti. İktisadi noktadan bakılınca Türkiye'yi hammadde istihsal ve ihraç eden, mamül mevat ithal eyleyen bir memleket olarak görürüz Türkiye'nin iktisadi hüviyeti ziraatçiliktir. İstihsal ve ihraç edilen mevat da bilhassa zirai ve hayvanî maddelerdir. Nüfusumuzun üçte ikisi çiftçi ve ihracatımızın %75’i mevaddı ziraiye olunca memleketin ana damarın ne olduğu meydana çıkar.” Aşarın kaldırılmasından en çok büyük toprak sahipleri yararlanmıştır. Küçük çiftçiler ile topraksız köylüler ise mültezim zulmünden azade kılınmışlardı. Bu da önemli rahatlama sağlıyordu,

   Aşarın kalkmasının vergi gelir üzerindeki olumsuz etkiyi azaltmak amacıyla konulan “Mahsulatı araziye” vergisi de, tahakkuk ve tahsilindeki zorluklar nedeniyle istenilen sonucu vermemiş ve kısa süre içerisinde uygulamadan kaldırılmıştır. O tarihten bu yana Türkiye'de tarım kesimi gerçek anlamıyla vergilendirilmemiş ve vergi tarım dışı kesimlerin, emekçilerin üzerine binmiştir.

 Aşarın kaldırılması diğer vergilerdeki artışlar veya yeni vergilerle telafi edilmişse bu vergilerin nihai olarak yansıdığı gruplar, ayni yükü ödeyen gruplar sayılmalıdır.

Bu genel açıklamayı Türkiye uygulamasına bakarak sürdürecek olursak aşardan doğan gelir kaybının 1926 yılından başlayarak dolaylı vergilerdeki artışlarla esas olarak şeker ve gazyağının vergilenmesiyle karşılandığını saptıyoruz.

Cumhuriyetin ilk on yılında batılılaşma istikametinde bazılarınca devrim olarak nitelenen önemli dönüşümler gerçekleştirildi. Ne var ki ekonomideki gelişim yeterli değildi. Savaşın (1912-1922 arasındaki savaşlar) getirdiği yıkım ve yoksulluğun daha da arttığı görüldü. Kurtuluşa karşın yeni cumhuriyete yönelik eleştiriler yükseliyordu. Kısa süren Serbest Fırka denemesi CHP ve yöneticilere yönelik hoşnutsuzluğun ne denli güçlü olduğunu ortaya koymuştu. Dünya bunalımı bu hoşnutsuzluğu daha da pekiştirdi. Yoksulluk ve sefaleti Mustafa Kemal'le bir yurt gezisine katılan Ahmet Hamdi Başar şöyle anlatır: “ Hadisenin rakamla ifadesi insanı korkutuyor. 360 okka çavdar ekmiş, 44 lira tohum parası vermiş, 3.140 okka hasılatı 2 kuruş 10 liradan satmış eline 70 lira geçmiş. Halbuki adamcağız orakçıya 42 lira vermiş, daha 25 lira da masrafı var. Bunlar eklenirse sadece masraf 111 lira. Hasılat 70 lira. Şimdi bu köylüden ayrıca 12 lira yol vergisi, 15 lira da arazi vergisi isteniyor, 2,5 lira da ev içine verecek. İki öküzü var. Bunların çiftini evvelsi sene 360 liraya almış. Bunları satmaya mecbur; fakat birine 20 lira, ötekine 10 liradan fazla veren yok.”

Gazi ise, bu gezinin izlenimini şöyle özetliyor: “Bunalıyorum çocuk büyük bir ıstırap içinde bulunuyorum. Görüyorsun ya, her gittiğimiz yerde mütemadiyen dert ve şikayet dinliyoruz. Her taraf derin bir yokluk, maddi manevi perişanlık içinde, ferahlatıcı pek az şeye rastlıyoruz. Memleketin hakiki durumu ne yazık ki bu.”

III. KORUMACI-DEVLETÇİ SANAYİLEŞME: 1930-1939

1930-1939 döneminde iktisat politikaları bakımından iki belirleyici özellik yardır: Korumacılık ve devletçilik. İktisat politikalarının yöneldiği amaç ye elde edilen sonuçlar bakımından ise bu yılları bir ilk sanayileşme dönemi olarak nitelendirmek uygundur. Nihayet, 1930'1u yılların kapitalist dünya ekonomisi bakımından büyük buhran yılları olduğunu da hatırlarsak, simdi ele aldığımız dönemin tüm belirleyici unsurlarını vurgulamış oluruz. Kısacası bu yıllarda dünya ekonomisi büyük buhranın içinde sürüklenirken Türkiye ekonomisinin dip kapanarak ye devlet eliyle bir milli sanayileşme denemesi içine girmiş olduğu söylenebilir. Ve bu denemenin, ana hatlarıyla, başarılı olduğunu göreceğiz.

    Görüldüğü gibi, korumacı-devletçi sanayileşme diye nitelendirdiğimiz bu dönemin politikaları, 1908'den beri ekonominin işleyişini belirleyen ana yönelişlerin aşağı yukarı tersine çevrilmesi anlamına gelir.

1908 sonrasında İttihatçıların ve 1923 İzmir İktisat Kongresinden sonra Kemalistlerin modern bir kapitalist ekonominin oluşması için öngördükleri ana mekanizma, devletin bireyleri zenginleştirecek ortamı ve desteği sağlaması; böylece oluşacak ( ve kısmen siyasi kadrolardan kaynaklanacak) yeni burjuvazinin yabancı sermaye ile eşit koşullarda işbirliği ve ortaklık ilişkileri içine girerek gelişmeyi ve sanayileşmeyi gerçekleştirmesi idi. Sanayileşmeyi kolaylaştıracak ölçülü ve ılımlı bir korumacı rejim yeğlemekte idi; ancak 1908-1929 yıllarının uluslararası konjonktüründen ve Türkiye’nin özel durumundan doğan nesnel sınırlamalar Türkiye ekonomisinin dünya ekonomisi ile esas olarak bir serbest ticaret-açık kapı ortamı içinde eklemlenmesi sonucunu veriyordu.

1923-1929 yıllarında sanayinin gelişme hızı, ekonominin tüm diğer sektörlerinin gerisinde kalmakta idi. Sağlanan büyüme ise cılız Osmanlı sanayiinin yapısı aynen korunarak ve daha çok savaş koşullarının oluşturduğu atıl kapasitenin yeniden üretime tahsisi ile gerçekleşmişti. Devletin sınai yatırımları aşağı yukarı yok sayılabilirdi. Sınai devlet işletmelerini bünyesinde toplayan Sanayi ye Maadin Bankasının faaliyetlerinin son bulduğu 1932 yılında, Bankaya ait ye hepsi Osmanlı döneminden devralınmış bulunan sadece dört fabrika vardı. Bunlar, Hereke ipek dokuma, Feshane yün iplik, Bakırköy bez ye Beykoz deri-kundura fabrikaları idi. 1913 Osmanlı sanayi sayımı, saraya ait ipek imalathanelerini dışlarsak, yukarıda sayılan dört fabrikaya ek olarak iki fabrikanın daha devlete ait olduğunu göstermektedir: İzmir Mensucat iplik fabrikası ve 1894 kuruluşlu, 50-60 işçi çalıştıran bir porselen fabrikası... Öyle anlaşılıyor ki, 1913-1932 arasında sanayide devlet işletmeciliği genişlememiş, aksine daralmıştır.

Dış ticaret rejimini bizzat düzenleyebilen pek çok azgelişmiş ülkede gözlenen salt korumacı tedbirler Türkiye'de iki yıllık bir denemeden sonra aşılmış ye 1932'den sonra korumacılık, devletçilikle tamamlanmıştır.

Buna karşılık, devletçiliğin Türkiye'de, kapitalist bir gelişme modelinin bir parçası olduğu da belirtilmelidir. Devletçi bir gelişmenin dinamizmi ile buhran koşullarında liberalizmin zorunlu refakatçisi olacak olan durağanlık burjuvazinin kısa ye uzun dönem çıkarları açısından karşılaştırılırsa, birinci seçeneğin Türkiye'de kapitalizmin gelişmesi bakımından çok daha elverişli bir ortam yarattığı açıkça ortaya çıkar: Bir kere, devlet sanayii lehine oluşturulan tüm nesnel koşullar, örneğin sanayi lehindeki fiyat ilişkileri, ikincil derecede önem taşımasına rağmen özel sanayi için de geçerliydi. İkinci olarak, artan kamu yatırımlarının, devletle iş yapan müteahhitlere, ticaret ve küçük sanayi için (durağan bir ekonomide söz konusu olmayacak) ek talep ve buna bağlı kazanç ve birikim imkânları yaratacağı da ortadadır. Nitekim, sonraki dönemlerde sivrilecek büyük sermaye gruplarından pek çoğunun kökeninde 1930'1u yıllarda devlet ihaleleri ile elde edilen kazançlar yatmaktadır.

Cumhuriyet döneminde toplumsal yapının geçirdiği evrimi etkileyen en önemli faktör, ekonomik devletçilik ilkesiydi. Devletçilik, ilk olarak, hızlı ve farklı bir sosyal tabakalaşmayı teşvik etti. İkinci olarak siyasi tasarılar doğrultusunda yeni ulusal ekonomik yapılar yarattı. Yerel sermayenin kısıtlı olması, pazarda büyük bir mal talebinin var olması ve yeterli kaynakların ve işgücünün mevcut olması gibi faktörler, ekonomik devletçiliğin veya devlet kapitalizminin (dirijizm) gelimesini sağladı. Devlet, vergilendirme yoluyla sermayeyi topladı ve yerel pazardan istifade ederek kar elde etti. Devletin bu ekonomi politikasını benimsemekteki amacı, başlangıçta, özel girişimin gelişmesi için sınai bir zemin kurmaktı. Fakat 1930'1u yıllardan itibaren hızla büyüyen devletin ekonomik yapıları, özel girişimi desteklemek verine buna engel oldular ve bu nedenle haksız rekabet ortamı doğdu. Bununla birlikte, her ne kadar her bakanlık devletçiliği farklı bir şekilde yorumlasa da ye devlete ait şirketler büyümeye devam etse de, özel şirketler de genişledi. Zira devletçilik yönetimin benimsediği yegâne ideoloji değildi. Üstelik bu ilke, güçlü ve ikna edici toplumsal tezlerle veya siyasi kurallarla desteklenmiyordu.

Gazi’nin Afet İnan’ın ”Medeni Bilgiler” adlı yapıtında yaptığı düzeltmelerle benimsediği devletçilik tanımı ise şöyledir: “Bizim takibini muvaffık gördüğümüz devletçilik prensibi bütün istihsal ve tevzii fertlerden alarak, milleti büsbütün başka esaslar dahilinde tanzim etmek gayesini güden hususi ve ferdi teşebbüs ve faaliyetlere meydan bırakmayan sosyalizm prensibine dayanan kollektivist komünizm gibi bir sistem değildir. Bizim takip ettiğimiz devletçilik, ferdi mesai ve faaliyeti esas tutmakla beraber, mümkün olduğu kadar milleti refaha, memleketi mamuriyete eriştirmek için, milletin umumi ve yüksek menfaatlerinin icap ettirdiği işlerde-bilhassa iktisadi sahada-devleti fiilen alakadar etmektir.”

1930-1939 yılları, Türkiye’nin sanayileşme doğrultusunda ilk ciddi adımlarını attığı yıllar olarak nitelendirilmelidir. Sanayinin sabit fiyatlarla yıllık büyüme hızlarının ortalaması % 11.6'dir. 1923-1929 yıllarının atıl kapasitenin yeniden üretime tahsisi koşullarında sağlanan % 8,5'lik büyümesi ile karşılaştırılırsa, gerçek bir kapasite artışını temsil eden bu sınai büyüme hızının önemi ye değeri ortaya çıkar. Bu dönemde sermaye birikimi milli hasılanın ortalama olarak % 10.1'ini bulmuş, ancak önceki dönemin aksine bu oranın içinde dış açıkların net katkısı yer almamıştır. Gerçekten de sanayi kesimi Cumhuriyet tarihinin bundan sonraki hiçbir döneminde, 1930-1939 yıllarının ortalama hızına ulaşamayacaktır. 1929 yılında cari fiyatlarla milli hasılanın % 9.9'unu oluşturan sanayi kesiminin payı 1939'da % 18.3'e çıkmıştır. Bu değişme sabit (1938'e ait) fiyatlarla % 11’den, % 18'edir. Bu da dönem içinde sanayileşme doğrultusunda hızlı bir yapısal değişmenin gerçekleştiğini göstermektedir.

Dünya buhranı koşullarında gelişme ye sanayileşme ifadesiyle nitelendirebileceğimiz bu gelişmenin, esas olarak ekonominin öz güçleriyle gerçekleştirilmiş olması fevkalade önemlidir. Bu dönemde bazı dış krediler alınmış olmakla birlikte, dışa bağımlılığın önemli bir göstergesi olan dış ticaret açığı 1930-1939 yıllarında ortadan kalkmıştır. Dönem boyunca, 1938 hariç, her yıl dış ticaret fazla vermiştir. Kronik dış ticaret açıkları ye bunları kapatan dış kaynaklarla yasamaya alışmış bir ekonominin dış denge içinde ciddi bir sanayileşme ye büyüme rayına oturması günümüz için dahi önemli dersler taşıyan bir tarihi deneyim sayılmalıdır.

1930-1939 yıllarında gelir dağılımında meydana gelen değişmelerin incelenmesi, sınai birikim sürecinin hangi ekonomik ve toplumsal grupların katkısıyla gerçekleştiğini anlamak bakımından da önem taşır. Bu incelmeyi bu dönemde çeşitli grupların göreli ekonomik durumlarındaki düzelme ye bozulmaları ortaya koyacak ana göstergeleri saptayarak yapacağız.

Dış ticarette ve özellikle ithalata dönük ticaret burjuvazisinin göreli durumunun bu dönemde bozulduğu tahmin edilebilir. İthalatın TL, olarak değeri 1929'da 256 milyondan, 1933'te 75 milyona düşmekte ye 1939 yılında hala on yıl öncesinin % 50 altında seyretmektedir. İthalatçı karlarını etkileyen bu daralma, iç piyasanın korunmasından doğan ye ithal edilen malları pazarlanması sırasında gerçekleşen aşırı karlarla telafi edilmiş olabilir. Ancak, is piyasada ithal mallarını da içeren sanayi ürünlerinin fiyat endeksleri dönem boyunca 1928-1929 ortalamasının yaklaşık %40 altında seyrettiğine göre, dışa dönük ticaret burjuvazisinin milli gelirden aldığı payda TL cinsinden belirgin bir daralmanın gerçekleştiği ortaya çıkmaktadır.

Memurların milli gelirden aldıkları payın, 1929-1934 arasında arttığını, 1934-1936 düştüğünü, 1936-1939’da ise tekrar arttığını görüyoruz.

Sanayileşmenin yükü esas olarak buğday üreticileri ile işçi sınıfı tarafından paylaşılmış; önceki dönemle karşılaştırılırsa dışa dönük ticaret burjuvazisinin göreli durumu da bozulmuştur.

IV. BİR KESİNTİ-İKİNCİ DÜNYA SAVAŞI: 1940-1945

 

Türkiye, İkinci Dünya Savaşına girmedi; ancak, cephelerde fiilen savaşmanın dışında savaş ekonomisinin koşullarını tüm ağırlığıyla yaşadı.

Savaş yıllarında Türkiye'yi yöneten Refik Saydam ve Şükrü Saracoğlu hükümetleri, savaş ekonomisi sorunlarına iki farklı yaklaşımı temsil eder. İki hükümetin de karşı karşıya bulunduğu iktisadi sorunların aynı olduğu söylenebilir Azalan üretim ve ithalat koşullarında oluşan darlıkların ye önlenemeyen enflasyonist baskıların halk yığınlarınıu tahammül sınırını önlemek ve büyük kentlerin beslenmesini, ısınmasını ve giyimini sağlayabilmek.... Hastalığın temelden tedavisi olan üretimin artması ve enflasyonun önlenmesinde ise çaresiz kalındığı için esas olarak hastalığın sonuçlarının hafifletilmesiyle uğraşılmıştır. Refik Saydam hükümeti, sorunu, katı fiyat denetimleri ye tarım ürünlerine düşük fiyatla el koyma yöntemleri ile çözmeyi denedi. Ocak 1940’ta çıkarılan Milli Korunma Kanunu bu yaklaşımın ana aracı olacaktı. Ücretli iş yükümlülüğü çalışma süresinin uzatılması ve ücret sınırlaması ve ücret sınırlaması gibi işgücünü denetleyen hükümlerin yanı sıra; sermayeye karşı da, hükümetlere, özel işletmelere geçici el koyma, ithalatta ve iç ticarette azami, ihracatta asgari fiyatları saptama, temel malların vesikayla dağıtılması gibi geniş yetkiler veren bu kanundur.

1942 Temmuzunda Refik Saydam’ın ölümünden sonra başbakanlığa getirilen Saraçoğlu ise, piyasa üzerindeki sıkı denetim mekanizmalarını kaldırma ya da gevşetme yoluna gitti. İlk olarak, hububat alım fiyatları yükseltildi ve ürünün %25’inden (büyük çiftçiler için biraz daha yüksek bir oranından) fazlasının piyasa fiyatlarından satımı çiftçi için serbest bırakıldı.


     Saraçoğlu hükümetinin bu süreçler sonunda oluşan aşırı kazançlara ve enflasyona karşı getirdiği savunma mekanizması, iki olağanüstü vergiden oluşmuştu. Varlık Vergisi ve Toprak Mahsulleri Vergisi, Kasım 1942’de kabul edilen Varlık Vergisi Kanunu, esas olarak ticaret burjuvazisini, tali olarak da çiftçi, esnaf ve ücretlileri kapsayan; belli komisyonlarca tarhedilerek bir kereye mahsus olmak üzere toplanan, itiraz hakkı bulunmayan olağanüstü bir vergiyi öngörür. Vergi borçlarını bir ay içinde ödemeyenler, önce kamplara, sonra da çalışma yükümlülüğüne tabi tutulmak üzere Aşkale’ye sevk edildiler. Kanun metni bir ayrım yapmamakla birlikte, toplam vergi tahsilatının yarıdan fazlası azınlıklarca ödenmiş ve böylece Varlık Vergisi, ırk ve din ayrımına dayalı bir vergi uygulaması olarak maliye tarihimize geçmiştir.

Savaşın uzun dönemli etkileri bakımından en ağır sonuçları sermaye birikiminde meydana gelen gerileme ile ortaya çıkar. Gayrı safi sermaye birikimi 1933-1939 yıllarında milli gelirin % 10.7’sini oluştururken bu oran 1942’de %6.2’ye, savaş yılarının ortalaması olarak ise %8.2’ye düşmüştür.

Savaş ekonomisinin genel ortamını yukarıdaki tablodaki bulguların ifade ettiği değişikliklerle birlikte ele alırsak, emekçilerin örgütsüz olduğu tüm denetimsiz enflasyon ve yokluk dönemlerinde olduğu gibi, 1940-1945 döneminin de mülk gelirlerinin emek gelirleri, karların ücretler, piyasaya dönük büyük çiftçilerin zati üretime dönük küçük köylüler aleyhine genişlediği yıllar olduğu ortaya çıkacaktır. Savaş yıllarında bu tabloya değişiklik getirebilecek tek olay Varlık Vergisi olarak görülebilir. Gerçekten de aşağı yukarı bir yıl içinde, tarım dışı kesimlerde yaratılan hasılanın %8’inin, tümüyle orta ve büyük kent burjuvazisinden oluşan 100.000 civarında mükellef tarafından ödenmesi, gelir ve servet dağılımı açısından tarafsız bir operasyon değildir. Ne var ki, Varlık Vergisi bütünü ile burjuvazi tarafından ödenmekle birlikte, bu sınıfın içinde nesnel ölçütlere uygulanmamış; siyasi iktidarla gevşek bağları olan gruplar ve özellikle azınlıklar ezilmişler; birçok halde vergi borçlarını sermaye ve mülklerini tasfiye ederek ödemek zorunda kalmışlardır. Bu tasfiye sürecinin mütekabili olarak bu kargaşa içinde yok pahasına emlak kapatan, işyerlerini devralan, önemli bir bölümü Anadolu kökenli yeni zenginlerin büyük servet birikimi sağladıkları da doğrudur. Savaş yılları mizahının hala hatırlanan “hacıağa” tipi, bu gelişmeleri yansıtan bir örnek olarak görülebilir.

   V. DÜNYA EKONOMİSİ İLE FARKLI BİR EKLEMLENME DENEMESİ: 1946-1953

 

1946 yılı, Cumhuriyet Türkiye’sinin tarihinde hem siyasi, hem iktisadi bakımdan yeni bir dönüm noktası oluşturur. Siyasal bakımdan, tek partili rejimden çok partili parlamenter rejime geçişin başlangıç tarihidir.

1946 yılına salt iktisadi bakımdan da bir dönüm niteliği kazandıran özellik 16 yıldır kesintisiz olarak izlenen kapalı, korumacı, dış dengeye dayalı ve içe dönük iktisat politikalarının adım adım gevşetildiği; ithalatın serbestleştirilerek büyük ölçüde arttırıldığı; dış açıkların kronikleşmeye başladığı; dolayısıyla dış yardım, kredi ve yabancı sermaye yatırımları ile ayakta duran bir ekonomik yapının yerleşmesi olmuştur. Bu dönemde serbestleşmeye yönelen bir dış ticaret rejiminin sonucu olarak, iç pazara dayalı bir sanayileşme programı değil, dış pazarlara dönük ve tarıma madenciliğe ait yapı yatırımlarına ve inşaat sektörüne öncelik veren bir kalkınma anlayışı gündemdedir. Liberal dış ticaret politikaları bu dönemin bitiminde çok uzun

Uzun bir süre için terkedilecektir. Ancak kronik dış açıklar kanalıyla dışa bağımlı hale gelen ekonomik yapı, bu dönemin bir armağanı olarak Türkiye ekonomisinin kalıcı bir özelliği olma niteliğini kazanacaktır.

1946-1953 döneminin ortalarında Demokrat Parti’nin iktidara gelmesi yaygın bir kanının aksine, iktisat politikaları ve ekonominin genel yönelişi üzerinde belirgin bir değişiklik meydana getirmemiştir.

1946 yılının başlarında hala eski ve devletçi-korumacı alışkanlıkların izleri vardır. Bunun en açık belirtisi, 1945 yılında bakanlıklar arası bir komisyonca başlatılan; 1946’nın ilk yarısında tamamlanan ve hazırlıklarına Şevket Süreyya ve İsmail Hüsrev gibi eski Kadrocuların aktif olarak katıldığı Beş Yıllık Sanayi Planıdır. Kalkınma ve sanayileşme hamlelerinde devletin öncülüğünü zorunlu gören bu plan, dış ekonomik ilişkilere de ekonomik bağımsızlık perspektifi ile bakmaktadır.

1946 planının hazırlanmasından birkaç ay sonra, 7 Eylül 1946’da bir dolar karşılığı Türk lirası 1.28’den 2.80’e çıkarılarak Cumhuriyet tarihinin ilk büyük devalüasyonu, ekonomiyi dünya ekonomisine entegre etmeye yönelik liberalizasyon tedbirleri ile birlikte uygulamaya konuyor ve dış yardım arayışlarına giriliyordu. Bu girişimlerde 1946 planının ayak bağı olacağını farkeden iktidar, farklı ve daha liberal iktisatçılardan oluşan bir kadroya 1947 yılında, özel teşebbüsün rolünün ve tarım, ulaştırma, enerji sektörlerine verilen önceliğin arttığı Türkiye Kalkınma Planını hazırlattı. Resmen uygulamaya konulmayan bu plan, devletçi-korumacı bir sanayileşme anlayışının artık kesinlikle gündem dışı olduğunu kanıtlayan bir belge olarak görülmelidir.

1946-1953 döneminin ana ekonomik göstergeleri, hızlı bir büyüme sürecini yansıtmaktadır. Sabit fiyatlarla milli gelirdeki değişmelerin yıllık ortalaması, %11’lik bir artış oranı vermektedir. Ancak bu hızlı büyümenin bazı ilginç özellikleri vardır.

Bir kere, 1945 sonrasında gerçekleşen büyümenin, büyük ölçüde, savaş yıllarını kapsayan altı yıllık bir gerilemenin telafisi niteliğinde olduğu söylenmelidir. Sabit fiyatlarla gayri safi yurt içi hasıla, 1939’daki düzeyinin üzerine 1948’de, sonra 1950’de çıkabilmiştir. Tarımsal hasıla için de aynı gözlem yapılabilir. Sınai hasıla ise, 1939’daki düzeyi ancak 1951’de aşabilmiştir. (Gayri safi yurt içi hasıla hesaplama formülü: GSYİH = tüketim + yatırım + devlet harcamaları + (ihracat – ithalat).) Gayri Safi Milli Hasıla’nın Formülü, Gayri Safi Milli Hasıla nasıl hesaplanır? : GSMH = GSYİH + Yurt dışında bulunan vatandaşların gelirleri – Yurt içindeki yabancıların gelirleri olarak hesaplanır.)

 İkincisi, 1946-1953 yıllarının esas olarak tarımsal gelişme yılları olduğu söylenebilir. Dönem boyunca tarımın ortalama büyüme hızı %13.2’yi bulmuş ve %9.2’lik sınai büyüme hızını belirgin bir biçimde aşmıştır. Tarım kesiminin milli hasıla içindeki payı 1946-1947 ortalaması olarak %43.6 iken, 1952-53’te bu oran %44.7’ye çıkmıştır. Aynı yıllar için sanayi sektörünün patı ise %15.2’den %13.4’e düşmüştür. Bu gelişme biçimi bu dönemin dünya ekonomisi ile hammaddeci ihtisaslaşmaya dayanan bütünleşme eğiliminin bir yansımasıdır.

1946’daki büyük ticaret fazlasına rağmen, 1946-1953 yıllarında dış ticaret açığı toplam olarak 500 milyon doları bulmuş ve bu açıklar ABD yardımları ve dış kredilerle kapatılmıştır. Sermaye birikim oranı milli hasılanın ortalaması olarak %10.5’ine- yani 1930’lu yılların göreli hacmine-yükseltilmiş; ancak birikimin %18’i dış açıklarla finanse edilmiştir.

1946-1953 yılları hızlı bir büyüme sürecini kapsadığı için bütün sosyal grup ve tabakaların reel gelir düzeylerinin yükselmesine imkan veren nesnel koşulları da içermekte idi. Savaş yıllarında mutlak hayat standartları belirgin bir biçimde düşen emekçi grupların, 1950 yılına gelindiğinde savaş öncesinin reel düzeyini aştıkları anlaşılmaktadır.

1946-1953 yıları, böylece, tüm sosyal grupların mutlak durumlarının ve yaşam koşullarının düzeldiği, reel gelirlerinin arttığı; buna karşılık ücretli-maaşlı grupların göreli durumlarının gerilediği; genel olarak mülk gelirlerinin ve özellikle ticaret sermayesinin milli hasılada paylarının arttığı; geniş köylü kitlelerinin ise fiyat hareketleri nedeniyle bozulan bölüşüm ilişkilerini, üretim dinamizmi içinde fazlasıyla telafi edebildikleri bir dönem olma özelliği gösterir.

VI. TIKANMA VE YENİDEN UYUM: 1954-1961

 

   1954-1961 yılları, savaş sonunun genişleme konjonktürünün ve liberal dış ticaret politikalarının son bulduğu; ekonominin göreli bir durgunluk içinde dalgalanmalara tabi olduğu; ihraç mallarına yönelik talepteki düşme ve dış kaynakların belli bir düzeyi aşmaması yüzünden doğan dış tıkanmaya tepki olarak ithalat sınırlamalarına gidildiği bir dönem olarak nitelendirilebilir.

   “Liberal” Demokrat Parti, ekonomik zorlamalar sonunda, bir yandan kontrollü bir dış ticaret rejimine, öte yandan da, tüketim malı ithalatındaki daralmaları telafi etmeyi amaçlayan ve önemli ölçüde devlet yatırımlarıyla gerçekleştiren bir ithal ikamesi politikasına bu dönemde angaje olmuştur. (İthal ikamesi: Dışarıdan gelen (ithal edilen) ürünleri yurtiçinde üretme stratejisi. Önceden yurtdışından ithal edilen mal ve hizmetlerin zamanla ülke içerisinde üretilmesidir.)

  1954-1961 dönemi, liberal bir dış ticaret rejimi içinde dış dengenin sağlanamayacağının anlaşıldığı; bu nedenle dış ticaret kontrollerine gidilen; ancak ticaret açıkları yine ortadan kalkmayan, hatta artık müzminleşen; öte yandan geniş kamu kesiminin destekleyici özelliği ön plana çıkararak özel sermaye birikimi ile işlevsel bir bütünlük içinde eklemlendiği bir ekonomik yapının yerleştiği yıllardır.

   27 Mayıs 1960 sonrasında, planlı iktisat politikası anlayışına yönelerek ekonomiyi yeniden genişleyen bir doğrultuya sokma çabaları ilk meyvelerini 1962’de vermeye başlamış ve 1960, 1961 yılları bütün özellikleri ile 1958’de yürürlüğe konan istikrar programının izlerini taşımıştır.

   1954-1961 döneminin iktisat politikaları bakımından ilk önemli uğrağı, 1954 Temmuzunda uygulamaya konan dış ticaret rejimidir. Aslında, dış ticaret ve kambiyo rejimlerinde serbesti, 1953 Eylülünde 4/1360-1361 sayılı kararnamelerle ortadan kaldırılmıştı. 1954 Temmuzunda 4/3321 sayılı kararname ile yeni kontrol ve sınırlamalar getirilerek, sonraki yılların dış ticaret politikalarını oluşturan ana unsurlar ortaya çıkmış oldu. Bundan sonra 1958 yılına kadar dış ticaret her yıl çıkarılan Bakanlar Kurulu kararlarının belirlediği kurallar ve sınırlamalar içinde sürdürüldü.

   Dış ticaret rejiminde kontrollere ve korumacılığa gidilmesine yol açan temel etken, serbest ticaret sürekli ve giderek büyüyen dış açıklara yol açması ve dış yardım ve kredileri sağlamakta karşılaşılan güçlüklerdi.

  Demokrat Parti iktidarı, devalüasyon deflasyonist önlemler ve dış ticarette liberasyona dayalı istikrar politikası yerine, Milli Korunma Kanununu yeniden yürürlüğe koyarak, fiyat ve piyasa kontrolleri izlemeyi ve bir yandan da ithal ikameci yatırımların, öte yandan köylüye dönük popülist politikaların sürüklediği genişleyici ve enflasyonist politikalarda ısrar etmeyi yeğledi.

Ne var ki, dolar cinsinden ithalatın 1953-1958 arasında % 40 ‘tan daha fazla düşmesi ve dış baskıların artan dozu, 4 Ağustos 1958’de doların TL karşısında 2.2 misli değerlenmesi sonucunu doğuran fiili bir devalüasyonun kabul edilmesini kaçınılmaz kıldı.

1958 sonrasındaki üç yıl boyunca, hem DP iktidarı, hem 27 Mayısı izleyen hükümetler, serbest ticaretçi olmaktan çok deflasyonist özellikler taşıyan bu istikrar politikasını ana hatlarıyla uygulamaya devam etmişlerdir.

1954-1961 yıları, kendisinden önceki ve sonraki dönemlere göre, milli gelir büyüme hızının belirgin bir biçimde düşük olduğu bir dönemdir.

  Yıllık sınai büyüme hızlarının ortalaması bu dönemde %4.3’e ulaşabilmiş; tarımsal büyüme ise ortalama olarak %1.8’ede kalmıştır. Dolayısıyla milli hasıla içinde sanayi payının 1952-53’te %14’ün altında iken bu dönemde %18’e yaklaşmıştır.

   1954-1961 yıllarında gelir dağılımında meydana gelen değişmeler, ana hatları ile önceki dönemdeki eğilimlerle zıt yöndedir.

  1952-53 ile 1960-1961 arasında, tarım dışı nüfus içinde ücret ve maaşlı olmayanların hem mutlak sayısında, hem de göreli payında artışlar gerçekleşmiş; bunların tarım dışı faal nüfus içindeki oranları %34.6’dan %35.9’a yükselmiştir.

  Ancak her şeye rağmen bu yıllar, işçi-memur gruplarının ulusal ekonomi içindeki göreli durumlarının düzeldiği bir dönem olma özelliği taşımaktadır. Egemen güçler bloku içinde ise, sanayi burjuvazisi ile sınai ürünlerin pazarlanmasına dönük ticaret sermayesinin, çiftçi gruplar ile dış ticarete dönük ticaret sermayesi aleyhine genişlediği söylenebilir.

  Demokrat Parti döneminde, devlet gelirlerinin %70’i işçiden ve maaşı memurdan geliyordu. Fakat milyonlarca Türk Lirası kazanan büyük çiftçiler çok az vergi ödüyorlardı. İşçi ve devlet memurunun maaşı inanılmaz ölçüde düşük kalırken, özel sektörde maaşlar iki katına çıkmıştı. İstatistiklere göre kamuda çalışan işçilerin %61’ine 131 TL yani 15 dolar ödeniyordu. ( bu maaş 20 yılda ancak 2 kat artmıştır) Oysaki malların toptan fiyatları aynı 20 yıllık süre zarfında 13 katına çıkmıştı. Memurun maaşı ise yalnızca 4 kat artmıştı.

   Yine bu dönemde özel sektörün ekonomik faaliyetlerinin yoğunluğu gibi devletin faaliyetleri de hızlandı. Yol yapımında ve sınaî kalkınma programında çalışacak mühendislere ve uzman mimarlara ihtiyaç duyuluyordu. Bu sektörlerde çalışan kişilere, devlet memurlarına ve akademisyenlere kıyasla çok yüksek maaşlar veriliyordu. Örneğin bir mühendis ayda 285-500 dolar kazanırken, 28 yıl deneyime sahip bir üniversite profesörü ayda yalnızca 80 dolar maaş alıyordu. Bunun doğal bir sonucu olarak mühendislik, ideal meslek olarak görülmeye başladı. Sosyal bilimler alanındaki akademisyenleri ise, hayatın gerçeklerini kavrayamayan kişiler gözüyle bakılıyordu. Mesleki eğitime verilen önem, temel uğraşı siyaset olan birçok aydını pratik alanlarda uzmanlaşma ve profesyonelleşmeye itti. Başta çeşitli meslek sahipleri olmak üzere aydınlar ile ekonomik çıkar grupları arasında yeni bir bağ kuruldu. Bu durum mühendis, doktor, iktisatçı vb. sayısında büyük bir artışa neden oldu.

VII. İÇE DÖNÜK, DIŞA BAĞIMLI GENİŞLEME (1962-1976) VE YENİ BUNALIM (1997-1979)

  Bu yeni dönemde, 1954’te başlayan korumacı dış ticaret politikalarının belirlediği ve uluslararası pazarlardan çok iç piyasanın sürüklediği gelişme biçimi egemen olmaya devam etmiştir. Ancak, 1962 sonrasını, hem bir önceki dönemden, hem de Cumhuriyet tarihinin bütün diğer dönemlerinden niteliksel olarak da ayıran belirleyici özellikleri vardır.

  Bir kere, 1962 sonrasında iktisat politikaları planlama tabanına oturtulmuştur. 1963 yılından başlayarak üç beş yıllık plan, planlama yöntemleri ve plan uygulaması üzerine yapılan haklı eleştirilere rağmen, yatırım politikaları üzerinde belirleyici olmuştur.

  Gelişme biçimi bakımından bu dönem, korumacı, iç pazara dönük ve ithal ikameci görüntüsüyle 1930’lu yıllara ve 1954-1961 dönemine benzer görünmekle birlikte, sanayileşmenin içeriği, yatırımların dağılımı ve sektör öncelikleri bakımından tamamen farklı özellikler taşımaktadır.

  Gelişmiş kapitalist toplumlardan yayılan tüketim normları, radyo, buzdolabı, çamaşır makinası ve elektrikli süpürgeler, televizyon, otomobil, modern büro, mutfak ve ev eşyaları türünden ve iktisat yazınında “dayanıklı tüketim malları” ya da (daha önce anılan “üç beyazlar”dan farklı olarak) “ beyazlar” diye adlandırılan mallara karşı etkili ir talep meydana getiriyordu. Devlete egemen olan sınıfların ve siyasi karar alma sürecini denetleyen grupların zevk ve eğilimlerini yansıtan bu tüketim talebinin karşılanması kaçınılmazdı. Ancak, dış ticaret tıkanmaları geçerli iken bu mallarının ithalinin serbest bırakılarak kıt dövizin lüks mallara tahsisi, 1960’lı yılların çok partili demokrasi koşullarında söz konusu olmayacaktı. Dolayısıyla bu mallar, bazı durumlarda yabancı sermayenin katılmasıyla, ülke içinde üretilecekti. İlk başta salt montaj biçiminde kurulan dayanıklı tüketim malları sanayii, zamanla daha fazla yerli katkıyla ve çevresinde beslediği yan sanayi kollarıyla modern sanayi görüntüleri kazanacaktı.

   Bu noktada, sözü edilen endüstrilerin, dönemin ortalarından burjuvazinin tüketim taleplerine yanıt vermenin ötesinde bir yaygınlık kazandığını da belirtelim. Bu sanayi kollarının kuruluşları varlıklı grupların tüketim eğilimleri tarafından belirlenmekle birlikte, dönem boyunca sağlanan hızlı büyümeye paralel olarak emekçi ve orta sınıfların reel gelirlerindeki artışlar, dayanıklı tüketim mallarının kullanımını toplumun tüm kesimlerine yayacaktır. 1970’li yılların ortalarına gelindiğinde gecekondu semtlerinde çatıları kaplayan televizyon antenleri bu gelişmenin sembolik bir kanıtıdır. Benzeri gözlemler işçi ve köylü ailelerinde giderek yaygınlaşan transistörlü radyo, teyp, buzdolabı, hatta otomobil kullanımı üzerinde yapılabilir.

   Bu gelişmeyi tamamlayan ve büyük ölçüde ona bağlı bir diğer ikmal ikamesi süreci, özellikle kamu kesiminin katkısıyla demir-çelik, bakır, alüminyum, petro-kimya ve kimya, inşaat malzemeleri gibi temel ara mallarda gözlenmiştir.

    Gerçekten de Birinci Beş Yıllık Plan döneminde, makro-ekonomik düzeyde pozitif ithal ikamesi gerçekleşmiş; ancak sonraki yıllarda toplam arz (ve GSMH) içinde ithalatın payı genel olarak artma eğilimi göstermiştir. Bu olgunun arkasındaki tek etken, çoğu zaman ileri sürüldüğü gibi; doğrudan ve dolaylı ithal gereksinmesi çok yüksek olan dayanıklı tüketim malları sektörünün hızlı genişleme temposu değildir. Aynı derecede önemli olan bir diğer etken, yatırım malları (Yatırım Malları: Sermaye malları olarak da bilinen yatırım malları, bir işletme tarafından, daha sonra diğer işletmelere veya doğrudan tüketicilere satılan ürünleri üretmek için kullanılan fiziksel ürünlerdir. Bu tür malların en temel örnekleri, imalat sürecinde kullanılan fiziksel tesisi, fabrika tesisi boyunca kullanılan makineleri ve doğrudan malların üretiminde kullanılan ekipmanı içerir ) kesiminde sağlanan genişlemenin ara mallardan ( Ara mal: Ara mal, diğer malların üretiminde girdi olarak kullanılan maldır. Üretim sürecinde ara mallar nihai ürünün bir parçası hâline gelirler ) geride kalması nedeniyle yüksek bir yatırım temposunun daima aşırı bir ithal faturası gerektirmesinde aranmalıdır. Nihayet, ucuz petrol fiyatları bir bütün olarak ithal malı enerji türlerine bağımlı bir sınai yapı kurulmasında etkili olmuş, hızlı sanayileşme temposu daima yüksek bir petrol faturası ile sürdürülebilmiştir.

   Ekonomide pozitif ithal ikamesinin gerçekleşememesinin sonuçları ihracatta sağlanacak gelişmelerle hafifletilebilirdi. Ancak bu yıllar, ihracatın milli gelir içindeki göreli payının çok düşük kaldığı ve hatta gerilediği bir dönem olma özelliği taşımaktadır. Kambiyo (iki ayrı ülke paralarının birbirleriyle değiştirilmesi) ve dış ticaret politikalarının bir bütün olarak ithal ikamesine ve yukarıda açıkladığımız gibi ithal girdilerle beslenen iç piyasaya yönelik sanayi kollarına hizmet ettiği bu dönemde bu sonuç belli ölçülerde beklenmelidir. İhracatın göreli zayıflığının arkasında yatan bir diğer nesnel zorlama, iç pazara dönük bir sanayileşme sürecinin oldukça ileri aşamalarına kadar, ihracatın geleneksel tarım ürünlerinden oluşmaya devam etmesi gereğinden doğmakta idi. Dünya piyasalarında önem taşıyan hammaddeler bakımından güçlü bir tabana sahip olmayan Türkiye’de bu ürünlerin büyüyen ekonominin daha da hızla büyüyen döviz ihtiyacını karşılaması beklenemezdi.

  Aşırı ithal bağımlılığı ve ihracattaki göreli durgunluğa rağmen 1962-1976 arasında düzgün ve yüksek büyüme temposunun sürdürülebilmesinin temel nedeni, ekonomiye önemli boyutlarda dış kaynak enjekte edilmesi olmuştur. Kısa ve uzun vadeli krediler ve dış yardım 1962-1974 arasında genellikle 300 ve 500 milyon dolar civarında seyretmiş; 1975-1976 yıllarında ise 1 milyar dolara yaklaşmıştır. Bir diğer dış kaynak ise, Avrupa’daki Türk işçilerinin gönderdiği dövizlerdir.

   Dönem boyunca dış kaynak sağlamanın göreli olarak kolay olması, ekonominin ithal bağımlılığının kronik bir hal almasına ve ihracatın ihmaline önemli katkılar yapmış; “nasıl olsa dış kaynak bulunabileceği” bilinci döviz kazancına veya döviz tasarrufuna dönük çabaları peşinen baltalamıştır. Bu saptamalar, bu yılları bir bütün olarak dışa bağımlılığın arttığı bir dönem olarak nitelendirmemize hak verdirir.

   1962-1976 döneminin bir diğer belirleyici özelliği siyasi rejimin, “popülist” denebilecek bölüşüm politikalarına angaje olmasıdır. Bu politikalar, geniş halk kitlelerinin siyaset sahnesinde rol almasına imkan veren çok partili parlamenter rejimin bir sonucudur.

  Bu dönemde, egemen blokun uzun dönemli çıkarları ile geniş halk kitlelerinin kısa dönemli çıkarları arasında belli bir denge sağlamış oldu. Bu dengenin, egemen blok aleyhine bozulma ihtimalinin güçlendiği durumlarda, rejim dışı müdahalelerle durum düzeltilmiştir.

   Dönemin iktisat politikalarına damgasını vuran ithal ikameci sanayileşme. Sözünü ettiğimiz dengenin bir ürünüdür. İthal ikamesi süreci iç pazarın genişliği ve canlılığı üzerine inşa edilmiştir ve bu modelde ücretler bireysel kapitalist için bir maliyet unsuru olmakla birlikte, bir bütün olarak sermaye için yeniden üretim sürecini sürükleyen bir talep unsurudur. Böylece, ücretleri siyasal yöntemlerle baskı altında tutmak için (örneğin ihracata dönük sanayileşme modellerinin aksine) bir zorunluluk yoktur. Grev hakkını içeren toplu pazarlık sistemi ve yaygın sendikalaşma, işçi sınıfının reel gelirlerinde zaman içinde sürekli artışları güvence altına almıştır.

   Popülist politikaların bir diğer yansıması, Türkiye’de oldukça ileri bir sosyal güvenlik sistemi kurulabilmiş olmasıdır. 1970’li yıların içinde dış pazarlara dönük sanayileşmenin en başarılı ülkesi olan Güney Kore’de saatlik ücretler, Türkiye’deki ücretlerin yarısından düşük kalmıştır.

   Popülist politikalar, kırsal kesimde de benzer sonuçlar yaratmıştır. Özellikle seçim öncesi yıllarda çiftçinin eline geçen fiyatlar, dış fiyatların ve kendiliğinden oluşacak iç fiyatların üstüne çıkabilmiştir.

    Popülist iktisadi ve sosyal politikaların egemen güçler bloku için ciddi sorunlar yaratmamasının bir koşulu, korumacı politikalardan doğan göreli fiyat avantajlarından sanayi ve ticaret sermayesinin olduğu gibi yararlanmasını önleyecek engellerin doğmaması idi.

Böylece oluşan ekonomik yapı içinde, ekonomik büyüme, geniş halk kitlelerine aşağı yukarı kesintisiz reel gelir artışları ile intikal etmiş; gelir dağılımındaki değişmeler ise sınıf mücadelelerinin ve egemen blok içi dengeleri ilgilendiren tali bölüşüm süreçlerinin sonucu olarak belirlenmiştir. Genellikle herkesi belli ölçülerde hoşnut kılmaya dayanan bu model, 1971’deki askeri müdahaleye kadar sürdürülebilmiştir.

   1960’lı yıllar, dış ticaret rejiminin büyük ölçüde, sabit bir döviz kuru, kambiyo kontrolleri ve kotalarla yürütüldüğü bir zaman kesitidir.

   Kronik dış açıklara dayanan gelişme süreci, 1961 yılında OECD bünyesinde kurulan Türkiye’ye yardım konsorsiyumu ile dış denetim altında tutulmuştur. 1968’den itibaren dış çevreler, IMF aracılığıyla devalüasyon ve dış ticaret rejiminin liberalleşmesi yönünde etkiye başlamışlardır. 10 Ağustos 1970’te 1 dolar resmen 9 TL’den 15 TL’ye çıkarılarak; ithal teminatları ve damga resimleri düşürülerek ve liberasyon listeleri genişletilerek dış telkinler doğrultusunda bir operasyon yapıldı. Ancak, 10 Ağustos kararlarının, geleneksel IMF modeli doğrultusundaki eksiklerinin giderilmesi, yedi ay sonra, yani 12 Mart 1972’ sonrasında oluşan yarı-askeri rejimin grevleri ve toplu iş sözleşmeleri askıya alması ve ücretleri sonunda gerçekleşmiştir.

   Türkiye’nin 1974 sonrasında tüm dünyanın sürüklendiği ekonomik bunalıma tepkisi, bu arada gerginleşen siyasi rekabetin yarattığı sürekli bir seçim ekonomisi atmosferi içinde, bunalımın ülke ekonomisine yansımasını ne pahasına olursa olsun ertelemeye çalışmak oldu. Ham petrol fiyatlarının dünyada üç misli arttığı bu yıllarda Türkiye’de petrol türevlerinin fiyatları pek az değiştirildi. Türkiye ekonomisinin alışkın hale geldiği dış kaynak türlerinde meydana gelen tıkanmaya rağmen, ticari kredilerle ve özellikle Dövize Çevrilebilir Mevduat (DÇM) adını taşıyan pahalı bir kısa dönemli borçlanma yöntemiyle ithalat hacmi artırılmaya çalışıldı. Dünya ekonomik bunalım içinde debelenirken Türkiye ekonomisi bu yapay yöntemlerle 1975 ve 1976’da % 8 dolaylarında büyümekte idi. Bu büyümenin zorlama niteliği, 1976 yılında ihracatın ithalatı karşılama oranının 1/3’e düşmesi ile ortaya çıkıyordu. Artan siyasi istikrarsızlık ve partiler arası çekişmenin şiddetlenmesi biçiminde tezahür eden politik güçlükleri yapay bir refah konjonktürü yaratarak aşmaya çalışan Demirel çizgisinin başarısızlığa uğraması kaçınılmazdı. Nitekim bu zorlamaların genel seçim koşullarında sürdürüldüğü 1977 yılı, ertelenmiş ekonomik bunalımın nesnel olarak da patlak verdiği yıl olmuştur.

   Ulusal ekonomi dış kaynak bulabildiği sürece büyüyebilmiş; ihracatın potansiyel olarak en dinamik kesimi olan sınai ürünlerde dışa yönelme ancak 1970’li yılların ortalarına doğru başlayabildiği için, dış ticaret açıkları büyümüş ve dış kaynak ihtiyacı milli gelirden daha fazla artmış; normal kredi kanallarının yetersizliğini gidermek için işçi dövizleri ve Dövize Çevrilebilir Mevduat hesapları ile sağlanan sıçramalarla 1973-1976 yılları idare edildikten sonra bunalım kaçınılmaz hale gelmiştir.

  1962-1976 yıllarında gelir dağılımı bölüşüm süreçlerinin iç dinamikleriyle, öte yandan döneme egemen olan ithal ikameci-korumacı-popülist politikaların etkileriyle biçimlenmiştir. Tablo, 1962-1976 döneminin çeşitli bölüşüm göstergelerini özetlemektedir.

   1977 yılında dış ticaret göstergeleri şiddetle bozulmuştur. İhracat bir önceki yıla göre 200 milyon dolar gerilerken, ithalat adeta son bir çaba ile %13 (660 milyon dolar) artırılmış; ihracatın ithalatı karşılama oranı %30’a düşerken dış ticaret açığı 4 milyar doları aşmıştır.

     Bu noktada iktidara gelen Ecevit hükümeti iki yıl boyunca önceki iktidarın ağır ekonomik mirası ile uğraştı. Beynelmilel sermaye çevreleri, yeni kredi kanallarının açılmasının ön koşulu olarak IMF ile standart bir istikra politikası çerçevesinde anlaşmayı ileri sürüyor; hükümet ise bunalımın faturasını emekçi sınıflara yıkan bu türden bir programı bir siyasi intihar olarak görüyor ve direnmeye çalışıyordu.

    Ancak iktidar, bunalım koşullarında uygulanabilecek bir alternatif politikaya ne kuramsal ne de politik bakımdan hazırdı. Dolayısıyla bir yandan IMF kökenli telkinlere kısmi (ve gecikmiş) ödünler veren; öte yandan ithalat tıkanmalarından ve piyasadaki genel kargaşadan kaynaklanan güçlükleri, fiyat kontrolleri ve polisiye önlemlerle karşılamaya çalışan çelişkili ve tutarsız iktisat politikaları izledi. Sonuç, yemeklik yağlardan benzine kadar uzanan bir dizi temel malda kuyruklar ve karaborsaların oluşması ve genel fiyat düzeyinin 1978’de % 53, 1979’da %64 oranlarında artması oldu. 1977 sonunda Demirel hükümeti tarafından 17.50’den 19.25’e çıkarılmış olan dolar kuru, Ecevit hükümetince 1978 Şubatında 25 TL’y, 1979 Haziranında 47 TL’ye çıkarılıyordu.

   1978 ve 1979, dış kaynakların tıkanması nedeniyle ithalatta durgunluk gözlenen; milli hasıladaki büyümenin giderek durduğu; ihracatta ise belli bir artış eğiliminin başladığı yıllardır.

 

VIII. SONUÇ: BAZI ANA ÇİZGİLER

 

Türkiye’nin 1908-1980 yıllarının 20.yüzyılın büyük bir bölümünü kapsayan bir zaman diliminin iktisat tarihi ne gibi ana çizgiler ortaya koymaktadır? Bu tarihin bize öğrettiği ilginç bilgiler kümesinin ötesinde, ne gibi temel eğilimler ortaya çıkmakta; bunlar ne türden genellemeler yapmaya imkan vermektedir?

Bizce bu genellemeleri üç grupta toplayabiliriz. Birinci olarak, incelenen zaman süresi içinde üretim güçlerinin küçümsenemeyecek bir hızla geliştiği, Türkiye ekonomisinin durağan değil, dinamik bir özellik kazandığı söylenebilir.

İkinci olarak, 1908-1980 arası, Türkiye’de kapitalizmin geliştiği ve yerleştiği yıllardır ve dönüşüm 1908’de patlak veren ve bütün tökezlenmelerine ve aksaklıklarına rağmen sonraki yıllarda devam eden bir burjuva devrimi ile başlamıştır.

Üçüncü olarak, bu burjuva devrimi yetmiş kusur yılda bir türlü tamamlanamamış ve  böylece Türkiye kapitalizminin gelişim biçiminde, gerek ekonomik yapıya, gerek siyasi yapıya ilişkin bir şeyler eksik kalmış; yüzyılın sonlarına yaklaşırken Türkiye hem dünya ekonomisi ile eklemlenmesinde, hem de içsel olarak kronik gerilik unsurları taşımaktan, kısacası azgelişmişlikten kurtulamamış; kemale ermiş bir burjuva demokrasisi yerine, popülizm ile çeşitli renklerde askeri rejimler arasında yalpalamaya mahkum kalmıştır.

 Büyüme hızının 63 yıl boyunca düzgün bir seyir gösterdiği söylenemez. Savaş sonlarında yeniden inşa onarım ve canlanma süreçlerinin dünya ekonomisinin genişleme konjonktürleriyle birleştiği (ve liberal dışa dönük politikaların egemen olduğu) 1923-1929 ve 1946-1953 yılları ortalama büyüme hızı ( her iki dönemde de aynı kalarak) % 11.1 olmuş,  buna karşılık sanayileşme çabalarının egemen ve iç pazarını öncül olduğu 1933-1939 ve 1962-1976 yıllarında büyüme hızları % 9.1 ve % 6.9 olmuştur. Ekonominin hızlı büyüme yollarını içeren bu dönemleri genellikle dışsal etkenlerin belirleyici olduğu durgunluk veya bunalım yılları izlemiştir. 1930-1932, 1954-1961 ve 1977-1983 yıllarında büyüme hızı sırasıyla % 1.6, % 3.7 ve % 3'e düşmüş;1940-1945 savaş döneminde ise milli gelir ortalama yüzde 6.3 oranında azalmıştır.

Ulusal ekonomi oluşturma sürecinin, kalıcı ve ciddi bir biçimde 1930 sonrasında başladığını söyleyebiliriz. Büyük Dünya buhranının, korumacı-devletçi iktisat politikası senteziyle karşılanması ve 1950 sonrasından farklı olarak ulusal ( ve esas olarak devletin harekete geçirdiği) kaynaklara dayanarak ( dış denge içinde) sanayileşmeyi başlatabilmesi, Türkiye kapitalizminin gelişiminde önemi bir olgunlaşma aşamasıdır.

1946 1950'li yıllar içinde çok partili parlamenter demokrasiye geçilmesi  otoriter-paternalist bir siyasi rejimden bizim kısaca popülist sıfatı ile nitelendirdiğimiz bir rejime geçiş olarak olumlu; bağımsız nitelikleri ağır basan ulusal bir ekonomik yapıdan bağımlı bir yapıya geçiş olarak da olumsuz özellikleri birlikte içermektedir. Bu dönüşüm 1954’ten itibaren şartların zorlamasıyla ve 1962’ten itibaren bilinçli olarak ithal ikameci bir sanayileşme politikası ile birleşince ekonominin işleyişine dünya ekonomisi ile eklemlenmesine ve özellikle bölüşüm süreçlerine önemli yenilikler getirmiştir. Ancak bu yenilikleri bir demokratik devrim anlamına gelmediği aksine hem siyasi, hem de ekonomik düzeyde özgürlükçü ve kalkınmacı yeniliklerle baskıcı ve bağımlılık yaratıcı özelliklerin çelişkili bir bileşkesini oluşturduğu hem 1950’li, hem de 1970'li yılların sonunda iki kere ortaya çıkacaktır.

1960’lı ve 1970'li yıllar bu bakımdan, yeni modelin siyasi ve iktisadi unsurları arasında sentez yıllarıdır. İktisadi boyutuyla sanayileşmenin önce yaygınlaştığı, sonra derinleşmeye başladığı bir dönem söz konusudur. Dönem sonunda tarımın milli hasıladan aldığı pay sanayinin gerisine düşmüş; “makine yapan makineler yapmak”, “ağır sanayi yönelme” temaları, siyasi sloganlar düzeyinden gerçeği intikal etmeye başlamıştır. Ancak bu gelişmenin çok önemli çarpıklık ve gerilik unsurları ile iç içe meydana geldiği de aşağıda ele alacağımız bir diğer gerçektir. Siyasi düzeyde ise, “popülist” demokrasi, 1971 yılında iki buçuk yıllık, 1980'de ise daha uzun bir süre için kesintiye uğramış ve bu modelin uzun dönemli istikrar unsurlarından yoksun olduğu ortaya çıkmıştır.

20.yüzyıl Türkiye İktisat tarihi bir diğer ilginç öğretisi, iktisat politikalarının (ve bu politikalara bağlı ideolojik tavırlar) üzerinde iki ayrı çizginin açık veya kapalı bir biçimde,  fakat sürekli olarak, bir çatışma ve hesaplaşma içinde bulunmalarıdır. Türkiye'de kapitalizmin gelişmesini kolaylaştıracak veya hızlandıracak iki ayrı reçete olarak da yorumlanabilecek olan ancak taraftarlarınca çoğu kez sadece, “Türkiye nasıl kalkınabilir” sorusunun yanıtları olarak gösterilen bu çizgilerden birisi, dışa açık entegrasyoncu ve serbest piyasaya dayalı; diğeri ise korumacı, ulusal müdahaleci-devletçi politikalardan oluşmaktadır.

İkinci Dünya Savaşı'nda Refik Saydam'ın piyasa kontrollerine, Şükrü Saraçoğlu'nun piyasa serbestisine dayalı ekonomik yönetim seçenekleri arasındaki yalpalamalar; 1946 sonrasını siyasi iktidarlarına (ve özellikle Demokrat partiye) egemen olan (ancak 1954'te şartların zorlaması ile kesilen) liberalizm ile 1960 sonrası planlamasına egemen olan ithal ikameci ve devletin denetiminde (ancak özel birikiminde desteklendiği) iktisat politikaları arasındaki dalgalanmalar ve nihayet 1980’de yeniden içe ve dışa karşı “piyasa ekonomisine dönüş ve dışı açılma” iddiası ile yürürlüğe giren 24 Ocak kararları etrafındaki çalkantılar, iktisat politikalarında durmadan tekrarlanan senaryoların varlığını göstermektedir.

1908-1980 yıllarını kapsayan iktisat tarihi incelemesinin ortaya koyduğu ve gerek üretim güçlerinin gelişiminde, gerekse üretim ilişkileri dönüşümünde gözlenen, “hızlı büyüme” ile “kapitalizmin gelişmesi” biçiminde de ifadesini bulan dinamizmin saptanması yapısal bozuklukların ve kronikleşen hastalıkların da ortaya konmasına engel olmamalıdır.

1946 sonrası Türkiye ekonomisi giderek artan dışa bağımlılık özellikleri kazanması bakımından klasik kapitalizminin gelişmesinden fark gösterir. Bu tarihten sonra Türkiye, dünya ekonomisi ile eklemlenmesini ulusal kaynakları ile gerçekleştirmeyi bir türlü başaramamış; birikim sürecini büyük boyutlarda dış kaynaklara başvurarak çözmek zorunda kalmıştır. Üstelik bu anlamdaki dış bağımlılık göstergeleri giderek bozulmuştur. 1947'den 1986'ya kadar Türkiye'nin hiç bir yıl dış ticaret fazlası verememiş olması çok düşündürücü olmalıdır.

İçsel yapıya dönük ekonomik göstergelerde de kronik bozukluklar ve gerilik unsurları vardır. Sanayileşme sürecinde, ücret malları (yaygın tüketim malları) ile geniş anlamda yatırım malları temel mallardır. Bunlar (üretilerek veya ithal edilerek) var olmadan sanayileşmeyi sürdürmek teknik anlamda imkânsızdır. Ve uzun dönemde bir ekonominin kendi ayakları üzerinde durabilmeye yönelmesi, temel malların ulusal kaynaklarla sağlanabilmesini; veya bu gerçekleşinceye kadar temel olmayan malların üretim ve tüketimi için kaynak tahsisinin asgaride tutulmasını gerekli kılar. Türkiye'de ise sanayileşmenin belli bir kritik aşamasından (1960'lı yılların başından itibaren) temel olmayan malların, farklı bir ifade ile başlangıçta varlıklı sınıfların tüketim taleplerini karşılayan malların, üretimi için (yukarıdaki anlamda) çok fazla kaynak tahsis edilmiş olduğun gözlüyoruz. Bir diğer kronik bozukluk gelişme sürecinin erken aşamalarından itibaren “hizmetler” kesimi diye anılan ücretken olmayan faaliyetlerin aşırı ve prematür bir şişkinlik kazanmış olmasıdır. Batı kapitalizminin gelişiminde sanayileşmeyi izleyerek ona destek olarak gelişen ve sanayileşmenin tüm kritik merhaleleri aşıldıktan sonra (ve 1930'lu yıllarda olaylarında) şişmeye başlayarak sanayinin önüne geçen hizmetler kesimi, Türkiye'de başından beri sanayiden hatta zaman zaman tarımdan daha geniş bir yer kaplamıştır. Üstelik bu aşırı şişkinlik zaman içinde daha da artmıştır.  1923-1960 arasında milli hasılanın ortalama %40 -45'ini elde eden hizmetler kesiminin payı, 1960'lı yıllarda 1/2 eşiğine ulaşmış ve 1970'ten itibaren hiçbir yıl %50’nin altına düşmemiştir. Tarım dışı faaliyetleri bir bütün olarak ele alırsak, hizmetlerinde çalışanların sanayide çalışanları oranı 1960'ta 1.60 iken bu oran 1980'de 2.36 ya çıkmıştır.

Türkiye'de emekçi sınıfların siyaset sahnesine çıkabildikleri en etkili biçim Cumhuriyetin ilk 25 yılı kapsayan reformcu otoriter bir paternalizmi (Paternalizm; hiyerarşik ilişkiler içerisinde liderin örgütü bir aile ortamına benzetip, astların hem bireysel hem profesyonel yaşamlarında yol gösteren, destekleyen ve karşılığında da onlardan örgüte ve kendilerine karşı sadakat ve bağlılık bekleyen bir yaklaşımdır.) izleyen ve yukarıda “popülizm” diye adlandırdığımız parlamenter rejim içinde olmuştur. Popülist rejiminin burjuva demokrasisinden temel farkı emekçi sınıfların somut ve örgütlü siyasi mücadeleler sonunda belli hakları “koparan” değil egemen sınıfların inisiyatifinde sadece “ödünler verilen” aktörler olarak yer almalarıdır.

Türkiye'nin burjuva demokrasisine bir türlü geçemeyeceğini burjuva devrimini tamamlayamamış olması ile açıklamak yeterli değildir. Zira bu iki olay büyük ölçüde aynı şeydir. Daha temelden bir açıklama Türkiye'de ( ve benzer diğer 3. dünya ülkelerinde), burjuvazinin bir sınıf olarak özellikleri üzerine inşa edilebilir. Özellikle “milli” denebilecek bir burjuvazinin tarih sahnesine çok geç çıkması ve cılız kalması bu sınıfın üzerine düşmesi gereken tarihi misyonu (ve en başta burjuva devriminin)  hep başka sınıf ve tabakalar tarafından üstlenilmesi sonucu vermiş; bunun sonucunda devlet ve küçük burjuva aydınları ile burjuvazi arasında Batı modellerinden farklı bağlantılar, vesayet ve temsil ilişkileri doğmuştur. Türkiye'de güçlü bir sınıf haline gelirken bile burjuvazi bu gücünü kıyasıya rekabet koşullarında etkinliğini ve üstünlüğünü her gün ekonomik olarak tanıtlama zorunluluğundan kaynaklanan bir dinamizm ile değil, devlet mekanizmasının kendisine sağladığı özel imkanlardan kazanmış; dolayısıyla başarısını bu mekanizmaya ulaşmada ve onu etkilemedeki becerilerine borçlu olmuştur. Bu özellikleri ile burjuvazi, batıdaki benzerlerinden farklı olarak toplumun demokratikleşme sürecine olumlu katkılar yapan değil, aksine bu sürece ayak bağı olan bir konumda olmuştur. Bir burjuvazi demokratik devriminin nesnel sonuçlarının burjuvaziye rağmen gerçekleşmesi teorik olarak mümkündür, ancak Türkiye'de böyle bir oluşumu sürükleyebilecek tek sentez olan küçük burjuvazi radikalizmi ile sosyalizm arasındaki ittifak, biraz da popülizmin bozucu etkileri yüzünden bir türlü gerçekleşmemiştir.

İşte azgelişmişlik denen olguda yukarıda sayılan ( ve batı kapitalizminin dünü ve bugünü ile karşılaştırıldığında belirginleşen) temel farklılıkların bir bileşkesinden başka bir şey değildir. Kapitalist dünya ekonomisinin aktif ve belirleyici merkezinde değil, pasif ve bağımlı çevresinde yer almak; içsel ekonomik yapıda belirgin bozukluk ve deformasyonların kronikleşmesi ve reformcu-paternalist veya tutucu-baskıcı askeri (otoriter) rejimlerle popülist sivil rejimler arasında yalpalayan ve bir türlü burjuva demokrasisine dönüşemeyen bir siyaset rakkası…Bunlara, büyüme sürecinde katedilen önemli mesafelere rağmen, üretim güçlerinin gelişimi bakımından ve özellikle teknoloji alanında emperyalist sistemle bir türlü mutlak anlamda kapatılamayan farkı da eklersek, Türkiye toplumunun ve ekonomisinin 20. yüzyılın sonlarına yaklaşırken niçin hala az gelişmiş olarak nitelendirilmesi gerektiği ortaya çıkacaktır.

Ne var ki burada sözünü ettiğimiz toplumsal gelir tablosunu bir tarihi mahkumiyet olarak yorumlamak da kesinlikle yanlıştır. 20. yüzyıl Türkiyesi  üzerindeki bu incelemeyi Türkiye'nin durağın bir toplum yapısına sahip olmadığını göstermiş olsa gerektir. Yukarıda gözden geçirdiniz tüm olumsuzluklarına rağmen, Türkiye toplumu sınıf çelişkilerinin çeşitliliği ve sınıfsal dinamikler bakımından pek çok üçüncü dünya ülkesinden ileri özellikler taşımaktadır. Biraz önce sözünü ettiğimiz “siyaset rakkası”nın dahi sadece kendini tekrarlayan simetrik dalgalanmalardan ibaret olmadığını; her yeni sallantının Türkiye halkının özgürlüğe, eşitliğe, bağımsızlığa giden uzun yolculuğunda küçük aşamalar oluşturan sentez öğeleri de taşıdığını bu çalışma ortaya koymuş olmalıdır.

 

Kaynaklar:

Boratav, Korkut, İktisat Tarihi, Türkiye Tarihi, Çağdaş Türkiye (1908-1980), Cem Yayınevi, İstanbul, 1990.

Çavdar Tevfik, Türkiye Ekonomisinin Tarihi, 1900-1960, İmge Kitabevi, Ankara, 2003.

Karpat, Kemal. H., Türk Siyasi Tarihi, Timaş Yayınları, İstanbul, 2011.

 

Yazının istatistikli pdfsi için tıklayınız.

 

 

 

    

 

 

 

 

 

 

 

 

  
1093 kez okundu

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yapmak için tıklayın
Ziyaret Bilgileri
Aktif Ziyaretçi2
Bugün Toplam140
Toplam Ziyaret1040482
Saat