• Anasayfa
  • Favorilere Ekle
  • Site Haritası
    • Görsel Destekli Tarih Videoları Sesli Tarih Menüsünde
    • Özgün Tarih Materyalleri
    • Tarihi Fıkralar
    • Tarih Yazılısından İnciler
    • Tübitak Tarih Proje Örnekleri
    • Sınavlar Bölümünde Bilgilerinizi Test Edebilirsiniz
    • Peygamberimizin Hayatı ve Örnek Ahlakı
    • KPSS Sunuları Yenileniyor
    • Bulmacalarla Tarih Öğreniyorum
    • Tarih Sunuları için tıklayınız.
    • En güncel tarih sunuları burada.

Tarih Ders Notları

 

ADI: ARİF ÖZBEYLİ

GÖREVİ: ÖĞRETMEN ( YILMAZ KAYALAR ANADOLU LİSESİ – ERBAA/TOKAT)

 

 

 

Tarih  I

 

TARİHİN TANIMI VE KONUSU

Tarih,geçmişte yaşamış insan topluluklarının kültürlerini ve medeniyetlerini yer ve zaman göstererek sebep-sonuç ilişkisi içerisinde belgelere dayalı olarak inceleyen bir bilim dalıdır.

 

a-Tarih biliminin konusu insanın yaptığı faaliyetlerdir.

b-Tarih olayları arasında sebep  sonuç ilişkisi bulunmaktadır.

c-Tarih olaylarının maddi ve manevi çeşitli sebepleri vardır.

d-Tarih olaylarının belli bir kanunu yoktur.

f-Olaylarla ilgili kaynak taraması yapılarak,bütün belgeler değerlen-dirilmelidir.

g-Olayda rolü olanların katkılarının değerlendirilmesi, olayın geçtiği zamanının şartlarının incelenmesine bağlıdır.

h-Olayın meydana geldiği yer ve zaman mutlaka belirtilmelidir.  

  

 

 BAŞARI TATLIDIR,AMA ÇOĞUNLUKLA TER KOKAR. 

 

 

 TARİH BİLİMİNİN YÖNTEMİ

A-Kaynak bulma:Kaynaklar özelliklerine göre yazılı, yazısız,sözlü, sesli ve görüntülü olmak üzere, güvenilir-liklerine göre de 1.Elden kaynaklar ve 2. Elden kaynaklar olmak üzere ikiye ayrılır.

B-Verileri tasnif

C-Tahlil (Analiz)

D-Tenkit (Eleştiri)

E-Terkip (Bir araya getirme)

 

                   

                          TARİH ÖNCESİ DEVİRLER

 

 

                                      TAŞ DEVRİ 

 

 Eski Taş Devri     Orta Taş Devri   Yeni Taş Devri  (Kalkolitik Devir)

                                                                                    Ta ş-Bakır Devri 

  

 

                                      MADEN DEVRİ                     

                                                                                                               

                                 Bakır   Tunç      Demir       

 

 

     ESKİ TAŞ DEVRİ:İnsanlığın Buzul çağını yaşadığı yüz binlerce yıllık döne-mi kapsamaktadır.İnsanlar küçük gruplar halinde avcılık ve toplayıcılıkla hayatlarını devam ettirmişlerdir. Taştan,kemikten,ve ağaçtan ilk araç-gereçler yapılmıştır. Mağara ve tabii sığınaklarda barınmışlar,ateşi kullanmışlardır. Mağara duvarlarını hayvan resimleriyle süslemişlerdir.

    ORTA TAŞ DEVRİ:Buzul çağı sona ermiş,iklim şartları düzelmiş, insanlar avcılık ve toplayıcılığa devam etmiş-lerdir.

 

    YENİ TAŞ DEVRİ:Yerleşik hayata geçmişler,üretim yapmaya başlamışlardır.Ticaret başladı, hayvanlar evcil-leştirildi.Dokumacılık gelişti,kilden kap kacak yapıldı.

 

 

 

     MADEN DEVRİ:Değişik madenler kullanıldı.İnançlar ortaya çıktı.İlk şehir devletleri ve daha sonra büyük devletler ortaya çıktı. Ticaret hızlandı, toplumlararası ilişkiler arttı.

 

   NOT:Tarih öncesi devirlerin başlama ve bitiş zamanları bölgelere göre farklılık gösterir.

 

Aristo yolda giderken oldukça yakışıklı bir adama rast gelir. Bir de konuşup ta söylediği sözlerin, verdiği cevapların cahilene ve ahmakane olduğunu görünce der ki:

-Güzel bir ev. Keşke içinde adam otursaydı!

 

Tarih Anlayışları :


Hikayeci Tarih : Tarihi olayları neden-sonuç ilişkisi belirtmeden, belgelere dayandırmadan, efsanelere göre inceler. İlk temsilcisi Heredot'tur.
Öğretici Tarih : Tarihi olaylardan ders almak ve liderleri örnek alarak yönlendirici rol oynamak amaçlanır.
Sosyal Tarih : Toplumların her türlü faaliyetlerini inceler.
Bilimsel Tarih : Olayları neden-sonuç ilişkisi içinde bilimsel olarak inceler. Tarih bilinci bu sayede ortaya çıkmıştır.

Tarihe Yardımcı Bilim Dalları :


Filoloji : Dil Bilimidir. Toplumların dillerini inceler.
Coğrafya : Coğrafi bölgelerin özelliği ve iklimi tarihi olayların değerlendirilmesinde etkilidir.
Örneğin Fenikelilerin deniz ticareti ile uğraşmalarının nedeni coğrafyalarının tarıma elverişli olmamasıdır.
Kronoloji : Takvim bilimidir. Tarihi olayların oluş sırasını verir.
Paleografya : Toplumların eskiden kullandıkları yazıları inceler. (Mısır hiyeroglifi, Sümerlerin çivi yazısı, Türklerin Orhun ve Uygur abideleri gibi) Bu bilim dalı tarih öncesi dönemlerin aydınlatılmasında etkili değildir.
Antropoloji : İnsan ırklarını inceleyerek sınıflandıran bilim dalıdır.
Diplomatik : Fermanlar, beratlar ve dönemin yazışmalarını inceler. Siyaset bilimi olarak da adlandırılır. Başlangıç noktası Kadeş Barışının imzalanmasıdır.
Etnografya : Toplumların öz kültürlerini inceleyen bilim dalıdır.
Arkeoloji : Kazı bilimidir. Tarih öncesi dönemlerin aydınlatılmasında yararlanılmaktadır.
Sosyoloji : Toplum bilimidir. Tarihi olayları sosyoloji konularını hesaba katarak inceler.
Kimya : C14 metodunu kullanarak eski kullanılmış araç ve gereçlerin yaşları hakkında bilgi verir.
Nümizmatik : Eski paraları inceleyerek, toplumların ekonomik yapısı hakkında bilgi verir.
Epigrafi : Kitabeleri inceler. Örneğin : Göktürk ve Kültepe yazıtları.
Toponomi : Yer adlarını inceleyerek tarihe yardımcı olur.
Heraldik : Mühür bilimidir. Eski mühürleri inceler.

 

 

 

TÜRKİYE’NİN TARİH ÖNCESİ DÖNEMLERİNİ AYDINLATAN MERKEZLER

 

       Tarih öncesi dönemler Taş Devri , Maden Devrine geçiş devri olan Kalkolitik devir ve Maden devri (Tunç Devri) olmak üzere üçe ayrılır.Bu dönemlerle ilgili çok sayıda buluntu merkezi vardır.

 

       Yeni Taş Devri Türkiye’de geniş bir alana yayılmıştır. Diyarbakır Çayönü Türkiye ve Güneydoğu Avrupa’da ilk üretimle ilgili bugüne kadar bulunmuş en eski yerleşim yeridir. Çatalhöyük’te insanlık tarihinin ilk şehir yerleşmesi olarak kabul edilmektedir.

 

Anadolu’da Eski Tunç veya Bakır devri,tarihi devirlere geçiş dönemidir.Asur kolonileri çağını kapsar.Bu dönemde ü-retim artmış, ticari hayat gelişmiştir.Yazı, Asurlu tüccarlar vasıtasıyla Orta Anadolu’ ya girmiştir.Böylece tarihi devirler başlamıştır.

 

 

 

TARİHİ DEVİRLER

 

                                          İlkçağ                  Ortaçağ                 Yeniçağ                  Yakınçağ

                        M.Ö.4000-3500                 375                    1453                     1789

            Yazının Bulunması             Kavimler Göçü    İstanbul’un fethi         Fransız İhtilali

 

 

 

 

İLKÇAĞDA ÖNEMLİ GELİŞMELER

Yazı dünyanın büyük bir bölümüne yayıldı.

Önemli buluşlar (para,takvim, alfabe) gerçekleştirilmiştir.

İlk büyük imparatorluklar bu dönemde kurulmuştur.

Musevilik ve Hıristiyanlık gibi tek tanrılı dinler ortaya çıkmış-tır.

    

ORTAÇAĞDA ÖNEMLİ GELİŞMELER

Feodalite (derebeylik) rejimi Avrupa’ya hakim oldu.

İslamiyet ortaya çıktı ve yayıldı.

Kağıt,matbaa,pusula ve barut gibi teknik buluşlar Avrupa’ya taşındı.

Avrupa’da kilise güçlenmiş, skolastik düşünce hakim olmuştur.

İngiltere’de Magna Charta ilan edilerek demokratikleşme alanında ilk adım atılmıştır.

  

YENİÇAĞ’DAKİ ÖNEMLİ GELİŞMELER

Coğrafi Keşifler, Rönesans, Re-form hareketleri bu dönemde meydana gelmiştir.

Feodalite’nin yerini merkezi krallıklar almıştır.

İlk sömürge imparatorlukları kurulmuştur.

Kilisenin etkisi ve gücü azalmıştır.

 

YAKINÇAĞ’DAKİ ÖNEMLİ GELİŞMELER

Fransız İhtilali’nin doğurduğu milliyetçilik akımı imparatorlukların parçalanmasına yol açmıştır.

Sanayi İnkılabı sömürge rekabetini artırmıştır.

Demokrasi,Liberalizm,Kapitalizm, Sosyalizm,Komünizm gibi sistemler ortaya çıkmıştır.

 I  ve II.Dünya Savaşları çıkmıştır.

 

 

 

BÜYÜK İNSANLARIN HEDEF VE GAYESİ,DİĞERLERİNİN İSE HEVESLERİ VARDIR.

 

 

 

 

 

 

 

M.Ö II.BİNDEN M.Ö.VI.YÜZYILA KADAR TÜRKİYE

 

HİTİTLER (M.Ö.1800-M.Ö.700)

 Orta Anadolu’da kurul-muşlardır.Bu dönemin en ö-nemli olayı Yeni Krallık döneminde meydana gelen Kadeş Savaşı ve antlaşmasıdır. Kuzey Suriye hakimiyeti için Mısırla yapılan savaştan tam bir sonuç alınamamıştır. Hititler en son Asur ve Pers egemenliğine girmişlerdir.

 

FRİGLER (M.Ö.750- M.Ö.600)

Kuzeybatı Anadolu’da kurulan bir devlettir. Başkentleri Gordiyon şehridir.Kimmerler tarafından yıkılmışlardır.

 

LİDYALILAR (M.Ö.687-M.Ö.546)

Gediz ve Küçük Menderes nehirleri arasında kurulmuştur.Başkentleri Sard şehridir.Kral Yolu bunlar tarafından kullanılmıştır.Persler tarafından yıkılmışlardır.

 

İYONYALILAR (M.Ö.1200-M.Ö.546)

İyonya,İzmir ile Büyük Menderes nehri arasında kalan bölgenin adıdır. Ege Göçleri ile Yunanistan’dan göç ederek Anadolu’ya yerleşmişlerdir. En son Pers egemenliğini kabul etmişlerdir.

 

URARTULAR (M.Ö.900-M.Ö.600)

Urartu Devleti,Hazar Denizi , Malatya, Erzurum, Musul ve Halep civarında kurulmuştur. Başkentleri Tuşpa idi. Medler tarafından yıkıldı.

 

Sokrat’a sormuşlar, uzun ve rahat bir yaşamın sırrı nedir diye, “Masrafını kısmak yoluyla kendinden borç al. Rahatlığın sırrı budur”

 

Uzun bir yolculuktan dönen arkadaşlarından bahsetmişler Socrat’a. “Yolculuk onu hiç değiştirmemiş “ demişler.

Sokrat; “Doğaldır çünkü gittiği yere kendisini de götürmüştür”demiş.

 

 

ANADOLU’DA İLKÇAĞDA KURULAN DEVLETLERDE KÜLTÜR VE MEDENİYET

 

İyonlar şehir devletleri biçiminde, diğer devletler merkezi krallık biçiminde teşkilatlanmışlardır.

Hititlerde Tavananna adlı kraliçe yönetimde söz sahibi olabilmiştir.

Krallar hem baş rahip,hem başkomutan hem de baş yargıç idiler.

Çok tanrılı bir dini inanç vardır.İyonlar tanrılarını insan biçiminde düşünmüşlerdir.

Halk çeşitli sosyal sınıflardan mey-dana gelmiştir.

Hititler,tarım ve hayvancılık Frigler, tarım,hayvancılık ve madencilik Urartular,hayvancılık ve madencilik Lid-yalılar,kara ticareti ve tarım İyonlar deniz ticareti,tarım ve balıkçılıkla uğraşmışlardır.

Lidyalılar,ilk madeni parayı kullanmışlardır.

Hititlerde Sümerlerden etkilenen bir hukuk sistemi vardı.Tazminat (fidye) esası uygulanıyordu.

Hititler resim yazısı (hiyeroglif) yanında Mezopotamya’dan aldıkları çivi yazısını da kullanmışlardır. Urartular da çivi yazısını kullanmışlardır. Frigyalılar, İyonlar ve Lidyalılar Fenike alfabesini kullandılar.

Hititlerde tarih yazıcılığı,İyonlarda birçok bilim dalı (felsefe,tıp,matematik, astronomi,tarih) gelişmiştir.

Mimari,heykelcilik,kuyumculuk ve kabartmacılık gibi sanat dalları gelişmiştir.

 

NOT: Anadolu kültür ve medeniyet alanında  kendinden önceki Mısır ve Mezopotamya’dan etkilenmiştir. İyonya’ da bilimin gelişmesinde özgür düşünce ortamının olması ve ekonominin iyi olması etkili olmuştur.

 

BİRÇOK ŞEYİ EN KISA ZAMANDA YAPMANIN EN İYİ YOLU, BUNLARDAN YALNIZ BİRİNİ HEMEN YAPMAKTIR.

 

Filozof ile dalkavuk konuşuyormuş. Filozof ne derse , dalkavuk onu tasdik ediyormuş. Nihayet sabrı tükenen filozof haykırmış :

-Hiç olmazsa bir defa olsun itiraz et de, iki kişi olduğumuzu anlayalım be birader!..

.......................................

Ezop bir gün yolda giderken o bölgenin hakimine rast gelir.  Hakim “Nereye gidiyorsun” diye sorar. Ezop “Nereye gittiğimi bende bilmiyorum” karşılığını verir. Bu cevaptan canı sıkılan hakim etrafındakilere emir verir, Ezop’u yakalatıp hapse koydurur. Bunun üzerine Ezop hakime der ki:

-Gördünüz mü, sözüm doğruymuş. Ben hapse gideceğimi nereden bilirdim?

 

Filozof Diyojen çeşme başına oturmuş, çorba yapmak üzere mercimek ayıklıyordu. O esnada imparato yakınlığıyla tanınan Aristippus adlı başka bir filozof kendisini farkedip yanına yaklaştı. Aristippus da filozoftu, ama bilgisini etrafındakileri aydınlatmaktan çok , imparatora dalkavukluk etmek için kullanırdı. Bu şekilde keyif için kolay ve rahat bir hayat sürmenin yolunu bılmuştu. Alaycı sesle Diyojen’e “Sen de imparatora yakın olmayı becerebilseydin, böyle çeşma başlarında mercimek ayıklamaya mecbur kalmazdın” dedi. Diyojen şu cevabı verdi. “Sen de böyle mercimek çorbasına kanaat etmeyi becerebilseydin, imparatora dalkavukluk etmek zorunda kalmazdın.”

....................................

 

Kötü bir romancı Copus’e yeni eserini göstererek  “Son romanım üstad” der. Copus “Son mu?” diye sorar. “Gerçekten son mu, ne saadet!”

 

 

 

İRAN MEDENİYETİ SİYASİ TARİHİ
İran Medeniyeti'ni, Medler ve Persler meydana getirdi.Medleri M.Ö. 550'de Persler yıktı.Persleri M.Ö. 330'da Büyük İskender yıktı.

İRAN MEDENİYETİ KÜLTÜR VE UYGARLIK
Devlet yönetiminde mutlak krallık vardı. Kral, tanrı Ahuramazda'nın yeryüzündeki temsilcisi.İranlılar Zerdüştlük dinine inandılar.

HELEN MEDENİYETİ SİYASİ TARİH
Makedonya kralı Büyük İskender, M.Ö. IV. yy.'da Doğu'ya bir sefer yaptı.Bu sefer sonunda Hellenizm Uygarlığı doğdu.
Helen Medeniyeti'ne ait en önemli kültür merkezleri İskenderiye ve Antakya'dır.

HELEN MEDENİYETİ KÜLTÜR VE UYGARLIK
Helen Medeniyeti'nde daha çok pozitif bilimlerde ilerleme görülmüştür. Helen Medeniyeti'nden günümüze kalan en önemli sanat eserleri, Zeus sunağı ve İskender Lahiti'dir.

ROMA MEDENİYETİ SİYASİ TARİH


Roma şehir Devleti, M.Ö. 753'de Etrüskler tarafından kuruldu.M.S. 395 yılında Batı Roma ve Doğu Roma olmak üzere ikiye ayrıldı.Batı Roma İmparatorluğu, M.S. 476'da yıkıldı.Doğu Roma İmparatorluğu (Bizans), 1453'te Fatih Sultan Mehmet tarafından yıkıldı.Krallık Devri (M.Ö. 753-M.Ö. 510). Cumhuriyet Devri (M.Ö. 510-M.Ö. 27)
İmparatorluk Devri (M.Ö. 27-M.S. 395).Bizans İmparatorluğunun yıkılması ile Orta Çağ bitti, Yeni Çağ başladı.


M.Ö. VI. YÜZYILDAN M.S. XI. YÜZYILA KADAR ANADOLU (PERSLER, İSKENDER İMPARATOR-LUĞU, ROMA İMPARATORLUĞU,BİZANS İMPARATORLUĞU )

     KÜLTÜR VE MEDENİYET ÖZELLİKLERİ

Persler,Lidyalılardan kalan Kral yolunu onararak ticaretin canlanmasını sağladılar.

Persler kültürel açıdan Anadolu’dan etkilenmişlerdir.

Büyük İskender’in Asya seferiyle doğu ve batı kültürleri kaynaşarak Hellenistik medeniyeti oluşmuştur.(m.ö.330-m.ö.30) Hellenistik medeniyetin merkezlerinden Bergama’da ilk defa Parşömen kağıdı kullanılmaya başlanmıştır.

Roma şehri tarihte ilk büyük imparatorluğu oluşturmuştur.Roma döneminin en önemli özelliklerinden biri de Oniki Levha Kanunları’ dır. Roma hukuku,birçok devletin hukukunun temelini oluşturmuştur.                                                           Romalılar gerek Miladı takvimin oluşturulmasında gerekse Latin alfabesinin oluşturulmasında önemli katkılarda bulunmuşlardır.Hıristiyanlık Romalılar döneminde yayılmış, 313 yılında serbest bırakılmış,381 yılında da devletin resmi dini kabul edilmiştir.Kavimler Göçü’yle Roma imparatorluğu ikiye ayrılmış,böylece Doğu Roma İmparatorluğu (Bizans) ortaya çıkmıştır.

Roma İmparatorluğu’nun devamı olan Bizans,zaman içinde Hellenistik doğu kültürünü benimsedi.Mezhep olarak ta Ortodoks Hıristiyanlığı benimsedi.Roma ise Latin kültürünü ve Katolik Hıristiyanlığı benimsedi.

Roma halkı üç gruba ayrılırdı. Bunlar :Patriciler : Her türlü hakka sahip olanlar. (Yönetime katılabiliyor)
Plepler : Hiç bir siaysi hakkı olmayan çiftçi, köylü ve sanatkarlar.Köleler : Ne siyasi ne de toplumsal hakka sahip.
Roma medeniyeti denince akla ilk gelen On İki levha Kanunları'dır.

Roma Medeniyeti'nden günümüze kalan en önemli sanat eserleri şunlardır :
Aspendos Tiyatrosu (Antalya), Ogust Mabedi (Ankara),Elmadağ Su Yolu (Ankara),Roma Hamamı (Ankara)
Bozdoğan Kemeri (İstanbul),Çemberlitaş (İstanbul)

 

Pers hükümdarı I.Dara (Darius) ,generallerinden Megabizos’u çok severdi. Bir gün Dara nar yerken kardeşi yanına gelip:

-“Bu nar taneleri sayısınca bir ömre malik olmak ister misin?” dediğinde Dara şöyle cevap vermişti:

-“Bu kadar Megabizos’a malik olmayı tercih ederim.”

                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                     

Eski Roma’da eyalet valilerinden biri, Kayser Tiberius’a vergilerin artırılmasını teklif edince ondan şu cevabı almış:”İyi çoban koyunlarının yününü kırpar ;ama derisini yüzmez.

BAZI YENİLGİLERİN NEDENİ,İNSANLARIN İŞİ YARIDA BIRAKTIKLARINDA, BAŞARIYA NE KADAR YAKIN OLDUKLARINI BİLMEMELERİDİR..

 

 

 

 Mezopotamya Medeniyetleri

AKADLAR SİYASİ TARİHİ
Akadlar, Sami Soyundan gelir.
Başkent Akad olmak üzere, M.Ö. 2350 yılında Kral Sargon önderliğinde krallıklarını kurdular.Kısa sürede tüm  Mezopotamya' ya hakim olduktan sonra Sümer Medeniyeti'nin yayılmasını sağladılar.Kral Sargon önderliğinde tarihteki ilk büyük imparatorluğu kurdular.Akad Krallığı, M.Ö. 2150 tarihinde Uruk Krallığı tarafından yıkıldı.

AKADLAR KÜLTÜR VE UYGARLIK
Akadlar, Sümer Uygarlığı'nı devam ettirerek büyük bir imparatorluk kurdular.Tarihte ilk kez daimi ordu kuranlar Akadlar olmuştur.

ASURLULAR SİYASİ TARİH
Asurlular, Sami ırkına mensuptur.M.Ö. 2000'lerde Mezopotamya'ya geldiler. Başkentleri en önemli ticari merkezleri Asur kentiydi.Tüccar bir kavim olan Asurlular, en çok Anadolu'da ticaret yapmışlardır.Asurluların varlığına M.Ö. 612'de Medler, Babilliler ve İskitler tarafından son verildi.

ASURLULAR KÜLTÜR VE UYGARLIK
Asurlular daha çok Anadolu'da yaptıkları ticaret ile tanınırlar.Anadolu'da ticari koloniler kurdular.Anadolu'da, Asur Pazar yerlerine KARUM denir.Büyük bir askeri imparatorluk kurdular.Güçlü orduları ve şiddetli kanunları vardı.
En ünlü tanrıları Asur'du.Mezopotamya'da ölümden sonra hayat inancı olmadığından, anıt mezarlara hiç rastlanmaz.

BABİLLİLER SİYASİ TARİH
Sami soyundan gelen Amurrular'a Babilliler denir. Başkent Babil olmak üzere M.Ö. XIX. yy'da Mezopotamya'nın en güçlü devletini kurdular.Birinci Babil Devleti'ni M.Ö. 1594'te Hititler yıktı. İkinci Babil Devleti'ni M.Ö. 539'da Persler yıktı.

BABİLLİLER KÜLTÜR VE UYGARLIK
Babilliler, Kral Hammurabi zamanında mutlak krallığa dayalı büyük bir imparatorluk kurdular.
Sümer Kralı Urukagina tarafından yazdırılan ilk kanunlardan sonra Mezopotamya'da bilinen diğer bir kanun ise Hammurabi Kanunları'dır.Babilliler, astronomi çalışmaları yapmışlar, burçları bulmuşlar ve yılı 354 güne bölmüşlerdir.
Babillilere ait en önemli sanat eserleri şunlardı : Hammurabi Steli, Babil Kulesi ve Babil'in Asma Bahçeleri.

SÜMERLER SİYASİ TARİHİ
Mezopotamya'da kurulan ilk devlet Sümerler'dir.Sümerlere ait en önemli şehirler, Lagaş, Uruk, Endu, Kalde ve Kaş'tı.
Sümerler, M.Ö. 1950'de Elamlar tarafından yıkıldı.Çivi yazısını icat eden Sümerler böylelikle tarihi devirleri başlatmış oldular.

SÜMERLER KÜLTÜR VE UYGARLIK
Sümerler krallarına Patesi adını verirlerdi.Yazı, tarihte ilk defa Sümerler tarafından kullanıldı.Tarihte bilinen en eski kanunlarda Sümerler'e aittir.Doğa güçlerine inanan Sümerler'de en ünlü tanrılar, Anu (Gök tanrısı), Enlil (Yeryüzü tanrısı), Enki (Okyanus tanrısı)'dır.Sümerlerde en önemli sanat eserleri zigguratlardır.
Sümerler meydana getirdikleri yüksek uygarlık seviyesinde bilimde de ileri gitmişler bilim alanında şu çalışmaları yapmışlardır.1. Ayı 30, yılı 360 gün olarak hesapladılar.2. Gece ve gündüzü 12'şer saate böldüler.3. Bir yılı 12 ay olarak hesapladılar.4. Ay ve Güneş tutulmasını hesapladılar.5. Aritmetik ve geometrinin temellerini attılar.6. Çarpma ve bölme cetvellerini buldular.7. Daireyi 360 dereceye böldüler.

İbrani-İran-Fenike Medeniyetleri

İBRANİ MEDENİYETİ SİYASİ TARİHİ
İbraniler Sami asıllı bir kavimdir.M.Ö. XVII. yy'da Filistin'de ilk devletlerini kurdular.İbrani Devleti, Hz. Süleyman zamanında İsrail Devleti ve Yahudi Devleti olmak üzere ikiye ayrıldılar.Eski İsrail Devleti'ni Asurlular yıktı.
Eski Yahudi Devleti'ni, Babilliler yıktı.1948'de İsrail Devleti yeniden kuruldu.

İBRANİ MEDENİYETİ KÜLTÜR VE UYGARLIK
Yahudiler, tek tanrılı din olan Museviliğe inandılar. Musevilik, sadece Yahudilere ait bir dindir.İbranilere ait en önemli sanat eseri, Kudüs'teki Hz. Süleyman Tapınağı (Mescid-i Aksa)'dır.

FENİKELİLER SİYASİ TARİH
Fenikeliler Sami asıllı bir kavimdir.M.Ö. 2000 yılında devletlerini kurdular.Toprakları tarıma elverişli olmadığı için deniz ticareti yaptılar.Asurlular, Babilliler ve Persler tarafından yıkıldılar.

FENİKELİLER KÜLTÜR VE UYGARLIK
Fenikeliler daha çok deniz ticaretiyle uğraştılar. Deniz ticareti sonucunda bir çok koloni elde ettiler.Kendilerine özgü 22 harflik bir Fenike Alfabesi kullandılar.Ön Asya Uygarlığı'nı Ege Havzası'na taşıdılar.

YUNAN MEDENİYETİ SİYASİ TARİH
Ege medeniyetini meydana getiren medeniyetler şunlardır. Yunan medeniyeti, Makedonya Medeniyeti, Trakya Medeniyeti, Anadolu Medeniyeti, Girit Medeniyeti ve Rodos Medeniyeti. Yunan Medeniyeti, M.Ö. 1200 yılında Dorlar tarafından kuruldu. Yunan Medeniyeti denince akla Polis (şehir devletleri) gelir.Yunan Medeniyeti'ne ait en önemli polisler şunlardır. Atina, Isparta, Korint, Tebai, Larissa, Magara.

YUNAN MEDENİYETİ KÜLTÜR VE UYGARLIK
Tarihte bilinen ilk demokrasi denemeleri Yunanistan'da görülür. Yunanistan!da sınıf farkını ortadan kaldırmak için Drakon, Solon ve Kleistenes Kanunları ortaya çıkmıştır. Yunanistan'da felsefenin öncülerinden Sokrates, Platon, Aristotales ve Thukidides yetişmiştir.Eski Yunan'da sanat alanında heykelciliğe önem verilmiştir.

Mısır Medeniyetleri

MISIR MEDENİYETİ SİYASİ TARİH
Eski Mısır'ın tarihi M.Ö. 3000 yıllarında başlar.M.Ö. 333 yılında Büyük İskender'in Mısır'ı almasıyla son bulur.

MISIR MEDENİYETİ KÜLTÜR VE UYGARLIK
Mısır'da monarşik-bürokratik devlet yapısı vardı.Devlet yönetiminde en tepede firavunlar bulunur, firavunlar tanrının oğlu sayılırdı.Firavunlar tanrının oğlu olduğundan ilah-kral anlayışı görülürdü.Vezirlik ilk kez Mısır'da görülmüştür.
Mısırlıların en önemli tanrıları Amon-Ra ve Ösiris'ti.Mumyacılık ve tıp alanında ilerlemişlerdi.
24 harflik hiyeroglif denen bir resim yazısı kullanılmıştır.Mısır bilimini Nil Nehri'nin hareketliliği etkilemiştir.
Yılı 365 gün ve 12 ay olarak hesapladılar.Matematikte ve tıpta ileri gittiler.
Önemli sanat eserleri :Piramitler,Amon Tapınağı, Beni Hasan Mezarları,Labirentler

ESKİ ÇAĞLARDA TÜRKİYE’NİN ÇEVRESİNDE KÜLTÜR VE MEDENİYETLER

  (MEZOPOTAMYA,MISIR,EGE VE DOĞU AKDENİZ MEDENİYETLERİ)

 KÜLTÜR VE MEDENİYET ÖZELLİKLERİ

 

Mezopatamya’da Sümerler,Akadlar, Babilliler,Asurlular,Elamlar yaşamışlardır.

Mısır tarihinin en önemli olayı Hititlerle yapılan Kadeş savaşı ve antlaşmasıdır.

Ege göçleriyle zayıflayan Mısır imparatorluğu, daha sonra Pers hakimiyeti altına girmiştir.

Mısır’da kralın emirleri Tanrı buyruğu gibi algılanmıştır. Mezopotamya’da Patesi adı verilen rahip krallar vardı. Yunanistan’da önce krallık daha sonra aristokratik  ve son olarak da demokratik yönetim uygulanmıştır.

İbranilerle tek tanrılı dini inanç başlamıştır.Diğer uygarlıklarda çok tanrılı dini inanç hakimdi.

Halk eşit olmayan sosyal sınıflardan meydana gelmiştir.

Dünyada ilk kanunlar Sümer kralı Urugakina tarafından hazırlanmıştır.Babil kralı Hammurabi  Mezopotamya’nın bütün kanunlarını toplamıştır.Sümer kanunları tazminat ,Babil kanunları da  Kısas esasına dayanır

Mısır, tarım, madencilik Mezopotomya, tarım, hayvancılık ve ticaret Yunanlılar ve Fenikeliler özellikle deniz ticareti İbraniler de ticaretle uğraşmışlardır.

Sümerler ilk defa yazıyı kullanmışlardır.(çivi yazısı) Fenikeliler ilk alfabeyi oluşturmuşlardır.

Güneş yılına dayalı ilk takvimi Mısırlılar kullanmıştır. Pi sayısını yine ilk defa kullananlar Mısırlılar olmuştur.

Sümerler,aritmetik ve geometrinin temellerini atmışlardır.

Yunanistan’da da özellikle felsefe gelişmiştir

 

Milattan önce 4-5. yüzyıllarda yaşayan, Sokrat’ın öğrencisi ve Diyojen’in hocası olan meşhur Yunan filozoflarından Antisthene bir gün bazı ahlaksız insanların kendisini övüp göklere çıkardıklarını işitince müthiş bir korkuya kapılmış, ne diyeceğini şaşırmış ve hemen duygusunu şöyle dile getirmiş:

-Ödüm kopuyor, acaba fena bir şey mi yaptım!..

 

 

Hz. Süleyman’ın karşısına getirilen iki kadın, ortalarında bulunan çocuğun kendi çocukları olduğunu iddia ediyorlardı. Hz.Süleyman halkın ve devlet adamlarının önünde bu meseleyi şöyle halletti. Hz.Süleyman kadınlara:

-“Bir çocuğun annesi bir tane olur, ama sizler iki kişisiniz. Gelin bu işi kardeşçe halledelim” dedikten sonra, yanı başında bulunan cellada şöyle dedi:

-“Şu çocuğu al, tepesinden hayalarına kadar kesip ikiye ayır, bir parça bu kadına bir parçasını da öteki kadına ver.”

-Cellad, çocuğu aldı kılıcı ile ikiye böleceği sırada kadınlardan biri acı bir çığlık atarak haykırdı:

-“Allah adı için vurma.”

Hz.Süleyman:

-“Neden vurmasın?” dedi. Kadın ağlıyordu. Ötekisi gayet sakindi.

Hz.Süleyman ağlamayan kadına dönüp:

-“Sen verdiğim hükme razı mısın?” dediğinde kadın da “razıyım” diye cevap verdi. Bu sefer Hz.Süleyman:

-“Gerçek ana, ağlayan ve çocuğun öldürülmesine razı olmayandır, çocuğu anasına veriniz. Diğeri de zindana atılsın.”

BİLGİ BİR HAZİNEDİR,ANAHTARI İSE SORUDUR.

 

 İLKÇAĞ MEDENİYETLERİYLE İLGİLİ TERİMLER

    Kast Sistemi:Hint medeniyetinde görülen meslekleri babadan oğula geçen ve aynı geleneklere bağlı bulunan eşit olmayan gruplar topluluğudur.

    Ariler:M.Ö.XIII.yüzyıl sonlarında Hindistan’a gelip yerleşmiş olan Avrupa kökenli bir kavim.

    Satrap:Pers İmparatorluğu’nda eyaletlere verilen isim.

    Ensi(Patesi):Sümerlerde şehirlerin başında bulunan rahip-krallara verilen isim.

  Lugal:Birkaç Sümer şehrini ele geçiren patesilere verilen unvan.

    Lugal-Kalma:Bütün Sümer bölgesini idaresi altına alan patesilere verilen unvan.

    Ziggurat:Sümer tapınaklarına verilen isim.

    Pankuş:Hititlerde görülen ve asillerden oluşan bir meclis.

    Anallar:Hitit krallarının her yıl tanrılarına hesap vermek amacıyla tuttukları yıllıklar.

    Tapetes: Frigyalıların ürettikleri halı ve kilimlere verilen isim.

   Senato:Roma medeniyetinde krala danışmanlık ihtiyar meclisi.

    Comita Curiata:Roma’da yasama organı durumunda olan ve patricilerin toplanmasıyla kurulan meclis.

    Konsül:Roma’da iki kişiden oluşan ve iki ayda bir değiştirilen yönetim kurulu.

    Patrici:Roma’nın ilk yerlileri olan soylular sınıfı.

    Plep:Roama’ya sonradan yerleşmiş,Roma egemenliğini kabul etmiş ve hiçbir siyasal hakkı bulunmayan bir sınıf.

    Nom:Mısır şehir devletlerine verilen isim.

    Linear A ve B:Girit Medeniyeti’nde görülen yazı çeşidinin adıdır.

    Tiran:Yunan şehirlerinin başında bulunan krallara verilen isim.

    Arhon:Yunan medeniyetinde kanun yapıcı devlet adamlarına verilen isim.

    Bazilika:Hristiyanların eski Roma mahkemeleri şeklinde yaptıkları ilk kiliselere verilen isim.

    Oligarşi:Siyasi iktidarın bir zümrenin elinde olması.

    Vassal devlet:Küçük bir devletin büyük bir devlete bağımlı olması.

     Höyük:Tarih boyunca türlü sebeplerle yıkılan yerleşme bölgelerinde,yıkıntıların üst üste birikmesiyle oluşan ve çok defa içinde yapı kalıntılarının gömülü bulunduğu yayvan tepe.

     Megaron:Tunç çağında Anadolu’da Ege’nin doğu ve batı kıyılarındaki bölgelerde ortaya çıkan yapı tipi.

     Konsil:Doktrin(öğreti) ve kilise konularında karar veren piskopos ve ilahiyatçılar grubu.

     Koloni:Bir devletin kendi sınırları dışında ele geçirip yönettiği veya başka ülkede yerleşmiş insan topluluğu.

      Dolmen:Tarih öncesinde uzunca ve kaba şekilde iri taşların yan yana ve karşılıklı dikilmesi,üzerlerine

      yassı büyük bir taşın konmasıyla meydana gelen mezar odası.

      Menhir:Yeni Taş çağından kalma,bir doğru veya daire halinde dizilmiş,dört metre kadar yükseklikte kaba biçimdeki taşlardan yapılmış mezar.

      Tümülüs:Özellikle soylu insanlara ait içerisinde ölen kişinin bazı eşyalarının da bulunduğu küçük bir şeklindeki mezar.

GAYESİ OLMAYAN KİMSE ,ÇALIŞMAKTAN ZEVK ALAMAZ.                                                                      Emille Raux

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

BATI’DA YÜEÇİLERİ,GÖĞÜN YARDIMI İLE ,SUBAYLARIMIN MUHARİPLİĞİ ATALARIMIN KUDRETİ İLE YENDİM VE HEPSİNİ KILIÇTAN GEÇİREREK HAKİMİYETİM ALTINA ALDIM. BUNDAN SONRA YİRMİALTI KAVMİ DAHA HAKİMİYETİM ALTINA ALDIM. BUNLARIN HEPSİ HUN OLDU.YAY ÇEKEBİLEN BÜTÜN KAVİMLER TEK BİR AİLE GİBİ BİRLEŞTİLER.

 Mao-dun(Mete)’nun Çin imparatoruna yazdığı mektuptan .                                                                                                                 (Han sülalesi tarihi ,61)

 

 

 TÜRKLERİN TARİH SAHNESİNE ÇIKIŞLARI VE İLK TÜRK DEVLETLERİ

 

    A-Türklerin Tarih Sahnesine Çıkışları

 

    1-Türk adının anlamı

   Güç,kuvvet ve güçlü,kuvvetli anlamlarına gelir.Siyasi bir ad olarak ilk defa Göktürkler kullanmıştır.

    2-Türklerin ilk ana yurdu

    Altay-Sayan dağlarının kuzeybatısı,Tanrı dağlarının kuzeyi,Aral gölü çevresi ve Hazar denizinin doğusu Türklerin ilk anayurdudur.

 

      3-Göçler ve Türklerin tarih boyunca yaşadıkları bölgeler

Türkler Orta Asya’dan iklim şartlarının elverişsiz hale gelmesi,kuraklık,hızlı nüfus artışı ve otlakların dar gelmesi ,soydaş ve yabancı kavimlerle mücadele ve yeni ülkeler fethetme arzusuyla başka bölgelere göç etmişlerdir.

Milattan önce Çin,İran üzerinden Mezopotamya,Anadolu,Ege bölgesine ve Hindistan’a kadar Milattan sonra Kavimler Göçüyle Orta Avrupa ve Balkanlara,ayrıca Afganistan ve Kuzey Hindistan’a göç etmişlerdir.

 

    4-İskitler

Tarihte önemli rol oynayan ilk Türk topluluğu İskitler(Sakalar)’dir. Önceleri Hazar denizi ile Tanrı dağları arasında ki geniş topraklarda yaşarken,M.Ö VI.yüzyılda Karadeniz’in kuzeyine gelmişler,Tuna nehrine ve Macar ovalarına kadar yayılmışlardır. İskitler atlı göçebe bir kavimdi. Ekonomileri tarım ve hayvancılığa dayanıyordu. Sanat eserlerin-de hayvan üslubu görülmektedir.İskitler M.S II.yüzyılda diğer kavimlere karışarak kaybolmuşlardır.

 

BÜYÜK HUN DEVLETİ(ASYA HUN DEVLETİ)(M.Ö.220-M.S.216)

 

Hunlar,Orta Asya’da bilinen teşkilatlı ilk Türk devletidir.

Bilinen ilk hükümdarları Tuman (Teo-man)’dır.En ünlü hükümdarı Ma-odun (Mete)’dur.

Mao-dun,Tunguzları ve Yüeçileri yenilgiye uğrattı.Yüeçileri batıya sürdü.

Çinlileri yenilgiye uğratarak,onları vergi-ye bağladı;İpek yolunu kontrol altına aldı.

 

Ma’dun(Mete) Devri   (M.Ö.209-174)

 

Mao-dun ,zamanında Hunlar en geniş sınırlara ulaştılar.Mao-dun, Türk topluluklarını bir bayrak altında topladı.

Mao-dun, devlet yönetimi ve askeri teşkilat alanındaki düzenlemeleriyle daha sonraki Türk devletlerinin temelini attı.

      Büyük Hun Devleti Mao-dun’dan sonra Çinlilerin kışkırtmaları,Hun hükümdarlarının Çinli prenseslerle evlenmeleri ve Çin saldırılarıyla zayıfladı.İpek yolunun kontrolü Çin’ in eline geçti.Kardeşi Ho-hanyeh’in Çin himayesine girme teklifini kabul etmeyen Çi-Çi ayrılarak  Batı  Hunlarını meydana getirdi.(M.Ö.58).Çin saldırıları ile dağıldı.(M.Ö.36) M.S.48 yılında Kuzey ve Güney olmak üzere ikiye ayrılan Hunlara, Kuzey Hunlar önce olmak üzere Çinliler son verdiler. (150)(216)

 

Not: Hunlar,tarihte ilk defa Türkleri bir bayrak altında topladılar.

Not: Çi-Çi,ilk Türk milliyetçisi kabul edilir.

 

 

 

 

EĞER MEJESTELERİ BENİM VE HUNLARIMIN ÇİN SEDDİNE YAKLAŞMALARINI İSTEMİYORLARSA,ELÇİMİN ORAYA GELİŞİNE KADAR GERİ ÇEKİLMELERİ LAZIMDIR.

  

    Mao-dun(Mete)’nin Çin imparatoruna yazdığı mektuptan                                               

 

THEODOSİUS,ATTİLA GİBİ,ASİL BİR BABANIN OĞLUDUR. ATTİLA BABASI MUNCUKTAN ALDIĞI ASALETİ MUHAFAZA ETMİŞ, FAKAT THEODOSİUS ATTİLA’NIN HARAÇGÜZARI OLMAKLA KÖLE DURUMUNA DÜŞMÜŞTÜR. THEODOSİUS KÖLELİK HAYSİYETİNİ DE KORUYAMAMIŞTIR, ÇÜNKÜ EFENDİSİ OLAN ATTİLA’NIN CANINA KIYMAK İSTEMİŞTİR.

 

                                                                                          Attila’nın Bizans imparatoruna yazdığı mektuptan

 

KAVİMLER GÖÇÜ VE AVRUPA HUN (BATI) DEVLETİ

 

Kavimler göçü

 

Hunların IV. Yüzyılda İtil(Volga)’in batısına geçerek  Karadeniz’in kuzeyine gelmeleri,bu bölgede bir göç hareketini başlatmıştır.375 yılında başlayıp yaklaşık yüzyıl süren bu gelişmelere Kavimler Göçü denir.

 

Sonuçları

 

Avrupa yüzyıl süren bir karışıklık ortamı yaşadı.

Roma imparatorluğu ikiye ayrıldı (395). Batı Roma İmparatorluğu yıkıldı (476)

Hunlar Avrupa Hun Devletini kurdular.

Derebeylik(Feodalite) rejimi ortaya çıktı.

Roma toprakları üzerinde birçok Ger-men devleti kuruldu. Bunların en önemlisi Frank Devleti’dir.

Germen kavimleri arasında Hıristiyanlık yayıldı. Kilise ve Papalık güçlendi.

Avrupa’nın bugünkü etnik yapısı oluştu.

Bu olay, İlkçağ’ın sonu Ortaçağ’ın başlangıcı kabul edildi.

Hunlar, askeri ve kültürel alanda Avrupa’yı etkilemişlerdir.

 

Avrupa Hun Devleti (375-469)

 

Avrupa’ya gelen Hunlar,Balamir ve ondan sonra başa geçen Uldız liderliğinde bir devlet kurdular.Kurulduğu bölge Macaristan topraklarıydı. Hunların en ünlü hükümdarı Attila’dır. Attila Bizans ve Balkanlar üzerine iki sefer yaparak Bizans’ı etkisiz hale getirerek, Batı Roma üzerine yürüdü. Mavriyakus (Katalanum) savaşında her iki tarafta bir sonuç alamadı(451).Ertesi yıl Batı Roma üzerine yürüyen Attila imparatorluğu kendisine bağladı. Attila’nın ölümüyle (453) Avrupa Hun devleti dağıldı.(469)

 

 

Biz de demire çelikle cevap veririz

 

Attila, Katalanum Savaşı’ndan evvel Bizans’a bir elçilik heyeti göndererek yıllık vergisini istedi. İmparator Marcianus Attila’ya şu cevabı verdi:

-“Ben, altını dostlarıma veririm,başkalarına vereceğim sadece demirdir.”

Buna kızan Attila bir yandan savaş hazırlığı yapıyor ve bir yandan da Marcianus’a şöyle cevap veriyordu:

-“Biz de demire çelikle cevap veririz.” 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

ÜSTTE MAVİ GÖK ALTTA YAĞIZ YER YARATILDIĞINDA,İKİSİNİN ARASINDA İNSANOĞULLARI YARATILMIŞ. İNSANOĞULARININ ÜZERİNE ATALARIM DEDELERİM BUMİN HAKAN VE İŞTEMİ HAKAN TAHTA OTURMUŞ TAHTA OTURARAK, TÜRK HALKININ DEVLETİNİ VE YASALARINI YÖNETİVERMİŞ,DÜZENLEYİVERMİŞLER.

 

                                                                                Kül-tekin yazıtı doğu yüzü

 

GÖKTÜRKLER (552-659) (681-745) 

 

Türk adıyla kurulan ilk Türk devletidir.

En eski yazılı kaynaklar bunlardan kalmıştır.

Hunlardan sonra Türkleri ikinci defa bir bayrak altında toplamışlardır.

Merkezleri Ötüken’dir.

Devleti Avar Devletini yıkarak Bu-min Kağan kurmuştur(552).

Avarlar,Kitanlar,Kırgızlar ve Çin’le siyasi münasebette bulunmuşlardır.

İç çekişmeler ve Çin’in kışkırtmalarıyla 582 yılında ikiye ayrıldılar.

Doğu Göktürkleri 630,Batı Göktürkleri 659 yılında Çinliler tarafından yıkıldı.

Kutluk (İl-Teriş) Kağan 681 yılında II.Göktürk Devletini Çin egemenliğinden kurtularak kurmuştur.

Bilge Kağan,kardeşi Kül-tekin ve vezirleri Tonyukuk devlete en parlak dönemini yaşatmışlardır.

Çinlilerle,Türk boylarıyla ve kendi aralarındaki mücadelelerle zayıf düşen Göktürkler Basmil Karluk ve Uygurlar tarafından yıkılmışlardır (745)

 

Not:Orhun Kitabeleri bu devlet dönemine aittir.

 

    UYGURLAR(745-840)

 

Kutluk Bilge Kül Kağan tarafından Ötüken merkez olmak üzere kurulmuştur(745).Daha sonra merkez Ordubalık denilen Karabalgasun’a taşınmıştır.

Moyun Çur Kağan zamanında Çinlilerle Araplar arasında meydana gelen Talas savaşından sonra Uygurlar Çin’in yenilmesinden yararlanarak Çin üzerinde baskı kurmuşlardır.

Bögü Kağan zamanında Mani-heizm(Mani dini)’i kabul etmişlerdir.

Mani dini Uygurların yerleşik hayata geçmelerinde, tarım ve ticareti geliştirmelerinde,bilim edebiyat ve sanatlarının (özellikle mimari) gelişmesinde, savaşçı özelliklerinde etkili olmuş-tur.

Mani dininin etkisi,Çin’in olumsuz etkisi, ağır kış şartları dolayısıyla çok olması ile orta-ya çıkan ekonomik zorluklar ve iç mücadelelerle zayıflayan Uygurlar’a Kırgızlar son vermiştir.

840 yılında yıkılan Ötüken Uygurları X. yüzyılın ilk yarısında Çin’in Kansu bölgesinde ve Doğu Türkistan(Turfan)’ da olmak üzere iki ayrı devlet kurmuşlardır. Her iki devlette daha sonra Moğol hakimiyeti altına girmiştir. Moğolların Türkleşmesinde etkili oldular.

 

    Uygurların Özellikleri

Göçebe hayattan yerleşik hayata geçen ilk Türk topluluğudur.

İlk ciddi mimari eserleri bunlar vermiştir.

Çinlilerle etkileşim sonucunda kağıt ve matbaayı kullanan ilk Türk devletidir.

Siyasi alandan çok kültür ve medeniyet alanında varlık göstermişlerdir.

Tarım ve ticaret alanında etkili olmuşlardır.

                                                                               EY TÜRK! TİTRE VE KENDİNE DÖN.

 

 

DÖRT BUCAK HEP DÜŞMAN İMİŞ. ORDULAR SEVKEDEREK,DÖRT BUCAKTAKİ HALKLARI HEP ALMIŞ,HEP KENDİLERİNE BAĞIMLI KILMIŞLAR. BAŞLILARA BAŞ EĞDİRMİŞ,DİZLİLERE DİZ ÇÖKTÜRMÜŞLER. DOĞUDA KİNGAN DAĞLARINA KADAR, BATIDA DEMİRKAPI’YA KADAR HALKLARINI YERLEŞTİRMİŞLER.

 

                                                                                                     Kül-Tekin yazıtı doğu yüzü

 

 

 

 

DİĞER TÜRK DEVLETLERİ VE TOPLULUKLARI

 

Sibirler(Sabirler)

VI.yüzyılda Kafkasya’da devlet kurdular.

Sibirya’ya ismini verdiler.

558 yılında Avarlara yenilerek güçlerini kaybettiler. Hazarlara karıştılar.

 

Akhunlar(Eftalitler)

Batı Afganistan’da kurulmuştur.

Çin hakimiyetine girmek istemeyen Hunların bir kolu tarafından kurulmuştur(350-360).

Göktürkler ve Sasaniler tarafından yıkıldılar(557).

 

Avarlar

Orta Asya’da IV.yüzyılda kurdukları devletlerini Bumin Kağan yıkmıştır.

Macaristan ve Romanya merkez olmak üzere Orta Avrupa’da yeni bir devlet kurdular.(562)

Bugünkü Slav topluluğunun oluşmasında önemli rol oynadılar.

Sasanilerle anlaşarak İstanbul’u iki defa kuşattılar.

Franklar tarafından yıkıldılar.(805)

 

Kırgızlar

Uygurları yıkarak Ötüken’e yerleşip devlet kurdular.(840)

1207’de Moğolların egemenliğine girdiler.

Manas destanı Kırgızlara aittir.


Hazarlar

İtil ve Don ırmakları civarına hakim oldular.

Yahudiliği benimseyen tek Türk boyudur.

Müslüman Araplarla Kafkasya’da mücadele etmişlerdir.

Temel geçim kaynakları ticarettir.

Rus saldırılarıyla dağıldılar(956).

 

Bulgarlar

Hazarların baskısı sonucunda Tuna ve Kama (İtil) Bulgarları diye ikiye ayrıldılar.

Tuna’ya gelenler zamanla Hıristiyanlığı kabul ederek ve Slavlara karışarak benliklerini yitirdiler.

Kama(İtil) Bulgarları Müslüman tüccarların etkisiyle İslamiyet’i kabul ettiler. Batu Han zamanında Moğollar tarafın-dan yıkıldılar. Kazan Türkleri adıyla bilinirler.


Türgişler

Göktürklerin yıkılmasından sonra Türk boylarını bir araya  getirerek devletlerini kurdular.  

Emevilerle mücadele ederek Maveraünnehir bölgesindeki Türkleri ve yerli halkı Emevi saldırılarına karşı korudular. Böylece Orta Asya’nın Araplaşmasını önlediler.Soğd alfabesinden yararlanarak bir Türk alfabesi yaptılar.

Karluklar tarafından yıkıldılar (750).

 

 

 

 

 

 

Karluklar

Uygurlar ve Basmillerle Kutluk Devleti’ nin yıkılmasında etkili oldular.

Talas savaşında Müslüman Arapların yanında yer alarak Orta Asya’nın Çinlileşmesini önlediler.

İslamiyet’i kabul eden ilk Türk boyudur.

İlk Türk- İslam devleti Karahanlıların kurulmasında etkili oldular


Macarlar

IX.yüzyılda Ural ve İtil bölge-sinden bugünkü yurtlarına gel-diler.

Balkanların Germenleşmesini önlediler.

Hristiyanlığı kabul ederek benliklerini yitirdiler.


Peçenekler

X.yüzyılda Balkanlara geldiler.

Bizans’la yapılan mücadelelerle zayıfladılar.

Malazgirt savaşında Selçuklu tarafına geçtiler.


Oğuzlar

XI.yüzyılda Tuna boylarına ve Balkanlara kadar ulaştılar.

Selçuklular ve Osmanlıların kuruluşunda etkili oldular.

Günümüzde Türkmenistan,İran, Irak, Suriye,Azerbaycan,Türkiye,Kıbrıs ve Balkanlarda yaşayan Türklerin ataları Oğuzlardır.


Kıpçaklar(Kumanlar)

XI.yüzyılda Balkanlara ulaştılar.

Bizans Peçeneklere karşı Kıpçakları kullanmıştır.

1239’da Moğol saldırılarıyla yıkıldılar.

Ruslarla mücadeleleri Rusların İgor destanının oluşmasına,Oğuzlarla mücadeleleri Dede Korkut hikayelerine konu olmuştur.


Başkırtlar

Uralların güneyinde yaşayan Başkırtlar, IV. yüzyılda Hunlara,V.-IX.yüzyıllar arasında çeşitli Türk boylarına bağlandılar.

XIII.yüzyılda Moğol egemenliğine girdiler ve İslamiyet’i kabul ettiler.

Altınorda Devleti’nin yıkılmasından sonra bir kısmı Nogay Hanlığı’nın bir kısmı da Şeybanilerin hakimiyeti altına girdiler. .XVII.yüzyılda Rus egemenliği altına girdiler.1917 Sovyet devriminden sonra özel bir yönetim oluşturdular.


Kimekler(Yimekler)

İrtiş ırmağının orta bölgesinde yaşadılar.Hayvancılık ve avcılıkla geçindiler.

XII.yüzyılda Harzemşahların yönetimi altına girdiler.

                                                                                                      İL GİDER,TÖRE KALIR

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

İlk Türk Devletlerinde Kültür ve Uygarlık

 

Devlet Yönetimi

 

Uygurlar dışında bütün Türk Devletleri göçebe devlet şeklinde yaşamışlardır.

Aileler obaları, obalar boyları, boylar ise budunları meydana getirirdi.

Devlet, hanedanın ortak malı kabul edilirdi.

Hakanın yetkileri "Kurultay" denilen danışma meclisi ile sınırlandırılmıştı.

UYARI : Bu durum Türk devletlerinde taht mücadelelerine sebep olmuştur. Bu yüzden Türk devletleri çok kısa sürelerde yıkılmıştır. Devlet kuzey-güney, doğu-batı, sağ-sol olmak üzere ikiye ayrılırdı. Sağı hükümdarlar yönetirdi. Senede iki kez toplanan Kurultay adı verilen bir meclis vardır. Boy beylerinden oluşurdu. Önemli kararlar alınırdı.

Kurultay, Türklerde askeri yapıda demokrasinin olduğunu gösterir.

 

 

Hukuk

 

İslamiyet öncesinde kurulan Türk devletlerinde yazılı hukuk kurallarına rastlanmaz.

Genelde, sosyal hayatı düzenleyen sözlü hukuk kuralları yani töreler baskındır.

Devlet yapısında töreyi uygulayan adalet teşkilatının başı hükümdardır.

Töre hükümleri ile çok ağır cezalar verildiği görülmüştür.

 

 

Ordu

 

İlk Türk devletlerinde kadın-erkek her Türk asker sayılırdı.

İlk düzenli Türk ordusu Asya Hun İmparatoru Mete Han tarafından kuruldu.

Ordunun başında başbuğ denilen başkomutan bulunurdu.

Türkler savaşlarda en çok sahte ricat denilen geri çekilme taktiğini uygulayarak başarılı oldular.

UYARI : Mete Han tarafından kurulan ordu, Türk Kara Kuvvetleri'nin temeli olarak kabul edilmiş ve Çin, Moğol, İran, Bizans ve Roma'yı da etkilemiştir.

 

 

Din

 

Tek bir tanrının varlığına inanılmış, Tanrı'ya "tengri" adı verilmişti.

Bu tanrı Gök tanrı olarak da bilinmekteydi.

Doğa da bir takım gizli güçlere inanılırdı.

Şamanizm yani iyi ruh ile kötü ruhun varlığına inanılan bir inançta yaygındı.

Öldükten sonra yaşama inanç vardı.

UYARI : İslamiyet öncesi Türklerde görülen tek Tanrı inancı, İslamiyet'in kabul edilmesinde etkili olmuştur. Bu Türklerde öldükten sonra yaşama inanılır, mezarlara Balbal'lar dikilirdi. (Balbal, öldürülen düşman sayısı kadar dikilirdi.)

 

 

Ekonomik Hayat

 

Bozkır kültürünün bir sonucu olarak göçebe ve yarı göçebe bir hayat sürmüşlerdir.

Göçebe hayatın bir sonucu olarak hayvancılık zorunlu geçim kaynağı olmuştur.

Bununla birlikte balıkçılık, tarım ve yağmacılık da ekonomik hayatta önemli yer almıştır.

 

 

Dil ve Edebiyat

 

Türklerde görülen en eski dil Göktürkçe ve alfabe olarak da Göktürk alfabesidir.

VII. yüzyılda Göktürkler tarafından Göktürk alfabesi ile yazılan Orhun kitabeleri bilinen en eski Türk yazıtları olarak kabul edilir.

Uygurlar da Uygur alfabesini kullanmışlar ayrıca hareketli harfleri bulmuş ve matbaayı kullanmışlardır.

 

 

Bilim ve Sanat

 

Oniki hayvanlı Türk takvimini meydana getirmişlerdir.

Bilim adamlarından meydana gelen ve Keneş Meclisi adı verilen bir meclisi meydana getirmişlerdir.

Göçebe hayat sürdükleri için taşınabilir sanat eserleri olarak kemer, kılıç, at koşumu gibi el sanatları ile uğraşmışlardır.

Uygurlar döneminde Maniheist mabetler yapılmış, mezar anıtları ve saray yapılarına da rastlanmıştır.

 

 

 

İSLAMİYET’TEN ÖNCE TÜRK DEVLETLERİNDE  KÜLTÜR VE MEDENİYET ÖZELLİKLERİ

Türk inancına  göre hükümdarlara yönetme yetkisi Gök Tanrı tarafından veriliyordu. Buna Kut denirdi.

 Ülke,hanedanın ortak malı olduğu için,taht kavgaları çok olurdu.

Devlet işleri Toy ya da Kurultay denen mecliste görüşülürdü.

Kurultaya hükümdar başkanlık ederdi. Hatun’da devlet yönetimin-de gerektiğinde söz sahibi olurdu.

Türklerde ilk askeri teşkilatı onlu sisteme göre Mete(Madun) düzenlemiştir. Birlikler atlı idi.

Devlet ve toplum yazısız hukuk kuralları olan Töre’ye göre idare edilirdi.

Türkler tabiat güçlerine inanma, atalar kültü(inancı) yanında asıl inançları Gök Tanrı inancı idi. Sonraki yıllarda Maniheizm,Budizm, Hıristiyanlık,Musevilik ve son olarak ta İslamiyet’i kabul etmişlerdir.

Türk toplumu, oguş(aile),urug (soy), boy (ok),budun(millet) gittikçe büyüyen bölümlerden meydana gelmiştir.    

Türkler,Uygurlara kadar konar-göçer (yarı göçebe) olarak çadırlarda yaşadılar. Yaylak-kışlak hayatı sürdüler.

Ekonominin temeli hayvancılıktı. Demircilikte gelişmişti.İpek yolu ve Kürk yolu ile ticarette yapılıyordu. Uygurların yerleşik hayata geçmesiyle tarım ve ticaret çok gelişti.

İslamiyet’ten önce Türklerin en önemli edebi türü destandı. Bunun yanında sav, sagu,koşuk gibi edebi türlerde önemlidir.

Önemli destanlar şunlardır:

Sakalar:Alp Er Tunga, Hunlar:Oğuz Kağan,Göktürkler:Ergenekon,Uygurlar:Türeyiş, Kırgızlar:Manas

Ayrıca Kıpçak-Oğuz mücadelelerini anlatan Dede Korkut Hikayeleri de önemlidir.

Türklerin günümüze kadar gelen en edebi eseri Orhun Kitabeleri’dir.

Türk tarihinin ve edebiyatının ilk yazılı belgeleri olan kitabeler,Türk adının geçtiği ilk Türkçe metin olması,devlet ve halkın karşılıklı olarak görevlerinin belirtilmesi,Türk kültür ve medeniyeti hakkında bilgi vermesi ve sosyal devlet anlayışından bahsetmesi açısından önemlidir.

Türkler bir yılı 365 gün 5 saatten biraz fazla olarak bulmuşlardır.Buna dayalı Oniki Hayvanı Türk Takvimi kullanmışlardır.

 Türkler, genel olarak göçebe bir hayat sürdükleri için sanat eserlerini de taşınabilir malzemelerden yapmışlardır.

Türklerin eşyaları genellikle hayvan figürleriyle süslenmiştir.Buna “hayvan üslubu” denir.

Yerleşik hayata geçilmesiyle Uygurlarda mimari de gelişmiştir. Minyatürü de geliştirmişlerdir.

 

AFFETMEK VE UNUTMAK,İYİ İNSANLARIN İNTİKAMIDIR. Schiller

 

Türk-Çin Münasebetleri

 

Türk Çin münasebetleri genel olarak askeri,ekonomik ve kültürel alanda gelişti.Çin din alanında Türkleri etkilemiştir. Bununla birlikte Gök Tanrı inancı da Çinlileri etkilemiştir. Çinliler ata binmeyi ve ordularında süvari kullanmayı da Türklerden öğrenmişlerdir. Türk-Çin mücadelesinin teme-linde İpek Yolu yatar.

 

Türk-Moğol Münasebetleri

 

Moğollar Uygurların etkisiyle Türk kültür ve medeniyetinin etkisi altına girmişlerdir. Uygurlar aracılığıyla Türk askeri teşkilatının önemli özellikleri Moğollara geçmiştir.Uygurlar Moğolların bir kısmının zamanla Türkleşmesini de sağlamışlardır.

 

Türk-Arap Münasebetleri

 

Hz.Ömer devrinde başlayan Türk-Arap münasebetleri Talas Savaşı’ndan sonra Türklerin İslamiyeti kabulü ile sonuçlanmıştır.

    IX.yüzyıldan itibaren ticaret başta olmak üzere gelişen münasebetler sonunda Türkler,büyük gruplar halinde İslamiyeti kabul etmeye başladılar.X.yüzyılda Oğuzlar Müslüman oldular.XI. Yüz-yılda İslam dünyasının liderliği Türklerin eline geçti.

 

Türk-İran Münasebetleri

Ticari ilişkiler şeklinde başlayan ilişkiler Akhunlar döneminde sü-rekli savaşlar şekline dönüştü. Sasaniler Göktürklerle anlaşarak Akhunlara son verdiler. Türkler İranlı Soğdlarla ipek ticaret yolu üzerinde uzun süre mücadele etmişlerdir.Türklerle sıkı ilişkiler içerisindeki Soğdlar zamanla Türkleşmiş ve Türk devletlerinde idarecilik vazifesinde bulunmuşlardır.

 

 

 

 

İSLAMİYETİN DOĞUŞU SIRASINDA DÜNYANIN GENEL DURUMU

       Asya: Bizans;Hıristiyanlık,Sasani;Zerdüşlük(Mecusilik-Ateşperest),Çin;Konfüşyüzm-Taoizm-Budizm, -Budizm,Göktürkler;Gök Tanrı,Japonya;Budizm-Şintoizm. Hindistan; Brahmanizm-(Hinduizm)-Sinizm. Hindistan’a M.Ö 2000 yıllarında gelen Hint Arileri denilen kavimler yerli halkla uzun süre mücadele etmiş;sayılarının az olması sebebiyle,karışıp yok olmamak için “kast” sistemini kabul etmişlerdir. Bu sistemde halk dört sınıftan meydana geliyordu: Brahmanlar(Din adamları), Kşatriyalar(Hükümdar ailesi ve askerler)

Vaisyalar(Tüccar,esnaf,çiftçiler),Sudralar(İşçiler).Bunlardan başka bir de pis sayılan işlerle uğraşanlar vardı ki bunlara da “parya” yani “dokunulmazlar” denilirdi. Bunlar “kast” dışı idi.

       Kast Sistemi, Hintlilerin bir millet haline gelmelerini önlemiş,dışarıdan gelen kavimlerin saldırısına uğramalarına ve onların hakimiyeti altına girmelerine yol açmıştır.Güçlü devletler kuramamışlardır.Genellikle dışarıdan gelen kavimler güçlü devletler kurdular. 

 Çu Kung, hocası Konfüçyüs’e iyi bir yönetimin nasıl olacağını sordu. Usta şöyle cevap verdi :Yeteri kadar yiyecek, yeteri kadar silah ve halkın güveni. “Hiçbir alternatifiniz kalmadı ve sıkıştınız. Önce bunlardan hangisinden vazgeçersiniz? Sorusuna Usta, “Silah” dedi. Sonra “yiyecek”. Niçin ? denilince Konfüçyüs cevap verdi. “Çünkü eski zamanlardan beri insanlar birçok sebepten ölümü tatmışlardır.,ancak yöneticisine güveni olmayan halkın ayakta kaldığı görülmemiştir.”

 

GERÇEK İHSAN, ÖĞRENME GAYRETİNİ HİÇBİR ZAMAN TERKETMEMEKTİR.      Konfüçyüs

 

         Avrupa:Bizans;Hıristiyanlık,Kavimler Göçü’nden sonra kurulan krallıklarda Hıristiyanlık.

         Afrika:Kuzey Afrika’da Bizans;Hıristiyanlık,Habeşistan;Hıristiyanlık,diğer bölgelerde tabiat kuvvetlerine inanma,putperestlik.

         İslamiyetten Önce Arabistan Yarımadası 

       Siyasi Durum:İslamiyetten Önce Arap Yarımadası’nda şu devletler kurulmuştur:Güney Arabistan’da Main,Seba ve Himyeri, Kuzey Arabistan’da Nebatiler,Tedmürlüler,Gassaniler,Lahmiler. Gassaniler Bizans’ın,Lahmiler Sasanilerin müttefikiydi.

 

“ Adaletiyle meşhur Sasani hükümdarı Nuşirevan ziyafet veriyordu. Bir hayvan kesilmiş, ateşte  kebap ediliyordu. Ancak yanlarında tuz yoktu.Getirsin diye köye bir köle gönderdiler.

Nuşirevan :

- Tuzu para ile al ki, gasben bedava alma adeti çıkmasın, memleket zulüm ile harap olmasın, dedi.

-          Bir tuzdan ne zarar gelir ? diye soran adamlarına Nuşirevan şu cevabı verdi:

-          Cihanda zulmüm temeli ufacık bir şeydi. Ama her gelen onu büyüttü. Nihayet şimdiki duruma ulaştı.”

        

       Din ve İnanış:Arabistanda yaygın olan dini inanış putperestlikti. Bunun dışında Hıristiyanlık,Musevilik, Zerdüşlük gibi dini inanışlar vardı. Ayrıca Hz.İbrahim’in getirdiği esasları kabul eden Hanifler de vardı. Bunlar sayıca azdı. Bunların Hz.İbrahim’den nakledebildikleri,Allah lafzı,sünnet olmak,gusletmek ve tavaftı.

         Sosyal ve İktisadi Hayat:Araplar kabileler halinde yaşarlardı. Aralarında kan davaları eksik olmazdı. Şehirde yaşayanlara Medeni,çöllerde yaşayanlara Bedevi denirdi. Ataerkil (babanın hakim olduğu) bir aile yapısı vardı. Çok kadınla evlilik yaygındı. Bazı aileler kız çocuklarını diri diri toprağa gömerlerdi.

         Araplar,tarım,ticaret ve hayvancılıkla uğraşıyorlardı. Medine tarım, Mekke ticaretle uğraşıyordu. Bedeviler ise hayvancılıkla uğraşıyorlardı.

 

Bir gün bir sahabi, Allah Resulü’nün huzuruna gelerek cahiliyeye ait bir canavarlığı şöyle dile getirmişti.: “ Ya Resulallah!Biz cahiliye devrinde kız çocuklarımızı diri diri gömerdik. Benim de bir kız çocuğum vardı. Annesine ‘Bunu giydir, dayısına götüreceğim ‘dedim. Hanımım dediğimi yaptı. Çocuk hakikaten dayısına gideceğini zannediyor ve cıvıl cıvıl koşuşuyordu. Elinden tutup daha önce kazdığım bir kuyunun yanına getirdim. Ona kuyuya bakmasını söyledim. O tam kuyuya bakayım derken, sırtına bir tekme vurdum ve onu kuyuya yuvarladım. Fakat nasılsa, eliyle kuyunun ağzına tutundu. Bir taraftan çırpınıyor, diğer taraftan da: ‘Babacığım üzerin tozlandı.’ Deyip elbisemi silmeye çalışıyordu. Buna rağmen bir tekme daha vurdum ve onu diri diri toprağa gömdüm.” Adam bunu anlatırken Allah Resulü ve yanındakiler hıçkıra hıçkıra ağlıyorlardı. Orada oturanlardan birisi “Be adam Resulallah’ı hüzün içinde bıraktın” deyince , Efendimiz adama: “Bir daha anlat dedi. Adam hadiseyi bir kere daha anlattı. Peygamberimizin gözünden süzülen yaşlar mübarek sakalından aşağıya akıyordu. 

        

         Yazı,Dil ve Edebiyat        

      Arapça Sami diller ailesindendi. Asur-Babil,Arami Dili,İbranice,Fenike Dili ve Habeşçe ile akrabadır.

      İslamiyetten önce Araplarda edebiyat denilince akla hitabet ve şiir gelir. Cahiliye Devrinde insan-ı kamil olmanın üç şartı vardı. El-belaga (belagat-Güzel konuşma ),Er-Rimaye (ok atma),El-Furusiyye (Binicilik).

     Hz.Muhammed’in Hayatı ve İslamiyet’in Doğuşu

     Peygamberimiz 571 yılında Mekke’de dünyaya gelmiştir.(20 Nisan-12 Rebiülevvel) Babasının ismi Abdullah, annesinin ismi Amine idi. Hz.Muhammed doğmadan önce babasını,altı yaşında da annesini kaybetti. Sekiz yaşına kadar dedesi Abdülmuttalip’in yanında yaşadı. Onun vefatı üzerine amcası Ebu Talip’e sığındı. Onunla birlikte ticarete başladı.

     Hz. Muhammed çocukluk çağını geçip gençlik çağına ulaştığında akıllı ve olgun davranışı,doğru sözlülüğü ve nezaketi ile Kureyş içinde yüksek bir yer tutmuş bulunuyordu. Bu sebeple kendisine “el-Emin” lakabı verilmişti.

     Ticari çalışmalar sırasında tanıştığı Hz.Hatice ile evlendi. Evlendikleri zaman Hz.Muhammed 25,Hz.Hatice 40 yaşlarında idi. Bu olay onun kendi deruni(iç ) dünyasına daha çok zaman ayırmasını sağlamıştı. Bunun neticesi olarak O,tenha bir yere çekilmek suretiyle,zaman zaman insanlarla ilişkiyi kesiyor,Mekke dışında Hıra dağında bulunan küçük bir mağarada ibadet ve tefekkürle vakit geçiriyordu.

      Yine bir gün Hıra dağındaki mağarada iken, Cebrail Ona “Ey Muhammed!Yaratan Rabbinin adıyla oku !”diyerek Allah(c.c)’ın emirlerini bildiriyordu.

      Çok heyecanlanan Hz.Muhammed süratle evine geldi. Eşine durumu anlatan Hz.Muhammed,O’nun bir akrabasından kendisine gelenin Cebrail olduğunu ve vahiy getirdiğini öğrendi. Vahiy bir süre kesildikten sonra yeniden başladı.

     Hz.Muhammed İslamiyeti ilk önce çevresine tebliğ etmeye başladı. Bu ilk tebliği sırasında eşi Hz.Hatice,arkadaşı Hz.Ebubekir,am casının oğlu Hz.Ali,kölesi Hz.Zeyd,Hz.Hamza ve Hz.Ömer’in İslamiyeti kabul etmeleri Müslümanlara güç vermişse de Kureyş’in kinini ve baskısını daha da artırdı.Bu sebeple Müslümanların bir kısmı Pegamberimizin de müsaadesi ile Habeşistan’a göç ettiler(615).

  

 

   “Peygamberimiz bir sahabe ile çölde giderken bir köpek leşine rastladılar. Sahabe, “Ne kötü kokuyor “dedi. Peygamberimiz, “Ne güzel dişleri” var.”

 

 

 Peygamberimiz 620 yılında hem eşi Hz.Hatice’yi hem de amcası Ebu Talip’i kaybetti. Bu yıla “hüzün yılı” denmiştir.

     Ebu Talip’in ölümünden sonra Mekke’de barınması çok güçleşen Hz.Muhammed Taife bir sefer yaptıysa da orada iyi karşılanmadı.

     621 yılında 12 Medineli Peygamberimizle görüşerek İslamiyeti kabul etti. Bu olaya I.Akabe biatı diyoruz. Ertesi yıl bu sefer 75 kişi gelerek İslamiyeti kabul ettiler.Bu olaya II.Akabe biatı denir. Bu olaydan sonra Peygamberimiz Müslümanların Medine’ye Hicretleri- ne  müsaade etmiştir. Arkasından kendisi de Hicret etmiştir. Göç eden Mekkeli Müslümanlara Muhacir,onlara yardımcı olan Medineli Müslümanlara da Ensar adı verilmiştir.

     Hicretle Medine’de İslam Devleti’nin temelleri atılmıştır. Hicretle Medine’de Muhacir,Ensar ve Yahudiler olmak üzere üç halk sınıfı oluşmuştur.

   Bedir Savaşı(624)

   Müslümanları ortadan kaldırmak isteyen Mekkelilerin bu amaçla bir kervan hazırlamaları; Müslümanların bu kervanın önünü kesmek istemeleri.

    Bedir kuyusu yakınlarında yapılan savaşı Müslümanlar kazanmıştır. Bu Müslümanların ilk zaferidir. Cesaretlerini ve kendilerine güvenlerini artırmıştır.

 

  Uhud Savaşı(625)           

   Mekkelilerin Bedir yenilgisinin intikamını almak istemeleri.

    Savaşın başlangıcında galip durumda olan Müslümanlar,Uhud dağına yerleştirilen okçuların yerini terketmesi ve galip gelindiği düşüncesi ile ganimet alma telaşına düşülmesi savaşın kaybedilmesine yol açmıştır.

   Müslümanlar ilk yenilgilerini almışlardır. Peygamberimizin amcası Hz.Hamza bu savaşta şehit düşmüştür.

  

  Hendek Savaşı(627)

   Peygamberimizin Mekke ve Medine arasındaki kabileleri elde ederek siyasi bakımdan Kureyş’i yalnız bırakmak gayesini gütmeye başladı. Bu durumu fark eden Mekkeliler bunu engellemek ve Müslümanların varlığına son vermek istediler.

    Selman-i Farisi’nin teklifi ile Medine’nin açık olan bölümlerine hendekler kazarak savunma savaşı yapılmıştır. Başarılı olamayan Mekkeliler geri çekilmek zorunda kalmışlardır.

    Bu savaş Mekkelilerin son kez Medine’ye gelişleridir. Bundan sonra Müslümanlar Mekke üzerine gideceklerdir.

   

Hudeybiye Antlaşması(628)

    Peygamberimiz 628 yılı ilkbaharında aniden Hacc’a karar verdi. Silah olarak yanlarına sadece kılıçlarını aldılar.1500 kişi idiler. Mekkeliler bu durumdan korkarak savaşa hazırlandılar. Peygamberimiz Hz.Osman’ı elçi olarak göndererek Hac için geldiklerini bildirdi. Bunun üzerine Ebu Süfyan Peygamberimizle görüşerek Hudeybiye Antlaşması’nı imzaladı.

 

Buna göre:

    -İki taraf 10 yıl müddetle birbirleriyle savaşmayacaklar.

    -İki taraf ta istedikleri kabilelerle antlaşmalar yapabilecek;fakat askeri yardımda bulunmayacaktı.

    -Velisinin izni olmadan bir Kureyşli İslamiyeti kabul eder de Hz.Muhammed’e sığınırsa velisine iade edilecek,ancak bir Müslüman Kureyş’e sığınırsa iade edilmeyecek.

    -Müslümanlar o yıl hac yapmayacaklar,ertesi yıl Hac mevsiminde gelerek Mekke’de üç kalarak ibadetlerini yapacaklardı.

    Hudeybiye Antlaşması ile,Mekkeliler Müslümanları siyasi bir güç olarak tanımışlardır. Bu barış döneminde pek çok Mekkeli İslamiyeti kabul etmiş ve İslamiyet daha da güçlenmiştir.  Barış devresinden yararlanan Hz.Muhammed Hayber kalesini Yahudilerden almıştır. 

   

    Hayber’in Fethi(629)

    Medine-Şam ticaretini tehdit etmeleri üzerine Yahudiler üzerine yapılmıştır. Hayber kalesi alınarak Şam ticaret yolu güven altına alınmıştır.

    Mu’te Seferi(629)

    Bizans kuvvetleriyle yapılan ilk savaştır. Müslümanlar büyük kayıplar vermiştir. Halid bin Velid fazla zayiat vermeden Müslümanları geri çekti.

    Mekke’nin Fethi(630)

    Mekkelilerin Hudeybiye Antlaşmasını (Her iki taraf istedikleri kabilelerle anlaşabilecekler;fakat silah yardımında bulunmayacaklardı.) bozmaları sebebiyle Hz.Muhammed 10 bin kişilik bir orduyla Mekke’ye yürüdü. Fazla bir direnişle karşılaşmadan şehre girdi. Şehirde genel af ilan edildi. Kabe putlardan temizlendi.

    Mekke’nin fethiyle Müslümanlar ekonomik olarak güçlendiler. Çünkü ticaretle uğraşıyordu. Pek çok Mekkeli İslamiyet’i kabul etti.

   Huneyn Savaşı ve Taif Seferi (630)

Mekke’nin fethinden iki hafta sonra,Mekke çevresinde bulunan kabileler 20 bin kişilik bir kuvvet oluşturarak Mekke’ye saldırmayı planladılar. Hz.Muhammed 12 bin kişilik bir kuvvet oluşturarak üzerlerine yüründü. Başlangıçta bir panik yaşandıysa da düşman yenilgiye uğratıldı.

    Taif şehri kuşatıldıysa da alınamadı. Daha sonra Taifliler kendiliklerinden şehri teslim ettiler.

    Mekke’nin fethini takip eden iki yıl zarfında Basra Köfezine ve Hint Okyanusu’na kadar bütün Arabistan kabileleri barış yoluyla ve müzakerelerle İslamiyeti kabul ettiler. Böylece Arabistan Yarımadası’nda en önemli siyasi güç Müslümanlar oldular.  

   

    Tebük Seferi(631)

    Bizans’tan bir saldırı geleceği haberi alınması ve çevredeki kabilelere bir göz dağı verme düşüncesiyle yapılmıştır. Haberin doğru olmadığı anlaşıldığı için seferden dönülmüştür.

    Seferin en önemli sonucu çevredeki bazı kabilelerin İslamiyeti kabul etmeleridir.

  

   Hz.Muhammed’in Veda Haccı,Veda Hutbesi ve Vefatı (632)

    632 yılı başında Hz.Muhammed hayatını gayesine ulaşmış olmanın huzuru ve mutluluğu içerisinde,Hac görevini ifa etmek üzere Mekke’ye hareket etti. Buna İslam tarihinde “Veda Haccı” denir.

    Hz. Muhammed bu Hac esnasında her vesile ile , Hacc’a katılanlara hitabedip,onlarla bir nevi vedalaşma havası içinde görünmüştür. İslamiyet’in Müslümanlardan taleplerini özetlemiş,Müslümanların birbirleriyle kardeş olduklarını,birbirlerinin canına ve malına kastetmemelerini,CahiliyeDevri’nden kalan kan davalarından tamamıyle vazgeçmelerini ifade ederek,aile bağlarının kud- siyetini belirtip kadınlara ve kölelere iyi muamele etmelerini istemiş ve sonunda “Bugün sizin dininizi ikmal ettim,size nimetimi tamamladım,size din olarak İslam’ı kabul ettim” anlamındaki ayeti okumuştur. Böylece ölümünün  yaklaştığını da ima ediyordu. 

   Hz.Muhammed Mediye dönüşünden kısa bir süre sonra rahatsızlanması sonucu 8 Haziran 632 tarihinde vefat etti (12 Rebiülevvel).

   

“Görev yerinden dönen vali hazineye gidecek malları teslim ederken bazılarını ayırarak verince Peygamberimiz “Onları niye ayırıyorsun” diye sordu. Vali ,“Onlar bana verilen hediyeler” dedi. Bunun üzerine Peygamberimiz,”Sen vali olmasaydın o hediyeler verilir miydi “ diyerek, onları da hazineye aldı.”

 

 

DÖRT HALİFE DEVRİ (Hülefa-i Raşidin) (632-661)

    Hz.Ebubekir Devri (632-634)

    Peygamberimizin vefatı üzerine halifeliğe seçimle Hz.Ebubekir getirildi. Hz.Ebubekir’in iki yıllık hilafeti İslami-yetten dönenler ve peygamberlik iddia edenlerle mücadeleler içinde geçmiştir. Bu harekata “Ridde Harekatı” denir.

    İç problemleri halleden Hz.Ebubekir Suriye ve Irak’ta fetih hareketleri başlatmıştır. Bunların sonuçlarını göremeden vefat etmiştir.

    Hz.Ebubekir döneminde yapılan bir faaliyette,yalancı peygamberlerle mücadeleler sırasında pek çok hafızın şehit düşmesi üzerine, Hz.Ömer’in  de teklifi ile Kur’an-ı Kerim bir kitap haline getirildi. Buna mushaf adı verildi.

    Hz.Ebubekir Devri İslamiyetin dağılmasının önlendiği ve derlenip toparlandığı  bir dönem olmuştur.

  

    Hz.Ömer Devri (634-644)

    Hz.Ebubekir’in vefatından sonra Hz.Ömer halifeliğe seçilmiştir. Hz.Ömer dönemi fetihler dönemidir. Hz.Ebubekir devrinde başlayan fetihler Hz.Ömer döneminde tamamlanmıştır.

    Irak ve İran’ın fethi

    Kadisiye Savaşı:Bu savaşla Sasani ordusu yenilgiye uğratılarak Irak ele geçirilmiştir.

    Nihavend Savaşı:Bu savaşta Sasani ordusu yenilgiye uğratıldı, Sasani Devleti yıkıldı ve İran Müslümanların eline geçti. Böylece Türklerle Müslüman Araplar komşu oldular.

 

Sen onu taşırsın.

 

Sasani hükümdarlarından Andşir Babegan, tabibine

-Bir günde ne kadar yemek yemeli?diye sordu.

Doktoru:

-Üç yüz gram kadar yeter, diye cevap verdi.

Babegan:

-Bu kadarcık şey insana ne kadar kuvvet verir ki? Diyerek bunu az bulunca, tabip şu karşılığı verdi:

-Bu kadarı seni taşır. Bundan fazla olursa sen onu taşırsın.

 

    Suriye’nin Fethi

   Yermük Savaşı:Bu savaşla Bizans ordusu yenilgiye uğratılmış,Kudus dahil Suriye kapıları Müslümanlara açılmıştır.

    Mısır’ın Fethi

    641 yılında Babilyon,642’de İskenderiye teslim oldu. 643 yılında Libya çölüne kadar Barka ve güney Mısır fethedildi.

    Bunun dışında El-Cezire(Yukarı Mezopotamya-Kuzey Irak,Güneydoğu Anadolu) ve Azerbaycan’da fethedildi.

    Hz.Ömer’in 10 yıllık hilafeti esnasında Irak,İran,Doğu Anadolu,Azerbaycan ve Suriye İslam Devleti sınırlarına dahil edildi   

    Hz.Ömer Mecusi bir köle tarafından namaz kılarken şehit edilmiştir.

Hz.Ömer, hutbe esnasında bir ara, hiç münasebet yokken mevzuu değiştirir: “Ya ömer,der,daha dün baban Hattab’ın develerini güden bir çobandın”. Hutbeden iner. Sorarlar: Durup dururken bunu söylemeye sevk eden neydi? Cevap verir: “Aklıma halife olduğum geldi.”

Başka bir gün,sırtında bir çuval dolaşıyordu. Niçin böyle dolaştığını soranlara: “İçimde bir gurur hissettim ve onu öldüreyim dedim.”

  

    Hz.Osman Devri(644-656)

    Hz.Ömer’in vefatından sonra  Hz.Osman halife seçilmiştir. Hz.Osman fetih hareketlerini devam etmiştir. Kafkasya’nın fethi için Hazarlarla mücadele edildi. Kafkasya’nın bir kısmı fethedildi. Doğu da İran’ın fethi tamamlandı. Horasan’da fethedildi.Anadolu’da fetihler Toroslara kadar uzandı. Libya fethedildi.Hz.Osman’ın hilafeti esnasında Suriye valisi Muaviye,Suriye sahillerinde ilk İslam donanmasını kurarak Kıbrıs’a (649)ve diğer adalara seferler düzenledi.655 yılında Finike açıklarında deniz savaşında İmparator Kos- tans’ın idare ettiği Bizans donanmasını mağlup etti.Bu savaşa Zatü’s Savari deniz savaşı denir. Hz.Osman zamanında Kur’an-ı Kerim çoğaltılarak,önemli merkezlere gönderildi.   

   Hz.Osman’ın önemli görevlere Emevi ailesinden kişileri getirmesi hoşnutsuzluk yaratmış,isyanlara yol açmış ve sonuçta Hz.Osman şehit edilmiştir.

  

   Hz.Ali Devri (656-661)

   Hz.Osman’ın şehit edilmesiyle halifeliğe Hz.Ali getirilmiştir. Hz.Ali’nin halifeliği iç karışıklıklarla geçti.

   Peygamberimizin eşi Hz.Aişe,Hz.Osman’ı şehit edenlerin bir an önce cezalandırılmasını Hz.Ali’den istedi. Hz.Ali olayların yatışmasını ve suçluların daha sonra cezalandırılacağını belirtti. Bu konuda ikna olamayan Hz.Aişe, Hz. Talha ve Hz.Zübeyr’i de yanına alarak kuvvet toplamaya başladı. Bunun üzerine Hz.Ali ,Hz.Ayşe üzerine yürüdü. Kufe yakınlarında yapılan savaşı Hz.Aişe kaybetti.Hz.Talha ve Zübeyr şehit oldu.Bu olaya Cemel vakası denir.

    Hz.Muaviye, Hz.Ali’nin halifeliğini tanımadı. Bu sebeple aralarında Sıffın Savaşı meydana geldi. Bu savaştan bir sonuç alınama ması üzerine Hakem vasıtasıyla iş çözümlenmeye çalışıldı. Bu işte hile ortaya çıktığı için sonuç alınamadı. Bu durum İslam da ilk ayrılıkların ortaya çıkmasına yol açmıştır. Hz.Ali yanında olanların bir kısmı hakemlik konusuna karşı oldukları için O’ndan ayrıldılar. Bunlara Hariciler, Hz.Ali’nin yanında olanlara Şiiler,Hz.Muaviye taraftarlarına da Emeviler adı verilmiştir.

    Hz.Ali Hariciler tarafından şehit edildi. Hz.Ali’nin vefatı ile Dört Halife devri sona ermiştir.

          
BİLGİ BİR HAZİNEDİR, ANAHTARI İSE SORUDUR.   Hz.Ali

  

 

EMEVİLER DEVRİ (661-750)

   Hz.Ali’nin vefatından sonra 6 ay gibi kısa bir süre Hz.Ali’nin oğlu Hz.Hasan halifelik yaptı ise de Hz. Muaviye halifeliğini kabul etmedi. Kan dökülmesini istemeyen Hz.Hasan belli şartlarla halifeliği Hz. Muaviye’ye bıraktı.Bu şartlar arasında halifeliği oğluna bırakmama da vardı.

  

    Önemli Olaylar

-Halifelik saltanat halini almıştır.-İstanbul kuşatıldı.(669,674-680,716) -Kerbela olayı.Peygamberimizin torunu,Hz.Ali’nin oğlu Hz.Hüseyin’in halife I.Yezit tarafından şehit edilmesi (10 Muharrem 680) Bu olay İslamdaki ayrılıkları daha da belirginleştirmiştir.      Kuzey Afrika fethedildi.-İlk para basıldı.-Arapça resmi dil haline getirildi. -Kilikya’ya kadar fetihler yapıldı.-Berberilerin isyanı bastırıldı. -İspanya fethedildi. Tarık bin Ziyad tarafından Kadiks Savaşı’nda yenerek Vizigotlardan almıştır.Böylece Avrupa’ya ayak basılmıştır.- Bizansla Savaşlar. Konya’ya kadar ilerlenmiştir.-Türkistan’ın bazı bölgelerinin Kuteybe bin Müslim tarafından fethi.-Hindistan’ın bazı bölgelerinin Muhammed bin Kasım tarafından fethi.-Cürcan ve Taberistan’ın fethi –Puvatya Savaşı. Franklarla yapılan bu savaşta mağlup olunmuş ve Müslümanların batıdaki sınırlarını belirlemiştir. Bu sınır Pirene dağlarıdır.

 

 Bir gün Haccaa-ı Zalim şen tabiatlı, temiz itikatlı Kümeyl bin Ziyad’ı ihanet suçuyla, bir azap ve ceza ile bağlatıp meclisine getirir ve :

-Benim hakkımda niçin yakışıksız sözler söyledin ve beddua eyledin ? der. Kümeyl inkar eder.

  Haccac:

-Filan bağda, filan ve filanla otururken beni andığınız vakit sen “Allah’ım sen onun yüzünü karart, boynunu kes ve kanını dök” demedin mi?

-Evet, ben o bağda, asma üzerinde, tam karşımda salkım koruk görüp ona baktım ve bu sözleri söyledim. Benim muradım koruğun durumu idi. Yoksa mü’minlerin emirine sövmek değildi, der.

  Haccac’a Kümeyl’in cevabı hoş gelip onu bağışladı.

 

    Emevilerin Yıkılış Sebepleri

    En önemli sebebi ırkçı bir politika izlemeleri.Arapları Müslüman olan diğer milletlerden üstün görmeleri. Devletin tabii sınırlara ulaşması ve fetihlerin durması. Ekonominin buna bağlı olarak bozulması. Şiilerin çalışmaları. Abbasoğullarının çalışmaları.

 

   Halife Ömer bin Abdülaziz Hazretleri “Şehrimizi korumak için etrafını surla çevirmek istiyorum, gerekli parayı gönderiniz” diye müracaat eden valisine şu cevabı yazmıştı: “Şehrinizi surla değil, adaletle koruyunuz ve zulümden arındırınız.”

 

 Endülüs Emevileri(756-1031)  

Emeviler,Abbasiler tarafından yıkılınca Emevilere karşı çok kan dökülmüştür. Emevi ailesinden Abdurrahman adındaki kişi kaçarak İspanya’ya geçmiş ve orada Endülüs Emevi Devletini kurmuştur. Merkezleri Kurtuba idi. III.Abdurrahman zamanında halifelik unvanı da kullanıldı. Endülüs Emevilerinin en önemli rolü İslam Medeniyetini batıya taşımalarıdır. Kurtuba ve Toledo şehirleri  önemli bilim merkezleriydi.

   1031 yılında Endülüs Emevi Devleti yıkılınca pek çok küçük devletçik ortaya çıktı. Bu devletler İspanyollar tarafından yıkıldılar.En son Beni Ahmer Devleti İspanyollar tarafından yıkıldı (1492).O sırada Cem Sultan batılıların elinde olduğu için Osmanlı Devleti yeterli yardımı yapamadı.

 

“1300’lü yıllarda Gırnata (Granada)’da Yusuf Ebu’l Hallac tarafından yaptırılan, bir üniversitenin giriş kapılarından birinin nefis kitabesinde şunlar okunmaktadır;

“Dünya hayatı şu dört şey üzerinde dayanıp durur.”

1-Hikmet sahiplerinin taşıdığı ilim;  2-Yetkili kimselerin göstereceği adalet;  3-İyi ve salih kimselerin duası;

4-Yiğitlerin cesareti;

  

ABBASİLER (750-1258)

Emevi Hanedanını yıkarak devletlerini kurdular.Abbasiler Devri fetihlerden daha çok bir bilim ve kültür devri olmuştur. Bilhassa tercüme faaliyetlerine önem verilmiş,Yunan,Hint,İran eserleri Arapça’ya çevrilmiştir.Bu amaçla El-Me’mun tarafından Beytü’l Hikme (Hikmet Evi) açılmıştır.

     Önemli Olaylar

-Talas Savaşı.Çinlilerle yapılan bu savaşta Türkler Müslüman Arapların yanında yer almışlardır.(Abbasi Devleti’nin kuruluşunda en önemli pay Türklere aittir.) –Bağdat şehri kuruldu (762) –Bizans vergiye bağlandı. – Ağlebiler, İhşidler, Tolunoğulları, İdrisoğulları gibi ayrı devletler kuruldu. –Bilim ve teknikte ilerlemeler kaydedildi. –Irak bölgesinin önemi arttı. –Türkler önemli görevlere getirildiler.

-İlkçağ Roma ve Yunan klasikleri Arapça’ya tercüme edildi. –İslam tarihinde ilk medreseler,vezirlik ve geniş anlamda divan teşkilatı bu dönemde oluşturuldu.

 Abbasiler Moğolların saldırıları sonucu yıkıldı(1258).

Harun Reşit’in zamanında bir deli tanrılık davasına kalkışır. Ve  halk arasında gezerek “Alemin Huda’sıyım” diye söyler. Tutup Harun Reşit’in Huzuruna getirirler. Harun, deliyi söyletip özüne sözüne bakar ve deliyi imtihan eder.

-Geçen yıl da biriniz akılsızlık edip peygamberlik davasında bulundu, emir ettik idam edip boynunu vurdular, der.

Deli:

-Ey benim makbul kulum, iyi etmişsin ve sevap yoluna girmişsin. Çünkü o yalancıya ben daha peygamberlik vermemiş ve risaletle göndermemiştim.

 

Halife Harun Reşit ,İmam Ebu Yusuf’u zamanın temyiz mahkemesi reisliğine getirmişti. Adamın biri ona bir soru sordu ve bilmiyorum cevabını aldı. Adam;

-Nasıl bilmezsin, bir de devlet hazinesinden maaş alıyorsun, diye çıkıştı. Ebu Yusuf’ta şöyle cevap verdi;

-Kardeşim, bize bildiğimiz şeylere maaş veriliyor. Eğer bilmediklerimiz için bir ücret alsaydık devletin hazinesi yetmezdi.

     İslam Medeniyetinin Temelleri

İslamiyeti kabul eden milletlerin kendi kültürlerini ,İslamiyetle yoğurarak meydana getirdikleri,değer hükümleri ve iman ilkeleri İslam medeniyetinin temellerini teşkil etmektedir. Bunlar İslamiyet’in kutsal kitabı Kur’an’ın temel hükümleridir.

     İslam Medeniyetinin Oluşmasında Diğer Medeniyetlerin Tesiri

     Eski Yunan,Hint,İran ve Roma eserlerinden yararlanılmıştır. Süryaniler aracılığıyla Eski Yunan eserleri Arapça’ya tercüme edildi. Hindistan’dan astronomi ve matematik,İran’dan edebiyat ve güzel sanatlar alanında faydalanıldı.Müslümanlar bu esrleri aynı şekilde taklit etmemişler kendi düşünce ve kültürel özelliklerine göre yeni şeyler eklemişler ve kendilerine has İslam Medeniyetini meydana getirmişlerdir.

     İslam Medeniyetinin Diğer Medeniyetlere Tesiri

     İslam Medeniyeti en çok batıyı etkilemiştir. Bilhassa Endülüs Emevileri aracılığıyla Avrupa’ya taşınmıştır. Pek çok eser Latince’ye tercüme edilmiştir.Haçlı seferleri de önemli bir araçtır;batının İslam Medeniyetini tanımasında. Bu sebeple Rönesans’ın gerçek öncülerinin Müslümanlar olduğunu söylersek abartmış olmayız. Bugün batıda bilimsel kökenli pekçok Arapça kelime vardır;Latice’ye geçmiş. 16.-17.yüzyıllara kadar batıdaki okullarda İbn-i Sina’nın tıp kitapları okutuluyordu.

     

      İslam Medeniyeti

      1-Devlet Yönetimi

      Hz.Muhammed siyasi ,askeri,adli ve idari yetkileri kendinde toplamıştır.

     Dört Halife Devrinde halifeler seçimle iş başına geldiler. Emevilerle birlikte halifelik saltanat halini aldı.Hem din,hem devlet başka- nı idiler. Halifelik alametleri;hırka,hutbe,mühür,sikke,asa ve tıraz idi.

     Hz.Ömer döneminde sınırlar genişleyince yeni müesseselere ihtiyaç duyuldu.Önemli merkezlere valiler atandı.Adalet işlerini görmek amacıyla kadılar atandı.Hazine oluşturuldu (Beytü’l Mal).Divanü’l Cünd (Ordu Divanı) kuruldu.

     Emeviler Devrinde merkez teşkilatı genişlemiştir.Yeni görevler ihdas edilmiştir.Posta teşkilatı kuruldu.

     Abbasiler Devri’nde vezirlik önemli bir görev haline geldi.

     2-Din ve İnanış

     Toplumun büyük çoğunluğu Müslümandı.İslamiyetin kaynağı Kur’an-ı Kerim ve sünnetti.Daha sonra icma ve kıyas ortaya çıktı.

     Gayrimüslimlerden ehl-i kitap olanlar zimmet hukuku çerçevesinde inanışlarını sürdürmüşlerdir.

     3-Sosyal ve İktisadi Hayat

     Emeviler döneminde halk dört sınıfa ayrılmıştı: 1-Arap asıllılar 2-Mevali (Arap olmayan müslümanlar) 3-Zimmiler  4-Köleler

Abbasiler Devri’nde Arap asıllı Müslümanlarla,Arap asıllı olmayan Müslümanlar eşit hale gelmişlerdir.

     İslamm Devleti’nde iktisadi hayat ticaret,sanayi,tarım ve hayvancılığa dayanıyordu. İslamiyetten önce de ticarete alışık olan Araplar,sınırlar genişleyince daha üyük çaplı ve daha uzak bölgelerle yapılmaya başladı.Müslüman tüccarlar Çin’e kadar uzandılar. Özellikle üzerinde durulmaya değer bir gelişme de Çin’den Semerkant’a getirilen kağıt imali idi.Bağdat’a,oradan Mısır’a uzanan kağıt üretimi İspanya üzerinden Avrupa’ya geçmiştir.

     Sulamanın mümkün olduğu büyük nehirler çevresinde de tarım çok gelişmişti.

     İslam Devleti’nin önemli gelir kaynakları şunlardır:Zekat,ganimet,harac,cizye,öşür,gümrük gelirleri,tuzla , maden,otlak vergileri.

     İslam Devleti’nde ilk para 694 yılında basılmıştır.(I.Abdülmelik)

   

4-Yazı,Dil ve Edebiyat

     İslamdan sonra da şiir ve belagat önemini devam etti.Sadece konuları değişmiştir.İslami ağırlıklı bir şiir ve belagat örnekleri verilmiştir.Belagat alanında da Peygamberimiz en önde gelen kişi idi.Bu dönemde Peygamberimizin hayatını anlatan siyer ve savaşlarını anlatan megazi önemli eserlerdir.

     I.Abdülmelik zamanında Arapça resmi dil haline gelmiştir.İslamiyeti kabul eden Arap olmayan milletler de dinlerinin mukaddes kitabını okuyabilmek için Arap alfabesini öğrenmeye başladılar. Böylece Arap alfabesi ve Arapça milletlerarası bir boyut kazandı. Zamanla Arapça bilim dili haline geldi.

Şair Ebu Dellame, Abbasi Halifesi Mehdi’ye bir kaside takdim eder.Halife kasideyi pek beğenir:

-Sana bu kaside için ne caize vereyim?

-Efendim bendeniz bir av köpeği isterim.

-Bu kadar güzel bir kasidenin caizesi bir av köpeği olur mu?

-Efendim kulunuz böyle istiyor.

Halife Mehdi bu işe şaşar ama, şairi de kırmak istemez.

-Peki istediğin gibi sana bir av köpeği versinler.

-Fakat efendin bendeniz ava ne ile gideceğim.

-Hakkın bi rde at versinler.

-Ata nasıl bineceğim.

-Doğru!Güzel bir eğer takımı da versinler.

-Efendim ata kim bakacak.

-Haklısın bir de köle versinler.

-Ama efendim atı nerede barındıracağım?

-Bir de ahır versinler.

-Köleyi nerede yatırayım?

-Bir de ev versinler.

-Bu kadar halkı ne ile doyuracağım.

-Bin altın da harçlık versinler.

 

     5-Bilim ve Sanat

     Müslümanlar sınırları genişledikçe yeni kültür ve medeniyetlerle komşu oldular.Bu çevre medeniyetlerden yararlanarak bilimde büyük gelişmeler meydana geldi.Bu araştırma ve merak duygusunun oluşmasında Kur’an-ı Kerim’deki tefekkürü ve araştırmayı isteyen ayet-i kerimelerin de büyük payı vardır. Bilhassa Abbasiler Devri’nde El-Me’mun döneminde kurulan Beytü’l Hikme’nin Eski Yunan ve Roma eserlerini tercüme etmesi,etkili olmuştur. Bunun sonunda tıp,matematik,kimya,fizik,biyoloji,tarih,coğrafya,ilahiyat alanlarında pekçok bilim adamı yetişmiştir.

    İslam Devletlerinde mimari ,Emeviler Devri’nde Bizans’la yarışacak düzeye gelmiştir.Abbasiler Devri’nde de güzel sanatlarda gelişmeler devam etti. Binaların iç süslemesinde hat sanatından ve arabeskten yararlanılmıştı.

 

Hammad er-Ravi’ye sormuşlar:

-Artık bu ilimlere doymayacakmısın? diye sorulmuştu.

Şu cevabı verdi:

-Ne yapalım, var kuvvetimizi harcadık, ilmin nihayetini bulamadık.

 

Bir hikmet erbabı, ilmi sevmekle beraber yaşının büyük olmasından dolayı utanan bir ihtiyara,şu ikazı yapmıştı :

-Ey kişi, ömrünün sonunda, ömrünün evvelinden daha faziletli bir halde olmaktan mı utanıyorsun ?

.......................................................................................  

 

 

 

 

 

 

 

 

Matematik:

Binom denklemi: 9.asırda yaşamış olan büyük İslam alimi Harezmi , Newton’dan yüzlerce yıl çnce  “Cebir ve Denkleme Hesabı Hakkında Özetlenmiş Kitap” adlı eserinde ilk olarak binom denklemini çözmüştü.

İntegralin keşfi: 11.asırda yaşamış Hamit bin Hıdır el-Hocendi “İki küpün toplamı asla küp olamaz” şeklindeki integral denilen denklemi Fermat’ten (1601-1665) asırlar önce ortaya koymuştur.

Bügün kullandığımız rakam sistemini insanlığın hizmetine sunan 9.asırda yaşamış Harezmi’dir.

Sekant’ın bulucusu olarak Kopernik’in bilinmesine rağmen Ebu’l Vefa el-Buzcani Kopernik’ten çok daha önce Sekant’ı keşfetmiştir.

Blaise Pascal’a (1623-1662)maledilen ve bu sebeple de Pascal üçgeni olarak bilinen bu üçgen Kerhi tarafından bulunmuştur.

Fizik:

Rölativite teorisi: 9.asırda yaşamış Kindi , 1916’da Einstein’e maledilen Rölativite Teorisi’ni Einstein’den 1000 yıl kadar önce ortaya koymuştur. Kindi’ye göre bütün varlık ve varlığın fiziği izafidir.Zaman,mekan,hareket birbirinden bağımsız değildir.

Devinimsizlik (eylemsizlik) teorisi : 965-1030 yılları arasında yaşamış İbn-i Heysem eylemsizlik kanununun kaşifi olarak kabul edilen Newton’dan (1642-1727) asırlar önce eylemsizlik kanununu keşfetmştir.

Optiğin keşfi: Optiğin kaşifi olaralak Roger Bacon’un (1220-1292) bilinmesine rağmen , optik ondan yaklaşık iki asır önce (965-1030) yılları arasında yaşamış İbn-i Heysem tarafından keşfedilmiştir.

Tıp :

İlk akıl hastanesi: İlk akıl hastanesi 765’te Bağdat’a açılmıştır. Aynı tarihte Avrupa’da akıl hastalarına cadı gözüyle bakılmaktaydı. Avrupa’da ilk akıl hastanesi 1410’da açılabilmiştir.

Dereceli gözlük: 9.asırda yaşamış ve birçok alanda çalışmalar yapmış olan İbn-i Firnas, gözlüğün mucidi kabul edilen Bacon’dan (1220-1292) üçyüz yıl önce dereceli gözlüğü keşfetmiştir.

Bel kemiğinin düzeltilmesi: İbn-i Sina’nın Venedik’te 1576’da basılan eserindeki resimlerden anlaşıdı ki,o,bel kemiğine ait düzgün olmayan halleri düzeltebiliyordu. Oysa bu yöntem 1986’da Colat de Beck tarafından

uygulanabilmiştir.

İlk çiçek aşısı: Çiçek aşısını ilk bulan kişinin Dr.Edward Jenner olduğu bilinmektedir (1976). Halbuki Osmanlı Devleti’nde çiçek aşısının Lale Devri’nde uygulandığını biliyoruz (1718-1730).

Kimya :

Atomun parçalanması : 820 yıllarında Harran’daki medresede müderrislik yapan Cabir bin Hayyan atomun parçalanabiceğini ve bu işlem sırasında büyük bir enerjinin açığa çıkacağını belirtmiştir.

Petrolün keşfi:  9.asırda yaşamış Ebi Zekeriya Razi’ninSırrü’l Esrar isimli kitabında Petrol ve arıtılmış petrolün ısı ve ışık elde kullanıldığını yazmaktadır.

Kantitatif (sayısal ) metod : 11. asırda yaşamış Ebu’l Kasım el-Kaşi bu metodu kimyevi bileşiklerin analizinde kullanan ilk kişidir. Halbuki bu metod 700 sene sonra Lavousier’e maledilmiştir.

 

Batı dillerine geçmiş bazı Arapça kelimeler: Admiral,Alkohol,Amalgam,Arsenal,Artischocke,Atlas, Benzin, Benzol, Borax,Cafe,Chiffre,Diwan, Dragun,Gitarre,Gala,Ingwer,Koffer,Magazin,Merinoschaff,Natron,Orange,Raket, Safari, Schirokko,Sterling,Trafik,Waran,Zenit,Zucker v.b (Avrupa’nın Üzerine Doğan İslam Güneşi,Dr.Sigrid Hunke

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

TÜRK-İSLAM DEVLETLERİ

 

Talas Savaşı (751)

 

Çinlilerle Araplar arasında yapılan savaşta Türkler, Müslüman Arapların yanında yer almışlardır.Bu savaştan sonra İslamiyet Türkler arasında yayılmıştır.Bu savaştan sonra kağıt üretimi ilk önce Semerkant’ta daha sonra da Bağdat’ta başlamıştır.Türklerle Araplar arasında ticari ilişkiler gelişmiştir.

 

Türklerin İslam Dünyasına Hizmetleri

 

Karışıklık içerisinde bulunan İslam dünyasına Selçuklular çeki düzen vermişlerdir.Haçlı saldırılarına karşı İslam dünyası korunmuştur. Gazneli Mahmut tarafından İslamiyet Hindistan’a yayılmış ve bugünkü Pakistan devletinin temelleri atılmıştır. Osmanlılar tarafından İslamiyet Avrupa’ya yayılmıştır. Bilim ve sanat alanında büyük katkıları olmuştur.

 

Tolunoğulları (868-905) ve İhşidler(935-969)

 

Mısır ve Suriye’de Abbasilerden ayrılarak kurulmuşlardır. Halkı Arap kurucuları ve asker Türklerden oluşuyordu.İlk kurulan devleti Abbasiler, diğerini ise Fatımiler yıkmıştır.

 

Karahanlılar (840-1212)

 

İlk Müslüman Türk devletidir.Kurucusu Bilge Kül Kadir Han’dır.İlk Müslüman hükümdarı Satuk Buğra Han’dır.

999 tarihinde Gaznelilerle birlikte Samanoğulları devletine son verdiler.Maveraünnehir bölgesini ele geçirdiler.

 

Gazneliler (963-1187)

 

Samanoğulları Devleti’nin Horasan valisi Alp Tigin tarafından kurulmuştur.Sultan Mahmut Hindistan’a 17 sefer yaparak, İslamiyetin bu bölgelerde yayılmasını sağlamış ve bu-günkü Pakistan Devleti’nin temellerini atmıştır. Sultan Mesut Selçuklularla yaptığı Dandanakan Meydan Muharebesi’ni kaybetmiş ve devlet yıkılma sürecine girmiştir. Devlet Gurlular tarafından yıkılmıştır (1187).

 

 

BÜYÜK SELÇUKLU DEVLETİ (1038-1157)

 

Kuruluşu: Oğuz Yabgu Devleti’nden ayrılarak Cent şehrine gelerek İslamiyeti kabul eden Selçuk Beyden ismini almıştır.Horasan bölgesine yerleşmeye çalış-tıkları için Gazne hükümdarı Mahmut Selçuk Beyin oğlu Arslan Yabgu’yu tutuklatarak hapsetmiştir. Tuğrul ve Çağrı beyler Dandanakan Muharebesi’nde Gaznelileri yenerek devletlerini kurmuşlardır.

 

Tuğrul Bey (1038-1063)

 

Devletin ilk hükümdarıdır.Dandanakan Meydan Muharebesi’nde Gaznelileri yenerek devleti fiilen kurmuştur. Anadolu için ilk ciddi savaş olan Pasinler Savaşı’nda Bizans ordusu yenilgiye uğratılmıştır.1054 yılında Anadolu’ya sefer düzenleyerek bazı bölgeleri ele geçirmiştir.Bağdat’a iki sefer düzenleyerek Bağdat Abbasi Halifesi’ni Şii Büveyhoğullarının baskısından kurtarmıştır. Halifenin siyasi yetkilerini elinden almıştır. İbrahim Yınal ayaklan-masını bastırmıştır.

 

Alparslan (1063-1072)

 

1064 yılında çıktığı Anadolu ve Kafkasya seferinde Kars ve Ani kalelerini ele geçirdi.  Ağabeyi Kavurt’un isyanını bastırdı. 1071 yılında Bizanslılarla yaptığı Malazgirt Savaşı’nı kazanmıştır. Bu savaştan sonra Anadolu’nun kapıları Türklere açıldı. seferlerine yol açtı. Anadolu’ da ilk Türk devletleri kuruldu.Türkiye tarihi başladı.Anadolu Türkleş-meye başladı.Haçlı seferleri başlatılmıştır. Batı Karahanlılar üzerine yaptığı bir sefer sırasında şehit edildi.

 

Sultan Alparslan’ın Merv şehrindeki türbe kitabesi şu şekildedir. “Ey Alparslan’ın göklere yükselmiş şan ve şöhretini görenler, gelin de onun nasıl toz toprak olduğunu görün.”

 

 

 

 

 

 

 

Melikşah (1072-1092)

 

Amcası Kavurt isyanını bastırdı.Batınilerle mücadele etti. Suriye,Anadolu ve Yemen’e kadar olan yerleri fethetti. Anadolu tamamen bir Türk yurdu haline geldi. Bağdat Abbasi halifesini ziyaret etti. Öldüğünde sınırlar Orta Asya’ dan Marmara ve Akdeniz kıyılarına ,Kafkaslardan ve Aral gölünden Hint Denizine ve Yemene kadar uzanıyordu.

 

Sultan Sencer (1119-1157)

 

1092-1119 yılları arasındaki Fetret dönemine son vererek tahta geçmiştir. 1141 yılında Karahıtaylılarla yaptığı Kat-van Savaşı’nda  yenilmiş ve Maveraünnehir’i kaybetmiştir.1153 yılında Oğuzlarla yaptığı savaşı kaybetmiş ve esir   düşmüştür. Esaretten kurtulduktan bir yıl sonra ölümüyle devlet sona ermiştir.

 

Harezmşahlar (1157-1220)

 

Kurucusu Atsız olarak kabul edilmiştir. Daha önceleri Selçuklulara bağlı olarak yaşamışlardır. Alaeddin Tekiş Kara-hıtaylıları yenilgiye uğratarak onların gücünü kırmıştır. Alaeddin Muhammed zamanında devlet Moğol saldırısı ile karşı karşıya kalmıştır.Oğlu Celaleddin Azerbaycan’da devleti yeniden canlandırmaya çalışmış,Anadolu topraklarına saldırması dolayısıyla Anadolu Selçuklu Devleti ile Yassıçemen Savaşı’nı yapmış ve bu savaşta yenilmiştir.

 

Eyyubiler (1174-1250)

 

Fatımiler yıkılarak devlet kurulmuştur. Kurucusu Selahaddin-i Eyyubi’dir. Haçlıları yenilgiye uğratarak Kudüs’ü ele geçirmiş, bu sebeple İslam dünyasında ün kazanmıştır. Selahaddin-i Eyyubi’nin ölümünden sonra devlet dağılmış ve Memluklüler devleti yıkmışlardır

 

Memlükler (1250-1517)

 

 Eyyubiler yıkılarak kurulmuştur. Moğolları Ayn-ı Calut,Elbistan ve Humus savaşlarında yenilgiye uğratarak Suriye’ ye girmelerine engel oldular. Anadolu Türk birliğini sağlamalarından sonra Osmanlı Devleti ile araları açıldı. 1516 ve 1517 yıllarında yapılan Mercidabık ve Ridaniye savaşları ile Osmanlı Devleti tarafından yıkıldılar.

 

 

Türk-İslam Devletlerinde Kültür ve Medeniyet

Devlet Teşkilatı: Selçukluları meydana getiren Oğuzlar, Orta Asya'dan Maveraünnehir ve Horasan'a gelince bütünüyle İslamiyeti kabul ettiler. Müslüman olmalarıyla eski bozkır kültürünün İslama aykırı olmayan müesseselerini sentezleştirdiler. Türk Devlet geleneğinin esasını teşkil ettiği Selçuklu devlet teşkilatı; Karahanlı, Sâmânlı, Gazneli ve Abbasî devletleri teşkilatlarından geniş ölçüde faydalanmış ve bunları kendi bünyesinde mükemmel bir surette uygulamıştır. . Selçuklularda,kendilerine bir bölgenin yönetimi verilen hanedan üyelerine melik denmiştir. Melik-lerin yanlarına tecrübeli devlet adamlarından hocalar atanmıştır.Bunlara Atabey denmiştir. Türk-İslam devletlerinde belli bir veraset sistemi yoktu.Hanedan üyesi olan herkesin devleti yönetme yetkisi vardı.

Hükümdar: Töre ve müesseselerin tanıdığı haklarla devletin tek hakimidir. Sultan ünvanlı hükümdarlara genellikle Sultanülâzam denilirdi. Türklerdeki Hâkan veya Kağan, batıdaki imparator kelimesinin karşılığıdır. Sultan, Türkçe adının yanında İslamî ad da taşırdı. Halife tarafından künye ve lakap da verilirdi. Sultan merkezde oturur, ülke toprakları hanedan mensuplarınca idare edilirdi. Merkeze bağlı beylik ve atabeglikler vardı. Sultanın hakim olduğu ülkelerde adına hutbe okunur ve para basılırdı. Fermanlara ve dîvanın kararlarına büyük sultanın imzası yerine tuğra çekilip, tevkiî (nişan) yazılır ve emir ondan sonra yürürlüğe girerdi. Harplerde ve devlet ileri gelenleriyle yaptığı seyahatlerde, hakimiyet işareti olarak, başının üstünde atlastan veya altın sırmalı kadifeden yapılmış çetr (hükümdar şemsiyesi) tutulurdu. Çetre, sultanın ok ve yaydan meydana gelen armaları işlenirdi. Hükümdarlık sarayının kapısında veya saltanat çadırının önünde, namaz vakitlerinde, günde beş defa nevbet (mehter) çalınırdı. Sultan, haftanın belirli günlerinde devlet ileri gelenleriyle yüksek mevkili memur ve kumandanları huzuruna kabul edip, ülke meselelerini görüşür ahalinin halinden haberdar olurdu.

Saray Teşkilatı: Sarayda sultanın ailesi ve maiyeti otururdu. Saray teşkilatı ve teşrifatçılık, önceleri Oğuz töresine göre yapılırken, sonraları İslamî hüviyet kazandı. Sarayda, sultanla dîvanlar arasındaki irtibatı Hâcibü'l-hacib denilen Hâcib sağlar; örfî meselelerin hallinde kadıya da yardımcı olurdu. Hâcibler, sultanın güvendiği kişiler arasından seçilirdi.

Emîr-i Candâr: Saray muhafızlarının başı olup, maiyetindeki hassa birlikleriyle sarayın ve sultanın emniyetini sağlamakla görevliydi. Silahdar, merasimlerde sultanın silahlarını taşırdı ve silahhanedeki muhafızların âmiriydi.

Emîr-i Alem: Sultanın "Rayet-i Devlet" denilen bayrağını, saltanat sancaklarını taşımak ve muhafaza etmekle görevliydi. Emîr-i alemin maiyetinde alemdarlar vardı. Yasacı, bayrak ve nevbet takımını muhafaza ve idare ederdi.

Câmedâr: Sultanın elbiselerinin muhafızıydı. Emîr-i meclis, sultanın ziyafetlerini hazırlatıp, teşrifatçılık yapardı. Emîr-i Çeşnigîr, sultanın yemeklerini hazırlayan ve sofra hizmetlerini yapan çeşnigirlerin amiriydi. Şerabdar-ı has, sultanın şerbetlerini hazırlamakla, haftanın belirli günlerinde toplanan mecliste ve yemeklerde hizmetle görevliydi. Serhenk (Çavuş), törenlerde ve sultanın seyahatlerinde yol açardı. Ayrıca, Abdâr, Emîr-i Âhur, Üstadüddâr, Vekîl-i Has, Emîr-i Şikâr, Bazdâr ve Nedimler de sarayda vazifeli kişiler arasındaydı.

Hükûmet: Büyük dîvan denilen "dîvan-ı saltanat"ta devletin umumi işleri görüşülüp yürütülürdü. Selçuklularda büyük dîvandan başka, devletin malî, askerî, adlî ve diğer işlerine bakan dîvanlar da vardı. Dîvan başkanı, sultanın mutla vekili olan Sâhib, Sâhib-i Dîvan ve Hâce-i Büzürg de denilen vezirdi. Vezir bir tane olup, alâmet olarak destâr (sarık) ve altın divit verilirdi. Vezirin dividi, Devâtdâr'da olup, aynı zamanda sır kâtipliği de yapardı.

Selçuklularda, İstifâ dîvanı, malî işlerle ilgilenir, en önemli üyesine Müstevfî denirdi. Tuğra dîvanı, ferman, berat, menşur, mektup dahil, yazışmalara tuğra çekerdi. İşraf dîvanı; Müşrif-i memâlik de denilen müşrifin âmirliğinde genel teftiş yapardı. Dîvan-ı arz'a, Arzü'l-ceyş başkanlık ederdi. Emîr-i ariz de denilen bu zatın başkanlığındaki teşkilat, millî savunma hizmetleri ve ordunun ihtiyaçlarını karşılamakla vazifeliydi. Şehzadelerin yetişmesiyle ilgilenen atabegler, eyalet merkezlerinde güvenlik hizmetleriyle ilgilenen ve şıhne (veya şahne) denilen askerî valiler, mülkî idareden mesul olan âmiller ve zabıta hizmetleriyle "emr-i bi'l ma'rûf ve nehy-i ani'l-münker" (iyiliği emredip kötülükten sakındırma) görevini üstlenmiş olan muhtesipler de hükümet teşkilatı içinde yer alırdı.

Adlî Teşkilat: Adliye; şer'î ve örfî kazâ olmak üzere ikiye ayrılırdı. Şer'î davalara kadılar bakardı. Kâdı'l-kudât denilen baş kadı, Bağdat'ta bulunur, merkezde mahkeme başkanlığı yapardı. Baş kadı, diğer kadıları da teftiş ederdi. Kadılar, şer'î davalar, tereke (miras), hayrât ve vakıf işlerine bakarlardı. Selçuklu Türkleri, Hanefî mezhebinde olduklarından, davalar ve meseleler, bu mezhebin hükümlerine göre halledilirdi. Yanlış bir karar verilmişse, öteki kadılar, durumu sultana bildirerek, düzeltme yapılır, hatanın önüne geçilirdi. Kadıların yetişmesine çok dikkat edilirdi.

Örfî mahkemelerin başında, Emîr-i dâd denilen adalet emîri bulunurdu. Bunlar, devlete, kanunlara ve emirlere karşı gelenlerin davalarına, siyasî suçlara bakarlardı. Bir nevi olağanüstü mahkemeler demek olan Dîvan-ı mezalim'e başkanlık ederlerdi. Kazaskerler (Kadıaskerler), ordu mensuplarının davalarına bakardı. Dine aykırı görülen her harekete muhtesip, anında müdahale ederdi. Adliye mensupları, bağımsız olup, büyük dîvana ve eyalet dîvanlara bağlı değildiler.

Ordu: Devletin temeli olan ordu, Hassa ordusu ve timarlı sipahilerden meydana eliyordu. sarayda özel oarak yetiştirilip, doğrudan sultana bağlı olan Gulamân-ı saray askerleri çeşitli milletlerden seçilirdi. Bunlar senede dört defa maaş alırlardı. Hassa ordusu; melik, vali, vezir ve diğer yüksek rütbeli devlet memurlarının emri altında, her an harekete hazır askerler olup maaşlıydılar.

Sipahiler; süvari kuvvetleriydi. Sipahi ordusu mensuplarından her biri, ülkenin çeşitli bölgelerinde kendilerine tahsis edilen toprakların (ikta=dirlik) gelirlerinden geçimlerini sağlıyordu. Selçuklular, askerî iktalar sayesinde, maaş ödemeden bir orduyu beslemiş, mühim bir Türkmen nüfusunu toprağa ve devlete bağlayarak iskân etmişti. Bu sayede üretimin artmasını, halk ile hükümet arasında yeni askerî ve idarî bir kadronun kurulmasını temin etmişti. Bin süvariden fazla asker besleyen ikta sahipleri vardı. Büyük Selçuklularda ordu mevcudu, 400.000'e kadar çıktı. Bunun 46.000'i merkezde, geri kalanı devletin diğer bölgelerine dağılmış durumdaydı. İkta sistemiyle, ülke menfaatlerini âhenkleştirip, kudretli askerî ve idarî teşkilata sahip oldular. Aynı sistem, Osmanlıları da etkiledi. Halk arasından Haşer denilen ücretli askerler de alınırdı. Ayrıca gönüllü Gâziyân ve çeşitli askerî sınıflar da vardı.

Selçuklu ordusunun gezici hastaneleri ve Çerge denilen hamamları vardı. Orduda hafif silah olarak ok, yay, kılıç, kalkan, mızrak, harbe, sökü, bozdoğan da denilen topuz, gürz, balta, nacak, çekre, zemberek, pala, cevşen (zırh) ve çokal kullanılırdı. Ordunun silahları ülke içinden, en iyi malzeme kullanılarak, sanatında pek mahir ustalar tarafından imal edilirdi. Büyük Selçuklularda deniz kuvvetleri olmamasına rağmen, bağlı devletlerde vardı. Ordunun ihtiyacının karşılanması ve meselelerin halline Dîvanü'l-ceyş bakardı.

 

Din ve İnanış

 

Karahanlılar bilhassa Maveraünnehirde İslamiyeti yaymak için çalışmışlardır. Gazneli Mahmut İslamiyeti Hindistan’ da yaymıştır. Siyasi bir nitelik almış olan Şiilik,Mısırda Fatımiler tarafından yıkıcı propaganda aracı olarak kullanılı-yordu. Irak’taki Büveyhi iktidarı Fatımilerle sıkı bir işbirliği içindeydi. His yoluyla Allah’a ulaşmaya çalışan Muta-savvıflar, Tasavvuf yoluyla İslamiyeti geniş kitlelere yaymaya çalışıyorlardı. Hoca Ahmet Yesevi ilk Türk-İslam mutasavvıfı kabul edilmektedir. İslam ülkeleri, Haçlı Seferleri ve Batınilik tehdidi karşısında manevi birliğin sarsıl-ma tehlikesi içindeyken tasavvuf,bu birliği korumak ve kuvvetlendirmek gibi sosyal bir ihtiyaca cevap vermiştir.

Sosyal Hayat: Selçuklularda sınıfsız bir cemiyet hayatı vardı. Sosyal yapı, Ortaçağ Avrupası'ndan tamamen ayrıdır. Toplum; Selçuklu hanedanı ve mensupları başta olmak üzere askerî ve mülkî rical ile devlet teşkilatı dışında kalan ahaliden meydana geliyorsa da, Avrupa'daki gibi sınıf, Hindistan'daki gibi kast sistemi mevcut değildi. Hanedan ve devlet ileri gelenlerinin büyük yetkileri olmasına rağmen, şehirde ve köyde yaşayan halkın, kanun karşısında hak ve vazifeleri vardı. Şer'î hükümler karşısında herkes eşitti. Köylü hür olup, toprağın hâs ve ikta oluşuna göre hükümetin himayesi altında çalışırdı. Vergisini verirdi. Mülk, topraklar, veraset yoluyla çocuklara geçerdi.

İktisadî ve Ticarî Hayat: Selçukluların hakim olduğu Horasan, İran, Irak, Anadolu ve diğer Ortadoğu ülkeleri bu devirde, ekonomik bakımdan en yüksek seviyeye çıkarak, milletler ve kıtalar arası ticarette köprü görevi görüyordu. Selçuklu ülkesinin her türlü ziraî mahsulün yetişmesine müsait iklim, coğrafî ve doğal zenginliklere sahip olması sayesinde bol mahsul yetişiyordu. Tahıl sıkıntısı çekilmeyip, o günkü şartlarda fiyatı da ucuzdu. Ülke içinde ve dışında, kıtalar ve milletlerarası ticareti emniyetle sağlayan yol ve kervansaraylar yapılmıştı.

Yabancı ülkelerle ticarî anlaşmalar yapılıp, çok düşük gümrük tarifeleriyle ihracat ve ithalat teşvik edildi. Karada eşkiyanın ve açık denizlerde korsanların tecavüzlerine uğrayan tüccarın zararının, hazineden tazmin edilerek garanti altına alınması ticaretin gelişmesinde çok etkili oldu. Devletin tüccara garantisi, her türlü emniyet, huzur ve imkânının yanında ayrı bir teşvikti.

Halkın bir kısmı şehirlerde,bir kısmı köylerde yaşıyordu.Bunun dışında göçebelerde yayla ve kışlaklarda yaşıyordu.Şehirlerde asker,memur,esnaf,tüccar,çiftçi gibi halk zümreleri vardı. Köylerde çiftçiler vardı. Göçebeler hayvancılık uğraşırlar ve genellikle boylar halinde yaşarlardı. Sulama imkanlarının bulunduğu   alanlarda tarım gelişmişti. İpek ve Baharat Yolu’nun geçtiği bölgelerde canlı bir ticaret hayatı vardı. Topraklar has,ikta ,mülk ve vakıf adıyla bölümlere ayrılırdı.

Ticaretin gelişmesi, gümrüklerin azlığı, üretimin bolluğu, otlak ve hayvanların çokluğu sebebiyle, Selçuklu ülkesinde zenginlik ve refah vardı. Bol buğday, pirinç ve pamuk tarımı yapılıyordu. Çok hayvan yetiştirilip diğer ülkelere satılıyordu. Bakır, demir, gümüş ve dokuma sanayii için şap madeni çıkarılıyordu. Halı, pamuk ve yünlü dokuma denizci örtüleri, ipek kumaşlar, ipek tül ve mendil dokunup ihraç ediliyordu. Kâşihanelerde zarif çiniler imal edilip, selçuklu eserlerini süslüyordu. Yapılan ve satılan mallar, sıkı kontrolden geçerdi. Her zanaat kolu, bir lonca teşkilatına bağlıydı. Loncalar, meslek ve erbabını kontrol altında tutardı. Lonca reisine Ahî, ahîlerin reisine de Ahî Baba denirdi. Bu teşkilat daha sonra Osmanlılara geçti. Esnaf ve tüccar mallarının alınıp satıldığı, tanıtıldığı, mahallî, millî ve milletlerarası pazarlar kurulurdu. Selçuklular, şeker ve nadide eşya alıp, at, halı, ipek ve maden satarlardı. Devletin gelir kaynakları, arazi vergisi olan harac, ziraat vergisi olan öşür, iltizam, ganimet, bağlı ve komşu devletlerin hediye ve yıllıkları idi. Hayat pahalılığı, yok denecek kadar az olup, 1056 ile 1113 yılları arasındaki yetmişbeş senelik fiyat yükselmesinin oranının toplamı yüzde onu geçmemiştir.

İlim: Selçuklular, İslama tam bağlı, itikatta ve amelde Ehl-i sünnet mezhebine mensuptular. Türkler ekseriyetle itikatta Matüridî, amelde Hanefî mezhebindendir. Ülkede kısmen de itikatta Eş'arî ve amelde Şafiî ve diğer hak mezhep mensupları da vardı. Batınîler gibi sapık fırkalar varsa da, bunlarla âlimlar ve devlet mücadele halindeydi. Devlet, ilim ve âlimlerin yanında olup, gelişmesi için bütün imkânlarını seferber etmişti. Dinî eğitim ve öğretimin yapıldığı medrese, tekke ve zaviyeler ülkenin her tarafında yaygındı.

Selçuklu medreselerinde, dinî ve fennî bütün ilimler, konunun mütehassısları tarafından okutulurdu. Selçuklular zamanında değerli âlimler yetişip, halâ değerini koruyan orijinal eserler yazıldı. Ebü'l-Kasım Abdülkerim Kuşeyrî, Ebu İshak Şirazî, Ebu Meâlî Cüveynî, İmam-ı Gazalî, El-Hatîbî, Abdullah-ı Ensarî, Vâhidî, Fahru'l-İslam Pezdevî, Serahsî, Yûsuf-i Hemedanî, Şehristânî, İmam-ı Begavî, Kâdı Beydâvî, Abdülkâdir-i Geylanî, Nizamülmülk dahil daha pek çok âlim, Büyük Selçuklu ve onlara bağlı devletlerde çok hürmet ve himaye görüp, değerli eserler vererek insanlığa hizmet etmişlerdir.

Selçuklular, İslamî ilimlerin eğitim ve öğretiminin yapıldığı ve zamanın fen bilimlerinin öğretildiği çeşitli fakültelere sahip, üniversite mahiyetinde büyük medreseler yaptırdılar. En büyüğü, Bağdat'taki Nizamiye Medresesi olup, İsfehan, Nişabur, Belh, Herat, Basra ve Amul'da benzerleri vardı. Buralarda aklî ve naklî bütün ilimler öğretilirdi. Medreselerde, mütehassıslarınca okutulan riyaziye (matematik), hey'et (astronomi), hendese (geometri), cebir, fizik, kimya sahalarında derin âlimler yetişti. Rasathaneler kurularak, gök cisimlerinin hareketleri izlendi ve esaslı takvimler yapıldı. Bu sahalarda, edebî yönüyle de tanınan Ömer Hayyam, Muhammed Beyhekî, Ebü'l-Muzaffer İsferâyinî, Vâsıtî, Ahmed Tûsî ve daha pek çok âlim yetişip değerli eserler verdiyse de, onüçüncü yüzyılda İslam ülkelerindeki Moğol tahribatı sebebiyle, bunlardan faydalanma imkânı büyük ölçüde kaybolmuştur. Yazılan pek değerli eserler, Moğolların kanlı çizmeleri altında heba olmuştur.

Karahanlılar her alanda Türkçe kullanmıştır.Gaznelilerde bilim dili Arapça,edebiyat dili genel olarak Farsça,yazışmalarda da Farsça kullanılmıştır.Ordu ve saray dili Türkçe idiSelçuklu sultan ve devlet adamlarının destek ve himayesiyle kıymetli edebiyatçı ve şairler yetişmiştir. Selçuklu sarayında, devlet teşkilatıyla edebiyat çevrelerinde genellikle Farsça, medrese çevrelerinde Arapça, Selçuklu hanedanı ve Türkmenler arasında ve orduda da Türkçe konuşulup yazılırdı. Nazım ve nesir sahasında kıymetli kitaplarıyla tanınan Meşhur Bostan ve Gülistan sahibi Sadi-i Şirazî, Ömer Hayyam, Enverî, Lami-i Cürcânî, Ebyurdî, Ezrâkî gibi edip ve şairler, nesir ve nazım eserler verdiler. Gazâ ve fetih ruhunu canlı tutan destanî eserler yazdılar. İlmî eserlerde olduğu gibi, edebî eserlerin bazıları, Moğol tahribatı sebebiyle ele geçmemiştir.Bu dönemde Kutadgu Bilig,Divan-ı Hikmet,Divan-ı Lügat’it Türk,Atebetü’l Hakayık gibi ilk Türk-İslam eserleri yazılmıştır.

Mimarlık ve Sanat: Selçuklu mimarî ve sanat eserlerinin çoğu birer şaheserdir. Batınîler, Moğollar ve asırların tahribatına rağmen kalabilenleri uzmanlarınca halâ hayranlıkla incelenmektedir. Selçuklu sarayı, köşk, medrese, cami, mescit, türbe, kümbet, kervansaray, ribat, han çarşı, tıp fakültesi mahiyetinde her biri şifa yurdu olan hastane, kaplıca, hamam, çeşme, ev, yol, kale, sur, kule, tersaneler ve diğer sosyal, sivil ve askerî eserler belli başlı Selçuklu mimarî eserlerini oluşturur. Kitabe, hat, tezhip, süsleme, minyatür, çini, halı, kilim ve seccadeler ise Selçuklu eserlerine ayrı bir zenginlik kazandırır. Çadır şeklinde yapılan kubbeler de Selçuklu mimarî eserlerinin bir başka zarafet ve ihtişam örneğidir. Çadır şeklinde kubbe, türbelerde çok kullanılmıştır. Sultan, evliya, âlim, devlet adamları ve hürmete lâyık kişiler adına yapılan muhteşem türbeler, ülkenin her tarafında mevcuttu.

İlk Büyük Selçuklu hükümdarı Tuğrul Beyin, Rey'de Künbed-i Tuğrul, İsfehan, Hemedan ve Merv'de diğer sultanların muhteşem türbeleri çok süslü, kıymetli eşya ve mefruşatla doluydu. Bağdat'ta İmam-ı Azam Ebu Hanîfe'ye ve Necef'te Hazret-i Ali'nin makamına muhteşem türbe ve külliyelerin Sultan Melikşah tarafından yapılması, Selçukluların Sahabe-i Kiram, Ehl-i Beyt, âlim ve muhterem zatlara saygılarındandır. Selçuklular, Merv, Rey, İsfehan, Hemedan, Bağdat ve Nişabur'da muhteşem saraylar ve camiler inşa ettiler.

İsfehan ve Bağdat'ta rasathaneler kurularak, mîladî Gregorien sisteminden daha sağlam ve hassas olan Celalî Takvimi, Sultan Melikşah'ın "Celaleddin" lakabına nisbetle hazırlandı. İsfehan ve Bağdat'ta, büyük şehirler de dahil, ülkenin her tarafında şaheser vasıfta büyük ve muhteşem camiler yapıldı. Selçuklular zamanında, iki bin kişinin namaz kılabileceği, yirmi bin kişinin vaaz dinleyebileceği kadar büyük camiler yapıldıysa da, bu muhteşem eserler, Batınîler ve Moğollar tarafından tahrip edilmiştir. Melikşah'ın İsfehan'da yaptırdığı Ulu Cami (Mescid-i Cuma), Batınîler tarafından kundaklandı. Yanan beşyüz yazma, paha biçilmez Kur'an-ı Kerim dışında cami, bir milyon altın sarfla tamir edildiyse de eski halini alamamıştır.

Han, kervansaray, çeşme, yol, köprü, ribat, hankâh, hamam, cami ve medreseler ülkenin her tarafında yaygındı. Selçuklularda hükümetin imar ve inşaat işlerini Emîr-i mîmar yönetiminde bir heyet kontrol ve nezaret ederdi. Ayrıca, büyük abidevî eserlerin, ihtiyaçları vakıf gelirinden karşılanan, daimî bir mimarları bulunurdu.

 

 

 

 

 

 

    

 

 

 1-Moğol İstilası ve Sonrası

 

Cengiz Han,1196 yılında Moğolların kurultayında Temuçin “Cengiz” unvanı ile kağan seçildi.Cengiz Han,çevredeki Moğol ve Türk boylarını bir araya getirerek güçlü bir devlet kurmuştur.1211-1216 yıllarında yaptığı seferlerle Çin topraklarından  Pekin’i ele geçirmiştir.

                    1216’dan sonra batıya yönelmiştir.1215’ten sonra Moğollarla-Harezmşahlar arasında ticari ilişkiler artmıştır. 1218’de bir Moğol kervanının Harezmşahlar tarafından kılıçtan geçirilmesi Moğollarla aralarının açılmasına yol açmıştır.Bu olay üzerine Harezmşahlar üzerine yürüyen Cengiz Han,bu topraklarını ele geçirdi. Moğollar seferlerini Avrupa içlerine kadar sürdürmüşlerdir. Ancak Doğu Avrupa’da tutunabilmişlerdir.

                    Cengiz Han ölmeden önce topraklarını dört oğlu arasında paylaştırmış halef olarak ta Ögedey’i seçmiştir.1225 senesinde yurduna dönen Cengiz Han 1227’de ölmüştür.

 

            2-Türk-Moğol Devletleri

                     A-Altınorda (1227-1502)

 

                     Cengiz Han,Kıpçak bozkırlarını büyük oğlu Cuci öldüğü için torunu Batu’ya bırakmıştı. Batu zama-nında Bulgar Devleti’ne (İtil) son verilmiştir. Berke Han zamanında İslamiyeti kabul etmişlerdir.Bu dönemde devlet hem Türkleşti hem de hem de İslamlaştı. Toktamış Han’ın Timur’a iki defa yenilmesiyle devlet parçalanma sürecine girmiştir.1502’de son Altınorda hükümdarının da ölümüyle devlet sona ermiştir.Devletin parçalanmasıyla ortaya altı tane hanlık çıkmıştır.Bunlar: Kırım,Kazan,Kasım,Ejderhan(Astırhan),Küçüm(Sibir),Noğay Hanlıkları

                     Kırım’da kurulan hanlık,1475’ten sonra Osmanlı egemenliği altına girmiş,1774 Küçük Kaynarca antlaşması ile bağımsız olmuş,1783’te Rusya’ya bağlanmıştır.

                     Rusların Kazan ve Ejderhan hanlıklarına son vermeleri üzerine Osmanlı Devleti Don-Volga nehirlerini birleş-tirme projesini hazırlamış,Rusya’nın güneye, Türk ülkelerine inmelerine  engel olmak istemişlerdir.Kırım Hanının bu işe önem vermemesi ve Rusların saldırıları bu projenin uygulanmasına fırsat vermemiştir.

                     Ruslar,17.yüzyılın ortalarına doğru Sibir(Küçüm),sonlarına doğru Kasım,18.yüzyılın başlarında da Nogay Hanlığına son vermişlerdir. 

 

                   

                      B-İlhanlılar (1256-1336)

                    

                     Cengiz İmparatorluğu’nun parçalanması üzerine İran’da kurulmuş bir devlettir.Cengiz Han’ın en küçük oğlu Tuluy’un oğlu Hülagü Han tarafından kurulmuştur. Devletin merkezi Tebriz şehri idi.Devlet en güçlü döneminde İran,Irak ve Anadolu’ya hakim olmuştur.1258 yılında Abbasi Devleti’ne son vermişlerdir.Suriye hakimiyeti için Memluklerle yaptıkları savaşları kaybetmişlerdir. Ahmet Teküder zamanında İslamiyeti kabul etmişlerdir.Gazan Mahmut Han zamanında İslamiyet iyice yayılmıştır.Zamanla İslamlaşmış ve Türkleşmişlerdir.1335’te Bahadır Han’ın ölümü ile devlet parçalanmıştır

 

               

 

                      C-Çağataylar (1227-1369)

 

                      Cengiz Han,devletini oğulları arasında paylaştırırken,ikinci oğlu Çağatay’a,Maveraünnehir, Balkaş gölü etrafı ve Beşbalık Uygurları bölgesinin batı kısımları düşmüştü.Devlet Türk çoğunluğun hakim olduğu bir sahada kurulmuştu.Tarma-Şirin (1326-1333) Han’dan itibaren İslam dini bu devletin de hakim dini oldu. Bunu takiben Çağatay Hanlığı da bir Türk-İslam devleti haline dönüştüğünü görüyoruz.Timur tarafından 1369 tarihinde bu devlete son verilmiştir.

 

                     D-Kubilay Hanlığı(Yüan Devleti) (1280-1368)

 

                      Cengiz Devleti’nin doğu bölgeleri Ögedey’in payına düşmüştü.Onun oğulları Mönke (Mengü) ve Kubilay zamanında bütün Çin ele geçirildi. Kubilay 1280’den itibaren Çin’de Kubilay Hanlığını kurdu.Devletin merkezi Pekin idi.İtalyan seyyah Marco Polo,Pekin’de Kubilay Han’a Papa’nın mesajını iletmişti.

                      Kubilay Hanlığı 1368’de yıkıldı ve Moğollar Çin’i terkettiler.

 

                     3-Timurlular(1369-1501)

 

                      Timur,1369 yılında Çağatay topraklarının büyük bir kısmını ele geçirerek devletini kurmuştur.Timur, Kaşgar Hanlığını kendisine bağladıktan sonra Horasan,Sistan.Azerbaycan ve Harizm bölgelerini ele geçirdi. Kendi-sinin yardımı ile tahta geçmesine rağmen Timur topraklarına saldıran Toktamış Han’ı iki defa yenilgiye uğratan Timur bu devletin parçalan-masına yol açtı. Bu olay Rusların güneye,Türk ülkelerine doğru ilerleyişini kolaylaştırmış,Türk ülkelerinin Rus tehdidi altına girmelerine yol açmıştır.

                       Timur,1398 yılında Delhi şehrine kadar uzanan bir akın sonucunda Hindistan’ın büyük bir kısmını ele geçirdi. Karakoyunlu ve Celayirlilerin topraklarını ele geçirdikten sonra Anadolu’ya girmiş,bu sebeple Yıldırım Bayezid’le Ankara Savaşı’nı yapmış,bu savaşta galip gelerek Osmanlı Devleti’nin Fetret dönemini yaşamasına yol açmıştır.

                        Timur’un ölümünden (1405) sonra sırasıyla Şahruh,Uluğ Bey ve Hüseyin Baykara tahta geçmiştir. Şahruh’tan sonra devlet hızlı bir parçalanma süreci yaşamıştır.Uluğ Bey astronomi ve matematik, Hüseyin Baykara ise sanat ve edebiyat ile ilgilenmiştir. Devlet Şeybaniler tarafından yıkılmıştır (1501).

                       

                          4-Türkistan,Hindistan ve İran’daki Gelişmeler

                          a-Şeybaniler (1428-1598) ve Özbek Hanlıkları

 

                          Batı Türkistan’da hüküm sürmüş bir Türk hanedanıdır. Hanedanın kurucusu Altınorda hükümdarı Batu Han’ın kardeşi Şıban’ın soyundan Ebulhayr ‘dır. Şıban kelimesi farslar tarafından Şeyban şeklinde telaffuz edildiği için bunlara Şeybaniler adı verilmiştir.

                           Ebulhayr Han, Altınorda hükümdarlarından Özbek Han’a bağlı olan boyların başına geçtiği için bunlara Öz-bekler de denmiştir. Merkezleri Harizm bölgesinde bulunan Gürgenç idi.En fazla Safevilerle mücadele etmişlerdir. Safevi hükümdarı Şah Abbas’ın Özbekleri yenmesi ile hanlık parçalanmıştır.Topraklarını Safeviler ve Kırgızlar ele geçirmiştir.

                            Devlet yıkıldıktan sonra Şeybaniler yerine Özbek ismi kullanılır olmuştur. Ortaya çeşitli Özbek hanlıkları çıkmıştır.Bunlar:Hive,Buhara,Hokand. Bu hanlıklar Ruslar tarafından teker teker ortadan kaldırılmış, 1876 yılında Özbek ülkesi tamamen Rus kontrolü altına girmiştir.1920 yılında da Sovyetler Birliği’nin idaresine geçmiştir.1991 yılında bağımsız-lıklarını kazanmışlardır. Başkentleri Taşkent’tir.

 

                           b-Safeviler (1502-1736)

 

                            Selçuklular,Harizmşahlar,Çağataylılar,Timurlular,Karakoyunlular ve Akkoyunlular sırasıyla İran’a hakim olan Türk sülaleleri idi.Şah İsmail,Akkoyunlulara son vererek devletini kurmuştur.Daha sonra Anadolu’ya hakim olmak istemişse de Çaldıran ovasında Yavuz Sultan Selim’e yenilmiş,Anadolu’yu ele geçirme politikasından vazgeçmiştir.

                            IV.Murat devrinde yapılan savaşlar Kasr-ı Şirin antlaşması ile sona ermiş ve bugünkü Türk-İran sınırı çizilmiştir. III. Ahmet devrinde de İran’dan bazı topraklar aldılarsa da bu uzun ömürlü olmadı.Çünkü Afşar hükümdarı bu toprak-ları geri aldı. 1736’dan itibarende İran’da Afşarlar sülalesi başlamıştır.

                            Safeviler, Osmanlılar dışında Babürlüler ve Özbeklerle de ,daha başlangıçta  mücadeleye başlamış-lardı.                           

                             Nadir Şah’ın ölümünden bir süre sonra İran’a Zendler hakim oldular.Bu hakimiyet 1750 yılından 1779 yılına kadar devam etmiştir.1779 yılından 1925 yılına kadar da İran’da bir Türk hanedanı olan Kaçarlar hüküm sürmüştür.Bu tarihten sonra İran asıllı pehleviler sülalesi işbaşına geçti.

                              c-Hindistan’da Türk Sultanlıkları ve Babürlüler

 

                             Gazneliler ve Gurlulardan sonra Hindistan’ın önemli bir kısmı Delhi Türk Sultanlığı’nın (1206-1413) eline geçmişti.

                             Hindistan Türk Devleti ya da Babürlülere (1526-1858) gelince,kurucusu Timur’un torunlarından Ömer Şeyh Mirza’nın oğlu Babür Şah’tır.1494 tarihinde 11 yaşında Timurluların Fergana tahtına oturan Babür,iç karışıklıklar ve Şeybani Özbeklerinin hücumları sonunda ,1501 yılında tahtını kaybetti.1504 yılında Kabil’i aldı.Kısa sürede topraklarını genişletti.

                             Babür,1524 yılında karışıklıklar içerisinde bulunan Pencap’a girdi.1526 yılında Afgan hükümdarı İbrahim Ludi’yi yenilgiye uğratarak Delhi’yi ele geçirdi ve Hint padişahı ilan etti.1528’de Kuzey Hindistan’ın fethini tamamladı.

                             Babür’ün kurduğu devlet 1858 yılına kadar devam etti.Kendisinden sonraki hükümdarlar arasında Hüma-yun,I.Alemgir,Ekber Şah ve Şah Cihan önemli şahsiyetler olarak görünmektedir.Kuzeyden İran ve Afganlıların,güneyden de İngilizlerin saldırıları sonunda ,1858 yılında İngilizler tarafından sona erdirilmiştir.

 

                             ç-Kazak Hanlığı ve Yüzler

 

                             Özbeklerden ayrılan bazı boyların Moğol ve Kırgızlara katılması ile Kazaklar oluşmuştur.Kazak deyimi “hür,serbest,meret,yiğit,cesur” gibi anlamlar ifade eder.

                             1465 yılında Kazak bozkırlarında 200.000 kişilik bir Kazak topluluğu meydana gelmişti.Kısa sürede bunla-rın sayısı bir milyonu buldu.Hazar Denizi’nden Altay Dağlarına kadar uzanan geniş sahada (eski Nogay Hanlığı toprakları) Kazak Hanlığı’nı kurdular.Kazak hanlıklarını bir araya getiren Kasım Han’dır. Tevkel Han zamanında Hanlık üç bölüme ayrıldı:Ulu cüz (Büyük Orda),Orta cüz (Orta Orda),Kiçi cüz (Küçük Orda) 

                             Kazaklar XVIII.yüzyıl başlarında komşuları Uyratların saldırılarına uğradılar.Uyratların akınlarını durdura-mayınca Ruslardan yardım istediler.1731’de küçük,1740’ta orta ve 1742’de büyük cüz’ler Rusların himayesi altına girdiler. 1848 yılında ise Kazak toprakları tamamıyla Rus egemenliği altına alındı. Ruslar,ülkenin ekonomik zenginliklerini elde etmek için buralara pek çok Rus göçmeni yerleştirdiler.1920’den sonra Sovyetler Birliği (SSCB)’ nin egemenliği altına girdiler.1991’de bağımsız oldular.Başkentleri Astana’dır.

 

                            d-Sayan-Altay Türkleri ve Kırgızlar

 

                            Kuzeydoğu Asya’da İrtiş,Obi,Yenisey ve Lena ırmaklarının yukarı kısımları ile Sayan ve Altay Dağlarını içine alan bölgeler en eski Türk yurtlarındandı.Bu bölgelerde bugün de bazı Türk kavimleri yaşamaktadır. Bunların başlıcaları Saka(Yakut),Tuva,Hakas ve Altay Türkleridir.XVII.yüzyılda Rus hakimiyetine girmişlerdir.Şu anda da Rusya Fedarasyonu’ na bağlı olarak yaşamaktadırlar.

                            Kırgızlara gelince,bunların eski yurtları,Yukarı Yenisey boyları idi.840 yılında Büyük Uygur Devleti’ni yıkarak Ötüken’e hakim olmuşlardır. Fakat X.yüzyıl başlarında Kara Hıtaylar tarafından Ötüken’den çıkarıldılar. Daha Cengiz Moğol Devleti’nin hakimiyetine girdiler.

                            Kırgızların bugünkü yurtlarına ne zaman geldikleri bilinmemektedir. Burada bir süre Şeybani Özbeklerinin egemenlikleri altında kaldılar.Sonra Kazak Hanlarının idaresine girdiler.Ruslar 1876 yılında Kır-gızistan’a tamamen hakim oldular.Daha sonra Sovyet Rusya hakim olmuştur.1991’de bağımsız oldular. Başkentleri Bişkek’tir.

                           

                             e-Yaka Türkmenleri (Türkmenistan)

 

                             Oğuzlar Müslüman olduktan sonra Türkmen diye adlandırılmıştır.Oğuzlar Anadolu’ya göç ettik-lerinde Hazar Denizi’nin doğusunda kalan Oğuzlara Yaka Türkmenleri veya Hazar Ötesi Türkmenleri adlarını vermişlerdir.Türkmenistan Türkmenleri,Selçuklular,Harizmşahlar,Moğollar,Çağataylar,Timurlular,Safeviler ve Özbekler (Şeybani ve Hive Hanlıkları)’nın idaresinde kaldılar.

                              XVI.yüzyıldan itibaren Nogayların(Mangutların),Kalmukların,Özbeklerin ve son olarakta Rus-ların saldırılarına maruz kaldılar.1869 yılında Rusların Hazar Denizi’nin doğusunda ,bugünkü Türkmenistan’ın bazı yörelerini ele gegirmeleri ile başladı.1890 yılında Türkmenistan tamamen Rus kontrolü altına girdi. Daha sonra da Sovyet Rusya bu bölgelere hakim oldu.1991’de bağımsız oldular. Başkentleri Aşkabat’tır.

 

                             f-Azerbaycan Hanlıkları

                            Azerbaycan Atabeyliği’nin (İldenizliler),yıkılmasından (1225) kısa bir süre sonra Azerbaycan toprakları Moğollar tarafından istila edildi.Daha sonra sırasıyla İlhanlılar,Karakoyunlular,Akkoyunlular ve Safeviler hakim oldular.Safeviler döneminde Azerbaycan hakimiyeti için Osmanlı Devleti mücadele edilmiştir.Yavuz Sultan Selim 1514 yılında Çaldıran zaferi sonrasında Tebriz’i ele geçirdi. Bundan sonra Azerbaycan ,Osmanlılarla Safeviler arasında sık sık el değiştirdi.Azerbaycan’ın tamamı III.Murat ve III.Ahmet devirlerinde kısa süreli de olsa Osmanlıların eline geçmiştir.

                              Safevilerin son zamanlarındaki karışıklıklarından yararlanan Ruslar 1722’de Hazar Denizi sahillerini işgal ettiler. Afşar soyundan Nadir Şah’ın ölümünden sonra ise İran ve Osmanlıların etkisi azaldğı için Azerbaycan’da Rus müda-haleleri arttı. 1813’te İran, Gülistan Antlaşması ile Rusya’nın Kuzey Azebaycan’daki hakimiyetini tanıdı.Rusların ilerleyiş-lerini sürdürmeleri üzerine İran Ruslarla anlaşmak zorunda kaldı.Yapılan Türkmençay Antlaşması ile sınır Aras nehri olmuş, Kuzey Azerbaycan Rusya’ya,Güney Azerbaycan’da İran’a bırakılmıştır.1920 yılından sonra Sovyet Rusya’ya bağlanan Azerbaycan 1991’de bağımsız olmuştur.Başkenti Bakü’dür.Güney Azerbaycan ise İran toprakları içerisindedir.

 

                              

 

 

5-Kültür ve Medeniyet

                              a-Devlet Yönetimi

 

                               Moğol Devleti’nin başında Han unvanlı hükümdarlar bulunurdu. Hükümdarlık babadan oğula geçerdi. Devlet Cengiz Han’ın hazırladığı yasalarla (yasağ) yönetilirdi.Yasada yabancı ülkelerle münasebetler, ordunun kuruluşu, posta teşkilatı, vergi usulü, miras işleri ve aile üyeleri arasındaki ilişkilerle ilgili kurallar bulunuyordu.

                              Devlet işleri Kurultay denen mecliste görüşülürdü. Kurultayın başkanı Han idi.

                              Cengiz Han,orduya büyük önem vermiştir.Eski Türk sistemi olan onlu sistemi uygulamıştır.

                              Timur zamanında da Cengiz yasaları uygulanmıştır.Ondan sonra bu yasalarla birlikte şeriat kuralları da uygulanmaya başlamıştır. Timur zamanında devlet işleri Divan’da görüşülürdü.İki çeşit divan vardı:

                              Tavacı Divanı:Askeri işlere bakan divandır.Timur ordusuda onlu sisteme göre düzenlenmişti. Ordu iki bölüme ayrılmıştı.1-Hassa ordusu 2-İktalı (suyurgal) askerler

                              Divan-ı Mal veya Sart Divanı: Görevi vergi işlerini yürütmek,ziraatin gelişmesine ve şehirlerin imarına gayret etmek ve gelirlerin artırılmasını sağlamaktır.

                               Babürlülerde devletin başında Şah bulunurdu.Padişahtan sonra vekil-i mutlak en yetkili kişi idi.

                               Babür ordusu;1-Hassa ordusu 2-İktalı (suyurgal) askerler adıyla iki gruptan oluşurdu.

                               Safevilerde devletin başında Şah bulunurdu. Şahtan sonra vezir-i azam bulunurdu.Devlet işleri müşavere meclisinde görüşülürdü.Vezir-i azamdan sonra divan beyi gelirdi.Ordu;1-Hassa ordusu 2-Tımarlı sipahiler diye ikiye ayrılırdı

                               Kazaklarda devletin başında Han’lar bulunurdu.Kazak boy ve oymaklarının başında Türe ,Ak, Süyek unvanlı kişiler bulunurdu.Yılda bir defa kazak temsilcilerini bir araya getiren bir meclis toplanırdı.Boy ve oymakların adalet işlerine Ak Sakal denen yaşlı ve tecrübeli kimseler örf ve gelenek hukukuna (töre) göre bakar-lardı.

 

                               b-Din ve İnanış

 

                               Cengiz Devleti’ni kurmadan önce Moğollar arasında Totemizm,Şamanizm,Budizm ve Hıris-tiyanlık yayılmıştı.Cengiz yasası din adamlarına pekçok haklar tanımıştır.Cengiz Han’ın ölümünden sonra kurulan Altınorda,İlhanlılar ve Çağatay hanlığı zamanla bir Türk-İslam devleti halini almıştır.

                               Safevi Devleti’ni kuran sülale bir tarikat iken Safevi Devleti’ni kurmuştur.Bu devleti kuranlar şii mezhe-bindendi.Babür Devleti’de Müslüman bir devletti. Diğer dinlere de hoşgörü ile bakılmıştır.Şeybaniler,Özbek Hanlıkları, Kazak Hanlıkları,Kırgızlar ve Türkmenlerde İslamiyet toplum hayatının en önemli unsurlarından biri olmuştur.

 

                               c-Sosyal ve İktisadi Hayat

 

                               Moğollarda sosyal yapı dört gruptan meydana gelirdi: 1-Han ailesi ve noyanlar (beyler) 2-Askerler  3-Halk  4-Köleler

                              Önce hayvancılıkla uğraşan Moğollar Cengiz Han zamanında ticarete önem verdiler.Demircilik ve ma-rangozlukta gelişti. Ticaret sayesinde kağıt para basıldı. Çek kullanıldı. Ortak adı verilen şirketler kuruldu. Çin ile Hint ve İran limanları arasında deniz ticareti için tedbirler aldılar.Cengiz Han’ın ölümünden sonra kurulan devletlerde de ticarete önem vermişlerdir. Altınorda hanları ve İlhanlılar ipek yolu ticareti için tedbirler aldılar. Timur,ülkenin birçok yerlerinde kanallar açtırdı. Ziraatin gelişmesini sağladı.Kazak,Kırgız ve Türkmen göçebe-lerinde iktisadi hayatta hayvancılığın ve av-cılığın büyük önemi vardı.Sayan-Altay ve Sakaların hayatında da hayvancılık ve özellikle kürk avcılığı hayati önem taşırdı.

 

 

 

 

                              d-Yazı,Dil ve Edebiyat

 

                               Cengiz Han’la birlikte Moğollarda Uygurca yazışmalar yapılmaya başladı.Bu dönemin en önemli eser Moğolların Gizli Tarihi’dir.

                               Moğol Devleti’nin parçalanması sonucu ortaya çıkan Çağatay,Altınorda ve Çağatay Hanlıkları bir Türk-İslam devleti haline geldi.Moğol istilasından sonra Çağatay,Altınorda ve İlhanlı sahalarında gelişen ve Timur-lular devrinde Klasik bir mahiyet alan Doğu Türkçesine Çağatayca denir. Bu edebiyata da Çağatay Edebiyatı adı ve-rilmiştir.

                              Çağatay edebiyatının en büyük temsilcileri Ali Şir Nevai,Babür ve Hüseyin Baykara’dır. Ali Şir Nevai Muhakemetü’l Lügateyn adlı eseriyle Türkçenin Farsça’dan üstün olduğunu açıklamıştır.

                              Safevi hanedanı Türkçeye ve Türk edebiyatına önem vermiştir.Bu devirde Azeri edebiyatıda gelişmiştir.Fuzuli ,Genceli Nizami,Köroğlu gibi şairler yetişmiştir. Dede Korkut hikayeleri de önemli edebiyat eserleri arasındadır.

                              Kazak edebiyatının (sözlü) en güzel örnekleri Koblandı,Edige ve Çora Batır destanlarıdır. Kırgızların ise Manas Destanı meşhurdur. Türkmenlerin en meşhur şairi Mahdum Kulu’dur.

 

                               e-Bilim ve Sanat

 

                             Bu dönemde gelişen en önemli bilim dallarından birisi tarihtir. Bu alanda;Reşidettin’in Camiü’t Tevarih, Cüveyni’nin Tarih-i Cihanküşa,Hive hükümdarı Ebu’l Gazi Bahadır Han’ın Şecere-i Türki ve Şecere-i Terakime (Türklerin ve Türkmenlerin soy ağacı) adlı eserleri ile yazarı belli olmayan Moğolların Gizli Tarihi adlı eser bilinmektedir.

                             XIX. yüzyılda Rusların Orta Asya’yı istilaya başlaması üzerine fikir adamları,Türk kültürünü ,bilim ve sa-nat varlığını korumak için faaliyete geçtiler. Türkistan’da 500’den fazla ceditçi (yenilikçi) okula girdi. Kırımlı İsmail Gaspı-ralı’nın milli uyanış için yaptığı çalışmalar sonucunda pek çok fikir ve siyaset adamı ve edip yetişti.

                             Mehmet Emin Resulzade,Hüseyin Cavit ve Sabir Azerbaycan’ın  ünlü şair ve yazarlarıdır.

                             İlhanlılar döneminde imar faaliyetleri yapılmıştır. Isfahandaki  Mescid-i Cuma külliyesi bu devirde yapıldı musıki bilgini Safiyüddin Abdü’l Mümin Urmevi Hülagü tarafından korunmuştur.

                             Uluğ Bey,Buhara Medresesini yaptırdı. Astronomi ve matematikle ilgilendi. Matematik ve astronomi bil-ginleri Kadızade-i Rumi ve Ali Kuşçu gibi bilginleri Semerkant’ta toplamıştır.

                             Timur devrinde musıki bilgini Abdülkadir Meraği yaşamıştır.

                             Mimari alanında en önemli eser Babür hükümdarı Şah Cihan’ın yaptırdığı Tac Mahal’dir.

 

                             TÜRKİYE TARİHİ

 

                              1-Anadolu’ya İlk Türk Akınları

 

                              Anadolu’ya ilk Türk akınları 4.yüzyılda Hunlarla başlar. Daha sonra Sabirler akınlar düzenlemiştir. Ab-basi Devleti hizmetine giren Türkler Bizans sınır bölgeleri olan Avasım illerine yerleştirilmişlerdir.

                              Anadolu’ya yerleşme amaçlı akınlar Selçuklu Türkleri tarafından yapılmıştır. İlk defa Çağrı Bey Selçuklu Devleti kurulmadan önce keşif amaçlı akın düzenlemiştir. Akınlar devlet kurulduktan sonra da devam etmiştir. Tuğrul Bey zamanında 1048 yılında Bizans devleti ile Anadolu için ilk ciddi savaş yapıldı. Bizans yenilgiye uğratıldı. Tuğrul Bey devrinde Kelkit ve Çoruh vadilerine akınlar düzenlenmiştir. Muradiye ve Erçiş alındı. Alparslan zamanında Kars ve Ani kaleleri alındı. Anadolu’daki bu Türk akınları Bizans’ı rahatsız etmeye başladı. Romen Diyojen iki defa Anadolu’ya sefer düzenledi isede başarılı olamadı.

        

                            

                             2-Malazgirt Meydan Muharebesi

 

                            Anadolu’ya yapılan Türk akınlarını önlemeyi düşünen Romen Diyojen, 200 bin kişiden oluşan bir orduyla batıya doğru ilerlemeye başladı. Bu sırada Malazgirt kalesini alarak Mısır’da Fatımiler üzerine  yürümekte olan Alparslan bu olayı haber alması üzerine geri dönerek Malazgirt önlerine geldi. Yapılan savaşta Bizans ordusu yenilgiye uğratıldı. Bu savaş sonucunda Anadolu’nun kapıları Türklere açılmış, Anadolu bir Türk yurdu haline gel-meye başlamıştır. Anadolu’da ilk Türk devletleri kuruldu. Türklerin ilerleyişi üzerine Bizans, Papa ve Avrupa’dan yardım istemiş bu olay Haçlı seferlerine yol açmıştır.Malazgirt Muharebesi ile Türkiye tarihi başlatılır.

 

                           

 

 

 

                            3-Anadolu’nun Türkleşmesi

                           Anadolu’da Kurulan İlk Türk Devletleri

 

                            a-Danişmentliler (1080-1178): Danişmentoğlu Ahmet Gazi tarafından 1080 yılında Sivas,Malatya, Kay-seri,Amasya,Çorum,Tokat bölgelerinde kurulmuştur. Danişmentliler bilhassa Haçlılarla yaptıkları mücadelelerle tanınmış-lardır. II.Kılıçarslan bu devlete son verdi (1178).

                            b-Saltuklular (1072-1202) :Ebul Kasım Saltuk tarafından Erzurum ve çevresinde kurulmuştur. Gürcülerle mücadele edilmiştir. II. Rükneddin Süleyman Şah tarafından yıkıldı (1202).

                            c-Mengücekliler (1080-1228) : Mengücek Gazi tarafından Erzincan ,Kemah,Divriği ve Şebinkarahisar’da kurulmuştur.1228 yılında Alaeddin Keykubat tarafından yıkılmıştır.

                           d-Artuklular (1102-1409): Hasankeyf,Harput ve Mardin Artukluları olmak üzere üç bölüme ayrılmıştır.Artuk beyin oğulları tarafından kurulmuştur. Hasankeyf koluna Eyyubiler,Harput koluna Alaeddi Keykubat,Mardin koluna Karakoyunlular son vermiştir.

                           e-Çaka Beyliği (1081-1093) : Çaka Bey tarafından İzmir ve çevresinde kurulmuştur. İlk Türk denizcisi ola-rak kabul edilir. Bizanslılarla mücadele etmiştir. I.Kılıçarslan tarafından ortadan kaldırılmıştır.

                           Bunlar dışında Anadolu’nun çeşitli bölgelerinde kurulmuş çok sayıda Türk devleti mevcuttu: Sökmenliler, Dilmaçoğulları, İnaloğulları,Çubukoğulları,İnançoğulları ve Tanrıvermişoğulları.

 

                        

 TÜRKİYE (ANADOLU) SELÇUKLU DEVLETİ (1077-1308)

 

Oğuz Türklerinin Üçoklu Kınık boyuna mensup Selçuklu hükümdar ailesinden Süleyman Şah tarafından, Anadolu'da kurulmuştur. Malazgirt Zaferi'yle, Anadolu kapılarını Türklere açan Sultan Muhammed Alparslan, bu savaşa katılan kumandan ve Türkmen reislerine, Anadolu'yu Türkleştirme ve İslamlaştırma görevini verdi. Bunlardan, Kutalmışoğlu Süleyman Şah, Selçuk Bey'in oğlu Arslan Yabgu'nun torunu olup, Anadolu'daki fetih harekâtından sonra Antakya'dan Anadolu'ya girdi. 1074 yılında Konya ve havalisini mahallî Rum despotlarından alarak, fetihlere devamla İznik önlerine geldi. 1075 senesinde İznik'i fethederek, emrindeki kuvvetlerin merkezi yaptı. Böylece Türkiye Selçuklu Devletinin temeli atılmış oldu.

Süleyman Şah, Bizans'ın mahallî ve merkezî tekfurlukları arasındaki çekişmelerden faydalanarak, bölgede hakimiyetini güçlendirdi. İznik'te yeni bir Türk devletinin kurulması, Anadolu'ya gelen Türkmenlerin birleşmesini temin edip, doğudaki Müslüman Türklerin büyük topluluklar halinde bölgeye gelmelerine sebep oldu. Bölgede Türk nüfusunun artarak devletin güçlenmesiyle; Bizans'ın kötü idaresi, bitmek bilmeyen iç savaşlar ve isyanlar sebebiyle perişan olan yerli halk da, Süleyman Şah'ın idaresinde huzur ve sükûna kavuştu. Bu sayede Anadolu Selçuklu Devleti, sağlam bir temele oturdu. Hürriyet ve adalete kavuşan yerli halk, kısa zamanda seve seve Müslüman oldu. Çeşitli gayelerle bölgeye gelen Türkmenleri emrinde birleştiren Kutalmışoğlu Süleyman Şah, Anadolu'da birlik ve hakimiyetini güçlendirmek, Fırat boylarında ve Kilikya taraflarında toplanmaya çalışan Ermeni gruplarına mani olmak için harekete geçti. 1082 yılında Çukurova'ya giden Süleyman Şah, Adana, Tarsus ve Misis dahil tüm bölgeyi zaptetti. 1084'te Hıristiyanlardan Antakya'yı aldı. 1086'da Suriye Selçuklu meliki Tutuş'la yaptığı savaşta yenildi ve savaş meydanında vefat etti. Oğulları, Selçuklu Sultanı Melikşah'ın yanına gönderildi. Devlet bir süre Süleyman Şah'ın İznik'te vekil bıraktığı Ebü'l-Kasım tarafından yönetildi.

Süleyman Şah’ın ölümümden sonra oğulları Melikşah tarafından Büyük Selçuklu Devleti’nin başkenti Isfahan’a götürülmüş ve Türkiye Selçuklu tahtı 1086-1092 yılları arasında boş kalmıştır.

 

I.Kılıçarslan (1092-1107)

 

Selçuklu Sultanı Melikşah'ın 1092'de vefatından sonra, İran'dan kaçarak gelen Kılıç Arslan, İznik'te merasimle karşılanıp, Türkiye Selçuklu tahtına çıkarıldı.

I. Kılıç Arslan, tahta çıkar çıkmaz, devleti yeniden teşkilatlandırdı. İznik'i mamur bir duruma getirdi. İçte otoriteyi sağladıktan sonra, hemen gazâ ve akınlara başladı. Marmara sahillerine yerleşmeye çalışan Bizanslıları bu bölgeden çıkardı. Batıyı emniyete aldıktan sonra doğuya yöneldi ve 1096 yılında Malatya'yı kuşattı. Fakat, bu sırada Haçlıların Batı Anadolu'ya girmesi üzerine, I. Kılıç Arslan, kuşatmayı kaldırıp hızla geri döndü.

Avrupa'daki meşhur imparator, kral, prens, derebeyi ve şövalyelerin büyük bir taassupla katıldıkları Haçlı Seferlerinin ilki 1096-1099 yılları arasında yapıldı. I. Kılıç Arslan, Haçlıları, vur-kaç taktiğiyle imha etti. Ancak, İznik elden çıktığı için, Konya'yı payitaht (başkent) yaptı. Bizans imparatoruyla antlaşma imzaladıktan sonra, doğu fetihlerine başladı. 1103 senesinde Malatya'yı ele geçirdi. Daha sonra Musul'u da topraklarına kattı. Emir Çavlı, Artukoğlu İlgazi ve Suriye meliki Rıdvan'ın kuvvetleriyle Habur Nehri kenarında yaptığı muharebede yenilerek, nehre düşüp boğuldu. Kılıç Arslan'ın büyük oğlu, Musul valisi Şehinşah, Emir Çavlı tarafından esir alınarak İsfahan'a götürüldü. (1107)

1107-1110 yılları arasında Türkiye Selçuklu tahtı ikinci defa boş kalmıştır.

                            Şehinşah (1110-1116)

I. Kılıç Arslan'ın ölümü ve oğlunun esir düşmesi, Türkiye Selçuklularını çok sarstı. Düşmanları bunu fırsat bilerek, ülke topraklarına saldırdı. Bizanslılar, Batı Anadolu sahillerini işgale başladılar. Bu durum karşısında Türkler, İç Anadolu'ya doğru çekilmek zorunda kaldılar. 1110 yılında esaretten kurtulan Şehinşah, Konya'ya gelerek tahta geçti. Şehinşah'ın ve Kayseri emîri Hasan Beyin büyük gayretlerine rağmen, Bizanslıların zulmünden kaçan Batı Anadolu'daki Türklerin, Orta Anadolu yaylalarına çekilmesi durdurulamadı.

 

                             I.Mesut (1116-1155)

1116 yılında Danişmendliler, Sultan Şehinşah'ı tahttan indirip, Şehzade Mesud'u sultan ilan ettiler. Sultan Mesud, Danişmendli tahakkümünden kurtulmaya, Bizanslıları Anadolu'dan atmaya ve birliği sağlamaya çalıştı. -Ankara,Çankırı,Kastamonu,Elbistan,Sivas ve Malatya bölgeleri Danişmentoğullarından alınmıştır. 1142 yılında, Batı seferine çıktı. Sonra doğuya seferler düzenledi. Bizanslılar, Türklerin Batı Anadolu'da ilerlemelerini durdurmak için, İmparator Manuel komutasında bir orduyla Konya üzerine yürüdüler. Bu tehlikeli durum üzerine, Sultan Mesud'un oğlu II. Kılıç Arslan, Aksaray'da bir ordu hazırlayarak, Konya önündeki Bizans ordusunun karşısına çıktı. Bizans ordusunu, pusu ve taarruzlarla 1145 senesinde ağır bir yenilgiye uğrattı.

Bu sırada İkinci Haçlı Seferiyle Anadolu'ya giren Avrupalılar da, Türk kılıçları önünde duramadı. Selçuklu ordusu, Haçlılar karşısında büyük başarılar elde etti. Bu zaferler, istikrar ve yükselme devrini tekrar başlattı. Halka adaletle muamele etmesi sebebiyle, Hıristiyanların bir çoğu, Bizans yerine Türk idaresine bağlandı. Bir çok eser inşa ettiren Sultan Mesud, kırk yıl saltanatta kaldıktan sonra, 1155 senesinde vefat etti.

 

                           II.Kılıçarslan (1155-1192)

Yerine oğlu II. Kılıç Arslan tahta çıktı. O da babasının yolunda giderek, büyük hamleler yaptı. Anadolu'nun siyasî birliğini kurmaya, ekonomik ve kültürel yükselişini sağlamaya çalıştı. Doğu seferine çıkarak, devletin hudutlarını Fırat nehrine kadar genişletti. Bizanslılar ve yardımcı kuvvetlere karşı, 1176 Miryokefalon (Düzbel/Karamukbeli) Meydan Savaşı'nı kazanarak, Anadolu'yu yurt edinen Türklerin bölgeden atılamayacağını ispatladı. Akıncılarını, Batı Anadolu'nun fethiyle görevlendirdi. 1182 yılında, Uluborlu, Kütahya ve Eskişehir havalileri fethedildi. Denizli ve Antalya kuşatıldı. Danişmend arazisi ( Elbistan,Darende ve Kayseri,Sivas,Tokat,Niksar) ve Çukurova zaptedildi. Bizanslılarla antlaşma yaparak Anadolu’ya yönelmiş kardeşinden Ankara ve Çankırı’yı almıştır. Mengücekleri egemenliği altına aldı.

Kazanılan zafer ve başarılarla siyasî birlik ve sınır emniyeti sağlandı. Ekonomik ve kültürel yükselme başladı. Bir süre sonra II. Kılıç Arslan, mücadeleyle geçen uzun saltanat yıllarındaki yorgunluğu ve ihtiyarlığını mazeret gösterip istirahata çekildi. Sahip olduğu toprakların idaresini onbir oğlu arasında taksim etti. Kendisi Konya'da büyük sultan olarak kaldı. Oğullarının her biri bir vilayette yönetimi ele aldı. Bu sırada Selahaddin Eyyubî'nin Kudüs'ü zaptetmesi, Üçüncü Haçlı Seferinin başlamasına sebep oldu. Anadolu'dan geçmeye çalışan kalabalık Haçlı ordusu, şehzadelerin direnişiyle karşılaştı. Yaptıkları çete harpleriyle Haçlı ordusuna büyük kayıp verdirdiler. Fakat çok kalabalık olan Haçlıların bir kısmı, Filistin'e ulaştı.

 

 

 

 

I.Gıyaseddin Keyhüsrev (1192-1196) İkinci defa (1204-1211)

 

Gıyaseddin Keyhüsrev, devletin hudutlarını emniyete almak için, Bizanslılar ve Ermenilerle mücadele etti. Dördüncü Haçlı Seferiyle (1204) İstanbul, Latin hakimiyetine girdi. Bizans hanedanı Anadolu'ya kaçıp, İznik ve Trabzon'da iki devlet kurdu. Bizanslılar, Karadeniz kıyılarına yerleşerek ticaret yollarını kapattılar. Gıyaseddin Keyhüsrev, ticaret yolunu açmak için, 1206 yılında sefere çıktı. Bizanslıları bu bölgeden atarak, Karadeniz yolunu açtı. Ertesi sene Akdeniz sahillerine inerek Antalya'yı fethetti. (1207)Venediklilerle ticaret antlaşması yaptı.Bu sırada akıncı beyleri, Batı Anadolu'da bir çok yeri aldı. Bu fetihler, İznik Bizanslılarını telaşlandırdı. Bizans ordusu ile, 1211 senesinde Alaşehir'de yapılan muharebede Selçuklu ordusu büyük zafer kazandı. Savaş bittikten sonra, Gıyaseddin Keyhüsrev, meydanı dolaşırken bir düşman askeri tarafından şehit edildi. Yerine oğlu İzzeddin Keykavus geçti.

                        

 II.Rükneddin Süleyman Şah (1196-1204)

Yerine büyük oğlu Gıyaseddin Keyhüsrev geçti. Fakat, kardeşleri onun iktidarını kabul etmeyince, aralarında saltanat mücadelesi başladı. Tokat meliki Rükneddin Süleyman Şah, 1196 yılında Konya'yı zaptetti ve saltanatını ilan etti. Birliği sağladıktan sonra Bizans'ı tekrar senelik vergiye bağladı. İç mücadelelerden yararlanarak hudut tecavüzlerine başlayan Ermenileri cezalandırdı. Gürcüler, Saltukluların zayıflamasından istifade ederek, Erzurum'a kadar gelince, Doğu Seferine çıktı. 1201 yılında, Saltuklu Devletine son verdi. Artuklular ve Mengücüklerden aldığı yardımla, Erzurum'dan Gürcistan üzerine sefere çıktı. Sarıkamış yakınlarında, Gürcü-Kıpçak ordusunun baskınına uğradı ve mağlup oldu. Tekrar Gürcistan seferine çıktıysa da, yolda hastalanarak 6 Temmuz 1204 tarihinde vefat etti. Konya'da Künbedhane'ye defnedildi. Yerine oğlu III. Kılıç Arslan geçti. Fakat çok geçmeden Gıyaseddin Keyhüsrev, Türkmen beylerinin davetiyle, küçük yaştaki yeğeni Kılıç Arslan'ın yerine, tekrar Türkiye Selçukluları sultanı oldu.

 

                            I.İzzeddin Keykavus (1211-1220)

 

 İzzeddin Keykavus, saltanatının ilk yıllarında taht mücadelesini halletti. Daha çok iktisadî meselelere, ülkenin imarına ve kültür faaliyetlerine önem verdi. Kervansaray, cami ve medreseler inşa ettirdi. Sinop’u ele geçirdi (1214).Trabzon Rum imparatoru,Çukurova Ermenilerini vergiye bağladı. Eyyubiler üzerine yaptığı bir seferde öldü.Verem hastalığına yakalanan İzzeddin Keykavus, 1220 yılında Viranşehir'de vefat etti. Sivas'ta yaptırdığı darüşşifanın yanındaki türbesine defnedildi. Yerine kardeşi Alâeddin Keykubad geçti.

 

                               I.Alaeddin Keykubat (1220-1237)

Sultan Alâeddin Keykubad zamanı, Türkiye Selçuklularının en kudretli, en müreffeh ve en parlak devri olarak geçti. Anadolu'nun emniyeti içi başta Konya, Kayseri ve Sivas olmak üzere, şehirleri surlarla tahkim ettirdi. Moğol tehlikesine karşı hudutlarda tedbir aldı. Bu işleri sırasında fetihlere de devam etti. Askerî ve ticarî önemi büyük olan Kolonoras kalesini muhasara altına aldı. 1221 senesinde kaleyi fethetti. Buraya, sultanın ismine nispetle Alâiye denildi. Burada bir tersane kurdu. Kırım limanlarından Suğdak ele geçirildi (1227) Ermeniler vergiye bağlandı.İçel alındı. Adıyaman,Kahta,Çemişkezek kaleleri alındı.Mengüceklilere son verildi (1228) Celaleddin Harezmşah’ın Anadolu’yu saldırması üzerine Yassıçemen Savaşı yapılmış,Harezmşahlar yenilmiş ve yıkılma sürecine girmişlerdir. Bu olay, Moğollara karşı ittifak şansının yitirilmesine yol açmıştır. Harput civarında Eyyubileri yenilgiye uğratmıştır (1234).Moğol tehlikesine karşı tahkim ve askerî tedbirler yanında diplomatik yola da başvuruldu. Moğol Ögedey Kağan'a elçi gönderip barış yaptı. Alâeddin Keykubad, saltanatı zamanında Türkiye Selçuklu Devletini, Moğol istilâ ve zulmünden korudu. Alâeddin Keykubad, 1 Haziran 1237 tarihinde Kayseri'de vefat etti. Yerine İzzeddin Kılıç Arslan'ı veliaht tayin etmesine rağmen, büyük oğlu Gıyaseddin Keyhüsrev tahta geçti.

 

 11.Gıyaseddin Keyhüsrev (1237-1246)

II. Gıyaseddin Keyhüsrev (1237-1246), Baba İshak (Baba Resul) isyanı (1241) ve Moğollara Kösedağ'da yenilince (Temmuz-1243), devletin yıkımı başladı. Kösedağ bozgunundan, Anadolu Selçuklu Devletinin yıkılışına kadar olan devrede (1243-1308), Selçukluları büsbütün sindirmek için, Moğol faaliyet ve zulmü devam etti.

        1259'da, Kızılırmak hudut olmak üzere devletin ikiye ayrılması, 1262'de Karamanlılar'ın isyan ederek Konya üzerine yürümeleri, 1276'da Moğollara karşı Hatıroğlu İsyanı, 1277'de Mısır Memlûk Sultanı Baybars'ın, Hatıroğlu'nu desteklemek için Anadolu'ya girip Kayseri'ye kadar gelmesi, Karamanoğlu Mehmet Bey'in 1277'de Konya'da yeni bir sultanı tahta çıkartma girişimiyle, Cimri hadisesi gibi çeşitli siyasî, ekonomik ve sosyal çalkantılar meydana geldi. Anadolu Selçuklu Devletinin çöküşü başlayınca, Moğol zorbalığının önüne geçmek için Türk beyleri ve Anadolu halkının yer yer mücadelesi görüldü. Çökmekte olan devletin yıkıntıları üzerinde çeşitli Oğuz boyları, Türkmen ve kumandanlar, beylikler kurmaya başladı. Bu beyliklerden, Bizans hududunda kurulan Osmanlı Beyliği'nin, Batı Hıristiyan âlemine açık fütuhat cephesiyle diğerlerinden farklı stratejik mevkide bulunması; o yönde sürekli genişleme imkânı bulduğu gibi, dar ve sıkışık beyliklerin reislerine yerine göre dostça, bazen de baskı yaparak, bütün Anadolu'yu kendi idaresinde toplamasını, 20. yüzyılın başlarına kadar üç kıtaya hakim olmasını sağladı. Anadolu Selçuklu Devleti toprakları üzerinde Moğollar, Haçlı istila hareketi neticesi gibi korkunç katliam, yıkım ve dehşet saçıcı hadiselerle bölgeyi işgal ettiler. Moğol istilasıyla, Anadolu Selçuklu Devleti, 14. yüzyılın başında yıkıldı. Anadolu, Moğol kontrolüne girdiyse de, 14. yüzyıldan sonra bölgede Osmanlı hakimiyeti başlayıp, Haçlıların ve Moğolların açtığı yaraları kapamaya çalıştı..Devlet son hükümdar II.Gıyaseddin Keyhüsrev’in ölümü ile devlet sona ermiştir (1308).

 

 

 

HAÇLI SEFERLERİ (1196-1270)

 

Sebepleri:

-Hıristiyanların kutsal kabul ettikleri Kudüs’ü Müslümanlardan almak istemeleri.

-Papa’nın ve Kluni tarikatının Hıristiyanları bu seferler için teşvik etmeleri.

-Papa’nın Ortodokslar üzerinde hakimiyet kurmak istemesi.

-Din adamlarının seferlerin başarılı olacağına dair güvence vermeleri.

-Türklerin Anadolu’yu ele geçirmelerinden sonra Bizans’ın Papa’da ve Avrupa’dan yardım istemesi.

-Hıristiyanların zengin doğu ülkelerini ele geçirmek istemeleri.

-Toprak sahibi olmayan derebeylerin toprak sahibi olma düşüncesi.

 

                         I.Haçlı seferi ile Anadolu’ya gelen Haçlılar I.Kılıçarslan tarafından büyük kayıplara uğratıldılar.Buna rağmen Haçlılar Antakya,Urfa gibi şehirleri ele geçirdikten sonra Kudüs’ü ele geçirdiler. II.Haçlı seferi Musul Atabeyi İmadettin Zengi’nin Urfa’yı alması üzerine yapılmıştır. Fakat Haçlılar başarılı olamamışlardır. III.Haçlı seferi ise Eyyubi hü-kümdarı Selahaddin-i Eyyubi’nin Kudüs kralını Hıttın Savaşı (1187)’nda yenilgiye uğra-tarak Kudüs’ü ele geçirmesi üzerine yapılmıştır. Haçlılar bu seferde de başarılı olamamışlardır. IV.Haçlı seferi ise Suriye üzerine yapılacakken hedef değiştirmiş ve İstanbul üzerine yapılmıştır. Latinler İstanbul’u ele geçirmişler ve burada Latin krallığını kurmuşlardır. İstanbul’dan kaçan Bizans soyundan olanlar biri İznik diğeri de Trabzon'’a olmak üzere iki krallık kurmuşlardır.

                         5.6.7. ve 8. Haçlılar başarılı olamadılar.7. ve 8. seferler Mısır üzerine yapılmış ve Fransa kralının ölümü ile seferler sona ermiştir.

 

                          Sonuçları:

                        -Papa’ya ve kilşiseye güven azalmıştır.

                        -Derebeylik rejimi zayıflamıştır.

                        -Akdeniz limanları doğu-batı ticareti sayesinde canlanmıştır.

                        -Hıristiyanlar müslümanlardan pusula,kağıt,barut,matbaa gibi teknik araç ve gereçleri almışlardır.

                        -Büyük Selçuklu ve Türkiye Selçuklu Devleti yıpranmıştır.

                       

 

Anadolu Türk Beylikleri

 

 

Malazgirt Savaşı (1071) ile başlayan ve bugünkü sınırlarımız üzerinde, Türklerin kurduğu devletlerin tamamının birden oluşturduğu Türkiye Tarihi'nin üçüncü bölümünü Anadolu Türkmen Beylikleri oluşturur.

 

 

Karamanoğulları

 

Karamanoğulları Beyliği, Oğuzların Afşar Boyu'ndan olup Karaman merkez olmak üzere 1256 tarihinde kurulmuştu.

Anadolu Selçuklu Devleti'nin yıkılması üzerine Anadolu'da en güçlü devlet olmuşlardı. Karamanoğlu Mehmet bey döneminde Türkçe'yi resmi dil olarak kabul ettiler. Anadolu Türk Birliği'nin kurulmasında Osmanlılara karşı en çok mücadele eden beylik Karamanoğlu Beyliği olmuştur. Yıldırım Bayezıt döneminde Osmanlılara katılan beylik, Ankara Savaşı'ndan sonra tekrar bağımsız olmuş, Fatih Sultan Mehmet döneminde etkisizleştirilerek, II. Bayezıt döneminde 1487 tarihinde yıkılmıştı.

 

 

Germiyanoğulları

 

1299 yılında kurulan Germiyanoğlu Beyliği'nin kurucusu Yakup Bey'dir. Kütahya civarında kurulmuştur. Anadolu Selçuklu Devleti'nin yıkılmasından sonra Anadolu'da en güçlü devlet olmuşlardır. Ege ve Marmara kıyılarına kadar ilerlemişlerdi. Germiyanoğlu Süleyman Şah Karamanoğullarına karşı topraklarını koruyabilmek amacıyla kızını I. Murat'ın oğlu Bayezıt'a vermiş, çeyizx olarak da Kütahya, Simav, Emet ve Tavşanlı'yı bırakmıştı. Germiyanoğlu Beyliğinin varlığına 1390 tarihinde Yıldırım Bayezıt son vermişti.

1402 Ankara Savaşı'ndan sonra yeniden kurulan beylik 1428'de Osmanlı Devleti'ne katıldı.

 

 

Aydınoğulları

 

Aydınoğulları Beyliği, Germiyanoğulları Beyliği'ne bağlı komutanlardan Aydınoğlu Mehet Bey tarafından Birgi merkez olmak üzere 1308 tarihinde kurulmuştur. Denzicilikte gelişen bu beylik güçlü bir donanma oluşturmuştu. En ünlü denizcileri Gazi Umur Bey'dir.

Aydınoğulları Beyliği 1390'da Osmanlı Devleti'ne katılmıştı.

1402 Ankara Savaşı'ndan sonra Cüneyt Bey tarafından yeniden kurulmuşsa da 1425 tarihinde II. Murat zamanında Osmanlı Devleti'ne katılmıştır.

 

 

Saruhanoğulları

 

Saruhan beyliği, Germiyanoğulları Beyliği'ne bağlı komutanlardan Saruhan Bey tarafından Manisa'da kurulmuştu.

Denizciliğe önem veren Saruhan Beyliği, 1390 yılında Yıldırım Bayezıt tarafından ortadan kaldırılmış Ankara Savaşı'ndan sonra yeniden kurulmuşsa da, Çelebi Mehmet döneminde tamamen Osmanlılara katılmıştı.

 

 

Karesioğulları

 

Karesioğulları Beyliği, Germiyanoğulları beylerinden olan Karesi Bey tarafından Balıkesir ve Çanakkale çevresinde kurulmuştu. Denizcilikte oldukça ilerleyen Karesioğlu Beyliği 1345 yılında Orhan Bey tarafından ortadan kaldırılmıştır.

 

 

Hamidoğulları

 

Hamidoğulları Beyliği, Felekeddin Dündar Bey tarafından 1300 yılında Uluborlu merkez olmak üzere kurulmuştur.

Denizcilikle uğraşan Hamidoğulları Beyliği Yıldırım Bayezıt zamanında Osmanlılara katılmasına rağmen Ankara Savaşı'ndan sonra yeniden kurulmuş, 1423 yılında da II. Murat tarafından yıkılmıştır.

 

 

Eşrefoğulları

 

Eşrefoğulları Beyliği, Seyfeddin Süleyman tarafından Beyşehir merkez olmak üzere 1284 tarihinde kurulmuştur.

1326 yılında İlhanlılar tarafından ortadan kaldırılmıştır.

 

 

Menteşoğulları

 

Menteşoğulları Beyliği, Menteş Bey tarafından Milas merkez olarak kurulmuştur. Denizcilikle uğraşan bu beylik, Yıldırım Bayezıt zamanında 1391'de Osmanlılara katılmıştı. Ankara Savaşı'ndan sonra yeniden kurulan beylik, II. Murat tarafından 1425'te tamamen ortadan kaldırıldı.

 

 

Candaroğulları (İsfendiyaroğulları)

 

Diğer adı İsfendiyaroğulları olan Candaroğulları Beyliği, Şemseddin Yaman tarafından 1292 yılında Sinop ve Kastamonu civarında kurulmuştur.

1461 yılında Fatih Sultan Mehmet tarafından ortadan kaldırılmıştır.

 

 

Eretna Beyliği

 

Eretna Devleti 1335 yılında Uygur Türkleri'nden Eretna Bey tarafından Orta Anadolu'da kurulmuştur. Devletin merkezi önce Sivas, sonra da Kayseri olmuştur. 1381 yılında Kadı Burhaneddin tarafından yıkılmıştır.

 

 

Kadı Burhaneddin

 

Kadı Burhaneddin 1381 yılında merkezi Sivas olmak üzere Kadı Burhaneddin Devleti'ni kurdu. Candaroğulları, Karamanoğulları ve Taceddinoğulları ile mücadele eden Kadı Burhaneddin Devleti, Timur tehlikesi karşısında Sivas halkının 1389 tarihinde şehri Yıldırım Bayezıt'e teslim etmesi ile Osmanlı'ya katılmıştı.

 

 

Dulkadiroğulları

 

1337 yılında Zeyneddin Karaca Bey tarafından Elbistan'da kurulan Dulkadiroğulları Devleti, Osmanlılar'la, Memlüklülerin arasını açan devlet olarak bilinir. Yavuz Sultan Selim tarafından 1515 Turnadağ Savaşı ile Osmanlı'ya katılmıştır. Bu beylik Osmanlı'ya katılanson beylik olup, bu beyliğin alınmasıyla Anadolu'da Türk birliği sağlanmış oldu.

 

 

Ramazanoğulları

 

Ramazanoğulları Beyliği, Ramazan Bey tarafından 1353 yılında Adana ve çevresinde kurulmuştur. İlk önce Memluk devletine bağlı iken Yavuz Sultan Selim ile birlikte Memlüklere karşı savaşmış, bundan sonra da Osmanlı Devleti'ne bağlı bir beylik olarak yaşamışlardır.

1608 tarihinde Osmanlı Devleti'ne bağlı bir vilayet haline getirilmiştir.

 

Anadolu Türk Beylikleri

 

 

Malazgirt Savaşı (1071) ile başlayan ve bugünkü sınırlarımız üzerinde, Türklerin kurduğu devletlerin tamamının birden oluşturduğu Türkiye Tarihi'nin üçüncü bölümünü Anadolu Türkmen Beylikleri oluşturur.

 

 

Karamanoğulları

 

Karamanoğulları Beyliği, Oğuzların Afşar Boyu'ndan olup Karaman merkez olmak üzere 1256 tarihinde kurulmuştu.

Anadolu Selçuklu Devleti'nin yıkılması üzerine Anadolu'da en güçlü devlet olmuşlardı. Karamanoğlu Mehmet bey döneminde Türkçe'yi resmi dil olarak kabul ettiler. Anadolu Türk Birliği'nin kurulmasında Osmanlılara karşı en çok mücadele eden beylik Karamanoğlu Beyliği olmuştur. Yıldırım Bayezıt döneminde Osmanlılara katılan beylik, Ankara Savaşı'ndan sonra tekrar bağımsız olmuş, Fatih Sultan Mehmet döneminde etkisizleştirilerek, II. Bayezıt döneminde 1487 tarihinde yıkılmıştı.

 

 

Germiyanoğulları

 

1299 yılında kurulan Germiyanoğlu Beyliği'nin kurucusu Yakup Bey'dir. Kütahya civarında kurulmuştur. Anadolu Selçuklu Devleti'nin yıkılmasından sonra Anadolu'da en güçlü devlet olmuşlardır. Ege ve Marmara kıyılarına kadar ilerlemişlerdi. Germiyanoğlu Süleyman Şah Karamanoğullarına karşı topraklarını koruyabilmek amacıyla kızını I. Murat'ın oğlu Bayezıt'a vermiş, çeyizx olarak da Kütahya, Simav, Emet ve Tavşanlı'yı bırakmıştı. Germiyanoğlu Beyliğinin varlığına 1390 tarihinde Yıldırım Bayezıt son vermişti.

1402 Ankara Savaşı'ndan sonra yeniden kurulan beylik 1428'de Osmanlı Devleti'ne katıldı.

 

 

Aydınoğulları

 

Aydınoğulları Beyliği, Germiyanoğulları Beyliği'ne bağlı komutanlardan Aydınoğlu Mehet Bey tarafından Birgi merkez olmak üzere 1308 tarihinde kurulmuştur. Denzicilikte gelişen bu beylik güçlü bir donanma oluşturmuştu. En ünlü denizcileri Gazi Umur Bey'dir.

Aydınoğulları Beyliği 1390'da Osmanlı Devleti'ne katılmıştı.

1402 Ankara Savaşı'ndan sonra Cüneyt Bey tarafından yeniden kurulmuşsa da 1425 tarihinde II. Murat zamanında Osmanlı Devleti'ne katılmıştır.

 

 

Saruhanoğulları

 

Saruhan beyliği, Germiyanoğulları Beyliği'ne bağlı komutanlardan Saruhan Bey tarafından Manisa'da kurulmuştu.

Denizciliğe önem veren Saruhan Beyliği, 1390 yılında Yıldırım Bayezıt tarafından ortadan kaldırılmış Ankara Savaşı'ndan sonra yeniden kurulmuşsa da, Çelebi Mehmet döneminde tamamen Osmanlılara katılmıştı.

 

 

Karesioğulları

 

Karesioğulları Beyliği, Germiyanoğulları beylerinden olan Karesi Bey tarafından Balıkesir ve Çanakkale çevresinde kurulmuştu. Denizcilikte oldukça ilerleyen Karesioğlu Beyliği 1345 yılında Orhan Bey tarafından ortadan kaldırılmıştır.

 

 

Hamidoğulları

 

Hamidoğulları Beyliği, Felekeddin Dündar Bey tarafından 1300 yılında Uluborlu merkez olmak üzere kurulmuştur.

Denizcilikle uğraşan Hamidoğulları Beyliği Yıldırım Bayezıt zamanında Osmanlılara katılmasına rağmen Ankara Savaşı'ndan sonra yeniden kurulmuş, 1423 yılında da II. Murat tarafından yıkılmıştır.

 

 

Eşrefoğulları

 

Eşrefoğulları Beyliği, Seyfeddin Süleyman tarafından Beyşehir merkez olmak üzere 1284 tarihinde kurulmuştur.

1326 yılında İlhanlılar tarafından ortadan kaldırılmıştır.

 

 

Menteşoğulları

 

Menteşoğulları Beyliği, Menteş Bey tarafından Milas merkez olarak kurulmuştur. Denizcilikle uğraşan bu beylik, Yıldırım Bayezıt zamanında 1391'de Osmanlılara katılmıştı. Ankara Savaşı'ndan sonra yeniden kurulan beylik, II. Murat tarafından 1425'te tamamen ortadan kaldırıldı.

 

 

Candaroğulları (İsfendiyaroğulları)

 

Diğer adı İsfendiyaroğulları olan Candaroğulları Beyliği, Şemseddin Yaman tarafından 1292 yılında Sinop ve Kastamonu civarında kurulmuştur.

1461 yılında Fatih Sultan Mehmet tarafından ortadan kaldırılmıştır.

 

 

Eretna Beyliği

 

Eretna Devleti 1335 yılında Uygur Türkleri'nden Eretna Bey tarafından Orta Anadolu'da kurulmuştur. Devletin merkezi önce Sivas, sonra da Kayseri olmuştur. 1381 yılında Kadı Burhaneddin tarafından yıkılmıştır.

 

 

Kadı Burhaneddin

 

Kadı Burhaneddin 1381 yılında merkezi Sivas olmak üzere Kadı Burhaneddin Devleti'ni kurdu. Candaroğulları, Karamanoğulları ve Taceddinoğulları ile mücadele eden Kadı Burhaneddin Devleti, Timur tehlikesi karşısında Sivas halkının 1389 tarihinde şehri Yıldırım Bayezıt'e teslim etmesi ile Osmanlı'ya katılmıştı.

 

 

Dulkadiroğulları

 

1337 yılında Zeyneddin Karaca Bey tarafından Elbistan'da kurulan Dulkadiroğulları Devleti, Osmanlılar'la, Memlüklülerin arasını açan devlet olarak bilinir. Yavuz Sultan Selim tarafından 1515 Turnadağ Savaşı ile Osmanlı'ya katılmıştır. Bu beylik Osmanlı'ya katılanson beylik olup, bu beyliğin alınmasıyla Anadolu'da Türk birliği sağlanmış oldu.

 

 

Ramazanoğulları

 

Ramazanoğulları Beyliği, Ramazan Bey tarafından 1353 yılında Adana ve çevresinde kurulmuştur. İlk önce Memluk devletine bağlı iken Yavuz Sultan Selim ile birlikte Memlüklere karşı savaşmış, bundan sonra da Osmanlı Devleti'ne bağlı bir beylik olarak yaşamışlardır.

1608 tarihinde Osmanlı Devleti'ne bağlı bir vilayet haline getirilmiştir.

 

Devlet Yönetimi

 

Türkiye Selçuklularını, Oğuzların Üç Oklar kolunun Kınık boyuna mensup Selçuklular kurup yönettiler. Devlet teşkilatı, sağlam bir esasa sahipti. Türkiye Selçukluları; Karahanlı, Büyük Selçuklu ve Abbasîlerin yanında diğer Türk ve İslam devletlerinin teşkilatlarından da büyük ölçüde faydalandılar. Bunları mükemmel bir şekilde kendi bünyelerine uydurdular. Sultanlar, devletin idaresinde hissedilen ihtiyaçlara göre teşkilatlarını genişlettiler ve zaman zaman da yenileme yoluna gittiler. Devletin, hanedan mensupları arasında bölüşülmesinin; bölünmeye ve saltanat mücadelesine sebep olduğu görüldü. II. Kılıç Arslan'dan sonra merkeziyetçilik geliştirildi.

Devlet, önceki Türk hakimiyetlerinde olduğu gibi, hanedanın ortak sorumluluğu altındaydı. Devleti idare eden hükümdarın ise, hanedan mensubu olması şarttı. İsimleri Türkçe ve İslamî idi. Ayrıca, halife ve âlimler tarafından künye ve lakaplar verilirdi. Tahta yeni çıkan sultanlar, halifeye hükümdarlıklarını tasdik ettirirler, adlarına hutbe okutur ve para bastırırlardı. Savaşlarda veya herhangi bir gezide, hakimiyet alâmeti olarak, sultanların başları üstünde, atlastan veya altın işlemeli kadifeden yapılmış bir çetr (şemsiye) tutulur, daima yanında hazır bulunan kös, sultanın kapısında günde beş kez nevbet çalardı. Vilayetlerdeki meliklerin, günde üç nevbet çaldırma hakları vardı. Sultanlar, haftanın belli günlerinde devlet erkânını ve emîrleri huzurlarına kabul eder ve onların görüşlerini alırlardı. Sultan iktaların dağıtılması, kadıların (hakim) tayini, devlete bağlı beylik ve sultanlıkların başına geçenlerin tayinlerini onaylar, hükümete karşı işlenen cürümlerle uğraşan yüksek mahkemeye de başkanlık ederdi. Devletin idaresi, birinci derecede sultana ait olmakla birlikte, bizzat kendisi mevcut kanunlara uyardı. Sultan, adalet mekanizmasının sağlıklı olması için, haftada iki gün halkın derdini dinlerdi.

Sultanlar, sarayda otururdu. Sarayda Hacibü'l-Hüccab, Üstadüddâr, Silahdar, Emîr-i Alem, Câmedâr, Taştâr veya Âbdâr, Emîr-i Çaşnigîr, Emîr-i Ahur, Emîr-i Şikâr, Emîr-i Devât, Emîr-i Mahfil, Serheng-i Nedîm, musahip görev yapardı. Bunlar, sultanın en emniyetli adamları arasından seçilir ve her birinin emrinde askerî kıtalar bulunurdu.

Ordu; Gulamân-ı Saray, hassa ordusu, hânedâna mensup meliklerin kuvvetleri, Türkmen kuvvetleri, tâbi kuvvetler, ücretli askerler ve donanmadan oluşurdu. Ordunun ve idarenin esasını, mahallinde çiftçilerin ödediği vergilerle beslenen Türk iktâ askerleri teşkil ederdi. Orduda, dinî vazifeleri görmek ve gazâ ruhunu canlı tutmak maksadıyla âlim, derviş ve mutasavvıflar bulunurdu. Silah olarak, ok, yay, kılıç, kargı, çomak, gürz, mızrak, topuz, nacak, mancınık, merdiven, seyyar kule kullanılırdı. Ordudaki birlikler, çeşitli bayrak, tuğ ve alem taşırlardı.

Adlî Teşkilat: Türkiye Selçuklularında, şer'î davalara her şehirde bulunan kadılar bakardı. Konya'da oturan baş kadıya Kâdı'l-kudât denirdi. Bu kadılar, tereke (miras), hayrat işleri ve vakıfların idaresine bakarlardı. Selçuklularda örfî davalara bakan mahkemeler de bulunurdu. Bu mahkemeler, asayiş, devlet âmirlerine itaatsizlik ve siyasî suçlar gibi davalara bakarlardı. Bu örfî mahkemelerin başında, emîr-i dâd bulunurdu. Kadıların verdikleri hükme itiraz edilemezdi. Ancak yanlış verilen bir hüküm olursa, diğer kadılar tarafından altı imzalanarak, sultana arz edilirdi. Kadıların yüksek medrese tahsili görmüş, İslam ahlakıyla ahlâklanmış kimseler olması şarttı. Müftîler, Hanefî mezhebine göre fetva verirlerdi.

Eğitim, Kültür ve Edebiyat: Anadolu Selçuklu sultanları, kültür ve medeniyet hizmeti için, ilme ve âlimlere değer verdiler. Bir ilim ocağı olan medreselerde eğitim ve öğretim ücretsizdi. Vakıf gelirleri, onların geçimini temin ederdi. Medreselerde İslam ilimlerinden; tefsir, hadîs, hadîs usulü, kelâm, kelâm usulü, fıkıh, fıkıh usulü ve tasavvuf yanında, matematik, astronomi, tıp ve felsefe gibi bilimler de öğretilirdi. Genellikle, medresenin yanında, dârüşşifa denilen hastane, cami, kütüphane, zâviye, kervansaray, imaret de bulunurdu. Bunlar da birer ilim irfan yuvasıydı. İslam ülkelerinden bir çok âlim, Anadolu'daki ilim yuvalarına gelip ders verdiler. Başta sultan olmak üzere devlet adamlarından ve halktan iyi muamele gördüler. Türkiye Selçuklu Devletini, ilim ve irfan yuvası haline getiren değerli âlimlerin arasında; Şihabüddin-i Sühreverdî, Necmeddîn-i Râzî, Muhyiddîn-i Arabî, Ahmed Fakîh, Mevlânâ Celaleddîn-i Rumî, Hacı Bektaş-ı Velî, Sadreddîn-i Konevî, Safiyyüddîn Muhammed Urmevî, Siracüddîn Mahmud Urmevî, İzzeddîn Urmevî, Celaleddîn Habîb, Sadeddîn-i Ferganî, Fahreddin Irakî, Kadı Burhaneddin, Kutbeddîn-i Şirazî, Ahî Evran, Ebu Hamid Kirmanî, Şems-i Tebrizî, Muhammed Behaüddîn Veled, Seyyid Burhaneddin Muhakkık Tirmizî, Şeyh Hüsameddin Çelebi, Mevlanâ Muhyiddîn Kayserî, Şeyh Edebâlî, İbn-i Türkmanî, İbrahim-i Hemedanî, Cemaleddin-i Aksarayî gibi devrin en seçkin âlimleri vardı.

Anadolu'da Türkmenler, Türkçe konuşup, sözlü ve yazılı edebiyat eserleri meydana getirdiler. Dinî ve bazı edebî eserlerde Arapça ve Farsça kullanıldı. Halkın büyük çoğunluğu Türkçe konuşurdu. Daha sonraları Türkçe, edebiyat dili haline geldi. Ahmed Fakîh, Hoca Dehhanî, Hoca Mesud, Yunus Emre, Türkçe şiirler söyleyip yazdılar. Yunus Emre, şiirdeki büyük kudreti ve tasavvuf aşkıyla, Türkçe'nin en güzel, en iyi örneklerini verdi. Göçebeler arasında, Oğuznâme ve Dede Korkut destanlarıyla gâziler arasında çok rağbet bulan Danişmendnâme ve Battalnâme, bu dönemde sözlü edebiyattan yazılı edebiyata intikal etti. Mevlanâ Celaleddin-i Rumî ve oğlu Sultan Veled, insanlara doğru yolu gösteren ve nasihat veren eserlerini Farsça yanında Türkçe'yle de yazdılar.

Ticaret: Türkiye Selçukluları, Anadolu'yu Müslüman ve gayrimüslim kavimler arasında bir köprü haline getirdiler. Dünya ticaret yollarını açıp, tedbirler aldılar. Ticarî ilişkileri zorlaştıran engelleri kaldırıp, ülkenin bir çok yerinde kervansaraylar yaptırdılar. Yolcuların, buralarda hayvanları ile birlikte üç gün ücretsiz kalma ve yemek yeme hakları vardı. Buralara gelen Müslüman ve gayrimüslim, zengin-fakir, hür-köle bütün misafirlere aynı yemeğin verilmesi ve eşit muamele yapılması esastı. Kervansaraylar ve hanlar külliye halinde olup, hepsinin cami ve kütüphanesi vardı.

Anadolu Selçuklu Sultanlarının Tahta Çıkış Tarihleri

Kutalmışoğlu Süleyman Şah / 1076
Ebü'l-Kasım'ın nâibliği / 1086
Birinci Kılıç Arslan / 1092
Fetret Devri / 1107-1110
Şehinşah (Melikşah) / 1110
Birinci Rükneddin Mesud / 1116
İkinci Kılıç Arslan / 1155
Birinci Gıyaseddin Keyhüsrev (Birinci Hükümdarlığı) / 1192
Rükneddin Süleyman Şah / 1196
Üçüncü Kılıç Arslan / 1204
Birinci Gıyaseddin Keyhüsrev (İkinci hük.) / 1205
Birinci İzzeddin Keykavus / 1211
Birinci Alâeddin Keykubad / 1220
İkinci Gıyaseddin Keyhüsrev / 1237
İkinci İzzeddin Keykavus / 1246
Ortak İktidar / 1249-1254
Birinci Keykavus / 1254
Dördüncü Kılıç Arslan (Ülkenin bir bölümünde) / 1257
Üçüncü Gıyaseddin Keyhüsrev / 1266
İkinci Gıyaseddin Mesud (Birinci hük.) / 1284
Saltanat Mücadelesi / 1296-1298
Üçüncü Alâeddin Keykubad / 1298
İkinci Gıyaseddin Mesud (İkinci hük.) / 1302
Beşinci Kılıç Arslan / 1310
Moğol Valisi Timurtaş'ın Türkiye Selçukluları saltanatına son vermesi / 1318

 

 

 





TARİH 2

HAZIRLAYAN: ARİF ÖZBEYLİ

OSMANLI SİYASİ TARİHİ- I ( 1300-1600 )

A-14.YÜZYIL BAŞLARINDA YAKINDOĞU VE AVRUPA

Osmanlılar tarih sahnesine çıktıklarında Yakındoğu ve Balkanlarda İlhanlılar, Altınorda, Memlükler ve Bizans vardı. Bizans’ın dışında Balkanlarda Bulgarlar, Sırplar ve Arnavutlar vardı. Bunun dışında Eflak ve Boğdan Voyvodalıkları, Macar krallığı, Bosna ve Hırvat krallıkları daha batıda Avusturya krallığı, Venedik ve Ceneviz vardı.

B-KAYILAR SÖĞÜTTE
Oğuzlar Üçok ve Bozok diye ikiye ayrılır. Bozoklar Gün,Ay, Yıldız Han olmak üzere, Üçoklar da Dağ, Gök, Deniz Han olmak üzere ayrıca üçe ayrılır. Osmanlı Devletini kuran Kayılar Günhan kolundan gelirler.
Kayılar Anadolu’ya Malazgirt Muharebesi’nden sonra gelip yerleştiler. İlk önce Ankara’nın batısındaki Karacadağ’a, da-ha sonra bir uc bölgesi olan Söğüt ve Domaniç bölgesine yerleştirildiler.

C-OSMAN BEY DEVRİNİN BELLİ BAŞLI OLAYLARI
İlk önce Ankara’nın batısındaki Karacadağ’a daha sonrada Söğüt ve Domaniç bölgesine yerleşen Kayılar Osman Bey idaresinde sınırlarını genişlettiler.Osman Bey devrinde Sakarya Havzası ve Marmara bölgesinde fetihler başlamış, Orhan Bey devrinde devam etmiştir.

ŞEYH EDEBALİ’NİN,DAMADI OSMAN GAZİ’YE VASİYETİ

Ey Oğul,artık Bey’sin! Bundan sonra öfke bize,uysallık sana.Suçlamak bize,katlanmak sana. Acizlik bize,hoş görmek sana. Anlaşmazlıklar bize,adalet sana. Haksızlık bize,bağışlamak sana. Ey oğul,sabretmesini bil,
vaktinden önce çiçek açmaz. Şunu da unutma ve insanı yaşat ki, devlet yaşasın. Ey oğul,işin ağır,işin çetin,gücün kıla bağlı. Allah yardımcın olsun.

D-ORHAN BEY DEVRİNİN BELLİ BAŞLI OLAYLARI

1326 yılında Bursa Orhan Bey tarafından fethedildi. 1329 yılında Bizans Pelekanon (Maltepe) savaşında Osmanlılara yenildi.
Orhan Bey İznik ve İzmit’i Bizanslılardan aldı. Karesioğullarını topraklarına kattı. Böylece güçlü bir donanma-ya sahip olduğu gibi Rumeli’ye geçişte kolaylaştı.
Bizanslıların taht kavgalarına karışan Osmanlılar bundan yararlanarak Çimpe kalesini ele geçirmişler ve Rumeli’ye ayak basmışlardır. Tekirdağ ve Bolayır’a kadar olan yerler ele geçirilmiştir.

E-OSMANLI DEVLETİ’NİN KISA SÜREDE BÜYÜMESİNİN SEBEPLERİ

Coğrafi yönden avantajlı bir konumda bulunması. Bizans’ın zayıf durumda olması. Anadolu’da siyasi birliğin bozulmuş olması. Doğudan yoğun Türkmen göçlerinin olması. Balkanlarda siyasi birliğin olmaması.
Güçlü bir merkezi yönetiminin olması. Fethedilen yerlerde Türkleştirme politikasının izlenmesi. Başlangıçta Anadolu beylikleriyle mücadele etmemeleri. Gaza ve cihad düşüncesi. Hükümdarların güçlü şahsiyetler olmaları.

ANANI VE ATANI SAY!BİL Kİ BEREKET, BÜYÜKLERLE BERABERDİR.
Şeyh Edebali’den Osman Gazi’ye..

F-I.MURAT(HÜDAVENDİGAR) DEVRİ OLAYLARI
1-Rumeli’deki faaliyetler
Çorlu,Lüleburgaz,Malkara,İpsala,Dedeağaç ve Dimetoka fethedilerek Edirne’ye batıdan gelebilecek yardımların önü kesilmeye çalışılmıştır. Sazlıdere savaşında Bizans ve Bulgar kuvvetleri yenilerek Edirne fethedilmiştir.(1362)
Gümülcine ve Filibe alındı. Edirne,Filibe ve Gümülcine’nin alınması üzerine Sırp, Bulgar,Macar, Bosna ve Eflak kuvvetlerinden oluşan Haçlı ordusu Edirne üzerine yürüdü. Yapılan Sırpsındığı savaşında Haçlılar büyük bir bozguna uğratıldı (1364).Bu savaş Haçlılarla yapılan ilk savaştır. Balkanlardaki Türk ilerleyişi hızlanmıştır.
Sırplar Çirmen savaşında bir defa daha yenilgiye uğratıldı. Bu zaferden sonra Kavala, Drama ve Serez alındı.
I.Murat Sırp, Boşnak, Macar, Eflak, Arnavut, Leh ve Çeklerden oluşan bir Haçlı ordusunu Kosova ovasında yenilgiye uğrattı. Bu zaferden sonra Tuna’ya kadar olan topraklar Osmanlıların eline geçti. Osmanlıların karşısında sadece Macarlar kaldı. Haçlılarla yapılan ilk büyük meydan savaşıdır.

2-Anadolu’daki faaliyetler

Ahilerin elindeki Ankara alındı. (1362) Germiyanoğullarından bazı toprakları çeyiz olarak aldı. Hamitoğullarından bazı toprakları para karşılığında satın aldı. Osmanlıların Anadolu’daki faaliyetlerinden rahatsız olan Karaman-oğulları Osmanlı topraklarına saldırdı. Yapılan savaşta yenilince Karamanoğuları barış istemek zorunda kaldılar.
Not: Bu dönemde Osmanlılar Anadolu’nun en önemli siyasi gücü haline geldiler.
YA DEVLET BAŞA, YA KUZGUN LEŞE.

G-YILDIRIM BAYEZİD DEVRİ(1389-1402)
1-Anadolu’daki faaliyetler
I.Murat’ın ölümünü fırsat bilerek Anadolu’ya saldıran Karaman, Saruhan, Menteşe ve Hamitoğulları üzerine yürüyerek önce Germiyanoğullarına daha sonra Saruhan, Aydın ve Menteşeoğullarına son verdi. Alaşehir’i Bizanslılardan aldı.1391 seferinden sonra düşmanca tutumunu devam ettiren Karamanoğulları üzerine yürüyerek bu beyliğe son verdi (1397).Candaroğullarının Kastamonu koluna son verdi. 1398’de Samsun’u aldı.Kadı Burhaneddin’ in ölümüyle birlikte Sivas Tokat ve Kayseri’yi ele geçirdi.Bu durum Akkoyunlularla arasının açılmasına yol açtı. Malatya ve Elbistan’ı ele geçirdi. Bu durum Memlüklerle arasının açılmasına yol açtı. Yıldırım Bayezid bu faaliyetleriyle Fırat’a kadar olan yerleri ele geçirerek Anadolu Türk birliğini büyük oranda sağlamış oldu.

ANKARA SAVAŞI (1402)
Anadolu’dan kaçan beyliklerin kışkırtmaları, Timur’u istediği Karakoyunlu hükümdarı Kara Yusuf ile Ahmet Celayir’in verilmemesi, sert mektuplaşmaların olması ,Çin seferine çıkacak olan Timur’un arkasında güçlü bir devlet bırakmak istememesi ve özellikle de her iki hükümdar da bulunan cihan hakimiyeti gibi sebeplerden meydana gelen Ankara savaşında Osmanlı Devleti yenilgiye uğradı.
Bunun sonucunda beylikler yeniden kuruldu ve Anadolu Türk birliği bozuldu. İstanbul’un alın-ması gecikti ve Rumeli’deki ilerleyiş durdu. Fetret devri başladı. Doğuda güçlenen Akkoyunlular Osmanlı’ya rakip oldular.

2-Rumeli’deki faaliyetler
İstanbul iki defa kuşatılmıştır. Niğbolu savaşından sonra yapılan kuşatma da boğazın Anadolu yakasına Anadolu Hisarı(Güzelce Hisar) yapılmıştır (1391)(1397).
Bulgar krallığı ortadan kaldırıldı (1393).Bu olayla Macarlarla Osmanlılar karşı karşıya geldi.

Selanik ele geçirildi(1394)
Bizans’ın kuşatılması, Bulgaristan’ ın alınması ve Balkanlardaki ilerleyişler oluşturulan Macar kralı Sigismond baş-kanlığındaki Haçlı ordusu Niğbolu’ da büyük bir bozguna uğradı (1396).Bu zaferle Bulgaristan hakimiyeti tamamen Osmanlıların eline geçti.Osmanlı devletinin Balkanlardaki hakimiyeti pekişti.

GEÇMİŞİNE TAŞ ATANIN GELECEĞİNE GÜLLE ATARLAR. Sadi Şirazi

H-FETRET DEVRİ(1402-1413)
Ankara savaşından sonra Yıldırım’ın oğulları arasında 11 yıl devam eden taht mücadelelerinde Çelebi Mehmet başarılı olarak tahta geçmiştir.Dört kardeş arasında 11 yıl devam eden ücadeleler sırasında Anadolu beyliklerine, Bizans, Venedik,Ceneviz,Sırp,Eflak ve Bulgarlar toprak ve ekonomik tavizler vermek zorunda kaldılar.

I- I.MEHMET(ÇELEBİ) DEVRİ (1413-1421)

1-Anadolu’daki faaliyetler
Aydınoğullarından İzmir’i Karamanoğullarından Akşehir,Beyşehir ve Seydişehir’i aldı. Samsun alındı. (1419) Saruhanoğulları beyliğine son verdi.

2-Balkanlardaki faaliyetler

Eflak Osmanlı egemenliğine alındı.
Arnavutluk’ta bazı bölgeler alındı.(Akçahisar ve Avlunya)
Venedik’le yapılan ilk deniz savaşında mağlup olundu.(1416)
Deliorman bölgesinde isyan çıkaran Şeyh Bedreddin yakalanarak idam edildi.
Bizans’ın etkisiyle isyan eden Mustafa Çelebi başarılı olamayarak Bizans’a sığındı.

İ- II.MURAT DEVRİ(1421-1451)

1-Anadolu’daki faaliyetler
.Aydınoğulları ve Menteşeoğulları beyliklerine son verdi. Germiyanoğulları toprakları vasiyet yoluyla Osmanlılara katıldı. Karamanoğullarnın elinden Hamitoğulları toprakları alındı.Taceddin oğulları beyliğine son verildi. Candaroğulları Osmanlılara bağlandı.

2-Balkanlardaki faaliyetler

Amcası Mustafa Çelebi’nin isyanını bastırdı.Mustafa Çelebi idam edildi.
Mustafa Çelebi isyanında parmağı olan Bizans’ı cezalandırmak amacıyla İstanbul’u kuşattıysa da kardeşi Mustafa Çelebi isyanı dolayısıyla kuşatmayı kaldırdı.(1422)
Mustafa Çelebi isyanını bastırdı.
Osmanlı-Venedik savaşı(1423-1430)Selanik’in fethiyle Venedikliler barış istediler (1430).
Balkanlar da bazı yenilgiler alınması ve Anadolu’da Karamanoğullarının saldırıları dolayısıyla II.Murat Haçlılardan barış istedi.Macarlarla Edirne-Segedin antlaşması imzalandı.(1444)
II.Mehmet’in çocuk yaşta tahta geçmesinden yararlanmak isteyen Haçlılar,antlaşmayı bozarak büyük bir orduyla Osmanlı topraklarına ilerlediler.Yapılan Varna savaşında büyük bir bozguna uğradılar (1444).
Varna yenilgisinin izlerini silmek isteyen yeni Haçlı ordusunu da Kosova ovasında ikinci defa büyük bir bozguna uğrattı (1448).

Not:Varna ve II.Kosova savaşları Balkanlardaki Osmanlı hakimiyetini kesinleştirmiş, Haçlıların Türkleri Balkanlardan atma umutları sona ermiştir. Türklerin Tuna’nın güneyindeki hakimiyeti güç kazanmıştır.

TÜRKÇOCUĞU, ECDADINI TANIDIKÇA DAHA BÜYÜK İŞLER YAPMAK İÇİN, KENDİNDE KUVVET BULACAKTIR. M.KEMAL
OSMANLILARDA DEVLET YÖNETİMİ
A-OSMANLILARDA DEVLET ANLAYIŞI

Osmanlı Devleti’nde yönetim ,İslam hukukuna dayanır. Ancak Osmanlı devlet anlayışını boyutlandıran bazı diğer unsurlarda vardır. Bunlar eski Türk geleneği ve fethedilen yerlerin daha önceki uygulamalarıdır.
İslam inancına göre, halk Allah tarafından hükümdarların idaresine bırakılmış kutsal bir emanettir. Hükümdar bu emanetleri adaletle yönetmek zorundadır. Yönetilenler de hükümdara mutlak itaat etmekle yükümlüdürler.
Mutlak ve devredilmez haklara sahip olan padişah,Osmanlı hanedanına mensuptu. Devlet kurucusunun adını taşıyordu. Osman Gazi’nin soyundan gelen ailenin erkek bireyleri,saltanat makamına geçmişlerdir. Saltanatın bu aileye mahsus olduğu düşüncesi,Devlet’in siyasi varlığını yitirdiği ana kadar devam etmiştir. XVII.yüzyılın başlarına kadar tahta kimin geçeceği belli değildi. Hanedanın bütün erkeklerinin bu hakkı vardı. Padişah ölünce oğullarından hangisinin tahta geçeceği konusunda,devlet yönetiminde etkili grupların (ümera,ulema vb.) tercihleri önemli rol oynuyordu. Buna biat denirdi.Fatih Sultan Mehmet zamanında,tahta geçen ve padişah olan şehzadeye karşı diğer kardeşlerce mücadele açılmasını önleyecek düzenlemeler yapılmıştı.XVI.yüzyılın sonlarına kadar şehzadelerin sancağa çıkma usulü devam etti. XVII.yüzyılın başlarında ,Padişah I.Ahmet zamanında yapılan bir düzenlemeyle, Osmanlı ailesinin en yaşlı ve olgun (ekber ve erşed) üyesinin tahta geçeme uyası getirildi.
Padişahın mutlak haklarına dayalı bir yönetim modeline sahip Osmanlılarda temel hukuk kuralları,İslam dinin koyduğu hukuk kurallarıydı.Buna şeriat denirdi.Fakat,şeriat ile çelişmemek şartıyla,padişaha sınırsız bir kural koyma yetkisi tanınmıştı. Padişah örfe dayanarak,toplum,ekonomi ve yönetim hayatının her alanıyla ilgili kural koyardı. Örf terimi, yasama ve yürütme kavramlarını içine alıyordu. Osmanlı Devleti kendisinin ebedi olacağı düşüncesiyle Devlet-i Ebet Müddet,Devlet-i Muazzama,Devlet-i Aliyye,Saltanat-ı Alem Penah gibi isimler vermiştir.
Kanuni Sultan Süleyman zamanında İstanbul’a gelen Avusturya elçisi Busbek, hatıratında Osmanlılarda memur tayininden şöyle bahseder:
“-Hiç kimse , falanın neslinden gelmiş olmakla, diğerinden mümtaz bir mevkie çıkamaz. Sultan herkesin vazife ve mesuliyetini tevcih ederken ne servete önem verir, ne de boş ricalara kulak asar, yalnız ehliyete ve liyakata bakar. Türkler ehliyet ve liyakata son derece dikkat ediyorlar. Bir kimsede sağlam bir karakter ve seciye arıyorlar.”

B-OSMANLI DEVLET TEŞKİLATI
Osmanlı Devleti’nde bütün teşkilat, padişahın mutlak ve ortak olunmaz egemenliğini gerçekleştirmek üzere kurulmuştu. Hükümet, eyaletlerin yönetimi, ordu doğrudan padişahın şahsına bağlı bir bütün olarak teşkilatlandırıl-mıştı. Bu bütünün merkezinde padişah ve saray teşkilatı bulunuyor ve ülkenin her tarafındaki bütün birimler bu merkezden yönetiliyordu. Devletin payitahtı (yönetim merkezi) İstanbul’du. Orhan Bey döneminden itibaren toprakların genişlemesi, nüfusun çoğalıp devlet işlerinin yoğunlaşması üzerine idari, askeri, ekonomik ve hukuki düzenlemeler yapılarak devlet teşkilatının kurulup gelişmesini sağlamaya çalıştılar. Orhan Bey zamanında başkentte, devlet işlerinin görüşülüp karara varılması amacıyla Sasaniler, Araplar, Selçuklular ve diğer Türk devletlerindeki uygulamaları örnek alınarak Divan-ı Hümayun kuruldu. Divan’ın başlıca iki özelliği en üst yönetim örgütü ve en yüksek mahkeme olmasıdır. Padişahın başkanlığında toplanan divanda siyasi, askeri, adli, ekonomik işler görülür, davalara bakılırdı. Divan, din, dil, ırk, cinsiyet, meslek vb. ayrımı yapılmaksızın herkese açıktı. Divan-ı hümayun toplantılarına vezir-i azam, vezirler, kazaskerler, defterdar ve nişancı katılırdı.
Devlet sınırlarının genişlemesiyle I.Murat zamanında Rumeli Beylerbeyliği kurularak ülke yönetim birimlerine ayrıldı. Böylece ülke eyaletlere, eyaletler sancaklara, sancaklar kazalara kazalar ise köylere ayrıldı. Yıldırım Bayazıt zamanında da Anadolu Beylerbeyliği kuruldu. Orhan Bey zamanında Yaya ve Müsellemler adıyla ilk ordu teşkilatı oluşturuldu. I.Murat zamanında da Yeniçeri Ocağı kuruldu. Karesioğullarının Osmanlı Devletine katılması ile de ilk denizcilik faaliyetleri başlamıştır.
İlk tersane Karamürsel ve Edincik’te daha sonra da Yıldırım Bayazıt tarafından Gelibolu’da açıldı.
İlk Osmanlı parası Osman Bey zamanında basılmıştır. Daha sonra Orhan Bey döneminde de akçe denilen akçe denilen bu paradan bastırılmaya devam edilmiştir. Ekonomisinin temeli tarıma dayalı Osmanlı Devleti’nde I.Murat zamanında dirlik sistemi kurularak ülke toprakları has, eamet ve tımar olarak bölümlere ayrılmaya başladı.
Bu dönmede hukuk ve eğitim alanında da eyalet, sancak, kaza ve köylere davalara bakması için kadılar görevlendirildi. İznik’in alınmasıyla birlikte burada ilk Osmanlı medresesi kurudu ve başına dönemin en önemli müderrislerinden Kayserili Davut atandı. Daha sonra Bursa ve Edirne’de de medreseler yapılarak eğitimin geliştirilmesine çalışıldı.

OSMANLI ORDUSU
Kuruluş yıllarında Osmanlı Beyliği’nin düzenli askeri birlikleri yoktu. Gerektiğinde, gazilerden oluşan ve tamamı atlı olan aşiret kuvvetleri, alperenler ve gazi akıncıların tellallar vasıtasıyla bir yerde toplanması sağlanır ve sefere çıkılır. Sınırların genişlemesiyle birlikte bu kuvvetlerin yetersiz olduğu görüldü ve devamlı savaşa hazır, yaya ve atlı bir kuvvetin kurulmasına karar verildi.


KARA ORDUSU
a-Yaya ve Müsellemler
Orhan Bey zamanında Yaya ve Müsellemler adıyla ilk ordu teşkilatı oluşturuldu. Bu askerlerin yaya olanlarına yaya, atlı olanlarına müsellem adı verilirdi. Savaş zamanlarında iki akçe alırlar diğer zamanlarda kendilerine verilen çiftlikleri ekerlerdi.
b-KAPIKULU OCAKLARI

I.Murat zamanında pençik oğlanı denilen harp esirlerinin sayısı artınca,bu insanlardan daimi ve düzenli ordunun kurulmasında yararlanmak düşüncesi doğmuştur. Zaten daha önceki Türk İslam devletlerinde de benzeri uygulamalar vardı. Böylelikle Kapıkulu Ocakları oluşturuldu. Kapıkulu Ocakları oluşturulduktan sonra,bu ocaklara sürekli bir kaynak olmak üzere, devşirme usulü ihdas edildi. Böylelikle kapıkulu ocakları hem bir askeri birliğin hem de genelde yönetim mekanizmasının önemli bir kolu olan sistemin kaynağı haline geldi. Kapıkulu askerlerinin bölümleri şunlardı:
1-Yaya Kapıkulu Ocakları
Acemi Ocağı:Bütün kapıkulu ocaklarının nefer ihtiyacını karşılardı.
Yeniçeriler:Kapıkulu askerinin esas unsuruydu. Savaşta ve barışta padişahı korumakla görevliydiler. Üç ayda bir ulufe denen maaş alırlardı.
Cebeci Ocağı:Silahların tamiri,taşınması ve dağıtılmasında görev alırlardı.
Topçu Ocağı:Topların imali ve kullanılmasından sorumlu idi.

2-Atlı Kapıkulu Ocakları
Atlı idiler. I.Murat zamanında iki bölük olarak Sipah, Silahtar olmak üzere oluşturulmuştur. Seferde padişahın yanında bulunur, onun tuğ ve silahlarını taşır, güvenliğini sağlarlardı. Derece olarak Yeniçerilerden daha yüksektiler ve maaşları daha fazlaydı.

c-EYALET ASKERLERİ

a-Tımarlı Sipahiler
Eyalet kuvvetlerinin en kalabalık sınıfını tımarlı sipahi denilen topraklı süvariler teşkil ederdi. Osmanlılardan önceki İslam-Türk devletlerinde bulunan “ikta”nın devamı olan ve I.Murad zamanında teşkilatlandırılan tımar sisteminin iki yönü vardı. Sistem bir yönüyle toprağın işlenmesini sağlarken diğer yönüyle de devletin atlı ihtiyacının teminine hizmet ederdi. Tımar sistemine göre,sipahilere devlete karşı görev üstlenmek koşuluyla tahsis edilen ve adına dirlik denilen gelirler,aslında devlete ait çeşitli vergilerden oluşuyordu.Sipahi,aldığı dirlikle hem geçimini sağlar hem de devlete karşı görevini yerine getirirdi. Devlete ait toprakları tasarruf eden ve kendilerine “sahib-i arz” da denilen tımar sahipleri,tasarruf ettikleri yerin yıllık gelirine göre yeme,içme,silah ve at gibi her türlü ihtiyaçları kendilerine ait olmak üzere atlı askerler yetiştirmek zorundaydılar. Bu askerlere cebelü denirdi.
Tımarlı sipahilerin yıllık gelirleri hizmet kıdemlerine göre 1000-19.999 akçe arasında olurdu. Sipahi bu gelirin her 3000 akçesi için bir cebelü beslemek zorunda idi.Yıllık geliri 20.000-99.999 akçe arasında olan dirliğe zeamet denirdi. Zeamet sahipleri gelirlerinin her 5000 akçesi için yine bir cebelü besleyip teçhiz etmekle yükümlüydüler. Bu sistemde toprağın mülkiyeti devlete,ekip biçmesi çiftçiye,vergilerini toplamakta tımarlı sipahiye aitti.
Tımarlı sipahiler eyaletlere göre tertiplenirdi. Beylerbeyi,eyaletin en yüksek rütbeli komutanıydı. Onun emri altında sancak beyleri, subaşılar,alaybeyleri vardı.Sefer için toplanmak gerektiğinde çeri sürücü denilen görevlilerin denetiminde eyalet bayrağı altında toplanılırdı.

b-Yardımcı Kuvvetler
1-Öncü Kuvvetler
Bunlar akıncı,deli gibi hafif süvari ve azep gibi hafif piyade birliklerden oluşuyordu. Akıncılar genç,güçlü ve yiğit kişilerden seçilirdi. Akıncılar her türlü ihtiyaçlarını kendileri temin ederler,genellikle düşmandan aldıkları ganimetlerle geçinirler,buna mukabil vergi ödemezlerdi.
Yine eyalet askeri statüsündeki azepler ise öncü piyade birliklerindendi. Başlangıçta hafif okçu olarak orduya katılan azepler,daha sonraki dönemlerde öncü piyade kuvveti olarak savaşmışlardır.

DONANMA
Osmanlı Devleti’nde denizcilik faaliyetleri Karesioğularının Osmanlı Devleti’ne katılması ile başlamıştır. 1350’lerde Marmara Aydıncık (Edincik) üssünün kurulması ilk adımdır. I.Bayezit zamanında Gelibolu’da ilk tersane açılmıştır.
Osmanlı donanmasının ilk ciddi çatışması Mehmet Çelebi zamanında oldu. Çalı Bey kumandasındaki Osmanlı donanması 1415’te Venediklilere yenildi. Donanma II.Murat zamanında Karadeniz’de Trabzon İmparatorluğunu tehdit edecek bir duruma ulaşmıştır.

OSMANLI EKONOMİSİ
A-OSMANLI İKTİSAT ANLAYIŞI

Bir toplumun ekonomik bünyesi ve faaliyetleri,başlıca üç ana bölüme ayrılır:Tarım,sanayi,ticaret. Osmanlılarda Klasik dönem dediğimiz ,XVII. Yüzyıla kadar geçen zaman ile onu izleyen XVIII. yüzyılın temel ekonomik anlayışı,devlet anlayışına sıkı sıkıya bağlıydı. Osmanlı devlet anlayışı,reayayı güvenli ve refah içinde yaşatması amacını da ihtiva ediyordu. Bu bakımdan, Osmanlılarda ekonomik faaliyetlerin tümü,reayanın sıkıntıya düşmeden, bolluk içinde yaşamasını sağlamak amacıyla düzenlenmişti. Bu temel düşünce ışığında, ekonomik faaliyetleri yürüten her bölüm üreticisi,talep kadar,yani refah içinde yaşanacak kadar üretimde bulunmak zorundaydı.
XIX.yüzyılda Osmanlı Devleti’nin diğer kurumlarında olduğu gibi,ekonomik faaliyetlerinde de önemli bir değişim yaşanacaktır.

B-OSMANLI EKONOMİSİNİN TABİİ KAYNAKLARI:
1)- İNSAN : Osmanlı Devleti’nde reaya diye adlandırılan insanlar, yaptıkları işlerin özelliğine göre şehirlerde ,kasabalarda ve köylerde yaşarlardı. Reaya üretim yapar, karşılığında devlete vergi verirdi.
Osmanlı devletinde son yıllara gelinceye dek bugünkü anlamda bir nüfus sayımı yapılmamıştı. İlk nüfus sayımı 1831'de II.MAHMUT döneminde yapıldı. Osmanlı Devleti'nin bundan önceki dönemlerine ait nüfus bilgilerini ise Tahrîr defterlerinden öğreniyoruz.
TAHRîR DEFTERLERİ: Bir yer fethedildiğinde ya da belirli aralıklarla kaza ve sancakların vergi yükümlüsü "erkek nüfusunu" ve bunların ödeyeceği vergi miktarını saptamak amacıyla "TAHRîR" denilen bir sayım yapılırdı. Tahrir defterlerini "Nişancı" tutar, bir örneği de Eyalette saklanırdı.

2)- TOPRAK : Osmanlı Devletinde ekonominin en önemli kaynağı topraktı. Osmanlı Devleti, ekonominin en ö-nemli kaynağı olan toprağı, genel olarak miri arazi tanımıyla kendi mülkiyetinde tutmuştur. Osmanlı Devleti, toplumun beslenmesi için özellikle, susuz tarım yapılan, yani büyük ölçekli hububat üretimi için gerekli topraklar başta olmak üzere, ekim yapılan kasaba ve şehir sınırları dışında kalan toprakları, tasarrufu köylüde olmak üzere, kendi mülkiyetinde tutmuştur. Tımar sistemi içinde toprak tasarrufunda temel ölçü olarak her haneye, onu besleyecek büyüklükte bir toprak tahsis edilmiştir. Bu toprak ta çift diye adlandırılmıştır. Ancak 1858 yılında çıkarılan Arazi Kanunnamesi ile özel mülkiyet gelmiştir.

OSMANLILARDA TOPRAK SİSTEMİ
A)- MİRî ARAZİ: Mülkiyeti devlete ait olan topraklardır. Mirî toprakların başlıcaları şunlardır:
1)- Havass-ı Hümayun Toprakları: Gelirleri doğrudan doğruya devlet hazinesine giren topraklar
olup, mukataa ve iltizam yoluyla yönetilirdi.
2)- Paşmaklık toprakları: Gelirleri padişah kızlarına ve ailelerin bırakılan topraklardı.
3)- Malikâne toprakları: Devlet adamlarına hizmetleri karşılığı mülk olarak verilen topraklardı.
4)- Yurtluk ve Ocaklık Toprakları: Fetih sırasında bazı kumandanlara, hizmetlerine karşılık
olmak üzere verilen topraklardır.
5)- Dirlik (Tımar)Toprakları: Vergi geliri, devlet adamlarına ve askerlere hizmet veya maaş karşılığı verilen topraklardır. Dirlik sahibi, toplanan verginin maaş olarak ayrılan "Kılıç hakkı" olarak ayrılan bölümünden geriye kalanla CEBELÜ denilen tam teçhizatlı asker yetiştirirdi. Dirlik topraklar üçe ayrılırdı: a)-Has b)-Zeamet c)- Tımar
B)- MÜLK ARAZİ: Mülkiyeti kişilere ait topraklardır. İki bölümde incelenebilir:
1)- Öşriyye (öşür topraklar): Bu topraklar, fethedildiği zaman MÜSLÜMANLARA verilmiş veya fethedildiğinde müslümanlara ait olan topraklardır. Bu gibi topraklar sahiplerinin malı olup, dilediği gibi kullanırlar, sata-bilirler, vakfedebilirler yada çocuklarına miras olarak bıraka bilirlerdi. Bu toprakların sahipleri arazi vergisi olarak ÇİFT RESMİ, ürün vergisi olarak da "ÖŞÜR" vergisini verirlerdi.
2)- Haraciye (Haracî topraklar): Bu topraklar bir yerin fethinden sonra GAYRî MÜSLİM halkın elinde bırakılan, onlara mülk olarak verilen topraklardır. Sahipleri, dilediği gibi kullanırlar, satabilirler, vakfedebilirler ya da çocuklarına miras olarak bırakabilirlerdi. Bu toprakların sahipleri arazi vergisi olarak HARAC-I MUVAZZAF, ürün vergisi olarak da HARAC-I MUKASSEM vergisini verirlerdi.
C)- VAKIF ARAZİ: Gelirleri kişiler ya da devlet tarafından hayır kurumlarına bırakılan topraklardı.
C-OSMANLI DEVLETİNDE ÜRETİM
1-TARIM
Osmanlı ekonomisinin en önemli sektörü tarımdır. 17. yüzyılın başlarına kadar Osmanlı devleti tarım ürünleri bakımından kendine yeten bir ülkeydi. Ancak, zaman zaman karşılaşılan kuraklık, sel,isyanlar, göçler,ve tımar sisteminin bozulması üretim kayıplarına neden olmuştur. Özellikle hububat, bağ-bahçe ziraâti ön plandayken, 18. Yüzyıldan itibaren Avrupa'da sanayinin gelişmesi doğrultusunda tütün, pamuk gibi sanayi bitkilerinin üretimi önem kazanmıştır. Ayrıca Avrupa'nın tarım ürünü ihtiyacı artınca Osmanlı Devletinde GEÇİMLİLİK düzeyde üretimden PAZAR EKONOMİSİ'nin ihtiyaçlarını karşılayacak bir üretim düzeyine gelinmiştir.

2-HAYVANCILIK
Hayvancılık, tarım ekonomisinin ve genel ekonominin önemli unsurlarından biridir. Genel olarak göçebelerin uğraşı olsa da, köylüler de bu alanda önemli bir rol üstlenmişlerdir. Sadece göçebelerden alınan resm-i yaylak ve resmi kışlak yerine, hayvan besleyen herkesten adet-i ağnam denen vergi alınıyordu.

3- MADENCİLİK
Osmanlı Devleti'nde madenler iltizam olarak dağıtılırdı. Çıkartılan madenlerin çoğu ülke içinde işlenemediğinden dışarıya ihraç edilirdi.
NOT: Osmanlılarda ilk madenin işletilmesi Osman Bey zamanındadır. Bilecik'in fethi ile buradaki demir madeni işletilmiştir.

4-ESNAFLIK (SANAYİ) VE TİCARET
AHİLİK TEŞKİLATI: Anadolu'da 13. yüzyılda yayılmış olan esnaf, zanaatkâr ve işçileri toplayan teşkilattır. Anadolu Selçuklu Devletinin sosyal düzeninin sağlanmasında ve Osmanlı devletinin kuruluşunda etkili olan ahîlik teşkilatı dinî, ahlakî, sosyal ve ekonomik bir nitelik taşıyordu. Ahîlik te her mesleğin bir pîri ve pîr çevresinde toplanan meslek sahipleri vardı. Bu meslek sahiplerinin güven, doğruluk, tövbe ve hidayet gibi kurallara uyma zorunluluğu vardı.
LONCA TEŞKİLATI: Osmanlı toplumunda esnaflar LONCA adı verilen teşkilatlara sahiptiler. Her esnaf muhakkak bir loncaya kayıtlı olur, loncasının koruması ve denetimi altında bulunurdu. Bugünkü tabipler odası, mimarlar odası, şoförler cemiyeti gibi... Dükkan açma hakkına GEDİK denilirdi. Gedik'e sahip olmak için çıraklık, kalfalık yapıp, ustalık belgesini almak gerekirdi.
Muhtesib: Çarşı ve pazar denetlemesi yapardı. Satılan mal ve fiatları kontrol ederlerdi.(zabıta)
Esnafı; a)- Üreticiler b)- Hizmet erbabı olarak ikiye ayırabiliriz.
a)-Üreticiler: Hammaddeyi işleyerek, işlenmiş madde haline getiren esnaflardır. Örneğin: Bakırcı, kılıççı, fırıncı, demirci gibi...
b)-Hizmet Erbabı: Toplum için gerekli bir hizmeti yapan esnaftır. Örneğin: Berberler, hamallar gibi...
Esnafın üretimi elemeği göz nuruna dayanıyordu. Bu mevcut sanayi öncesi üretim başlangıçta ülke ihtiyaçlarını karşılıyordu. Ankara'da sof, Bursa'da İpekçilik, Selanik'te çuhacılık, Bulgaristan'da aba Kayseri, Manisa ve Tokat'ta dericilik(debbağlık) yaygındı. Ayrıca Osmanlı Devletinde savaş araç ve gereçlerini üretmek için fabrika ve imalathaneler de kurulmuştu.
OSMANLILARDA TİCARET
a-İç Ticaret
Osmanlılarda ticaret denince iki tür faaliyeti düşünmek gerekir. Birincisi ehl-i hirfet denilen zanaatkarların ürettiklerini dükkanlarında pazarlama biçimidir. İkincisi ise, bir başka beldeden ya da ülkeden getirdiklerini satan ya da satmak üzere götüren tüccarın yaptığı işlerdir.
Osmanlı Devleti’nde ticaretin bir yönü, içeride toplumun ihtiyaçlarına cevap verecek düzeyde, bilhassa şehirlerin ihtiyaçlarına göre, devletin kontrolü altında ve genellikle muhtesib ve eminlerin denetim ve gözetimindeydi.
Bu belirli bölge içinde yapılan ticaretin dışında, asıl transit bir ticaretin konusu olan meta üretimi, bazı dallarda yoğunlaşmıştı. Özellikle tekstil alanında, Osmanlı ülkesinin çeşitli şehirlerinde bu konuda ileri bir üretim ve bu üretime dayalı olarak yoğun bir ticaret söz konusuydu.
Ankara'da sof, Bursa'da İpekçilik, Selanik'te çuhacılık, Bulgaristan'da aba Kayseri, Manisa ve Tokat'ta dericilik (debbağlık) ve bakırcılık yaygındı.
b-Dış Ticaret
Yıldırım Bayezit zamanında Erzincan’a kadar olan yerlerin alınması sonucu, İran ipek kervanları ,Trabzon yolu yerine Bursa yolunu tercih ettiler.
Hint ve Arap mallarının Anadolu’ya giriş limanları olan Antalya ve Alanya’nın alınmasıyla dış ticaret gelişmeye başladı. Böylece, tüccarların güven içinde Bursa’ya ulaşmaları sağlandı. Devlet tarafından ticaretin geliştirilmesi ve ticaretle uğraşanların güvenliğinin ve ihtiyaçlarının sağlanmasına çalışıldı. Bu amaçla ticaret yolları üzerinde kervansaraylar yaptırıldı.
TİCARETLE İLGİLİ DEYİMLER:
Menzil : Yol üzerindeki konaklama noktaları denirdi.
Menzil Teşkilatı: Haberleşme TATAR denilen ulaklar tarafından yapılıyordu. Devlet habercilerin çabuk
gitmelerini sağlayacak dinlenmiş atları ve yiyecek ihtiyaçlarını karşılamak için
konaklama yerine yakın köy ve kasabalardaki bazı aileleri bu iş için
görevlendirirdi. Bu teşkilata "menzil teşkilatı" denirdi.
Derbentçi : Ana yolların, boğaz ve geçitlerin güvenliğinden sorumluydu.
Mekkâri Tâifesi : Yolcu ve mal taşıma işlerini meslek edinen esnaflara verilen ad.

K- FATİH SULTAN MEHMET DÖNEMİ(1451-1481)

1- İSTANBUL’UN FETHİ (29 MAYIS 1453)
Sebepleri:
1-Bizans’ın Osmanlı şehzadelerini kışkırtması ve isyan edenle-re yardım etmesi 2-Bizans’ın Avrupalıları Osmanlılara karşı kışkırtması 3-İstanbul’un önemli kara ve deniz ticaret yollarının üzerinde olması 4-İstanbul’un Osmanlıların Ana-dolu ve Rumeli topraklarının bağlantısını kesmesi 5-Bizans’ın Hıristiyanlığın doğuda-ki son kalesi olması 6-Peygamberimizin İstanbul’u fetih müjdesi
Hazırlıklar:
1-Anadolu hisarının karşısına Rumeli Hisarı yapıldı. 2-Dört yüz parçalık bir donanma hazırlandı. 3-Edirne’de büyük toplar döktürüldü. 4-Avrupa’dan gelebilecek yardımlar için Balkanlara ordu gönderildi.5-Macaristan, Sırbistan, Eflak,Venedik ve Karamanoğulları ile antlaşma yapıldı. 6-Bizans’ın elindeki Saray ve Vize kaleleri alındı.
Bizans’ın önlemleri:
1-Surlar onarıldı 2-Haliç’in ağzı zincirle kapatıldı. 3-Katolik ve Ortodoks kiliselerinin birleştirilmesine çalışıldı. Böylece Papa’ dan destek sağlanmaya çalışıldı. 4-Cenevizliler askeri yardım yaptılar. 5-Grejuva(Rum ateşi)etkili şekilde kullanıldı.
Sonuçları:
6 Nisan’da başlayan kuşatmada, 21-22 Nisan gecesi 72 parçalık donanma Haliç’ e indirilerek Bizans’ın maneviyatı sarsılmış ve 29 Mayıs 1453’te yapılan genel hücumla İstanbul fethedilmiştir.
1-Osmanlı Devleti merkeziyetçi mutlak bir imparatorluk halini aldı. 2-Yükselme Devrine girildi.
3-Boğazlar Osmanlı egemenliğine alındı. 4-Anadolu ve Rumeli bağlantısı sağlandı. 5-Kuzey ve Doğu Avrupa’dan gelen ticaret yolları Osmanlıların eline geçti. 6-Başkent İstanbul’a taşındı. 7-Bizans imparatorluğu yıkıldı. 8-Ortaçağ’ın sonu, Yeniçağ’ın başlangıcı kabul edildi. 9-Avrupalılar yeni ticaret yolları aradılar. Bu da Coğrafi Keşiflere yol açtı. 10-İstanbul’dan İtalya’ya giden Bizanslı bilginler burada Rönesans hareketlerinin başlamasında etkili oldular. 11-Surların toplarla yıkılacağı anlaşıldığından Avrupa’da Feodalite’nin yıkılmasına yol açtı. 12-Osmanlı Devleti Ortodoksların koruyuculuğunu üstlendi.
Not: Osmanlı Devleti 1774 Küçük Kaynarca Antlaşması’yla Ortodoksların koruyuculuğunu Rusya’ya kaptırmıştır.

BENİM DÜŞÜNDÜKLERİM, BENDEN ÖNCEKİLERİN HAYAL UFUKLARINA BİLE DEĞMEMİŞTİR. Fatih Sultan Mehmet
2- BİZANS’I DİRİLTME UMUTLARININ SÖNDÜRÜLMESİ
a-Mora’nın Fethi (1460) :Bizans imparatorunun kardeşi tarafından idare edilen Mora Avrupalı devletlerle işbirliği içerisine girdiği için fethedildi.
b-Trabzon Rum İmparatorluğu’na Son verilmesi (1461): Akkoyunlularla akrabalık bağı kuran Trabzon Rum imparatorunun vergisini ödememesi ve ödediği vergileri de geri istemesi üzerine ,karadan ve denizden Trabzon ele geçirilerek imparatorluğa son verildi.

3- BALKANLARDAKİ FAALİYETLER
a-Sırbistan’ın fethi(1459):
1454’ten 1459’a kadar devam eden seferler sonucunda Belgrad hariç Sırbistan fethedildi ve merkeze bağlı Semendire sancağı oluşturuldu.
b-Eflak ve Boğdan’ın fethi (1462) (1476): Yıldırım Bayezid’ten itibaren Osmanlılara vergi veren Eflak Beyliği’nin Macarlara güvenerek vergilerini kesmesi üzerine yapılan seferle Osmanlılara yeniden bağandı. Boğdan’ ın da vergilerini ödememesi üzerine yapılan seferle Boğdan Osmanlılara bağlandı.
c-Bosna-Hersek’in fethi (1463-1465)
Haçlı seferlerine katılması ve Venedik’e komşu olması Bosna’nın fethini gerekli kılıyordu. Bosna 1463 yılındaki seferle Osmanlılara bağlandı. Bosna’nın ardından Hersek Dükalığı’ da Osmanlı egemenliğini kabul etti.
d-Arnavutluk’un fethi(1478-1479)
I. Murat döneminde Arnavutluk kıyılarına kadar ulaşmıştı. II. Murat döneminde Osmanlı sarayında yetişmiş olan İskender Bey isyan etti. Fatih Arnavutluk üzerine üç sefer yaparak toprakları Osmanlılara kattı.

4-ANADOLU’DAKİ FAALİYETLER
a-Amasra’nın Fethi (1461):Denizden ve karadan kuşatılan Amasra Cenevizlilerden alınmıştır.
b-Candaroğulları (İsfendiyaroğulları) Beyliğine son verilmesi(1461): Karadan ve denizden kuşatılan Sinop’un fethiyle bu beylik sona erdi. Trabzon’ un da alınmasıyla Karadeniz kıyıları Osmanlı egemenliğine girdi.
c-Karamanoğulları Beyliğine Son Verilmesi (1466)
Karamanoğulları arasındaki taht kavgalarına karışan Fatih,yardım ettiği beyin Venedik’le anlaşması üzerine sefere çıkarak beyliğin büyük bir kısmını topraklarına kattı. Karamanoğulları II.Bayezid döneminde tamamen ortadan kaldırılmıştır (1487).Karamanoğulları ile mücadeleler Osmanlıları,Akkoyunlu ve Memluklerle karşı karşıya getirmiştir.
d-AKKOYUNLULARLA İLİŞKİLER VE OTLUK-BELİ SAVAŞI (1473)
Sebepleri: a-Akkoyunluların Karamanoğullarını himaye etmesi b-Uzun Hasan’ın Osmanlı topraklarına saldırması c-Akkoyunluların Osmanlı aleyhine Venediklilerle anlaşması d-Akkoyunluların Anadolu Türk birliğini tehdit etmesi.
Erzincan yakınlarında Otlukbeli denilen mevkide yapılan savaşta toplarında kullanılmasıyla Osmanlı ordusu galip geldi.
Bu yenilgiden sonra Akkoyunlular yıkılma sürecine girmişlerdir. Doğu Anadolu Osmanlı egemenliği altına girmiş, Anadolu’da Türk birliğinin sağlanması açısından önemli bir adım atılmıştır.
ORMANLARIMDAN BİR DAL KESENİN BAŞINI KESERİM. Fatih Sultan Mehmet


5-DENİZLERDEKİ FAALİYETLER

a-Ege Adalarının Fethi: Ceneviz ve Venediklilerden Ege adalarının fethiyle bu ülkelerin anılan bölgede siyasi ve ticari etkileri azalmıştır.
b-Rodos Kuşatması (1480):Sen Jan Şövalyelerinin elinde bulunan Rodos adası kuşatıldıysa da alınamadı.
3-Osmanlı-Venedik Savaşı (1453-1479):
Ege adalarının alınması ve Bosna’nın fethiyle hem ekonomik hem de askeri açıdan zor duruma düşen Venedik Osmanlı Devleti’ne savaş açtı. Venedik’in Mora’ya saldırmasıyla başlayan savaşa Venedik’ in yanında Arnavutluk, Macaristan, Akkoyunlular ve Karamanoğulları katılmıştır. Arnavutluk’ta İşkodra’nın fethiyle Venedik barış istedi. Yapılan barışla Venedik vergiye bağlandı. Bunun karşılığında da Venedik’e bazı imtiyazlar tanınmıştır.
4-Kırım’ın Fethi: Cenevizlilere ait olan Kefe, Azak ve Menküp kaleleri alındı. Kırım Hanlığı Osmanlılara bağlandı. Böylece Karadeniz bir Türk gölü haline geldiği gibi Doğu ticaret yolu da Osmanlıların eli-ne geçmiştir.
5-İtalya (Otranto) Seferi: İtalya’daki Napoli Krallığı Osmanlılara karşı düşmanca bir siyaset izliyordu. Ayrıca bu bölge alındığında Venedik daha rahat kontrol edilebilecekti.1480 yılında ele geçirilen kale Fatih’in ölümüyle tekrar Napoli krallığına geçti.

OSMANLILARDA YÖNETİM, ASKERİ TEŞKİLAT VE EĞİTİM
1.OSMANLILARDA YÖNETİM
a-MERKEZİ YÖNETİM
Osmanlı Devleti’nde bütün teşkilat, padişahın mutlak ve ortak olunmaz egemenliğini gerçekleştirmek üzere kurulmuştu. Hükümet, eyaletlerin yönetimi, ordu doğrudan padişahın şahsına bağlı bir bütün olarak teşkilatlandırılmıştı. Bu bütünün merkezinde padişah ve saray teşkilatı bulunuyor ve ülkenin her tarafındaki bütün birimler bu merkezden yönetiliyordu. Devletin payitahtı (yönetim merkezi) İstanbul’du.

1-SARAY
Saray padişahın hem özel hayatının geçtiği, hem de devletin yönetildiği yerdi. İstanbul’un fethinden sonra Topkapı sarayı yönetim merkezi olmuştur. Fatih’in yaptırdığı (1459-1464) Saray, XIX. yüzyılın ortalarına kadar padişahların ikametgâhı olarak kalmıştır.
Topkapı Sarayının toplam alanı 700.000 metrekare idi. Sarayın etrafı 1400 metre uzunluğunda bir surla çevrili idi.
Topkapı Sarayı, genel planı itibariyle iki bölümden oluşuyordu: Enderun denilen iç saray ve etrafı odalardan meydana gelmiş bir galeriyle çevrili avlu olan Birun. Bu iki bölümü Babü’s-saade denilen kapı ayırıyordu. Enderun padişahın özel ha-yatını geçirdiği bölümdü. Buranın özel kısımları, padişahın güvenilir hizmetlilerinin istihdam edildiği odalar (Enderun Mektebi) ve Haremdi.

a-Enderun
1-Enderun Mektebi
Saray, padişahın güvenilir ve yetenekli kullarının yetiştiği, gerekli bilgi ve deneyimleri kazandıktan sonra, yönetim örgütü içinde önemli görevlere getirilecek insanların seçiminin yapıldığı bir merkez, diğer önemli bir özelliğiyle bir okuldu.
Kapıkulu sistemi, Osmanlı Devleti’nde yönetim ve askerlik görevlerinin birbiriyle bütünleşmiş biçimde gerçekleştirilmesini sağlayan ve uygulayıcı kadroları yetiştiren bir organizasyondu. Bunun çalışması kısaca şöyleydi:
Devşirme usulüyle (Osmanlı Devleti I. Murat’tan itibaren Anadolu ve Rumeli’deki Hıristiyan ailelerden, her aileden bir çocuk olmak üzere alınır. Müslüman ailelerin yanında bir süre kaldıktan sonra Acemi ocağına ya da İç oğlanı olarak saray okullarına gönderilirdi. Devşirme ihtiyaç duyuldukça yapılırdı.) Toplanan oğlanlar, acemi ocağına gönderilmeden önce, içlerinden seçilenler, çeşitli saray okullarına gönderilirdi. Bunlara iç oğlanı denirdi. Buralarda sıkı bir eğitimden geçirilen içoğlanları içinden ikinci bir elemeyle belirlenen en seçkinleri Topkapı Sarayı’ndaki Büyük oda ve Küçük odaya alınırlardı. Bu odalar, yaparak ve yaşayarak verilen eğitimin en önemli basamaklarıydı. Amaç, saraya alınanları gerçek bir dindar, devlet adamı, asker ve seçkin nitelikli bir kişi olarak yetiştirmekti. Büyük ve Küçük Oda’da yetişen içoğlanları, yeniden bir seçim sonucu elenerek, Enderun’da padişahın şahsi hizmetine ait odalara alınırlardı. Kalanlar da askeri bölüklerden Silahdarlar Bölüğü’ne verilirdi. Enderun’da hizmet ve eğitim odaları şunlardı: Seferli odası, Kiler odası, Hazine odası ve Has oda.
Bu odaların her birinin başında bir ağa bulunurdu. İçoğlanları buralarda hem hizmet ederler, hem de eğitim ve öğretimlerini sürdürürlerdi. Enderun’da yetişen içoğlanları, daha sonra çıkma denilen bir atama usulüyle Birun’ da ,bu odaların ağaları da taşrada sancakbeyliği makamı gibi önemli görevlerde istihdam edilirlerdi. Enderun, bu yönüyle devlet adamı yetiştiren bir okul durumundaydı.
2-Harem
Enderun’da kadınlar yönünden aynı fonksiyonları yüklenen bölüm haremdi. Topkapı Sarayı’nda ikinci avlunun solunda Divan-ı Hümayun’un arka kısmında yer alan Harem-i Hümayun genellikle Haliç’e nazır çeşitli sofalar, koridorlar, daireler, odalar, çeşmeler ve hizmet binalarından oluşmakta idi.
Harem’in düzeni, çalışma usulleri odalarınkine benziyordu. Başkalfa Kadın’ın yönetiminde yeterince görevlinin bulunduğu Harem’de kadınlar Enderun’un erkekler bölümününkine benzer bir eğitime ve pratik çalışmaya yönelirlerdi. Saraya alınan kadınlar, Harem’deki deneyimleri statülerine göre cariye, şakird, gedikli, usta ve haseki gibi adlarla sıralanırlardı. Eğer padişah tarafından sarayda alıkonulmazlarsa çıkma ile saray dışında görevlendirilen kapıkullarıyla evlendirilirlerdi. Harem halkını, padişah, valide sultan, padişah hanımları, sultanlar, şehzadeler gibi Harem’de hizmet edilenler ve ustalar, kalfalar, cariyeler şeklinde hizmet edenler olmak üzere iki grupta değerlendirmek gerekir. Harem Darü’s-saade Ağası (Harem Ağası-Kara Ağa) tarafından idare edilirdi. Harem Ağası Harem’in dış bölümü ve ihtiyaçlarıyla ilgilenirdi.

b-Birun
Birun, sarayın dış bölümüydü. Padişah bu bölüme açılan Babü’s-saade’de devlet işlerine bakardı. Fatih Sultan Mehmet bu kapının gerisinde Arz Odası yaptırmıştı. Birun’da padişah’ın taşra hizmetine ilişkin teşkilatı yer alıyor-du. Bunlar şunlardı:
Yeniçeriler, Altı Bölük Halkı (KapıkuluSipahileri), Topçular, Cebeciler, Mehterler, Müteferrikalar, çaşnigirler, çavuşlar, Kapıcılar ,seyisler, çakırcılar, darphane eminliği, şehreminliği, Hassa mimarları vb.

2-İSTANBUL’UN YÖNETİMİ

1453’te Fatih tarafından alınan İstanbul, Osmanlı Devleti’nin simgesi haline geldi. İstanbul alındığı zaman, Fatih burayı özenle koruyup geliştirecek önlemler aldı. Şehre Anadolu’nun çeşitli yerlerinden toplu iskân faaliyetlerine girişildi. Böylece yeni semtler oluşturuldu. Devlet adamlarının kurduğu vakıf siteleri yoluyla şehrin çehresi değişti ve Türk kimliği kazandı.
Osmanlılar İstanbul’a Dersaadet,Der-i Aliye, İslambol gibi isimler vermişlerdir. Genel düzen ve güvenliği doğrudan sadrazamın sorumluluğundaydı. İstanbul’un bütün yöneticileri, hangi koldan ve zümreden olurlarsa olsunlar, zümrelerinin en üst derecesinde sayılırlardı. Sadrazam sefere çıktığı zaman İstanbul’da bir sadaret kaymakamı bırakırdı. Adalet işlerine taht kadısı bakardı. Belediye işlerinden Şehremini sorumlu idi. Zamanla İstanbul’un nüfusu arttığı için, iaşesini sağlamak üzere özel önlemler alınmış ve ülkenin birçok yerinin ürünlerinden belirli miktarlar sadece İstanbul’a tahsis edilmişti.


3-DİVAN-I HÜMAYUN

a-Kuruluşu
Osmanlılar başlangıçtan itibaren Divan’ı almışlar ve çalıştırmışlardır. Divan-ı Hümayun sarayın bir parçasıydı. Divan’ın başlıca iki özelliği en üst yönetim örgütü ve en yüksek mahkeme olmasıdır.
Divan,Birun’da Babü’s-saade önünde Divanhane denilen yerde toplanırdı. Fatih kanunnamesine göre ”Divan’da oturmak vezirlerin, kadıaskerlerin, defterdarların ve nişancıların yolu”ydu. Sonradan Divan’a yeni üyeler eklenmiştir. Divan-ı Hüma-yun’da padişaha ait yetkileri kullanmak üzere görevlendirilmiş üç kolun temsilcileri vardı. Bu kolar seyfiye, ilmiye, kalemiye kollarıydı. Bu kollar arasında yetki bakımından ince bir denge vardı ve bu kolların üyesi olan görevliler ,merkezden taş-raya uzanan yönetim, yargı ve maliye kurumlarının yetkilisi olarak işlem yaparlar.
b-Yapısı

1-SEYFİYE(EHL-İ ÖRF)

Padişah örfünün uygulayıcısı olan bir koldu. Diğer bir deyişle yürütme gücünü temsil ediyordu. Divan-ı Hümayun’daki temsilcileri vezirlerdi. Birinci vezir,vezir-i azam veya sadrazam diye adlandırılır ve devlet işlerinde padişahın mutlak vekili sayılırdı.1475’e kadar padişah Divan’a bizzat başkanlık yapmıştır. Ondan sonra bir arz odası inşa edildi. Padişah divan üyelerini burada kabul etmeye başladı. Divan’da görüşülen önemli konulara ilişkin kararlar ancak padişahın onayı ile kesinlik kazanırdı.
Ancak devlet işleyişine ait sıradan işlemler Divan’da kesin karara bağlanırdı.
Vezirler Divan’da rütbece sıralanırlar ve kendilerine kubbenişin vüzera denirdi. Örf kolu,Divan dışında vezir, beylerbeyi, sancak beyi, kapıkulu zabitleri ve neferleri, tımarlı sipahileri olarak devam ederdi. Seyfiyenin iki temel görevi yönetim ve askerlikti.
Yönetim Görevi: Osmanlı yönetim geleneğine göre, eayanın refah içinde yaşayabilmesi, adaletle yönetilebilmesi için, seyfiye kolu içindeki her dereceden görevli bey veya paşa unvanıyla merkezde ve taşrada görev yapıyordu.
Askerlik Görevi: Seyfiye’nin bir görevi de askerlikti. Osmanlı ordusu, devletin diğer kurumlarında olduğu gibi, kapıkulu ve tımar sistemlerinin birleşmesinden bir silahlı kuvvetti. Ordunun ağırlığını kara ordusu oluşturmaktaydı. Ancak erken tarihlerden itibaren Osmanlılar denizcilikte de önemli faaliyetler yürütmüşlerdir.


2-İLMİYE

Osmanlı Devleti’nde ikinci önemli kol ilmiye sınıfıydı. İlmiye sınıfı,medreselerden yetişen bilgili kişilerden oluşuyordu. İlmiyenin devlet yönetiminde ve toplum toplum içinde üç önemli görevi vardı:Tedris,kaza ve ifta. Bu üç görevden ilki bilgi aktarma görevi idi. Buna tedris denmiştir. Medreselerde Müderrisler tarafından verilirdi. İkinci görev, kaza görevi idi. Kaza aslında hükümdara ait olan bir yetki idi. İlmiye bu yetkiyi onun adına kullanıyordu. Kaza, İslam hukukuna göre hüküm verme görevidir. Bu kaza görevi iki boyutluydu. Boyutunun ilk yönü, kişiler arasındaki anlaşmazlıkları “fasl”etmek, yani çözümlemekti. Bu bakımdan kaza yetkisini kullanan kadı ,bir yargıçtı. Kazanın ikinci boyutu, kamu düzeni ile ilgiliydi ve bakımdan kadılar yönetim konusunda da büyük yetkilerle donatılmışlardı. Osmanlı kanununa göre,”bey,kadı hükmü olmaksızın icraatta bulunamaz, kadı da hüküm verdikten sonra hükmün yerine getirilmesini bizzat kendisi yapamazdı. ”İlmiye mensuplarının üçüncü görev alanı ,ifta; yapılanların şeriata uygun olup olmadığı konusunda fikir beyan etme yetkisiydi. Bu yetkiye sahip olana müftü (şeyhülislam) denirdi. Müftüler, kendilerine başvurulması durumunda herhangi bir işlemin veya eylemin din kuralla-rına uygun olup olmadığına dair fetva verirlerdi.
Şeyhülislam ve ilmiye mensuplarının özlük işlerini yürüten kadıaskerler, Divan-ı Hümayun’un üyesi olan ilmiye men-suplarıydı. Müderris, kadı veya müftü aynı kol içinde olan görevlilerdi. Bu sebeple bir ilmiye mensubu bu görevlerden herhangi birini yapabilir, isterse zaman içinde birinden diğerine geçebilirdi.
Kadıların yönetim açısından görevleri şunlardı: Miras, ticaret ve nikâh işlemlerini karara bağlarlardı. Yönetici olarak kadının kendi hüküm bölgesinde bütün görevliler üzerinde denetim yetkisi vardı. Hükümdardan gelen emirleri halka duyururdu. Vergilerin toplanmasında etkiliydi.
Kadının en büyük yardımcısı naib idi. Naibler bilhassa nahiyelerde kadı adına hüküm verirlerdi. Bazı büyük kazalarda miras işlemlerini yürütmek üzere kassam denilen görevliler bulunurdu. Mahkemelerde ayrıca kadıya bağlı olarak çalışan muhzırlar vardı. Bunlar davalıları mahkemeye getirmek ve hüküm sonrasında davacının hakkının alınmasında kendisine yardımcı olmak gibi önemli bir görevi yerine getirirlerdi. Kamu davası niteliğini taşıyan davaların suçlularını kadı huzuruna getirmek görevi, bir örf mensubu olan subaşıların görevi idi.
Müderris, kadı ve müftülerin özlük işlerini kadıaskerler düzenlerdi. Bu bakımdan Rumeli ve Anadolu kadıaskerlerinin kendilerine bağlı ulemanın işlemlerini kayd ettikleri ruzname veya ruznamçe adını taşıyan kayıt defterleri bulunurdu.
Mahkemelerde tutulan kayıtlara sicill-i mahfuz denir ve buna dayanarak kadılar her işlem için bir ilam verirlerdi.

“Kemalpaşazade ilimde mütebahhir ve allame olunca bir ara kendisine bir kibir ve gurur arız olmuş. Öğrencilerinden birisi bu hali ayıplayıp ona bir oyun oynamak istemiş ve bir ders sonrası sormuş:
-Hocam!Bir sualim var;Allah’ın ilmine nispetle kulların ilmi ne kadardır?
-Be hey torlak molla;bu söylediğin teşbih kabul etmez şeydir.
-Öyle de üstadım, farz ederek de mi ölçemeyiz?
Bunun üzerine Kemalpaşazade büyükçe bir kağıda bir yuvarlak çizip içine de küçük mü küçük bir nokta koyarak,
-Bak a molla,demiş, bu daire Allah ilmi olsun, işte kulların bildiği de ancak şu noktacık kadardır.
Molla fırsatı kaçırmayıp taşı gediğine koymuş:
-Hocam, kerem buyurup şu noktanın içinde siz de kendi ilminizi bize gösterseniz!..
Kemalpaşazade o günden sonra böbürlenmeyi bırakıp mütevazi bir alim olarak yaşamış.

Biz hükümlerimizi ayağımızla değil, kafamızla veririz.

III.Selim Devrinde doğruluğu ile tanınmış bir alimi kadı tayin etmek isterler. Kadının ayağındaki kunduralar eski ve yamalı olduğundan kendisini sevmeyenlerden biri:
-Böyle ayağına giyecek bir ayakkabısı olmayan adam kadı yapılır mı?...diye laf edince, kadı ona şu cevabı göndermiş:
-Kendisine söyleyin . Biz hükümlerimizi ayağımızla değil, kafamızla veririz.

3-KALEMİYE

Bu sınıf, Osmanlı idari ve mali bürokrasisini oluşturuyordu. Divan’daki temsilcileri Nişancı ve Defterdardı. Nişancı, tımar sisteminin uygulanmasını sağlayan organizasyonun başındaydı. Ayrıca başta Divan yazışmaları olmak üzere, devlet merkezindeki bütün muamelatı emrindeki katiplerle yürütüyordu. Defterdarlarda maliye alanında aynı fonksiyonları yüklenmişlerdi. Küttab sınıfı, bu özellikleriyle devletin şeriat dışında örf alanındaki kurallarını sıkı sıkıya saklayan gruptu.
Nişancı: Tevki’i de denirdi. Nişancının üstlendiği görevler bakımından iki önemli işlevi vardı. Bunlardan ilki, merkez bürokrasinin her türlü işlemlerini yürütmekti. Bunu kendisine bağlı Reisü’lküttab ve ona bağlı kalemler vasıtasıyla yapıyordu.
Beylikçi Kalemi: Divan kalemi denilen bu kalem, Divan-ı Hümayun’un işleyişi sırasında tutulan kayıtları düzenlerdi.
Tahvil Kalemi: Bu kalem, her kolun yüksek dereceli görevlilerinin özlük (atama, tayin, azil vb.)işleriyle ilgili ferman ve beratları düzenlerdi. Ayrıca tımar sistemi ile ilgili her türlü emirlerde buradan çıkarılırdı.
Ruus Kalemi:Tahvil kalemi dışında kalan devlet görevlilerinin özlük işlerine bakardı.
Amedi Kalemi: Sadrazam ile padişah arasındaki yazılı ilişkilerin, dış ilişkilere ait metinlerin düzenlendiği kalemdi.
Nişancının görev alanına giren ikinci işlevi, merkezde üçüncü hazine sayılan Defterhane-i amire idi. Defterhane’de tımar uygulamasına ait kayıtlat tutulurdu. Defterhane Defter Emini denen bir görevlinin denetiminde idi. Defterhanede yapılan işlemlere göre Mufassal, icmal ve Ruznamçe kalemleri vardı. Merkezdeki defterlerin bir nüshası da eyaletlerde bulunurdu.
Defterdar:Osmanlı Devleti’nde maliyenin sorumlusu idi. Padişah malının vekili idi. Hazinede Defterdarın sorumluluğunda idi. İki hazine vardı. İç hazine,dış hazine. Padişahın özel serveti ve değerli eşyaları iç hazinede saklanırdı. Dış hazine,yöne-tim sorumluluğu sadrazam ve defterdarın üzerinde olan hazineydi. Devlet maliyesini asıl dış hazine ilgilendirmekteydi. İç hazine gerektiğinde başvurulan bir kredi kaynağı durumundaydı. Klasik dönemde Anadolu ve Rumeli olmak üzere iki defterdar bulunurdu. Mali işlemler Defterdara bağlı çeşitli kalemlerce yürütülür-dü. Bunların başlıcaları şunlardı: Ruznamçe kalemi, Maliye Ahkam Kalemi, Tarihçi Kalemi, Gelir-Gider kalemi.”
Osmanlı döneminde, yabancı bölgelerden gelen mektup belgelerin bulaşıcı hastalık tehlikesine karşı özel karışımlarla tütsülenip dezenfekte edildiği ortaya çıktı.
Araştırmacı –yazar Kamil Şahin tarafından yapılan çalışmada ,Osmanlıların yurt dışıdan gelen ya da şüpheli görülen mektup ,belge ve yazışmaların salgın hastalık tehlikesine karşı tütsüleme yoluyla dezenfekte edildiği ve bu işlemler için sterilizasyon merkezleri kurulduğu belirlendi. 18. ve 19. yüzyıllarda “Tahaffuzname” ismi verilen merkezlerde,sterilizasyon işleminde kullanılan ilaç ve maddelerle merkezlerde çalı-şan görevlilerin almış oldukları maaşlar ve diğer masraflar belgelerde ayrıntılı şekilde yer alıyor.

Ç-TAŞRA TEŞKİLATI
1-Tımar ve İltizam Sistemi

Tımar sistemi, bir kısım asker ve devlet görevlilerine belirli bölgelerden vergi kaynaklarının tahsis edilmesi ve buna karşılık olarak onlardan devlet için hizmet beklenmesi usulü idi. Böylece çok işlevli bir uygulama gerçekleştirilmiş oluyordu. Devletin tahsis ettiği, miktarı belirlenmiş vergi kaynağına genel olarak dirlik denirdi. Devlet birçoğu ayni olarak alınmakta olan vergileri toplayıp merkezi hazineye aktarmak gibi ikinci bir işlemden kurtulmuş oluyor ve böylece vergileri kaynağında toplama işlemini görevlilere bırakıyordu. Ayrıca bu görevliler, bir yandan kendilerine vergileri tahsis edilmiş bölgeyi, yani dirlik alanını yöneterek önemli bir örf görevini yerine getiriyor, diğer yandan da çağrıldığı anda besledikleri askerleriyle birlikte savaşa katılıyorlardı. Devlet böylece ordusunun asıl bölümünü bu eyalet atlı askerleriyle oluşturmuş oluyordu. Ayrıca hem yönetici hem de asker olan dirlik sahipleri üreticiyi koruyup kollama yoluyla üretime de katkıda bulunmuş oluyordu.
Osmanlı Devleti’nde tımar sistemi içine yerleştirilemeyen faaliyetlerin gerektirdiği parayı hazineye intikal ettirebilmek için tımar sisteminin yanında bir de iltizam sistemini uygulanmıştır. İltizam usulü, kanunların saptadığı vergileri, yükümlülerden toplama ve devlet hazinesine intikal ettirme görevinin, açık artırma yoluyla ve belli şartlarla havale edilmesi sistemidir. Bu görevi üzerine alan kişiye mültezim denirdi. Mültezim üzerine aldığı görevi yerine getirirken, belli bir miktarı da geçimi için alıkoyardı. Mültezimde aynı tımar sahibi gibi, vergiye konu olan faaliyeti yapan zümreleri ve bölgeyi bu açıdan yöneten kişiydi ve dirlik sahibinin hakları ona da tanınmıştı. Bu bakımdan bu iki uygulama birbirini tamamlıyordu.

2-Askeri-İdari Teşkilat

Askeri-idari teşkilatlanmada, Osmanlı ülkesi önce beylerbeyilik veya eyalet denilen birimlere ayrılmıştır. Beylerbeyilikler, daha alt birim olarak sancaklara, sancaklarda tımar nahiyelerine ayrılmıştır. Bu birimlerin her birinin başına merkezde kapı-kulu sistemi içinde yetiştirilmiş, seyfiyeden birer görevli gönderilmiştir. Askeri-idari örgütlenmede esas nitelik ,bu görevlilerin padişahın yürütme gücünü ve otoritesini temsil etmeleri, yönetici ve askerlik özelliklerini bir arada taşımış olmalarıdır.
Osmanlı klasik döneminde (XV. ve XV.yüzyıl),tımar sisteminin uygulandığı eyaletler saliyanesiz, uygulanmadığı eyaletlerde saliyaneli diye adlandırılmıştır. Saliyaneli eyaletlerde yıllık maktu bir vergi alınıyordu. İşte bu vergiye “yıllık” anlamında saliyanedeniliyordu. Rumeli, Budin, Karaman, Dulkadir, Sivas, Diyarbekir, Erzurum, Halep, Şam, Trablusşam saliyanesiz eyaletlerdendir. Buna karşılık Mısır, Habeş, Bağdat, Basra, Yemen ile Cezayir-i Bahr-i Sefid eyaletlerindeki bazı sancaklarda gelirler ise, doğrudan doğruya devlet hazinesi tarafından çeşitli vergi birimleri halinde her yıl iltizama verilmişti. Bu eyaletlerin yıllık gelirlerinden bir bölümü, beylerbeyi, sancak beyi, askerler ve diğer görevlilerin maaşları için ayrılır,kalan miktar devlet hazinesine aktarılırdı.
Eyalette, merkezdeki Divan-ı Hümayun’un küçük bir modeli olan bir divan bulunurdu. Bu divan beylerbeyinin başkanlığında beylerbeyinin kethüdasından ,paşa sancağının merkezindeki kadıdan, eyaletteki defterdardan ve diğer görevlilerden oluşuyordu.
3-Kaza-i –İdari Teşkilat

Osmanlı ülkesinde eyalet–sancak düzeninin yanında, bir başka açıdan oluşturulmuş birimlerde vardı. Aynı topraklar, askeri-idari sistemden ayrı olarak kaza denilen adli-idari birimlere ayrılmıştı. Oluşturulan kazalar, sancak sınırları içinde veya daha fazla tımar nahiyesinin kapladığı topraklara tekabül eden birimlerdi. Bu birimlerin başına ilmiye sınıfından kadı adlı bir görevli getirilirdi. Kaza sınırları içinde, gerekirse ayrıca kaza nahiyeleri oluşturulur ve bunların başına kaza kadısı tarafından naib gönderilirdi.

4-Taşra Yönetiminde Diğer Görevliler

Taşra yönetiminde yer alan iki temel teşkilatın başında bulunan bey (beylerbeyi,sancak beyi) ve kadı ikilisinin altında, görev bakımından her ikisine bağlı olarak görev yapan çok sayıda görevli bulunuyordu.

Muhtesib: Muhtesibler, esnaf gruplarını sürekli denetlerlerdi. Kanunnamelerde belirtilen nitelikte üretim yapmalarını sağlarlar ve aksine davrananları kadı marifeti ile cezalandırırlardı. Fiyat belirlemesi olan narh ,esnafın narha riayet etmesini sağlamak muhtesibin asıl görevleri arasındaydı.
Kapan Eminleri: Bir kasaba veya şehrin ya da beldenin beslenmesi için çevresinden tarım ürünleri kapan denilen büyük tartıların olduğu pazar yerlerine gelir ve orada perakendecilere satılırdı. Kapana gelen malların adaletli bir şekilde dağıtımının yapılması görevini üstlenen görevlilere kapan emini veya kapan amili denirdi.
Beytülmal Emini: Bir beldede kamuya ait çıkarları korumakla yükümlü olan görevli idi.
Gümrük ve Bac Eminleri: Kasaba ve şehirlerdeki çeşitli sanat ve ticaret faaliyetleri vergiye tabi olduğu için bu vergileri toplamakla görevlendirilmişlerdi.

2. OSMANLILARDA ASKERİ TEŞKİLAT

Humbaracı Ocağı: Bir nevi el bombası olan humbara silahını kullanan ocaktı.
Lağımcı Ocağı: Özellikle kale muhasaralarında toprak altında lağım denilen tüneller açarak, buralara yerleştirdiklerin patlayıcı maddelerle kale fetihlerini kolaylaştıran bir sınıftır.

b-Atlı Kapıkulu Ocakları

Altı Bölük Halkı ( Kapıkulu Sipahileri):Atlı idiler. Yeniçeriler gibi aynı görevi üstlenmişlerdir. Sipah, Silahtar,S ağ Ulufeciler, Sol ulufeciler, Sağ garipler, Sol garipler olmak üzere altı bölükten oluşmuştur.
Deliler ,delice cesaretlerinden dolayı bu adı almışlardır. Deli askeri olmak isteyen bir gencin önce kendisini ispat etmesi gerekirdi. Bayrak adı altında küçük ocaklara ayrılan delilerin birkaç ocağı bir delibaşın emrine verilirdi.
XVI. yüzyıldan itibaran kale azepleri oluşturulmuştu. Bu azepler serhad kulu denilen kuvvetlerin yaya kısmındandı. Yine kale kuvvetlerinden olan süvari gönüllü ve beşliler ise XV. yüzyıldan sonlarında serhad kulu veya yerli kulu denilen yerli halktan teşkil edilmişti. Maaşları bulundukları eyaletin maliyesinden verilirdi. Gönüllülerin amiri gönüllü ağası, beşlilerin ise beşli ağası idi. Bu arada hisar eri veya farisan denilen kale muhafızları da vardı.
Fatih ve II. Bayezit döneminde iyice güçlenen Osmanlı donanması en parlak dönemini Kanuni döneminde yaşamıştır. Mısır’ın fethinden sonra Süveyş’te de bir donanma oluşturulmuştur. Nehirler içinde donanma oluşturulmuştur. Buna ince donanma denirdi (Tuna, Fırat nehirleri vb.). Osmanlı Donanması’nın baş komutanı Kapudan Paşa idi.Kapudan Paşa aynı diğer örfiye (seyfiye) mensupları gibi, bir yandan bir denizci askerdi; ve aynı zamanda Cezair-i Bahr-i Sefid adıyla oluşturulan ve esas itibariyle Ege adalarını içine alan bir eyaletin yöneticisi durumundaydı.
Osmanlı hazinesinden ve tımar sistemi kaynaklarından çeşitli gelirler tersaneye bağlanmıştı.
Osmanlılar, Karamürsel, fırkate, Kırlangıç, Kalita, Kadırga, Baştarda, Mavna, Kalyon gibi çektirme veya yelkenli gemiler kullanmışlardır.
Denizdeki muharip askerlere levend denirdi. Bunun dışında farklı görevlerde çalışan çok sayıda asker vardı.

3.OSMANLI’DA EĞİTİM

a-Mesleki Eğitim

AHİLİK TEŞKİLATI: Anadolu'da 13. yüzyılda yayılmış olan esnaf, zanaatkâr ve işçileri toplayan teşkilattır. Anadolu Selçuklu Devletinin sosyal düzeninin sağlanmasında ve Osmanlı devletinin kuruluşunda etkili olan ahîlik teşkilatı dinî, ahlakî, sosyal ve ekonomik bir nitelik taşıyordu. Ahîlikte her mesleğin bir pîri ve pîr çevresinde toplanan meslek sahipleri vardı. Bu meslek sahiplerinin güven, doğruluk, tövbe ve hidayet gibi kurallara uyma zorunluluğu vardı.
LONCA TEŞKİLATI: Osmanlı toplumunda esnaflar LONCA adı verilen teşkilatlara sahiptiler. Her esnaf muhakkak bir loncaya kayıtlı olur, loncasının koruması ve denetimi altında bulunurdu. Bugünkü tabipler odası, mimarlar odası, şoförler cemiyeti gibi... Dükkan açma hakkına GEDİK denilirdi. Gedik'e sahip olmak için çıraklık, kalfalık yapıp, ustalık belgesini almak gerekirdi. Ustalık belgesi almaya icazet denirdi. İcazet alanlara iş yeri açma izni verilirdi.

b-Saray Eğitimi
Enderun
Saray, padişahın güvenilir ve yetenekli kullarının yetiştiği, gerekli bilgi ve deneyimleri kazandıktan sonra, yönetim örgütü içinde önemli görevlere getirilecek insanların seçiminin yapıldığı bir merkez, diğer önemli bir özelliğiyle bir okuldu.
Kapıkulu sistemi, Osmanlı Devleti’nde yönetim ve askerlik görevlerinin birbiriyle bütünleşmiş biçimde gerçekleştirilmesini sağlayan ve uygulayıcı kadroları yetiştiren bir organizasyondu. Bunun çalışması kısaca şöyleydi:
Devşirme usulüyle (Osmanlı Devleti I.Murat’tan itibaren Anadolu ve Rumeli’deki Hıristiyan ailelerden, her aileden bir çocuk olmak üzere alınır. Müslüman ailelerin yanında bir süre kaldıktan sonra Acemi ocağına ya da İç oğlanı olarak saray okullarına gönderilirdi. Devşirme ihtiyaç duyuldukça yapılırdı.) Toplanan oğlanlar, acemi ocağına gönderilmeden önce, içlerinden seçilenler, çeşitli saray okullarına gönderilirdi. Bunlara iç oğlanı denirdi. Buralarda sıkı bir eğitimden geçirilen içoğlanları içinden ikinci bir elemeyle belirlenen en seçkinleri Topkapı Sarayı’ndaki Büyük oda ve Küçük odaya alınırlardı. Bu odalar, yaparak ve yaşayarak verilen eğitimin en önemli basamaklarıydı. Amaç, saraya alınanları gerçek bir dindar, devlet adamı, asker ve seçkin nitelikli bir kişi olarak yetiştirmekti. Büyük ve Küçük Oda’da yetişen içoğlanları, yeniden bir seçim sonucu elenerek, Enderun’da padişahın şahsi hizmetine ait odalara alınırlardı. Kalanlar da askeri bölüklerden Silahdarlar Bölüğü’ne verilirdi. Enderun’da hizmet ve eğitim odaları şunlardı: Seferli odası,Kiler odası,Hazine odası ve Has oda.
Bu odaların her birinin başında bir ağa bulunurdu. İçoğlanları buralarda hem hizmet ederler, hem de eğitim ve öğretim-lerini sürdürürlerdi. Enderun’da yetişen içoğlanları ,daha sonra çıkma denilen bir atama usulüyle Birun’ da ,bu odaların ağaları da taşrada sancakbeyliği makamı gibi önemli görevlerde istihdam edilirlerdi. Enderun, bu yönüyle devlet adamı yetiştiren bir okul durumundaydı.
Harem
Enderun’da kadınlar yönünden aynı fonksiyonları yüklenen bölüm haremdi. Topkapı Sarayı’nda ikinci avlunun solunda Divan-ı Hümayun’un arka kısmında yer alan Harem-i Hümayun genellikle Haliç’e nazır çeşitli sofalar, koridorlar, daireler, odalar, çeşmeler ve hizmet binalarından oluşmakta idi.
Harem’in düzeni, çalışma usulleri odalarınkine benziyordu. Başkalfa Kadın’ın yönetiminde yeterince görevlinin bulunduğu Harem’de kadınlar Enderun’un erkekler bölümününkine benzer bir eğitime ve pratik çalışmaya yönelirlerdi. Saraya alınan kadınlar, Harem’deki deneyimleri,statülerine göre cariye, şakird, gedikli, usta ve haseki gibi adlarla sıralanırlardı. Eğer padişah tarafından sarayda alıkonulmazlarsa çıkma ile saray dışında görevlendirilen kapıkullarıyla evlendirilirlerdi. Harem halkını, padişah, valide sultan, padişah hanımları, sultanlar, şehzadeler gibi Harem’de hizmet edilenler ve ustalar, kalfalar, cariyeler şeklinde hizmet edenler olmak üzere iki grupta değerlendirmek gerekir. Harem Darü’s-saade Ağası (Harem Ağası-Kara Ağa) tarafından idare edilirdi. Harem Ağası Harem’in dış bölümü ve ihtiyaçlarıyla ilgilenirdi.
c-Askeri Eğitim
İlk zamanlarda Osmanlı askeri kuvvetleri atlı aşiret birliklerinden oluşuyordu. Orhan Bey döneminde yaya ve müsellemler adı ile bir ordu kuruldu. I. Murat döneminde de Kapıkulu Ocakları oluşturuldu. Hıristiyan ailelerden alınan çocuklar Türk ailelerin yanına verilirdi. Buradan Acemi Ocağına alınırdı. Acemi Ocağı’nda en başarılı olanlar Enderun Mektebine alınırdı. Diğerleri Kapıkulu Ocaklarına dahil edilirdi. Kapıkulu Ocaklarına alınan askerler pratik bir eğitime tabi tutulurdu. Bu genellikle, keçeye kılıç çalmak ve testiye kurşun sıkmak şeklinde olurdu. Her askeri sınıf bulunduğu sınıfa bağlı olarak pratik eğitim alırdı.
Osmanlı Devleti’nde askeri eğitim kurumu sayılabilecek başka okullar da vardı. Bunlardan biri Cambazhane Mektebiydi. Cambazbaşı denilen bir yönetici ile bir yardımcı ve otuz kadar öğrencisi vardı.
Atlı olan ve savaşlarda padişahın önünde düşmana karşı ilk saldırıya geçen Cambazlara eleman, Acemi Ocağından sağlanırdı.
Osmanlı Devleti’nde askeri mızıka okulunun adı Mehterhane’dir. Orhan Bey döneminden beri var olduğu sanılmaktadır. Mehter Bölüğü’nün barındığı yere Nevbethane denirdi.
Not: II. Mahmut Mehterhane’yi kaldırmış ve Askeri Mızıka örgütünü kurdurmuştur.

d- Medreseler
Medrese, Arapça bir kelime olan, “Derese” türevinden gelmektedir. “İlim öğrenilen yer” anlamına gelir. Medrese teşkilatlı bir kuruluş olup, dershane ve etrafında öğrencilerin kaldığı odalar medreseler bel kemiğini teşkil eder. Kütüphane, imaret, hamam gibi kuruluşlarda medresenin ayrılmaz parçalarıdır. Çoğu zaman cami ve mescid bitişiklerine yapılırdı.
Medreselerin bir de vakfiyesi vardı. Bu vakfiye de medresenin çalışma sisteminden çalışanların günlük yevmiyelerine varıncaya kadar her türlü bilgi yer alırdı. Ayrıca hoca ve talebelerin ihtiyaç ve masrafları da bu vakfiyerden karşılanırdı. (18) Medreselerde “başmüderris” (rektör), “müderris” (profesör), “müfid” (doçent), “muid” (asistan), öğrenciler ise “danişmend, suhte” adıyla anılırdı.
Diğer İslam Devletleri’nde olduğu gibi Osmanlılarda da temel eğitim-öğretim kurumları medreseler idi. Osmanlılar, medreselerini Büyük Selçuklu, Anadolu Selçukluları ve diğer İslam devletlerini örnek alarak kurdular. Kısa zamanda şöhret bulan bu medreselere, İslam dünyasındaki diğer ülkelerden çok sayıda talebe ve âlim akın etmeye başladı.
Osmanlı medreselerinde ilk dönemlerde müderrisler günde 4 ders vermekle yükümlüydüler. Tedrisat, medreselere ve müderrislere göre haftanın en çok üç günü (salı-perşembe-cuma) tatil olmak üzere devam ederdi. (21) Osmanlılarda ilk medrese, 1330’da İznik’in fethini müteakip bir manastır medreseye çevrilmesiyle yine İznik’te Orhan Gazi tarafından açılmıştır. Burası kısa zamanda bilgiler yuvası haline gelmiş, uzun müddet hizmet vermiştir. Davud-i Kayserî (öl. 1350) bu medresenin ilk başmüderrisliğini (rektör) yapmıştır. Ayrıca Orhan Gazi bu medrese için vakıflar tesis etmiştir.
Osmanlılarda ikinci medreseyi Bursa’nın fethini müteakip yine Orhan Gazi döneminde, şehrin en büyük manastırının medreseye çevrilmesiyle (manastır medresesi) Bursa’da açılmıştır. (1335) Osmanlı Devletinin sınırlarının hızla gelişmesine paralel olarak medreseler de aynı hızla artmaya başlamıştır. Orhan Gazi’den sonra sırasıyla I. Murat, Yıldırım Bayezıt, I. Çelebi Mehmet, II. Murat’ın yaptırdığı medreseler izlemiştir. Yine pek çok devlet ricâli medrese ve diğer hayır kurumları açmakta adeta birbirleriyle yarışıyorlardı. Açılan bu medreseler Osmanlılarda bilim ve düşünce hareketini, faaliyetlerini artırıyor, devletin her alanında büyük bir ilerleme ve gelişme kaydetmesini sağlıyordu. Kuruluş döneminin en önemli medreseleri aynı zamanda devletin de başkentliğini de yapmış olan İznik, Bursa ve Edirne medreseleri idi.
Medreselerin doruğa çıkışı ise Fatih’le gerçekleşti. Çağ kapayıp çağ açan Fatih, Fatih Camii yanına Sah-n-ı seman (Semaniye) adını taşıyan sekiz medrese yaptırdı ve sekiz kiliseyi de medrese haline getirdi. Sahn-ı Seman medresesinin programı Ali Kuşçu’yla Mahmut Paşa tarafından hazırlandı. Ayrıca Ayasofya’nın papaz odalarını medreseye çeviren Fatih, buranın başmüderrisliğine de Molla Hüsrev’i getirmişti. Ali Kuşçu ve Hızır Çelebi gibi büyük alimler de burada dersler vermekte idi.
Kanunî Sultan Süleyman’ın Süleymaniye Camii civarında yaptırdığı adıyla anılan medreseler ise Osmanlılarda öğretim yoluyla atılan en büyük adımlardan biri oldu. Burası aynı zamanda İslâm dünyasının en büyük ilim-kültür merkezi haline geldi. İslâm dünyasının diğer bölgelerinden bu medreselere çok sayıda âlim ve talebe akın etti. Bu medreseler darü’l hadis, tıp, tabiiye, riyaziye ve diğer ilimlerin okutulduğu 6 fakülteden ibaretti. Ayrıca sitenin hastahane, imaret, tabhâne, hamam ve müştemilatı da bulunmaktaydı. Sonraki yıllarda bunlara yenileri eklendi. II. Selim zamanında Edirne’de Selimiye, III Murad döneminde III. Murat Medresesi, III. Mehmed devrinde III. Mehmed Medreseleri inşâ edilerek yüzyıllarca bu böyle devam etmiştir.
XVI. yüzyılın sonlarına doğru ise diğer bütün kurumlarda olduğu gibi medreselerde de gözle görülür bozulmalar oldu. Ki nedenleri ise: Medrese Kanunlarına aykırı hareket edilmesi, ilme önem verilmemesi, ilim ehlinin maddî-manevî olarak desteklenmemesi, yeni doğmuş bebeklerin “beşik uleması” müderris olarak atanması, merkezcilik, bencillik, rüşvet ve iltimaslar, (adam kayırma), pozitif bilimlerin medreselerden kaldırılması gibi nedenlerle medreseler ve buna bağlı olarak devletin diğer müesseseleri/kurumları çökmüştür.
Bu medreselerde Davud-i Kayseri, Molla Fenari, Kadizâde Rumî, Ali Kuşçu, Celaleddin Hızır, Zenbilli Ali Efendi, Gelenbevi İsmail, Mirim Çelebi, İbn-i Kemâl, Taşköprüzâde Ahmet, Meşhur Hekim Âhî Çelebi, Kınalızâde Ali, Kanuni’nin meşhur Şeyhülislamı Ebussuud Efendi gibi pek çok âlim yetişmiş ve yine bu medreselerde ders vermişlerdir.
Osmanlı medreselerinde değişik zamanlarda, değişik dersler okutulurdu. Dini ilimlerden Fıkıh, Kelâm, Hadis, Tefsir, Feraiz, Usûl–i Fıkıh; Mantık, Belâgat, Lügât, Sarf, Nahiv, Hendese, Hesap, Heyet (astronomi), Botanik, Tarih, Kimya, Tıp, Felsefe gibi aklî (müspet) ilimler okutulurdu.
Osmanlı medreselerini, umûmî ve ihtisâs (uzmanlık) medreseleri olmak üzere iki ana gruba ayrılırdı.
Dini Kurumlardaki Eğitim
Osmanlı Devleti’nde halkı bilgilendiren önemli kurumlardan biri de cami, tekke ve zaviyelerdir. Bu kurumlar ilk zamanlarda birer öğretim yeri gibi faaliyette bulunmuşlardır.
Osmanlı Devleti’nde esnaf teşkilatı da birer eğitim yeri olarak kabul edilmelidir. Ahilik ve Lonca Teşkilatı günümüzde yaygın eğitim dediğimiz fonksiyonu yerine getirmekteydi. Aynı zamanda mesleki eğitim kurumları da denebilir. Çünkü çırak, kalfa, usta şeklinde bir mesleki eğitim basamakları vardı.
Bir tür esnaf dernekleri olan loncalar, 1912 yılında çıkarılan bir yasayla tamamen kaldırılmıştır.
Osmanlı Devleti’nde eğitim-öğretim konusunda mahallerin de rolü vardır. Mahaller, bilgi iletişiminin gerçekleştiği yerlerden biridir. Mahallelerdeki bu bilgi aktarımı duruma göre Mahalle mekteplerinde yapılırdı. Bu mektepler camilerim içerisinde ya da yakınındaydı.

AVRUPA TARİHİ-I (1300-1600)
A-Feodalitenin Çözülüşü ve Merkezi Krallıkların Kurulması
Avrupa Yeniçağ denilen dönemin başında, Ortaçağ’ın siyasi, sosyal ve ekonomik özelliklerini tamamen değiştirecek bir sürece girmişlerdir. Ferdin bütün özellikleriyle ön plana çıkması, feodalitenin siyasi bir sistem olmaktan çıkması ve milli monarşilerin kurulması, papa-krallar mücadelesinin kralların lehine sonuçlanması, milli monarşilerin kurulmasıyla günümüz Avrupa milletlerinin oluşum sürecinin başlaması, iktisadi faaliyetlerin gelişerek önce Avrupa’ya,daha sonra da dünyaya yayılması, Hümanizma ve Rönesans hareketleriyle günümüz Avrupa düşüncesinin ortaya çıkması, Reform hareketleriyle Katolik kilisesinin etkisini kaybetmesi ve yeni mezheplerin ortaya çıkması,Katolik kilisesinin kendini yeniden düzenlemesi Yeniçağda ortaya çıkan gelişmelerdir.
Bu birbirine bağlı gelişmelerin başında XV. yüzyıl içinde milli monarşilerin ortaya çıkışı gelir. Haçlı seferlerinden sonra derebeylerin nüfuzu epeyce azalmıştı. Krallar bundan yararlanmaya başladılar. Bu dönemde papaların krallara müdahalesi de engellenmişti. Krallar,hükümranlık haklarını koruyabilmek için daimi ordular kurmaya başladılar. Barutun da ateşli silahlarda kullanmasıyla derebeylerin siyasi hakimiyeti de tamamen yıkıldı. Böylece milli monarşiler iyice güçlendi.
Yüzyıl Savaşları (1337-1453)

İngiltere kralı III. Edward, annesi Isebella'nın ölümü üzerine, Fransa tahtında hak iddia ederek Fransız topraklarına saldırdı. Fransızlar, 1337 yılında İngitere'ye saldırdı ve İngilizleri geri püskürttü.
1414 yılında tahta geçen İngiltere kralı V. Henry tekrar Fransa topraklarına saldırdı ve Paris'e kadar ilerledi. Bu savaşlarda, İngiltere tarihte ilk defa savaş topu kullandı.

B-Teknolojik Gelişmeler
a-Barutun ateşli silahlarda kullanılması: Özellikle feodalitenin yıkılmasında etkili olmuştur. Ordularda daha güçlü hale gelmişlerdir.
b-Pusulanın icadı ve Gemicilik Sanatının İlerlemesi: Yeni ticaret yollarının bulunmasına, ticaretin gelişmesine ve coğrafi keşiflere yol açmıştır.
c-Kağıt ve Matbaanın Geliştirilmesi: Daha fazla kitabın basılmasına, okuma ve yazmanın artmasına, bilim ve edebiyatın çabuk yayılmasına, dolayısıyla yeni fikirlerin gelişmesine ve buna paralel olarak Hümanizma, Rönesans ve Reform hareketlerine yol açmıştır.


C-Avrupa’nın Yayılması(Coğrafi Keşifler)


DÜNYADA DEĞİŞİKLİK YAPMAK İSTEYENLER,İLK DEĞİŞİKLİĞİ ÖNCE KENDİNİZDE YAPIN.

Ç-RÖNESANS
Kelime anlamı yeniden doğuş demek olan Rönesans, geniş anlamıyla,XV. ve XVI.yüzyıllarda Batı Avrupa’da edebiyat, sanat ve bilim alanında meydana gelen gelişmeleri ifade eder.


Rönesans hareketleri İtalya’da başlamıştır. Bunda İtalya’nın coğrafi konumu dolayısıyla değişik kültür ve medeniyetlerle ve bilhassa İslam medeniyetiyle ilişki kurmasını sağlamıştır. İtalya’nın siyasi birlikten yoksun olması dolayısıyla geniş bir hürriyet ortamının bulunması tarihinin eski olması, ekonomik durumunun iyi olması, dini bir merkez olması da Rönesans’ ın İtalya’da başlamasında etkili olmuştur.
Rönesans, Hümanizma ile başlamıştır. Hümanizma, Eski Yunan ve Latin kültürünü en yüksek kültür örneği olarak alan ve Ortaçağ’ın skolastik düşüncesine karşı Avrupa’da doğup gelişen felsefe, bilim ve sanat görüşü, insanlık sevgisini en yüce amaç ve olgunluk sayan bir doktrindir. Rönesans. Roma’nın dini bir merkez olması dolayısıyla yapılan ziyaretler ve İtalya savaşlarının etkisiyle diğer Avrupa ülkelerine de yayılmıştır.

Meşhur tıp üstadı Falcon, son demindeyken etrafında toplanan meslektaşlarına :
-Ölümüme üzülmeyin, dedi arkamda üç tane büyük hekim bırakıyorum.
Başucundaki doktorlar hemen ağzından çıkacak isimleri işitmek için heyecanla üzerine eğildiler.
Falcon saydı: “Su, hareket, perhiz!”

HUKUK ALANINDA GELİŞMELER

I.Murat’tan itibaren “Ülke hanedanın ortak malıdır” anlayışının yerini “Ülke padişah ve oğullarının “anlayışı almıştır. Osmanlı Devleti’nin temel aldığı iki hukuk sistemi vardı. Bunlar şer’i ve örfi hukuktur. Kaza, İslam hukukuna göre hüküm verme görevidir. Bu kaza görevi iki boyutluydu. Boyutunun ilk yönü ,kişiler arasındaki anlaşmazlıkları “fasl”etmek, yani çözümlemekti. Bu bakımdan kaza yetkisini kullanan kadı ,bir yargıçtı. Kazanın ikinci boyutu, kamu düzeni ile ilgiliydi ve bakımdan kadılar yönetim konusunda da büyük yetkilerle donatılmışlardı.
Osmanlı kanununa göre, ”bey, kadı hükmü olmaksızın icraatta bulunamaz, kadı da hüküm verdikten sonra hükmün yerine getirilmesini bizzat kendisi yapamazdı”. Örfi hukuk ise şer’i hukuk kurallarına uymak kaydıyla eski Türk geleneklerinden gelen ve fethedilen yerlerdeki devam eden kurallardan oluşurdu. Padişahların ağzından yazılan örfi kanunlar fermanlar aracılığıyla duyurulurdu. Osmanlı Devleti’nde kanunların yazılı hale gelmesi Fatih döneminde başlamıştır. Bu kanunlara Kanunname-i Ali Osman adı verilmiştir. Kadıların yönetim açısından görevleri şunlardı: Miras, ticaret ve nikah işlemlerini karara bağlarlardı. Yönetici olarak kadının kendi hüküm bölgesinde bütün görevliler üzerinde denetim yetkisi vardı. Hükümdardan gelen emirleri halka duyururdu. Vergilerin toplanmasında etkiliydi.
Kadının en büyük yardımcısı naib idi. Naibler bilhassa nahiyelerde kadı adına hüküm verirlerdi. Bazı büyük kazalarda miras işlemlerini yürütmek üzere kassam denilen görevliler bulunurdu. Mahkemelerde ayrıca kadıya bağlı olarak çalışan muhzırlar vardı.
Bunlar davalıları mahkemeye getirmek ve hüküm sonrasında davacının hakkının alınmasında kendisine yardımcı olmak gibi önemli bir görevi yerine getirirlerdi. Kamu davası niteliğini taşıyan davaların suçlularını kadı huzuruna getirmek görevi, bir örf mensubu olan subaşıların görevi idi.


Bilim ve Teknoloji

Osmanlı Devleti’nde bilim alanındaki çalışmalar İznik Medresesi’nin açılmasıyla başladı. Bu medrese , Selçuklu medreselerinin devamı niteliğindeydi. İlk müderrisi Kayserili Davud idi. Osmanlı’da ilk tıp medresesi de Yıldırım Bayezit tarafından Bursa’da kurulmuştu.
Fatih döneminde tıp alanında büyük bilim insanları yetişti. Bunlardan Sabuncuoğlu Şerefeddin Türkçe’ye tercüme ettiği eser, Cerrahiyetü’l Haniye çok ünlüdür. Ayrıca Mücerrebname adlı tedavide kullanılan malzemeleri anlatan eseri de vardır. Fatih döneminde bilim hayatında önemli gelişmeler oldu. Bunun başlıca sebebi, Fatih’in, bilim adamlarına saygı göstermesi, onları takdir etmesi, bilim adamları arasında, dini ne olursa olsun ayrım yapmaması, açık fikirli olmasıdır. Fatih zamanında yalnız İslami bilimlerde değil, müsbet ilimler sahasında da hayli gelişme görüldü. Sahn-ı Seman medreseleri bu dönemde açılmıştır. Bu dönemin en önde gelen bilim adamı, hiç şüphesiz Ali Kuşcu’dur.
O, Türkiye’de matematik öğretiminin ilk kurucusu sayılır. Dönemin bir başka matematikçisi de Sinan Paşa’dır. Onun meşhur eseri Tazarruat adını taşır. Molla Lütfi,Sinan Paşa ve Müslihiddin Sinan II. Bayezit döneminin matematik bilginleridir. Matrakçı Nasuh matematikle ilgili eserlerini Yavuz Sultan Selime sunmuştur. Osmanlılarda tarih ve coğrafya alanlarındaki ilk eserler Fatih devrinde yazılmıştır.
Tarih alanında Enveri, Amasyalı Şükrüllah, Tursun Bey, Kemal Paşazade, Aşık Paşazade, Hoca Saadettin, Neşri, Mustafa Selaniki ve İdris-i Bitlisi gibi kişiler yetişmiştir. XVI. yüzyılda Kanuni tarafından Süleymaniye Külliyesi’nde diğerlerinden farklı olarak bir de tıp medresesi bulunmaktaydı.
Coğrafya ve astronomi alanında Ali Kuşçu, Piri Reis, Seydi Ali Reis ve Matrakçı Nasuh’un çalışmaları dikkate değerdir. Piri Reis’in eseri Kitab-ı Bahriye, Seydi Ali Reis’in eseri ise Miratü’l Memalik (Memleketlerin Aynası)’tir
XVI. yüzyıldaki matematikçiler astronomi ile de uğraşmışlardır. Takiyüddin Mehmet, Hoca Saadeddin Efendi’nin yardımlarıyla İstanbul’da bir rasathane kurdu (1578). Ne yazık ki bu rasathane uzun ömürlü olmadı. Gökleri incelemenin uğursuzluk getireceği ileri sürülerek yıktırıldı ( 1580).
XVII. yüzyıl bilim hayatında bir durgunluk dönemidir. Toplum hayatında meydana gelen bazı değişmeler hem bilim hayatını, hem de medreseleri etkisi altına aldı.
Devrin bilim adamlarından Katip Çelebi’nin Keşfü’z Zünun, ve Mizanü’l hak fi ihtiyari’l Ehak (En doğrunun seçiminde hak terazisi) adlı eserleri vardır.
XVII. yüzyılda coğrafya alanında eser verenler içerisinde Katip Çelebi ve Evliya Çelebi başta gelir.
Bilindiği gibi, müspet bilimlerde, elde edilen bilgilerin tekniğin gelişmesi için kullanılmasına yol açmıştır. Böylece bilim, teknoloji seviyesinin yükselmesini, teknoloji de hayatın kolaylaşmasını sağlamıştır.
Osmanlıların savaş sanayi alanında gelişmiş bir teknolojileri vardı. Tophane, baruthane, demirhane gibi atölyeler dönemin en gelişmiş tezgâhlarının kullanıldığı yerlerdi.
Gemi yapımı ile ilgili teknoloji, başta İstanbul olmak üzere, diğer yerlerdeki tersanelerde yapılan gemilerde kendini göstermiştir. Bu teknoloji sayesinde Osmanlı Devleti XVII. Yüzyıl ortalarına kadar denizlerdeki üstünlüğünü koruyabilmiştir.

Yazı, Dil ve Edebiyat

Türkler İslamiyet’e girdikten sonra, bu dinin kutsal kitabının yazıldığı Arap alfabesini de benimsediler. Ancak buna birkaç harf ilave ettiler. Osmanlılar, değişik yazışmalarda ve işlerde farklı yazı biçimleri kullandıkları gibi süsleme unsuru olarak da yazıdan istifade etmişlerdir.
Osmanlı Devleti sınırları içinde birçok millet yaşıyor, bunlardan her biri kendi illerini konuşuyor ve bu dillerle ifade edilen kültürlerini yaşıyorlardı. Bununla birlikte devletin resmi yazışma dili Türkçe idi. Din ve ilim dili olarak Arapça, edebi dil olarak da Farsça oldukça yaygındı. Zaten medresede okutulan kitaplar Arapçaydı.
İyi bir eğitim görmüş bir Osmanlı, Türkçe dışında Arapça ve Farsçayı konuşamasa da okuyup yazabiliyordu. Üç dilin ortak kullanımıyla Osmanlıca ortaya çıkmıştır.
Bu dönem edebiyatını Divan Edebiyatı, Halk Edebiyatı ve Tekke Edebiyatı olmak üzere üç bölüme ayırarak incelemek yerinde olur.
Anadolu’da beylikler döneminde yerleşmeye ve yaygınlaşmaya başlayan Divan Edebiyatı, Osmanlıların ilk zamanlarından itibaren gelişmesini sürdürdü. İlk Osmanlı divan şiirinde kaside, gazel, mesnevi ve rubai türleri kullanıldı. Divan şiirinin konusunu aşk, güzellik gibi din dışı ve tasavvuf gibi dini konular teşkil ederdi.
Osmanlı Devleti’nin edebiyatta da en güçlü olduğu dönem XVI. yüzyıl oldu. Bu yüzyılda hem edebi alan genişlemiş hem de bir önceki yüzyıldan daha çok ve büyük üstadlar yetişmiştir. Bunların en ünlüleri Baki ve Fuzuli başta olmak üzere Nesimi, Zati, Hayali, Rahmi ve Yahya Bey’dir.
Türk Halk Edebiyatı, Türklerin Anadolu’ yu yurt edinmelerinden sonra burada da gelişmesine Selçuklular ve Osmanlılar zamanında devam etti. XVI. yüzyılda ellerinde sazlarıyla diyar diyar dolaşan saz şairleri bu yüzyılda isim yapmaya ve şöhret kazanmaya başladılar. Pir Sultan Abdal, Bahşi, Kul Mehmed, Öksüz Dede, Hayali, Köroğlu ve Mahremi bu dönemin en ünlü saz şairleridir.
Halk Edebiyatı için XVII. yüzyıl altın devir olmuştur. Zira Gevheri, Aşık Ömer ve Karacaoğlan gibi en kuvvetli halk şairleri bu dönemde yaşamışlardır.
Tekke Edebiyatı, tekkelerde yetişen ve daha çok dini değerlere ağırlık veren, fakat nazım şeklinde halk edebiyatına yaklaşan şairlerin ortaya koyduğu bir edebiyat türüdür. Tasavvuf Edebiyatı da denen bu edebiyat, Mevlevilik ve Bektaşilik gibi birçok tarikat üyesi şairler tarafından geliştirilmiştir.
En önemli temsilcileri Hacı Bayram Veli, Kaygusuz Abdal, Akşemsettin, Eşrefoğlu Rumi ve Kemal Ümmi’dir. XVI. yüzyılda ise Abdürrahim Tırsi, İbrahim Gülşeni ve Pir Sultan Abdal’dır.

Güzel Sanatlar

Minyatür Sanatı: Osmanlılar resim yerine daha soyut olan minyatürü tercih etmişlerdir. II. Bayezit, Yavuz ve Kanuni dönemlerinde minyatür sanatı gelişmiştir.
Kanuni döneminde İslam minyatür ekollerin etkisiyle edebi eserlerde kitap süslemeleri ön plana çıkar. Bunlardan çok sayıda eser günümüze kadar gelmiştir. Bunlar arasında Matrakçı Nasuh’un tarihi tasvirleri görülür.
Çinicilik: Çini, bir nevi beyaz topraktan yapılan ve fırında pişirilen, üzeri sırlı, keramik işlerine verilen isimdir. Bundan bardak, tabak, testi, vazo, duvar kaplamaları ve süs eşyaları gibi şeyler yapılır.
Çini porselen gibi yarı şeffaf değildir. Işığa tutularak bakıldığı zaman ışık görülmez. Çini’ye ilk zamanlar kaşi denirdi. İlk defa çini tabiri Osmanlılarca kullanılmıştır. Kaşi’nin daha sonradan çini olmasının nedeni, Çin işlerine benzetilmesi ve güzel olmalarıdır.
Mimar Sinan zamanında camilerin duvarlarına kaplanan çinilere kaşi, bunları yapanlara kaşiger denilirdi. Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’da Sarayburnu’nda yaptırdığı köşke Sırça Saray denirken sonradan Çinili Köşk ismi verilmiştir. Çini kaplı bir çok binaya çinili adı verilmekte, çinili hamam, çinili köşk, çinili medrese denilmekte ve bu isim kaşi manasına kullanılarak Kütahya çinisi, İznik çinisi ve çinici adları yayılmış bulunmaktadır.
Ebru Sanatı
Kağıtların üzerine boya ile mermer damarları gibi renkli dalgalar yaparak süslemek. Ciltçilere ve süslemecilere mahsus bir iştir. Osmanlı döneminde bir sanat eseri sayılacak kadar güzel renkli ve şekilli ebrulara rastlanmaktadır. Ebru çeşitleri : Akkase ebru, battal ebru, çifte aharlı ebru, hatip ebrusu.
Kakmacılık
Ahşap, taş, metal üzerine belirli bir desen şekillendirerek açılan oyuklara gümüş, sedef, altın gibi madenlerin gömülerek yapıldığı süsleme sanatıdır.

Osmanlılarda Tezhip
Arapça’da altınlama manasına gelen tezhip sözü yalnız altın yaldızla işlenen işleri ifade etmez. Boyalarla yapılan ince kitap süslemesine de denir. Selçuk Türklerinde hayli ilerlemiş olan bu sanat onlardan Osmanlı Türklerine geçmiş ve 17. asırda en yüksek derecesine ulaşmıştır. Matbaanın Türkiye’de 1729 senesinde İbrahim Müteferrika tarafından tatbikatına kadar bütün önemli el yazmaları tezhiplenirdi. Bu tarihten sonra bu sanat yavaş yavaş yok olmuştur. Osmanlılarda tezhip sanatçılarına müzehhip adı verilirdi.
Ciltçilik
El yazması eserlerin dağılmasını engellemek için yapılan ve çeşitli malzemelerle süslenen sanat ürünüdür.
Hat Sanatı
Osmanlı hat san’atında üslûp arayışı ve ilk teceddüt hareketleri Fâtih Sultan Mehmed devrinde ve İkindi Bâyezîd’in yirmialtı sene süren Amasya vâliliği esnâsında başladı. Bunu, İstanbul’un fethiyle Türk İslâm mefkûresini gerçekleştiren Fâtih’in cihâd-ı ekber olarak îlan ettiği ilim ve güzel san’âtlarda başlattığı hamlelerin netîcesi olarak kabul etmek gerekir. II. Bâyezid şehzâdeliğinde yazı hocası olan Şeyh Hamdullâh'ı talebeleriyle Amasya'dan İstanbul'a dâvet etmiş, kendisine sarayın harem dâiresinde oda ayırmış, timâr vermiş, Mushaf ve kıt'âlar yazdırmak sûretiyle hat san'atında Osmanlı üslûbunun doğmasına sebep olmuştur. Şeyh Hamdullah uzun çileli bir çalışma ve tedkik sonucu yazıda arzu ettiği kemâle ermiş, Osmanlı hat mektebinin temelini atmıştır. Açtığı çığır bütün İslâm âleminde benimsenmiş, hattatların üstâdı kabul edilmiş, Kıbletü'l-küttab nâmiyle yâdedilmiş, bir buçuk asır süren Yâkut üslûbu sona ermiştir.
Süleymaniye Camii’sinin kubbesinin etrafındaki yazıları yazan Ahmet Karahisari ise hat sanatında zirveye çıkmıştır.
Şeyh'in aklâm-ı sitteye bilhassa sülüs ve neshe kazandırdığı seviye, Yâkût Musta'sımî'den sonra en önemli tekâmül merhalesi olarak kabul edilmiştir.
Musıki
Osmanlı mûsikîsi, Osmanlı saray veya halk müzisyenlerinin askerî, dini, klâsik ve folklorik türlerde ürettiği ve toplumun her kesiminde kullanılmış bir sanat olup bir ucu Çin'e, bir ucu Fas'a kadar uzanan 25 asırlık Türk mûsikîsinin yaklaşık 500 yıllık bir bölümünü teşkil eder. Osmanlılar Türk müzik geleneğini devam ettirmişler ve Mehterhane denilen mızıka takımını kurmuşlardı. Sarayın mehter takımı her gün ikindi vaktinde mehter vururdu.
Bestelenen şarkılar sıkı bir alet çalışmasıyla ve kulaktan öğreniliyordu. XV. Ve XVI. Yüzyıllardan zamanımıza beste intikal etmemiştir. Ancak 1724’te ölen Itri Efendi’den az sayıda eser günümüze kadar gelmiştir. II. Selim ve III. Murat’ın saz meclislerine düşkün olduğu da bilinmektedir.
Klasik Dönem Osmanlı Mimarisi
Teknolojide mimarlık başlı başına bir harikadır. Mimar Sinan’ın bilgi birikimi ile teknoloji ürettiği alanlar, bugün ki mimarlık ve mühendislik fakültelerinin pek çok anabilim dallarını içine alacak genişliktedir. İkinci Bayezid döneminden 16. yüzyılın sonuna kadar olan süre, Osmanlı mimarisinin Klasik Dönemi olarak adlandırılır. II.Bayezid ile başlayan bu döneme, aynı zamanda Büyük Külliyeler Devri de denilebilir.
Osmanlı devleti, Fatih Sultan Mehmed’le birlikte imparatorluk niteliği kazanmıştır. Erken dönemde de külliye sayısı hayli çok olmakla birlikte kent planlamasına pek büyük katkıları yoktu. İstanbul’un başkent olmasıyla başlayan dönemin bir ürünü olan Fatih Külliyesi, gerek büyüklüğü gerek planlamasındaki düzenliliği, gerekse kentin dini ve kültürel merkezi oluşu ile Osmanlı mimarisinde bir çığır açmıştır. Daha sonra II. Bayezid’in Edirne, Amasya ve İstanbul’da yaptırdığı külliyeler, bu kentlerin Osmanlı kimliği kazanmasında önemli rol oynamışlardır.
II. Bayezid döneminde, sultanın yanı sıra devlet ileri gelenleri de camiler yaptırmıştır. Ancak bunların sultanların yaptırdığı ve Selatin adı verilen camilerden belli farkları vardır. O kadar büyük boyutta olmadıkları gibi minarelerinin sayısı da biri geçmez. Bu tür camilerden biri de Sultanahmet yakınındaki Firuz Ağa Camii’dir. 1491 tarihli yapı, tek kubbeli namaz mekanı ve üç gözlü, kubbeli son cemaat yeri ile tek kubbeli camilerin tipik bir örneğidir.
16. yüzyılın ilk yarısında İstanbul-Bağ-dat yolu üzerinde, ordunun bir günlük yürüyüş sonunda dinlendiği yerlerde Menzil Külliyeleri yapılıyordu. Bunlardan biri de İstanbul’dan sonra ilk menzil olan Gebze’deki Çoban Mustafa Paşa Külliyesi’dir. 1522'de yapımına başlayan külliye çevresinde bir kentleşmeyi doğurmuştur. Yapının Mimar Sinan’ın eseri olduğu ileri sürülür.
Ama böyle erken bir tarihte henüz bu çaptaki eserleri görülmediği için ancak tamamlanmasında bir süre çalışmış olabilir. Külliyenin tek kubbeli camii ise daha çok Memlük tarzındaki taş süslemesi ile dikkati çeker. Bu malzemenin Mısır’dan getirildiği ileri sürülür. Gerek içeride gerekse dışarıda kakma taş tekniğinde geometrik süslemeler yer almaktadır.
Süleymaniye Camii iki yarım kubbelidir. Eksen üzerindeki yarım kubbeler ana kubbeyi desteklemekte, bu da yanlardaki küçük kubbeler ve kemerlerden oluşan bir sistem ile dengelenmektedir.
Bu şema Ayasofya modelini akla getirir. Ama Ayasofya’da hiçbir zaman sağlanamamış olan statik denge, Süleymaniye Camii’ndeki en başarılı özelliklerinden biridir. Bu arada, caminin büyük depremler geçirmesine rağmen önemli bir hasara uğramadığını, oysa Ayasofya’nın kubbesinde zaman zaman çökmeler ve büyük çatlamaların olduğunu da hatırlamak gerekir.
Mimar Sinan küçük ölçülerdeki yapılarda da çok başarılıdır. Üsküdar’daki Şemsi Paşa Külliyesi bunu kanıtlayan bir örnektir. Bir mimarın medrese, cami ve türbeden oluşan külliyeyi dar bir alanda nasıl bu kadar olumlu biçimde yerleştirebildiğine şaşmamak olanaksızdır. Bir yapının mütevazi ölçülerde olması, hiçbir zaman sanatçının işi küçümsemesine neden olmamıştır.
Edirne’deki Selimiye Camii Mimar Sinan’ın başarılı sanat yaşamını noktalar. 1575 tarihli yapı kentin yüksekçe bir yerindedir. Günümüzde ise kent tarafından daha iyi görünebilmesi için önüne bir meydan açılmıştır. Selimiye Camii’nin kubbesi de sekiz dayanağa oturtulmuştur. Bu yapıda mekanın hemen hemen tümü tek bir kubbe altında toplanmıştır. Bu örneğe, Osmanlı mimarisindeki en görkemli kubbe denilebilir.
Selimiye Camii, merkezi mekanın en başarılı örneklerinden biri olarak dünya mimarlık tarihi literatürüne geçmiştir. Yapı yalnız Türk mimari-sinin değil, dünya mimarisinin de baş yapıtlarından biridir. Caminin içinde ferah ve aydınlık bir atmosfer vardır.

Osmanlılarda Oyun, Eğlence ve Şenlik
Türklerin çok değişik eğlence türleri vardır. Osmanlılarda dinlenme ve eğlenme biçimlerinden birisi mesire yerlerine gitmekti. Türk hamamları da hem yıkanma ve rahatlama hem de eğlence ve sohbet yerleriydi. Türkler kahve ve kahvehanelerle XVI. yüzyıl ortalarında tanıştı ve kahvehaneler hızla yayılarak sık gidilen ve eğlenilen yerler haline geldi. Tavla ve satranç oynayıp, müzik dinlenilen kahvehanelerde, şairler ve edebiyatçılarda sohbet etmek için buluşuyorlardı.
Osmanlı Türklerinin eğlence hayatında meddah, orta oyunu ve karagöz gibi seyirlik oyunların da önemli bir yeri vardı. Bu eğlencelerin dışında, büyük esnaf bayramları da yapılırdı.
Osmanlı Devleti’nde spor, daha çok gözü pek savaşçılar yetiştirmek amacıyla gelişmişti. Okçular tekkesi, pehlivanlar tekkesi gibi kuruluşlar Türkiye’deki ilk ciddi spor kuruluşları kabul edilebilir. Ayrıca külliyelerde “zorhane” adı verilen ve beden eğitimi ile ilgili çalışmaların yapıldığı bölümler vardı. Enderun’da da aynı eğitim yapılırdı. O dönemde, spor yapma yerine, idman ifadesi kullanılırdı.
Düzenli bir biçimde yapılan ve biraz da dansa benzeyen bir tür eskrim oyunu vardı ki, buna matrak denirdi. Osmanlılar kayak sporu ile de ilgilenmişlerdir. Kayak, sınırlarda görev yapan akıncıların kış aylarında kullandıkları önemli bir araçtı.


II. BAYEZİD DEVRİ(1481-1512)

1-Cem Sultan Olayı

Kardeşi II. Bayezid’le taht mücadelesine girişen Cem Sultan başarılı olamayarak ilkinde Memluklere, ikincisinde de Rodos Şövalyelerine sığındı. Avrupa’ya götürülen Cem Sultan orada hayatını kaybetti(1495)
Sonuçları: a-Avrupa Cem Sultan’ı Osmanlı aleyhine baskı unsuru olarak kullandı. b-Osmanlı Devleti’nin batıdaki fetihleri zayıfladı.
c-İspanya’da katliamlara uğrayan Müslümanlara yardım yapamadı. d-Osmanlı-Memluk savaşına yol açtı.

2-Boğdan seferi(1484)
II.Bayezid Boğdan üzerine sefere çıkarak Kili ve Akkerman kalelerini ele geçirdi.

3-Osmanlı-Memluk ilişkileri
Fatih döneminde Hicaz su yolları ve Dulkadiroğulları beyliğinin himayesi dolayısıyla gerginleşen ilişkiler aşağıdaki sebeplerden savaşa dönüştü:
a-Memluklerin Cem Sultanı ve Karamanoğullarını korumaları
b-Memluklerin Dulkadiroğullarının iç işlerine karışmaları
c-Fatih’e gönderilen hediyelere el koymaları(o sırada Fatih ölmüştü)
1485¬-1491 arasında süren savaşta her iki tarafta ağır kayıplar verdi. Yapılan antlaşmayla Tarsus ve Adana topraklarının Hicaz evkafına (vakıflar) ait olduğu kabul edildi.

4-Osmanlı-Venedik ilişkileri
1499’da sefere çıkan Osmanlı donanması İnebahtı, Modon, Koron ve Navarin kalelerini aldı. Ayrıca Venedik donanması yenilerek Ayamavra ve Kefalonya adaları da geri alındı. Alınan yerler Osmanlı’da kalmak şartıyla antlaşma sağlandı(1502).

5-Osmanlı-İran ilişkileri
1501 yılında Safevi Devleti’ni kuran Şah İsmail siyasi amaçlarla Anadolu’da Şii propagandası yapmaya başladı Bunun sonucunda Anadolu’da Şahkulu isyanı başladı.Ayaklanma zorlukla bastırıldı.(1511)

Not: II.Bayezid döneminde İspanya’da Katolikler birleşerek Müslüman ve Yahudilere soykırım uygulamaya başladılar. Bunun sonucunda Türk denizcileri Müslüman Arapları Afrika’ya, Yahudileri de Selanik’e taşıdılar (1492).

1-Şehzadeler mücadelesi
Kardeşlerinin hala taht iddiacısı olduğunu gören Yavuz,üzerlerine yürüyerek onları ortadan kaldırdı.
2-Doğu siyaseti
Yavuz Sultan Selim’in temel amacı İslam dünyasında birliği sağlamaktı. Bunun için Türkistan’a kadar ulaşmak istiyordu. Batıdaki devletlerle yapılmış antlaşmaları yenileyerek doğuya yöneldi. Doğudaki faaliyetleriyle oğlu Kanuni’nin Avrupa ve Akdeniz’deki faaliyetlerine zemin hazırladı.

3-İran Seferi(1514)
Sebepleri: Şah İsmail’in şii propagandası yaptırarak Anadolu’yu ele geçirmek istemesi
1514’te Çaldıran’da yapılan savaşta İran ordusu yenilgiye uğratıldı.
Sonuçları: a- Doğu ve Güneydoğu Anadolu Osmanlı egemenliği altına girdi. b- Safevi tehlikesi önlendi.c-Tebriz-Halep ve Tebriz-Bursa İpek Yolu Osmanlı denetimine girdi. d- İdris-i Bitlisi’nin gayretleriyle Diyarbakır, Bitlis ve Mardin alındı ve Diyarbakır eyalet merkezi oldu. Dulkadiroğullarına son verilmesi(1515)
İran seferinden dönerken Dulkadiroğulları üzerine yürünmüş ve yapılan Turnadağ Savaşı’yla bu beyliğe son verilmiştir. Böylece Maraş ve çevresi Osmanlı topraklarına katılmış, bu durum Memluklerle Osmanlının arasının açılmasına yol açmıştır.

4-Mısır seferi(1516-1517)

Sebepleri: a-Yavuz’un İslam dünyasını birleştirmek istemesi b-Memluklerin Safevilerle anlaşmaları
c-Dulkadiroğulları topraklarının Osmanlının eline geçmesine Memluklerin tepki göstermesi d-Baharat Yolu dolayısıyla Mısır’ın zengin bir bölge olması e-Portekiz’in Hint Okyanusu’nda etkili olması f-Daha önceki padişahlar dönemindeki problemler
1516 yılında Mercidabık savaşıyla Suriye, Filistin ve Lübnan bölgesi Osmanlıların eline geçti.1517 yılındaki Ridaniye savaşıyla Mısır ele geçirilerek Memlüklere son verildi.

Sonuçları: a-Suriye, Filistin, Lübnan ve Mısır ele geçirildi. b-Hicaz Osmanlılara bağlandı c-Halifelik Osmanlılara geçti. d-Osmanlı Devleti İslam dünyasının lideri durumuna geldi. e-Baharat Yolu Osmanlılara geçti. Fakat Ümit Burnu Yolu’nun bulunması önemini azalttı. f- Venedik, Kıbrıs adası için ödediği vergiyi Osmanlılara ödemeye başladı. g-Kuzey Afrika için bir üs elde edilmiş oldu. h-Doğu Akdeniz Osmanlı egemenliğine girdi. ı-Kutsal Emanetler İstanbul’a getirildi.
İYİ OLMAK KOLAYDIR, ZOR OLAN ADİL OLMAKTIR.
Viktor Hügo

D-REFORM
Reform, kelime olarak yeniden düzenlemek, yeni şekil vermek anlamına gelir. Geniş anlamıyla, XVI. yüzyılda Almanya’da başlayan ve daha sonra diğer Avrupa ülkelerine yayılan dini alandaki yeniliklere denir.

Reform düşüncesi ilk defa Almanya’da Martin Luther tarafından ortaya atıldı. Daha sonra diğer Avrupa ülkelerine yayıldı.1555 Ogsburg antlaşmasıyla yeni ortaya çıkan Protestanlık serbest bırakıldı.1598’de ilan edilen Nant Fermanı ile de Fransa’da Kalvenizm serbest bırakıldı. İngiltere’de Kral VIII.Henri İngiliz kilisesini kendisine bağlayarak Anglikan kilisesini kurmuştur. İskoçya’da Kalvenizm kabul edildi. Buna Presbiteriyan adı verilmiştir.

NOT:Osmanlı ülkesinde yaşayan halk inanç ve din konularında serbest oldukları ve Osmanlı Devleti’nin halkı kilisenin suistimallerinden koruduğu için Reform hareketlerinden etkilenmemiştir. Kaldı ki Osmanlı egemenliğinde yaşayan Hristiyanlar Ortodoks idi. Reform hareketleri Katolik kilisesinde oluşmuştur

DÜNYANIN EN ZOR ŞEYLERİNDEN BİRİ, HERKESİN DÜŞÜNMEDEN SÖYLEDİĞİNİ DÜŞÜNEREK SÖYLEMEKTİR. EmilChartier

II.BAYEZİD DEVRİ(1481-1512)

1-Cem Sultan Olayı

Kardeşi II.Bayezid’le taht mücadelesine girişen Cem Sultan başarılı olamayarak ilkinde Memluklere ,ikincisinde de Rodos Şövalyelerine sığındı. Avrupa’ya götürülen Cem Sultan orada hayatını kaybetti(1495)
Sonuçları:a-Avrupa Cem Sultan’ı Osmanlı aleyhine baskı unsuru olarak kullandı. b-Osmanlı Devleti’nin batıdaki fetihleri zayıfladı.
c-İspanya’da katliamlara uğrayan Müslümanlara yardım yapamadı. d-Osmanlı-Memluk savaşına yol açtı.

2-Boğdan seferi(1484)
II.Bayezid Boğdan üzerine sefere çıkarak Kili ve Akkerman kalelerini ele geçirdi.

3-Osmanlı-Memluk ilişkileri
Fatih döneminde Hicaz su yolları ve Dulkadiroğulları beyliğinin himayesi dolayısıyla gerginleşen ilişkiler aşağıdaki sebeplerden savaşa dönüştü:
a-Memluklerin Cem Sultanı ve Karamanoğullarını korumaları
b-Memluklerin Dulkadiroğullarının iç işlerine karışmaları
c-Fatih’e gönderilen hediyelere el koymaları(o sırada Fatih ölmüştü)
1485¬-1491 arasında süren savaşta her iki tarafta ağır kayıplar verdi.Yapılan antlaşmayla Tarsus ve Adana topraklarının Hicaz evkafına (vakıflar) ait olduğu kabul edildi.

4-Osmanlı-Venedik ilişkileri
1499’da sefere çıkan Osmanlı donanması İnebahtı, Modon, Koron ve Navarin kalelerini aldı. Ayrıca Venedik donanması yenilerek Ayamavra ve Kefalonya adaları da geri alındı. Alınan yerler Osmanlı’da kalmak şartıyla antlaşma sağlandı(1502).

5-Osmanlı-İran ilişkileri
1501 yılında Safevi Devleti’ni kuran Şah İsmail siyasi amaçlarla Anadolu’da Şii propagandası yapmaya başladı .Bunun sonucunda Anadolu’da Şahkulu isyanı başladı. Ayaklanma zorlukla bastırıldı.(1511)

Not: II.Bayezid döneminde İspanya’da Katolikler birleşerek Müslüman ve Yahudilere soykırım uygulamaya başladılar. Bunun sonucunda Türk denizcileri Müslüman Arapları Afrika’ya,Yahudileri de Selanik’e taşıdılar (1492).

OKUMAYI ÖĞRENMEK EN GÜÇ SANATTIR. Goethe

YAVUZ SULTAN SELİM DEVRİ(1512-1520)


1-Şehzadeler mücadelesi
Kardeşlerinin hala taht iddiacısı olduğunu gören Yavuz, üzerlerine yürüyerek onları ortadan kaldırdı.

2-Doğu siyaseti
Yavuz Sultan Selim’in temel amacı İslam dünyasında birliği sağlamaktı. Bunun için Türkistan’a kadar ulaşmak istiyordu. Batıdaki devletlerle yapılmış antlaşmaları yenileyerek doğuya yöneldi. Doğudaki faaliyetleriyle oğlu Kanuni’nin Avrupa ve Akdeniz’deki faaliyetlerine zemin hazırladı.

3-İran Seferi(1514)

Sebepleri: Şah İsmail’in şii propagandası yaptırarak Anadolu’yu ele geçirmek istemesi
1514’te Çaldıran’da yapılan savaşta İran ordusu yenilgiye uğratıldı.
Sonuçları: a- Doğu ve Güneydoğu Anadolu Osmanlı egemenliği altına girdi. b- Safevi tehlikesi önlendi.c-Tebriz-Halep ve Tebriz-Bursa İpek Yolu Osmanlı denetimine girdi. d- İdris-i Bitlisi’nin gayretleriyle Diyarbakır,Bitlis ve Mardin alındı ve Diyarbakır eyalet merkezi oldu. Dulkadiroğullarına son verilmesi(1515)
İran seferinden dönerken Dulkadiroğulları üzerine yürünmüş ve yapılan Turnadağ savaşı’yla bu beyliğe son verilmiştir. Böylece Maraş ve çevresi Osmanlı topraklarına katılmış, bu durum Memluklerle Osmanlının arasının açılmasına yol açmıştır.

4-Mısır seferi(1516-1517)
Sebepleri: a-Yavuz’un İslam dünyasını birleştirmek istemesi b-Memluklerin Safevilerle anlaşmaları
c-Dulkadiroğulları topraklarının Osmanlının eline geçmesine Memluklerin tepki göstermesi d-Baharat Yolu dolayısıyla Mısır’ın zengin bir bölge olması e-Portekiz’in Hint Okyanusu’nda etkili olması
f-Daha önceki padişahlar dönemindeki problemler
1516 yılında Mercidabık savaşıyla Suriye,Filistin ve Lübnan bölgesi Osmanlıların eline geçti.1517 yılındaki Ridaniye savaşıyla Mısır ele geçirilerek Memluklere son verildi.
Sonuçları: a-Suriye,Filistin,Lübnan ve Mısır ele geçirildi. b-Hicaz Osmanlılara bağlandı c-Halifelik Osmanlılara geçti. d-Osmanlı Devleti İslam dünyasının lideri durumuna geldi. e-Baharat Yolu Osmanlılara geçti.Fakat Ümit Burnu Yolu’nun bulunması önemini azalttı. f-Venedik,Kıbrıs adası için ödediği vergiyi Osmanlılara ödemeye başladı.g-Kuzey Afrika için bir üs elde edilmiş oldu. h-Doğu Akdeniz Osmanlı egemenliğine girdi. ı-Kutsal Emanetler İstanbul’a getirildi.

KANUNİ SULTAN SÜLEYMAN DEVRİ(1520-1566)
ÖNEMLİ OLAYLARI

İÇ İSYANLAR
Canberd Gazali,Yavuz tarafından Şam valiliğine atanmıştı.Kanuni’nin batıda uğraşmasından yararlanarak isyan etmiş,fakat başarılı olamamıştır (1521).
İkinci vezirlikten vezir-i azamlığa getirilmeyen Ahmet Paşa vali olarak gönderildiği Mısır’da isyan etti.Fakat isyanı bastırıldı(1524).
Safevi etkisiyle vergilerin ağırlığını bahane ederek isyan eden Baba Zünnun başarılı olamadı (1527).
Kalender Çelebi tarafından Maraş çevresinde çıkan isyanda kısa sürede bastırıldı (1527.)
BATIDAKİ FAALİYETLER

Kanuni tahta geçtiğinde doğu da ciddi bir sorunla karşılaşmadı. Bu sebeple ilk önce batıyla ilgilendi. Bu sırada Avrupa’da;Venedik eski gücünü kaybetmiş, Portekiz ve İspanya onun yerini almıştır. Macaristan’ın yanında Avusturya Arşidükalığı ortaya çıkmıştır. Kutsal Roma-Germen imparatorluğu Osmanlı Devleti’nin en güçlü rakibi haline gelmiştir.

1-Osmanlı-Macar İlişkileri

a-Belgrad’ın fethi(1521)
Macar kralı, akrabası olduğu Kutsal Roma-Germen imparatoru Şarlken’e güvenerek vergisini ödemediği gibi,giden Osmanlı elçisini de öldürttü.Bunun üzerin sefere çıkan Kanuni, şehri karadan ve nehirden kuşatarak ele geçirdi.
Sonuçları:Osmanlı Devleti, Avrupa’ya yapacağı seferler için bir üs elde ettiği gibi, Macaristan yolu da açıldı.

b-Mohaç Meydan savaşı(1526)
Sebepleri:Belgrad’ın fethiyle Osmanlı Macar ilişkileri bozulmuştu. Ayrıca Macar kralı akrabası olan Şarlken’e güvenerek düşmanca hareket ediyordu. Bu sırada Şarlken’e esir düşen Fransa kralı Fransuva da yardım istemişti.
Sefere çıkan Kanuni, Mohaç ovasında Macar ordusunu büyük bir bozguna uğrattı. Macar kralı Layoş(II.Lui)savaş meydanında öldü.
Sonuçları:1- Macaristan’ın fethiyle birlikte Orta Avrupa da Osmanlı egemenliğine girdi.2-Macaristan Osmanlı Devleti’ne bağlı bir krallık haline getirildi.3-Osmanlı Devleti Avusturya ile karşı karşıya geldi.

2-Osmanlı-Avusturya ve Almanya ilişkileri

a-I.Viyana Kuşatması(1529)
Sebebi:Avusturya Arşidük’ü Ferdinand’ın akrabalık dolayısıyla hak iddia ederek Budin’i işgal etmesi
Kanuni,bunun üzerine sefere çıkarak Budin’i ele geçirdikten sonra,Viyana’yı kuşattı. Kış mevsiminin yaklaşması ve kuşatma toplarının getirilmemesi dolayısıyla kuşatma kaldırıldı.
b-Almanya seferi(1532)
Sebebi:Avusturya Arşidük’ü Ferdinand’ın Macar kralı olarak tanınmasını istemesi ve Budin’i kuşatması.
Bu olay üzerine sefere çıkan Kanuni’nin karşısına çıkmaya Şarlken ve Ferdinand cesaret edemediler. Sefer sonunda Avusturya barış istedi.İstanbul Antlaşması yapıldı.Buna göre;
1-Avusturya Macaristan işlerine karışmayacak
2-Avusturya Arşidük’ü protokolde Osmanlı sadrazamına eşit sayılacak
3-Osmanlı Devleti’ne elinde bulundurduğu Macar toprakları için 30.000 altın vergi ödeyecekti.
Not:Bu antlaşmayla Avusturya Osmanlı üstünlüğünü kabul etmiş oldu.
c-Macar(Avusturya) seferi(1541)
Sebebi: Macar kralının ölmesi üzerine Ferdinand’ın Budin’e saldırması
Sefere çıkan Kanuni Budin’i aldığı gibi Macar topraklarını yeniden düzenledi.
1-Budin Beylerbeyliği(Güney Macaristan) 2-Erdel beyliği(Orta Macaristan) 3-Kuzey Macaristan(Avusturya’nın elinde)
d-Zigetvar seferi(1566)
Avusturya’nın vergilerini ödememesi ve düşmanca tavırları dolayısıyla sefere çıkan Kanuni,Zigetvar kalesini kuşattı.Fakat Zigetvar’ın fethini göremeden vefat etti.

3-Osmanlı-Fransa İlişkileri

Kanuni daha önce Fransa Kralı’nın yardım isteği ile Macar seferine çıkmış,esaretten kurtulmasını sağlamıştı.Fransa kralı Fransuva bu kez Kanuni’den bazı imtiyazlar istedi.Fransızların Kapitülasyon,Osmanlıların İmtiyazat-ı Mahsusa(Uhud-u Atika)dedikleri antlaşma yapılmıştır.(1535)
Kanuni’nin Kapitülasyonları tanımasının amacı,Avrupa Hıristiyan birliğini bozmak,Akdeniz limanlarını canlandırmak,Fransız limanlarından da faydalanarak Osmanlı ticaret mallarını Avrupa’ya aktarmak.
Tanınan ayrıcalıklar şunlardır:a-Fransız ticaret gemileri Osmanlı sularında serbestçe dolaşabilecekler,istedikleri limanlara girebilecekler. b-Fransız tüccarlardan daha az vergi alınacak c-Fransız tüccarları arasındaki davalara Fransız mahkemeleri bakacak d-Türklerle Fransızlar arasındaki davalara Türk mahkemeleri bakacak,ancak bir tercüman bulundurulacak. e-Osmanlı ülkesinde ölen Fransız tüccarın malları varislerine kalabilecek. f-Aynı haklardan Türk tüccarları da Fransa’da yararlanacak.g-Antlaşma hükümdarlar sağ kaldıkları müddetçe yürürlükte kalacak.
Not:Kapitülasyonlar,1740 yılında I.Mahmut zamanında sürekli hale getirildi.1838 yılında yapılan Balta Limanı Antlaşmasıyla kapitülasyonlar özellikle İngiltere lehine genişletilmiştir.

4-Doğu Avrupa’daki Gelişmeler
II.Bayezid döneminde 1489 tarihinde Lehistan ile bir ticaret antlaşması yapıldı.II.Bayezid aynı dönemde Rus tüccarlarına da Karadeniz’de ticaret yapma hakkı tanımıştır. Rusya devletinin temelleri de bu dönemlerde atılmıştır.
5-Avrupa Devletleri’nin Siyasi Münasebetlerinde Osmanlı Devleti’nin Rolü

Osmanlı Devleti Avrupa’nın siyasi hayatında etkin yerini korumuştur. Avrupa devletleri kendi aralarındaki münasebetlerde Osmanlıyı dikkate almışlardır. Fransız kralının Alman esaretinden kurtulmasında ve kapitülasyonların verilmesinde , Reform hareketleri sırasında Osmanlı Devleti’nin etkinliğini görüyoruz.

II. Bayezid, büyük hat sanatkarı Şeyh Hamdullah’ın sanatına olan hürmetinden ve sevgisinden dolayı, hat üstadının yazı meşk ederken hokkasını tutup, rahat etsin diye onun sırtını yastıkla beslemiştir.

DENİZLERDEKİ FAALİYETLER
1-Rodos’un fethi (1522)
Sebebi:Adayı ellerinde bulunduran Sen Jan Şövalyele-rinin Mısır ve Suriye ile Anadolu arasındaki deniz ticaretini engel-liyorlardı. Ayrıca Hacı gemilerine ve Anadolu kıyılarına saldırıyor-lardı.
Karadan ve denizden kuşatılan kale ele geçirildi.Rodos’un fethiyle Suriye ve Mısır ile Anadolu arasındaki deniz yolu güvenlik al-tına alındı.Ege Denizi Osmanlı Devleti’nin denetimine girdi.
Not:Rodos’un fethiyle Sen Jan Şövalyeleri Malta adasına taşındılar
2-Barboros Hayrettin Paşa’nın Osmanlı Hizmetine Girmesi (1534)
Cezayir’den İstanbul’a çağrılan Barboros Kaptan-ı Deryalığa getirildi. Cezayir de Osmanlı Devleti’nin bir eyaleti oldu.
3-Preveze Deniz Savaşı(1538)
Sebepleri:a-Osmanlı Devleti ile Avusturya ve Roma-Germen imparatorluğu arasındaki rekabet b-Ege’de Venedik hakimiyetine son verilmesi,İspanya ve İtalya kıyılarının vurulması c-Akdeniz’de Osmanlı etkisinin giderek artması
Venedik,Ceneviz,Malta,İspanya ve Portekizlilerden oluşan Haçlı donanması Korfu açıklarında, Pre-veze’de büyük bir boz-guna uğratıldı.
Sonuçları:a-Akdeniz bir Türk gölü haline geldi b-Venedikliler Osmanlı Devleti ile tazminat ödeyerek barış yaptılar c-Vene-dikliler,Dalmaçya kıyılarında ve Mora’da bazı adaları Osmanlı-lara bıraktılar.

“1300’lü yıllarda Gırnata (Granada)’da Yusuf Ebu’l Hallac tarafından yaptırılan, bir üniversitenin giriş kapılarından birinin nefis kitabesinde şunlar okunmaktadır;

“Dünya hayatı şu dört şey üzerinde dayanıp durur.”
1-Hikmet sahiplerinin taşıdığı ilim; 2-Yetkili kimselerin göstereceği adalet; 3-İyi ve salih kimselerin duası;
4-Yiğitlerin cesareti;
4-Barboros Hayrettin Paşa’nın Fransa’ya Yardımı(1543)
Almanya ile mücadele halinde olan Fransa’ya Barboros komutasındaki Osmanlı donanması yardım etmiştir.
5-Trablusgarp’ın Alınması(1551)
Şarlken’in Sen Jan Şövalyelerine verdiği ada Turgut Reis tarafından fethedildi.
6-Cerbe Deniz Savaşı(1560)
Cerbe adası kıyısında yapılan savaşta Turgut Reis, Andrea Dorya komutasındaki Haçlı donanmasını ağır bir yenilgiye uğrattı.
7-Malta seferi(1565)
Sebepleri: Sen Jan Şövalye-lerinin Osmanlının Kuzey Afrika topraklarını ve Akdeniz’in güvenliğini tehdit etmeleri
Kuşatma sırasında Turgut Reis’in şehit olmasıyla,kuşatma kaldırıldı.
8-Hint Deniz seferleri(1538-1553)
Sebepleri: a-Portekizlilerin Ümit Burnu yolunu bularak,Baharat Yolu’na buraya çevirmeleri b-Portekizlilerin Hindistan’ daki Müslüman tüccarlara zarar verme-leri c-Gücerat hükümdarının Portekizli-lere karşı yardım istemesi d-Osmanlıların Hint deniz ticaret yolunu açmak ve ele geçirmek istemeleri.
Dört deniz seferi düzenlendi,fakat amacına ulaşamadı.
Osmanlı Devleti’nin bu seferlerde başarılı olamamasının sebepleri şunlardır:
a-Hindistan’daki Müslüman devletlerin Osmanlılara yardım etmemeleri b-Osmanlı gemilerinin okyanus şartlarına dayanıklı olmamaları c-Seferlerin daha çok yardım amacıyla yapılması ,askeri ve siyasi amaç güdülmemesi d-Osman-lı devlet adamlarının bu seferlerin eko-nomik önemini kavrayamamaları.
Sonuçları:a-Yemen,Eritre ve Sudan sahilleri ile Habeşistan’ın bir kısmı Osmanlı topraklarına katıldı. b-Kı-zıldeniz Osmanlı denetimine girdi.

DOĞUDAKİ FAALİYETLER
Osmanlı-İran ilişkileri
Çaldıran Savaşı’ndan sonra belli bir dönem Anadolu’daki faaliyetlerini askıya alan Şah İsmail, Kanuni dönemin-de faaliyetlerine yeniden başladı. Onun ölümünden sonra Şah Tahmasb da aynı politikayı sürdürdü.
1-Birinci İran(Irakeyn) seferi(1534)
Sebebi: Safevilerin Anadolu’da el altından şii propagandasına devam etmeleri ,Osmanlı aleyhine Avusturya ile antlaşmaya çalışmaları ve sınırdaki bazı çatışmalar
Sefere çıkan Kanuni Tebriz,Van ve Bağdat’ı ele geçirdi.
2-İkinci İran seferi(1548)
Sebebi:Şah Tahmasb’ın daha önce ele geçirilen Tebriz,Van ve Nahcivan’ı geri alması
Sefere çıkan Kanuni Van ve Tebriz’i geri aldı.
3-Üçüncü İran(Nahcivan) seferi(1554)
Sebebi: Şah Tahmasb’ın Muş’a kadar iler-lemesi ve Erzurum’u kuşatması Kanuni yeniden İran üzerine yürüyerek Nahcivan,Erivan ve Karabağ’ı ele geçirdi.
Sefer dönüşü Amasya’da kışlayan Kanuni’ye elçi gönderen Şah Tahmasb barış istedi.Bu antlaşmaya göre;Bağdat,Tebriz ve Doğu Anadolu Osmanlılarda kalacak.
Sonucu: Amasya Antlaşması Osmanlı Devleti ile İran arasında yapılan ilk resmi antlaşmadır. İran seferleri ile Osmanlı Devleti Basra Körfezine kadar ulaştı. Bağdat gibi önemli bir şehir ele geçirildi.
HALK İÇİNDE MUTEBER BİR NESNE YOK DEVLET GİBİ, OLMAYA DEVLET CİHANDA BİR NEFES SIHHAT GİBİ.
Kanuni Sultan Süleyman

SOKOLLU DEVRİ(1564-1579)

Kanuni’nin son iki yılında, II.Selim devrinin tamamında ve III.Murat döneminin ilk yıllarında sadrazamlık yapmıştır.Bu dönemde yönetim daha çok Sokollu’nun elinde olduğu için bu döneme Sokollu Dönemi denmiştir.
1-Sakız adası’nın alınması(1566)
Sakız adasının Cenevizlilerden alınmasıyla Batı Anadolu kıyılarının güvenliği sağlanmış oldu.
2-Yemen’in yeniden alınması(1568)
Zeydiye ailesinden Mutahhar’ın isyanı bastırılarak, Yemen tekrar Osmanlı Devleti’ne bağlandı.
3-Endonezya seferi(1569)
Kuzey Sumatra’daki Müslüman Açe Devleti’nin Portekizlilere karşı yardım istemesi üzerine askeri ve teknik
yardım yapılmıştır.
4-Kıbrıs’ın fethi(1571)
Sebepleri:a-Akdeniz ticaretinin güvenliğini sağlama düşüncesi b-Kıbrıs’ın Osmanlı egemenliğindeki Anadolu,
Mısır ve Suriye sahillerine yakın olması c-Kıbrıs’ta üstlenen şövalyelerin Osmanlı ticaret gemilerine saldırması
d-Venediklilerin Kıbrıs için ödedikleri vergileri kesmeleri e-Kıbrıs’ın Venediklilerde bulunmasının Osmanlıların
Akdeniz egemenliğini tehdit etmesi
Sokolu’nın Kıbrıs’ın fethine Haçlı seferine yol açar endişesiyle karşı çıkmasına rağmen, II.Selim’in isteğiyle karar verilmiştir. Vezir Lala Mustafa Paşa komutasındaki donanma bir yıl süren savaştan sonra adayı fethetti.
Sonuçları:a-Doğu Akdeniz tamamen Osmanlı egemenliğine girdi b-Mısır ve Suriye yolunun güvenliği sağlandı.
c-Venedikliler Doğu Akdeniz’den çıkarıldı. d-İnebahtı Deniz savaşına ortam hazırladı.
Not:Akdeniz kıyılarındaki Alanya,Silifke,Tarsus ve Sis(Kozan)sancakları bağlanarak Kıbrıs bir eyalet haline getirildi.


5- İnebahtı Deniz savaşı(1571)
Kıbrıs’ın fethi üzerine Avrupa devletleri Papa’nın kışkırtmasıyla Osmanlılar aleyhinde birleştiler. Haçlı donan-
ması İnebahtı Körfezi’nde Osmanlı donanmasını yaktı. Fakat yıkılan donanma altı ay içerisinde yenilendi. Venedik
barış istemek zorunda kaldı.
Not:Bu savaşta Osmanlı denizci kaynağı ölümler dolayısıyla kurumuştur.Daha sonraki başarısızlıklarda bunun büyük payı vardır.
6-Tunus’un fethi(1574)
Kılıç Ali Reis komutasındaki donanma tarafından fethedilmiştir.
Not:1574 yılında II.Selim’in ölümüyle yerine III.Murat geçmiştir.II.Selim sefere çıkmayan ilk padişahtır.
7-Lehistan’ın Osmanlı himayesine alınması(1575)
Osmanlı Devleti verasetine karışarak kendi adayının kral olmasını sağladı. Erdel Beyi Baturi Lehistan kralı oldu.
Bu himaye 1587 yılına kadar devam etti.
8-Fas’ın Osmanlı himayesine alınması(1578)
Osmanlı kuvvetleri Vadi’s Seyl savaşıyla Portekiz’i Fas’tan çıkardılar. Böylece Fas’ta Osmanlı himayesi başladı.
Not:Bu savaştan sonra Portekizliler Hint Deniz Yolu üzerindeki etkinliklerini İngiltere ve Hollanda’ya kaptırdı-
lar.
9-İngiltere’ye Kapitülasyon verilmesi(1580)

10-Don-Volga ve Süveyş Kanalı projeleri(1568-1569)
Don-Volga projesinin amaçları:a-Orta Asya Türkleri ile ilişki kurmak b-Rusya’nın güneye inmesini ve büyümesini önlemek c-Hazar denizine geçerek İran savaşlarında donanmadan yararlanmak d-İpek Yolu’nu canlandırmak
Rusya’nın saldırıları, Kırım hanının projeye destek vermemesi ve yapılan çalışmaya yeterince özen gösterilmemesi sebebiyle başarı sağlanamadı.
Süveyş Kanalı projesinin amaçları:a-Akdeniz ticaretini canlandırmak b-Güney Asya’daki Müslümanlar üzerin- deki Avrupalı baskısını kaldırmak c-Portekiz’in Hint Okyanusu’ndaki faaliyetlerini önlemek
Bunun dışında İznik Gölü,Sakarya Nehri,Sapanca Gölü ve Marmara Denizi arasında kanal açılması da düşünülmüştür.
Not: Sokollu’nun ölümüyle(1579)Yükselme döneminin sona erdiği, Duraklama döneminin başladığı kabul edilir.

BİZ SİZDEN KIBRIS’I ALMAKLA KOLUNUZU KESTİK, SİZ BİZİ İNEBAHTI’DA YENMEKLE SAKALIMIZI TIRAŞ ETTİNİZ.KESİLEN KOL YERİNE GELMEZ AMA, SAKAL DAHA GÜR BİRŞEKİLDE YERİNE GELİR.
Sokollu Mehmet Paşa

1- XVII.YÜZYILDA AVRUPA, ASYA VE OSMANLI DEVLETİ’NİN DURUMU

 AVRUPA’NIN GENEL DURUMU

XVII. yüzyılda Avrupa Devletlerinde yönetim şekli olarak kralların hakim oldukları mutlak monarşi yönetimi görülmektedir. Feodalite rejiminin yıkılmasından sonra Avrupa’da milli monarşiler kurulmuştu. Özellikle İngiltere ve Fransa’da krallar iktidara engel olan unsurları ortadan kaldırarak güçlerini artırmışlardır.
Coğrafi Keşiflerin etkisiyle ekonomik yönden zenginleşen ve gelişen Avrupa’da İngiltere, Fransa, İspanya, Hollanda, Portekiz gibi devletler bilinmeyen yerlere gitme ve buraları kendi çıkarları için kullanma (sömürgeleştirme) yarışına girdiler. İstanbul’un fethinden sonra yeni ticaret yollar aramaya başladılar.
Uzak Doğu ve Hindistan bölgesi ile Atlas Okyanusu limanları bu dönemde Avrupa Devletlerinin yeni gözde paylaşım bölgeleri olmuştur. Bu paylaşım rekabeti zaman zaman Avrupa devletleri arasında savaşlara neden olmuştur. Otuz Yıl Savaşları
(1618-1648)

ASYA’NIN GENEL DURUMU

XVII. Yüzyılda Rusya, Asya’da güçlü bir devlet olarak ortaya çıkmaya başlamıştır. Altın Orda Devleti’nin yıkılmasıyla ilerleme yolundaki en büyük engeli ortadan kalkan Rusya, Orta Asya’ya doğru yayılmayı amaçlamıştır. Altın Orda Devleti’nin yıkılmasıyla çeşitli hanlıklar ortaya çıkmıştır.
Aynı dönemde Hindistan’da Türk asıllı Babür Devleti yer almaktaydı. Gerek yapmış oldukları mimari eserler gerekse dönemlerinde yazılmış kitaplar Türk kültürünün bölgede günümüze kadar devam edecek şekilde yaşamasını sağlamıştır.

 OSMANLI DEVLETİ’NİN GENEL DURUMU
XVII. yüzyılda bütün Balkan Yarımadası dahil olmak üzere Polonya’nın güneyinden Kafkasya’ya ; Kuzey Afrika ve Habeşistan’dan Mora’ya ve Dalmaçya kıyılarına kadar olan bölge Osmanlı Devleti’nin denetimindeydi.
XVII. yüzyıldaki ayaklanmalarla özellikle merkezi otoritenin zayıflamasının etkileri görülmektedir. Zayıflamanın bir sebebi de I. Ahmet (1603-1617) zamanında getirilen ekber ve erşed sistemiyle tahta geçiş sisteminin değişmesidir. Şehzadelerin sancağa çıkma usulü de kaldırılmıştır.
Şehzadelerin Topkapı Sarayı’nda eğitim görmeleri yönetim tecrübesi kazanmalarını önlemiştir. Bu da devleti yönetmede zorlanmalarına, yönetime saray kadınları, askerler ve bazı devlet adamalarının karışmasına yol açıyordu.

 XVII.YÜZYILDA OSMANLI-AVUSTRYA VE OSMANLI-İRAN İLİŞKİLERİ
a-Avusturya ile İlişkiler

1593-1606 Savaşları
Avusturya ile Kanuni döneminde sağlanan barış ,1593 yılında sınırlarda meydana gelen karşılıklı çatışmalarla bozulmuş ve savaşa dönüşmüştür. Bu savaşta Erdel, Eflak ve Boğdan beyleri Avusturya’nın yanında yer almışlardır.
Kanuni’den sonra ilk kez bir padişah yönetiminde sefere çıkan Osmanlı ordusu III. Mehmet eliyle Eğri kalesini almış, Haçova’da Avusturya ordusunu bozguna uğratmıştır. (1596)
1606 yılında yapılan Zitvatorok Antlaşması ile Avusturya hükümdarı Osmanlı hükümdarı ile eşit sayılmıştır. Avusturya’nın her yıl ödediği vergi kaldırıldı. Eğri, Kanije ve Estergon Osmanlılara bırakıldı. Bu antlaşma ile Osmanlı Devleti’nin Avusturya’ya karşı üstünlüğü dolayısıyla Orta Avrupa’daki üstünlüğü sona erdi.
 a-Osmanlı Devleti’nin Doğu Siyaseti
1577 yılında İran’ın saldırıları sebebiyle Osmanlı-İran ilişkileri bozulmuştur. Osmanlı Devleti’nin iç sorunlarla uğraşması İran’ı harekete geçirmiştir. 1577 yılında başlayan savaşlar 1590 yılına kadar devam etmiştir.
1590 yılında yapılan Ferhat Paşa antlaşması ile doğuda en geniş sınırlara ulaşan Osmanlı Devleti, 1603-1612 ve 1615-1618 Osmanlı-İran savaşlarında Ferhat Paşa (İstanbul ) Antlaşmasıyla kazandığı toprakları kaybetmiştir. 1555 Amasya Antlaşmasındaki sınırlara geri dönülmüştür.(Nasuh Paşa ve Serav Ant.)

A-Bunalımlar ve Üstünlüğü Koruma Çabaları
1-İç Çalkantılar ve İsyanlar

a-İstanbul isyanları
 Maaşlarının zamanında verilmediğini veya ayarı düşük parayla ödendiğini ileri süren Yeniçeriler ve Kapıkulu Sipahileri tarafından çıkarılmıştır. XVII. yüzyılda İstanbul’da çıkan isyanların en önemlileri II. Osman, IV. Murat ve IV. Mehmet dönemlerinde görüldü.

b-Celali isyanları
 Celali isyanlarının ana sebebi ekonomik düzenin bozulmasıdır. İsyanların genel sebeplerinden İstanbul isyanlarının sebeplerini çıkardığımızda diğerleri bu isyanların sebepleridir.

c- Diğer İsyanlar (Eyalet İsyanları )

 Eyalet yöneticilerinin merkezi otoriteden şika-yetçi olmaları ya da bağımsız olma düşüncesi ile ortaya çıkan isyanlardır. Erzurum Valisi Abaza Mehmed İsyanı, Eflak, Boğdan, Erdel,Mısır, Yemen isyanları v.b
 İsyanlar bastırılırken sebeplerine inilemediği için geçici çözümler getirilmiş, isyanların bastırılması şahıslara bağlı kalmıştır.

4.AVRUPA’NIN GELİŞİMİNE SEYİRCİ KALAN OSMANLI

Günümüz Avrupa’sının siyasi, ekonomik, kültürel ve sosyal temelleri XV. yüzyıldan başlayarak atılmaya başlamıştır. Coğrafi Keşifler, Rönesans ve Reform hareketleri Avrupa Devletlerinde köklü değişikliklere yol açmaya başlamıştır. Özgür düşünce ve bilim alanındaki çalışmalar devletlerin gelişmelerine katkı sağlarken bir yandan da aralarında bir yarışın oluşmasına yol açmıştır.
En büyük rekabet Coğrafi Keşiflerle başlayan sömürge rekabetidir. Avrupa’nın pek çok ülkesi Afrika, Asya ve Amerika’da büyük bir sömürge rekabetine girmişlerdir. Bu rekabet sırasında bazı ticaret yolları önem kazanırken bazıları önemini kaybetmiştir.
Avrupa Devletleri arasında devam eden bu rekabet sırasında Osmanlı Devleti etkisiz kalmıştı. Osmanlı Devleti, iç çalkantılar ve dış savaşlar nedeniyle yeni gelişmelerde aktif rol alamıyordu.

a- Coğrafi Keşiflerin Osmanlı Devleti’ne Etkileri

Coğrafi Keşiflerle yeni ticaret yollarının bulunması Osmanlı ülkesinden geçen İpek Yolu ile yeni ele geçirilen Baharat Yolu önemini yitirmişti. Bu sebeple Akdeniz limanları canlılığını kaybetmiş bu da Osmanlı ticaret gelirlerini büyük oranda azaltmıştır. Keşiflerden sonra Avrupa’ya bol miktarda altın ve gümüş girmesi ve bunların Osmanlı pazarlarında kullanılmaya başlamasıyla Osmanlı ekonomisi büyük zarar görmüştür. Piyasalarda pahalılık ve enflasyon yaşanmıştır.
b- Avrupa’ya Tavizler Verilmesi

Avrupalı devletler Coğrafi Keşiflerden sonra zenginleşmeye ve güçlenmeye başladılar. İngiltere ve Fransa’nın denizlerde güçlenmesi ve ekonomik piyasayı ele geçirmesi Osmanlı Devleti’ni bu devletlere karşı yeni ortaklar aramaya yöneltti. Deniz ticaretini canlı tutmak ve ekonomik kayba uğramak istemeyen Osmanlı Devleti Hollanda ile ticari ayrıcalıklar içeren bir antlaşma imzalamıştır.
Gümrük vergilerinin düşürülmesi, ticarette serbestlik içeren bu kapitülasyonlar sonunda vergi gelirlerinde kayıplar oldu. Piyasaya ucuz Avrupa malları hakim oldu. Bu durum Osmanlı üreticisine büyük darbe indirdi. Teknolojilerini yenileyen yenileyen Avrupa devletleri denizlerdeki etkinliklerini de artırmışlar ve Osmanlı denizlerdeki etkinliğini de kaybetmiştir.

C-Yeni Ekonomik Model: Merkantilizm

Bu yeni ekonomik anlayışa göre ülkeler ne kadar çok madene ve paraya hakimse o kadar zengindir. Zengin statüsünde olmak isteyen Avrupalılar iç ve dış ticarete önem verdiler. Bu durum hammadde ve Pazar arayışına yol açmış bu da sömürgeciliği doğurmuştur.
Bu ekonomik modelde amaç uluslararası piyasada etkin olmaktı. Osmanlı Devleti’nin anlayışında ise geçimlik düzeyde bir ekonomik anlayış vardı. Avrupa gelen hammaddeleri yeni teknolojilerle üretip sömürge haline getirdiği pazarlarda satarak zenginleşirken Osmanlı eski ekonomik anlayışını sürdürmüştür. Ayrıca Avrupa mallarının kapitülasyonlar sebebiyle ülkeye girmesinin kolay olması da Osmanlı üreticisini de zor durumda bırakmıştır.

XVII. Yüzyıl Islahatının Amacı ve Özellikleri

XVII. yüzyılda Osmanlı Devleti’nin içinde bulunduğu güç duruma çare bulmak için, ıslahatların yapılması gereği duyulmuştur. Islahatların amacı, devlete eski gücünü kazandırmak, yönetimi, orduyu ve maliyeyi düzeltmekti. Ancak ıslahatlar yüzeysel kalmış, geri kalmanın sebeplerine inilememiştir. Bu sebeple ıslahatlar kalıcı olmamıştır.

II. Osman (Genç) (1618-1622)

Şeyhü’lislamın fetva vermek dışındaki yetkilerini elinden alarak ilmiye sınıfının devlet işlerine karışmasını önlemeye çalışmıştır. Disiplinsizlikleri ve devlet işlerine karışmaları ile ön plana çıkan Yeniçeri Ocağına kaldırmaya çalışmış, bu düşüncesi hayatına mal olmuştur. Fatih’ten sonra ilk defa dışardan evlenerek sarayı halka açmıştır.
Lehistan ile İlişkiler:
1620 yılında Lehistan’ın Boğdan işlerine karışması dolayısıyla çıkan savaş Hotin Antlaşması ile sona ermiş Boğdan’daki Osmanlı egemenliği güven altına alınmıştır.

IV. Murat (1623 - 1640)

Önce Yeniçeri Ocağını disipline etti. Daha sonra Sipahi zorbalarını ortadan kaldırdı. Şiddete dayanan kuvvetli bir disiplin sağladı. İçki ve sigara ve gece sokağa çıkma yasağı ilan etti.
Devlet adamlarından gerilemenin sebeplerini öğrenmek için risaleler istedi. En meşhuru Koçi Bey Risalesi’dir. Fakat yaptığı ıslahatlar kendi dönemiyle sınırlı kalmıştır.

Bağdat Seferi (1638-1639)

1623 yılında İran Bağdat’ı ele geçirmiştir. Tahta geçişinin ilk yıllarında çocuk yaşta olması sebebiyle bu konuyla ilgilenemeyen IV.Murat 1635 yılında yaptığı seferiyle Revan’ı ele geçirmiştir.1638 Bağdat seferiyle de Bağdat İranlılardan geri alın-mıştır. Yapılan Kasr-ı Şirin Antlaşması bugünkü Türk-İran sınırını büyük oranda belirlemiştir. Zağros Dağları sınır oldu.

Tımar Sisteminin Bozulması

Tımar sistemi, bir kısım asker ve devlet görevlilerine belirli bölgelerden vergi kaynaklarının tahsis edilmesi ve buna karşılık olarak onlardan devlet için hizmet beklenmesi usulü idi. Böylece çok işlevli bir uygulama gerçekleştirilmiş oluyordu. Devletin tahsis ettiği,miktarı belirlenmiş vergi kaynağına genel olarak dirlik denirdi.Devlet birçoğu ayni olarak alınmakta olan vergileri toplayıp merkezi hazineye aktarmak gibi ikinci bir işlemden kurtulmuş oluyor ve böylece vergileri kaynağında topla-ma işlemini görevlilere bırakıyordu.
Ayrıca bu görevliler,bir yandan kendilerine vergileri tahsis edilmiş bölgeyi,yani dirlik alanını yöneterek önemli bir örf görevini yerine getiriyor, diğer yandan da çağrıldığı anda besledikleri askerleriyle birlikte savaşa katılıyorlardı. Devlet böylece ordusunun asıl bölümünü bu eyalet atlı askerleriyle oluşturmuş oluyordu. Ayrıca hem yönetici hem de asker olan dirlik sahipleri üreticiyi koruyup kollama yoluyla üretime de katkıda bulunmuş oluyordu. Tımar usulü önemini kaybedince ayanlar iltizam topraklarını da almaya başlamışlar ve böylece hem yönetici ,hem de vergi toplamaya yetkili kişiler konumuna gelmişlerdir.
Tımar sistemi zayıflayınca,eyalet ve sancaklarda yönetici konumundaki paşalar,işleri bu kez kendi kapılarında topladıkları ve adına sarıca sekban,levend denilen askerlere gördürmeye başladılar. Savaş dışında boş kalan bu askerler problemler çıkarmaya başladılar. Celali isyanların çıkışında etkileri olmuştur. Tımar sistemi bozulunca reaya da toprağını terk etmeye başlamıştır. Bunlara çiftbozan denmiştir. Tımar sistemi önemini yitirince reayaya yeni vergiler konulmaya başlamıştır.

İltizam ve Mukataa

Osmanlı Devleti’nde tımar sistemi içine yerleştirilemeyen faaliyetlerin gerektirdiği parayı hazineye intikal ettirebilmek için tımar sisteminin yanında bir de iltizam sistemini uygulanmıştır. İltizam usulü, kanunların saptadığı vergileri ,yükümlülerden toplama ve devlet hazinesine intikal ettirme görevinin, açık artırma yoluyla ve belli şartlarla havale edilmesi sistemidir. Bu sistemde vergi kaynağı olan araziye mukataa bu görevi üzerine alan kişiye mültezim denirdi.
Mültezim üzerine aldığı görevi yerine getirirken, belli bir miktarı da geçimi için alıkordu. Mültezimde aynı tımar sahibi gibi, vergiye konu olan faaliyeti yapan zümreleri ve bölgeyi bu açıdan yöneten kişiydi ve dirlik sahibinin hakları ona da tanınmıştı. Bu bakımdan bu iki uygulama birbirini tamamlıyordu.

3.XVII.YÜZYILDA AVRUPA’DA SİYASİ DURUM
Otuz Yıl Savaşları

Otuz Yıl Savaşı, 1618 ile 1648 yılları arasında yapılan ve Avrupa devletlerinin çoğunun katıldığı savaşlar dizisidir. Temelinde, bir Protestan-Katolik mücadelesi olsa da, savaşan devletlerin çoğu dinsel değil siyasi amaçlar için savaşmıştır. Kutsal Roma Cermen İmparatorluğu'na bağlı prensliklerin farklı taraflarda savaşması sebebiyle bir iç savaş niteliği de taşır. Savaş, 1648 yılında Protestanların zaferiyle bitmiş ve Vestfalya Antlaşması ile savaş sonucunda Almanya’yı oluşturan Kutsal Roma-Cermen İmparatorluğu her biri hükümran olan birçok küçük devlete ayrılmıştır, İmparatorluk makamının yetkileri ise çok kısıtlanmıştır.

Vestfalya Barışı

Otuz Yıl Savaşı'nı bitiren bir dizi antlaşma Vestfalya Barışı olarak bilinir. Vestfalya Barışı ile Augsburg Barışı hükümleri yenilendi ve Kalvenizm Roma Cermen İmparatorluğu’nda kabul edilen mezheplerden biri oldu. Vestfalya ile Kutsal Roma Cermen İmparatorluğu içindeki prenslikler, hemen hemen bağımsız siyasal birimler oldular. Üye devletlerin rızası olmadan İmparator vergi ve asker toplayamayacak, kanun koyamayacak ve savaş ilan edemeyecek olması, İmparator’un siyasal otoritesinin kalmadığını ortaya koyuyordu. Daha sonra Fransız yazar Voltaire’in de söyleyeceği gibi Kutsal Roma Cermen İmparatorluğu artık “ne kutsal, ne Romalı, ne de imparatorluktu”.
Hollanda’nın bağımsızlığı resmen tanınarak Hollanda ile İspanya arasındaki Seksen Yıl Savaşları sona erdi. İsviçre'nin bağımsızlığı tüm taraflarca tanındı. Fransa Metz, Toul ve Verdun'u alarak Almanya'ya doğru genişledi. İsveç de Pomeranya'yı alarak Almanya'ya doğru genişlemiş oldu.

İspanya sömürgelerinin büyük bir kısmını XVII. yüzyılda kaybetti. Hollanda Otuz Yıl Savaşları’nda İsviçre ile beraber bağımsızlığını ilan etti. Avusturya, XVII. yüzyılda gücünü korudu. Lehistan, taht kavgaları ve Rusya’nın genişlemesi sebebiyle gücünü koruyamadı. İsveç, Otuz Yıl Savaşları’nda galip geldi ve gücünü artırdı. Rusya, özellikle Çar I. Petro ile beraber güçlü bir devlet olma yolunda ilerlemeye başlamıştır.
30 Yıl Savaşı, Avrupa’nın gördüğü son büyük din savaşıdır. Habsburglara karşı Protestanları destekleyen Katolik Fransa örneğinde olduğu gibi artık devletlerin çıkarları, dinsel bağlılıklarının önüne geçmiştir. Bu açıdan Vestfalya ile modern diplomasi ve uluslararası ilişkiler esaslarının temelleri atılmıştır.
Artık Avrupa, kendi yasalarına göre davranan, kendi ekonomik ve siyasal çıkarlarını izleyen, istediği tarafta yer alan, ittifaklar kuran ve bozan modern bağımsız devletlerden oluşacaktır. Günümüz devletlerarası sistem Vestfalya ile kurulmuştur.

4.XVII. YÜZYILDA AVRUPA’DA BİLİM VE TEKNİK ALANDAKİ GELİŞMELER

Avrupa’da Rönesans ve Reform ile modern düşünce ortamı oluşurken akıl ön plana çıkmaya başladı. Bu sayede modern bilimin temelleri atıldı. Teknik alanda önemli gelişmeler yaşanmaya başladı. Halk ve yöneticiler bilimsel faaliyetleri takip etmeye başladı. Bilim ve teknik alandaki gelişmeler sanat dallarını da etkiledi. Avrupa’daki skolastik felsefenin yerini özgür düşünce aldı. Bilimsel çalışmaların daha rahat yapılabilmesi için bilimsel akademiler açıldı.
Yapılan bilimsel çalışmalar sonunda bu dönem, Akıl Çağı olarak nitelendirilmiştir. Bu dönemdeki çalışmalar Avrupa’da sanayinin hızla gelişmesini sağladı. Gelişen sanayi bir sonraki yüzyılda yaşanacak olan Sanayi İnkılabı’nın da zeminini hazırlamıştır. Sanayisi gelişen Avrupa devletleri, dünya siyasetinde daha sözü geçen bir güç haline geldi.

İlmi ve Teknolojik Gelişmeler

Keşiflerin ve sömürgeciliğin sağladığı zenginlik, ilmi araştırmalar için daha çok para harcanması imkanını getirdi.
Modern bilimim temeli atıldı.
Araştırmalar, daha çok pratik bilgiler çevresinde yoğunlaştı.
Teknolojik uygulamalar, halkın günlük yaşayışını yakından ilgilendirmeye başladı. Bilimin milletlerarası boyutu genişledi. Müspet bilimlerin gelişmesi hızlandı. Bacon ve Newton gibi bilim adamlarının bilim metodundaki çalışmaları bilim hayatının canlanmasında önemli rol oynadı.

IV. MEHMET DÖNEMİ ISLAHATLARI

Tarhuncu Ahmet Paşa

Tarhuncu maliyeyi düzeltmek için miri mal kimde ise hazineye aldı. Yersiz verilmiş görevleri kaldırdı. İltizam ve dirlik sisteminde düzenlemelere gitti. Bu çalışmalar bazı kişilerin çıkarlarına dokundu. “Şehzade Süleyman’ı padişah yapmak istiyor” diyerek, IV.Mehmet’e duyurunca , Tarhuncu Ahmet Paşa idam edildi.

Köprülü Mehmet Paşa

Tarhuncu Ahmet Paşa’nın öldürülmesinden sonra, yine iç karışıklıklar çıkmış, Venedikliler Çanakkale Boğazı’nı kapatmışlardı. Devletin bu güç anında, sadrazamlık Köprülü Mehmet Paşa’ya önerildi. Köprülü bu görevi belirli şartlarla kabul etti.

Bu şartlar şunlardır:
 Sunacağı önerilerin kabul edilmesi
 Devlet memurlarının atanmasında ve görevden alınmasında, kendisine baskı yapılmaması
 Sadrazamlık görevine hiç kimsenin karışmaması
 Kendisi ile ilgili bir şikayet olursa, soruşturma yapılmadan cezalandırılmaması

İlkönce iç durumu düzeltti. Yönetim konusunda ihmalleri görülenleri cezalandırdı. Sipahilerin ayaklanmalarını Yeniçerilerin yardımıyla bastırdı. Devletten haksız yere alınan paraları keserek hazineye koydu. Bozcaada ve Limni’yi alarak ,Çanakkale Boğazı’nı Venedik kuşatmasından kurtardı.
 Girit’teki orduya yardım gönderdi. Erdel isyanını bastırdı. Halep Valisi Abaza Hasan Paşa isyanını bastırıp, isyancıları idam ettirdi.
 Köprülü Mehmet Paşa “Köprülüler Dönemi” diye anılan dönemi başlatmıştır
Köprülü Fazıl Ahmet Paşa

Köprülü Fazıl Ahmet Paşa, orduyu düzenledi ve özellikle topçu sınıfına özel önem verdi.Bütçe açığını gidermeye çalıştı. 1664 Vasvar Ant-laşması ile Avusturya Savaşlarına son verdi. Girit’e giderek Kandiye kalesini alarak Girit’in fethini tamamladı.Lehistan’la yapılan Bucaş Antlaşması ile Podalya’yı Osmanlı topraklarına kattı.Osmanlı Devleti’ni hemen hemen XVI. Yüzyıldaki gücüne ulaştırdı.

XVII. Yüzyıl Islahatlarının Genel Özellikleri

 Kişilere bağlı kalmıştır.
 Nedenleri araştırılmadan sorunlara çözüm arandığı için kalıcı çözümler bulunamamıştır.
 Avrupa’daki gelişmeler takip edilememiştir.
 Yapılan ıslahatlar daha çok askeri alanda yapılmıştır.
 Islahatlara yeniçeriler, devlet adamları, saray kadınları ve ulema engel olmaya çalışmıştır.
 Baskı ve şiddet yolu ile devlet otoritesi sağlanmak istenmiştir. Ancak bu yol, ıslahatların halk tarafından benimsenmesine engel olmuştur.

IV. MEHMET DÖNEMİ SİYASİ OLAYLARI

Venedik ile İlişkiler: Osmanlı Devleti daha önceki yıllarda Ege adalarını Venedik’ten almıştı. Girit hala Venedik’in elinde idi. Ada stratejik konumu ile Akdeniz’deki Osmanlı hakimiyetini tehdit ediyor, korsanlara da sığınaklık teşkil ediyordu. 1645-1669 yılları arasında devam eden seferlerle ada ele geçirildi. Böylece Doğu Akdeniz’ deki Osmanlı hakimiyeti güçlendirildi. Ancak Osmanlı deniz gücünün, Avrupa denizciliğine göre geri kaldığı da anlaşılmıştır.

Osmanlı –Avusturya İlişkileri
1663-1664 Savaşları

Erdel Beyi Rakoçi’nin isyan etmesi, Avusturya’ya sığınması ve Avusturya’nın Erdel işlerine karışması üzerine sefere çıkan Fazıl Ahmet Paşa Avusturya’yı yenilgiye uğrattı ve Uyvar kalesini ele geçirdi.
1664 yapılan Vasvar Antlaşması ile Uyvar ve Neograt kaleleri Osmanlılarda kalacak Avusturya Erdel işlerine karışmayacaktı. Bu seferle Türk gücü Avrupa’da yeniden hissedildi.

Lehistan’la İlişkiler
1672 yılında Lehistan’ın Osmanlı himayesindeki Ukrayna Kazaklarına saldırması ile başlayan savaş Bucaş Antlaşması ile sona ermiştir. Podolya ve Ukrayna Osmanlı Devleti’ne bırakılmıştır.(1676). Bucaş Osmanlı Devleti’nin toprak kazandığı son antlaşmadır. Batıda en geniş topraklara ulaşılmıştır.

Rusya ile İlişkiler
XVII.yüzyılda Osmanlı-Rusya ilişkileri, Dinyeper (Özi) kazakları yüzünden başladı. Rusya tarafına geçmeleri üzerine Merzifonlu Kara Mustafa Paşa’nın çıktığı sefer sonucunda Çehrin kalesi alındı. Dinyeper nehrinin sağ tarafındaki yerler Osmanlılarda, Kiyev şehri Ruslarda kalacak şekilde antlaşma yapıldı (1681). Çehrin ya da Bahçesaray antlaşması Rusya ile yapılan ilk siyasi antlaşmadır.

II. Viyana Kuşatması
Orta Macaristan’da durumunu güçlendirmek isteyen Katolik Avusturya egemenliğinde bulunan Protestanlara baskı yapmaya başlamış; bunun üzerine Macarların lideri Tökeli İmre Osmanlılara sığınarak Osmanlılardan yardım istedi.
1683 yılında yapılan seferle Viyana kuşatıldı. Kuşatmanın uzaması, Lehistan’dan yardım gelmesi ve Kırım kuvvetlerinin bu yardıma engel olmamaları yenilgiyi hazırlamıştır.

Osmanlı –Avrupa ( Kutsal İttifak ) Savaşı
Viyana Bozgunu, Papa’nın da teşvikleriyle Rusya,Avusturya, Lehistan,Venedik ve Malta arasında Avrupa ittifakına (Kutsal İttifak ) yol açmıştır.16 yıl devam eden savaşlarda Osmanlı Devleti başarılı olamamış; Karlofça Antlaşması ile Avusturya’ya Banat ve Temeşvar dışında Macaristan ve Erdel’i, Venedik’e Mora ve Dalmaçya kıyılarını, Lehistan’a Podolya ve Ukrayna’ yı, Rusya’ya İstanbul Antlaşması ile Azak kalesi ve çevresini bırakmıştır. Rusya İstanbul’da elçi bulundurma hakkını da elde etti.
Karlofça Antlaşması ile Osmanlı Devleti’nin Orta Avrupa’daki hakimiyeti sona ermiştir. Osmanlı Devleti Avrupa’dan geri çekilmeye başladı. İlk defa geniş miktarda toprak kaybetti. Bu olay tarihçiler tarafından Osmanlı Devleti’nde Gerileme Devri’nin başlangıcı kabul edilir.

 XVII.YÜZYILDA OSMANLI DEVLETİ’NDE KÜLTÜR,BİLİM,SANAT VE MİMARİ
 XVII.yüzyıl Avrupası’nda özellikle bilim ve sanat alanında önemli gelişme ve değişmeler yaşanırken Osmanlı Devleti’nde aynı paralellikte seyreden bir gelişim görülmemektedir. Yine de bilimsel faaliyetler devam etmektedir.
 Evliya Çelebi, Katip Çelebi, Nabi, Naima, Nef’i, Itri, Karacaoğlan bu dönemde yetişmiş bilim adamı ve şairlerdir.

2.Osmanlı Devleti ve Avrupa Devletlerinin Dış Politikası

 XVIII.yüzyıl, Avrupa Tarihi devletler arası politika ve çıkar çatışmalarında diplomasi ve ittifakların ön plana çıktığı bir dönemdir. Bu ittifakların oluşumunda dini birliktelikler ve devletlerin milli çıkarları belirleyici olmuştur. Avrupa Devletleri Makyevelizm olarak bilinen ‘amaca ulaşmak için her türlü araca başvurmanın uygun olduğu’ anlayışıyla hareket etmişlerdir.
 XVIII.yüzyılda Osmanlı Devleti bir yandan kaybettiği toprakları geri alma mücadelesi verirken, diğer yandan da Avrupa Devletleri arasındaki rekabetten yararlanarak çıkarlarını korumaya çalışmıştır.

Fransa
 Fransa, 1756-1763- Yedi Yıl Savaşlarında İngitere’ye kaybettiği toprakları ele geçirmeye ve İngiltere’ye üstünlük sağlamaya çalışıyordu. Fransız İhtilali sonrası yayılan milliyetçilik ve demokrasi fikirlerinden dolayı mutlakiyetçi devletlerle mücadele etmek zorunda kalmıştır. Çıkarları söz konusu olduğunda Mısır’a saldırmaktan ve Rusya ile Osmanlı aleyhine Tilsit Antlaşması’nı imzalamaktan geri durmamıştır.
İngiltere
 İngiltere, Osmanlı topraklarının başka devletlerin eline geçmemesi için 1791’den itibaren Osmanlı topraklarının bütünlüğünden yana bir politika izlemiştir. Bu politika 1878 yılına kadar devam etmiştir.
Avusturya
 Osmanlı Devleti ile Orta Avrupa ve Balkanlarda mücadele halinde olan Avusturya Rusya’nın da Balkanlarda egemen olmak istemesi ile 1791’den sonra Osmanlı Devleti ile barış siyaseti izlemeye başlamıştır.
Rusya
I. Petro’nun yaptığı reformlarla güçlenen Rusya ülkesini batıya açmak için Baltık Denizi kıyısında Petersburg şehrini kurdu (1703)
 Sıcak denizlere inmek, ortadoksları himaye ve Fransız İhtilali’nden sonra da Panislavizm politikası izlemiştir. Fransa ve İngiltere’nin Osmanlı ülkesinde izlediği yayılmacı politikalarında Osmanlı ülkesi yanında yer almıştır.

III. AHMET DÖNEMİ( 1703-1730)

 a-Kaybedilen Toprakları Kurtarma Çabaları
 1711 Osmanlı-Rus Savaşı
 Poltava Savaşı’nda Ruslara yenilen İsveç kralı XII. Şarl kaçarak Osmanlı topraklarına sığındı. Takip eden Rus kuvvetlerinin Osmanlı topraklarına saldırması üzerine İstanbul antlaşması ile kaybettiği toprakları geri almak isteyen Osmanlı Devleti Rusya’ya savaş ilan etti. Yapılan Prut Antlaşması ile Azak kalesi ve çevresi geri alındı.
1715-1718 Osmanlı-Venedik ve Avusturya Savaşı

 Karadağ isyanını destekleyen Venedik, Mora’da da Rumlara baskı yapıyordu. Rumlar Osmanlı Devleti’nden yardım istedi.
 Karlofça’da kaybettiği yerleri geri almak isteyen Osmanlı Devleti Venedik’e savaş açtı. Mora’yı Venediklilerden aldı. Sıranın Kendisine geleceğini düşünen Avusturya’da savaşa girdi. Osmanlı Devleti Avusturya cephesinde başarılı olamadı. Kuzey Sırbistan,Belgrad, Küçük Eflak ve Temeşvar’ı kaybetti. Venedik ve Avusturya ile Pasarofça Antlaşması imzalandı.
 Buna göre Avusturya’nın aldığı yerler Avusturya’ya bırakıldı, Mora Osmanlılara verildi. Osmanlı Devleti’nin Avrupa’ya açılan kapısı konumundaki Belgrad’ın elden çıkmasıyla Balkanlar Avusturya tehlikesine karşı açık hale gelmiştir.

Osmanlı-İran İlişkiler

 Rus Çarı I.Petro, özellikle Prut Savaşı’nda Osmanlı Devleti’ne yenilerek Karadenzi ve Balkan topraklarında genişleyeme-yeceğini anlayınca yönünü İran’a çevirdi. İran’ın karışıklık içinde olduğunu öğrenen Rus Çarı I. Petro bu karışıklıktan yararlanarak İran’a girdi ve İran’ın kuzeybatı eyaletlerini ele geçirdi. Osmanlı Devleti
Rusya’yı bölgeden uzaklaştırmak ve yayılışını engellemek amacı ile İran Seferi’ne çıktı. İran’ın Kafkasya topraklarına girerek Rusya’nın daha güneye inmesini engelledi.
Fransa’nın araya girmesi iki devlet arasında İstanbul Antlaşması (1724) yapıldı. Bu antlaşmaya göre İran’ın Kafkasya toprakları iki ülke arasında paylaşıldı. Bu paylaşımı kabul etmeyen İran ile Osmanlı Devleti arasındaki savaşlar 1779 yılına kadar devam etti. 1732’de Ahmet Paşa Antlaşması1736’da İstanbul Antlaşması imzalandı.1746 yılında da Kerden Antlaşması imzalandı. Bu antlaşmalarda Kasr-ı Şirin Antlaşması esas alınmıştır.

b-Barış Siyaseti
Osmanlı tarihinde 1718-1730 yılları arasına Lale Devri denir. Pasarofça Antlaş-masından sonra Osmanlı Devleti, batıda barış siyaseti izlemiştir. Bu amaçla ilk defa Avrupa’nın belli başlı merkezlerde geçici elçilikler kurmuşlardır. (Viyana, Paris,Londra v.b ).Bu dönemde matbaa kurulmuştur. Doğu klasikleri Türkçe’ye çevrilmiştir. İtfaiye bölüğü kurulmuştur. Kağıt ve kumaş fabrikası açılmıştır.

AVRUPA’DA DÜŞÜNCE VE EKONOMİ ALANINDA GELİŞMELER
Rönesans ve Reform hareketleri Avrupa’nın düşünce yapısını etkilemişti. Bu hareketlerden sonra bilim, düşünce ve ekonomi gibi alanlarda büyük gelişmeler yaşandı. Bunun sonucunda skolastik düşünce sistemi yıkıldı. Bu sebeple XVII.yüzyıla Akıl Çağı, XVIII.yüzyıla Aydınlanma Çağı denmiştir.

Aydınlanma Çağı

Avrupa’da düşünce hayatında değişmeler Rönesans’la başlamıştı.17. ve I8. Yüzyıllarda insan ve toplum hayatında, müspet ilimlerde, felsefe ve dünya görüşünde,hukuk ve iktisatta yeni anlayışlar ortaya çıktı.Bu dönem felsefesi aklı esas almış, devlet ve hukuk alanında etkili olmuştur.

Sanayi İnkılabı ve Sonuçları

İnsan ve hayvan gücünün yerini makine gücü aldı. İlk defa İngiltere’de başladı. Üretim arttı,pazar ve hammadde sorunu ortaya çıktı. Sömürgecilik hız kazandı. İşçi sınıfı oluştu,şehirleşme arttı,ticaret gelişti.İmalathanelerin yerini fabrikalar aldı.Osmanlı Devleti kapitülasyonların da etkisiyle açık Pazar haline geldi.

Avrupa’da Sömürgeciliğin Gelişimi

Sömürgecilik önce Avrupa Devletlerinin Uzak Doğu zenginliklerini Avrupa’ya taşımaları ile başladı. Sanayi İnkılabı, XIX. Yüzyılda Avrupa’da hammadde, Pazar ve işgücü ihtiyacını artırdı. Bu durum sömürgecilik faaliyetlerinin başlamasına ve dünya da yaygınlaşmasına yol açtı.
Avrupa Devletleri askeri güçleri sayesinde Asya,Amerika ve Afrika’da sömürgeler meydana getirdiler. Dünyanın yüzde seksen beşe yakını sömürge haline geldi.

Rusya’nın Genişleme Politikası ve Osmanlı- Rus İlişkileri
1736-1739 Osmanlı-Rus ve Avusturya Savaşı

Rusya’nın Lehistan işlerine karış-ması, Kırım’a saldırıp yağma etmesi ve İran savaşlarına katılmak isteyen Kırım kuvvetlerine Kabartay’dan geçiş için izin vermemesi üzerine Osmanlı Rusya’ ya savaş ilan etti.
 Rusya ile ittifak halinde olan Avusturya’da savaşa katıldı. Yapılan savaşlarda Osmanlı Devleti galip geldi ve Belgrad Antlaşması yapıldı. Buna göre; Avusturya Pasarofça Antlaşması ile aldığı yerleri geri verdi.
 Azak kalesi yıkılmak şartıyla Rusya’ ya bırakılmıştır. Rusya Azak denizinde savaş ve ticaret gemisi bulunduramayacaktı. Belgrad Antlaşması Osmanlı Devleti’nin kazançlı olarak yaptığı son antlaşmadır.
 Belgrad Antlaşmalarının Osmanlı lehinde yapılmasında aktif rol oynayan Fransa yeni bazı kapitülasyonlar almıştır. Bu kapitülasyonların en önemli özelliği; yenilenmesine gerek duyulmaması,yani sürekli olmasıdır (1740).

Osmanlı Devleti XVIII. yüzyılda, Avrupa’ nın yeni devletlerinden biri olan Prusya ile de bazı ilişkilerde bulundu. Avusturya’ya karşı giriştiği mücadelede Osmanlı Devleti ile işbirliği yapmak istedi. 1761 yılında Prusya ile bir ticaret antlaşması yapılmıştır. Bu yakınlaşma, 1787 yılında başlayan Osmanlı-Rusya ve Avusturya savaşları sırasında iki devlet arasında bir ittifak yapılmasına imkan hazırladı.

1768-1774 Osmanlı-Rus Savaşı

Rusya, Lehistan’ın iç işlerine karışarak kendi adayını zorla kral seçtirmiştir. Buna karşı çıkan Leh milliyetçileri Osmanlı Devleti’ne sığınarak yardım istemişlerdir. Onları takip eden Rusların Osmanlı topraklarına girmeleri bazı Lehlileri ve Türkleri öldürmeleri üzerine Osmanlı Devleti Rusya’ya savaş ilan etti.
Yapılan savaşlarda Osmanlı Devleti başarılı olamadı. Ruslar kısa sürede Eflak ve Boğdan’ı ele geçirdi. Kırım’ı işgal etti. Rus donanması Baltık deni-zinden Akdeniz’e geçerek Mora’ da Rumların ayaklanmasına yol açmıştır. 1770 yılında Çeşme’de Osmanlı donanmasını yaktı. Başarılı olamayan Osmanlı Devleti Küçük Kaynarca Antlaşmasını imzalamıştır.
Bu antlaşmayla;Kırım Hanlığı bağımsız olacak,din işlerinde halife olan Osmanlı padişahına bağlı kalacak;Azak kalesi ve Kabartay Bölgesi Rusya’ya verilecek; Besarabya, Eflak, Boğdan, Ege adaları ve Gürcistan Osmanlılarda kalacak;Rusya, İstanbul’da sürekli bir elçi bulunduracak, bu elçi büyük devletlerin elçilerine tanınan ayrıcalıklardan yararlanacak, Kapitülasyonlardan Rusya’da yararla-nacak,Rusya istediği yerde konsolosluk açabilecek ve İstanbul’da bir Ortodoks kilisesi kurabilecek;Karadeniz ve Akdeniz’de serbestçe ticaret yapabilecekti. Rusya’ya savaş tazminatı ödenecekti.
Bu antlaşma ile Rusya’nın istediği yerde konsolosluk açabilmesi, Balkanları Rus tehlikesine karşı açık hale getirmiştir. Karadeniz’ deki Osmanlı hakimiyeti sona erdi. İlk defa bir Müslüman belde elden çıkmıştır. Ortodoksların himayesini alması Osmanlı Devleti’nin iç işlerine karışma fırsatı vermiştir.

5.KONU
AMERİKA BİRLEŞİK DEVLETLERİNİN KURULMASI VE FRANSIZ İHTŞLALİ
İngiltere’de Demokrasi Hareketleri

1215 yılında Magna Carta ile Kral ,halkın onayını almadan vergi toplamayacağını, hiç kimseyi kanunsuz olarak hapse veya sürgüne mahkum etmeyeceğini bildirdi. 17.yüzyıla kadar süren bu yönetim, bazı kralların mutlakiyeti yeniden oluşturmaları üzerine sona erdi.
1689 yılında İnsan Hakları Bildirisi’nin yayınlanması ve parlamentonun açılması ile meşruti idareye yeniden geçildi.


AMERİKA BİRLEŞİK DEVLETLERİNİN KURULMASI

Yedi Yıl Savaşları’ndan galip çıkmasına rağmen büyük kayıplara uğrayan İngiltere, yeni vergiler koydu. Koloniler buna tepki gösterdiler.
Birinci ve İkinci Filadelfiya Kongresi ile koloniler vergileri kabul etmediler ve bağımsızlıklarını ilan ettiler. İnsan Hakları Bildirisi yayınlandı. Yapılan savaşta İngiltere yenildi ve Versay Antlaşması ile kolonilerin bağımsızlığını tanıdı.


FRANSIZ İHTİLALİ (1789)

Sebepleri

Çeşitli sosyal sınıfların olması , vergilerin ağırlığı, Amerika bağımsızlık savaşlarının etkisi, Aydınların etkisi gibi sebepler bu olayın çıkmasına yol açmıştır.
Fransa Kralı XVI.Lui Yedi Yıl Savaşları sonucunda boşalan hazineyi doldurabilmek için Etajenero (Fransız Milli Meclisi)’yu toplamış halka yeni vergiler koymak istemiştir.

Toplanan Mecliste görüş ayrılığı çıkmış, halk temsilcileri tarafından yeni bir meclis oluşturulmuştur. Kral bu Meclisi dağıtmak isteyince halk ayaklanarak siyasi suçluların bulunduğu Bastil Hapishanesi’ni basarak siyasi suçluları serbest bıraktı.


Sonuçları

Bu olay sonucunda İnsan ve Vatandaş Hakları Bildirisi yayınlandı. Eşitlik, adalet, demokrasi, insan hakları, milliyetçilik, hürriyet gibi fikirler yayıldı. İmparatorluklar olumsuz yönde etkilendi. Osmanlı Devleti’nin de dağılması hızlandı.

Fransız İhtilali’nin Osmanlı Devleti’ne Etkisi

-Osmanlı Devleti’nde milliyetçilik isyanları başladı. Osmanlı Devleti dağılma sürecine girdi.
-Türkçülük denen fikir akımı gelişti.
-Osmanlı Devleti’nde demokrasi hareketleri ve meşruti yönetime geçiş çalışmaları başladı.

Viyana Kongresi (1815)

Mutlakiyet rejimlerini korumak, milliyetçilik ve bağımsızlık hareketlerine engel olmak için toplanmıştır.
Napolyon Savaşları ile bozulan Avrupa sınırlarını yeniden düzenlemiştir. İngiltere’de meşruti yönetim olmasına rağmen Fransa’nın güçlenmesini istemediği için bu kongreye katılmıştır.
1815-1827 yılları arasına Avrupa’da Restorasyon Dönemi denir. Napolyon tarafından bozulan Avrupa’ya yeniden düzen verildiği için bu isim verilmiştir. 1827 yılında Navarin’de Osmanlı donanmasının yıkılması ile bu dönem sona ermiştir. Yunan isyanını destekleyen İngiltere ve Rusya Navarin’de Osmanlı donanmasını yakarken Avusturya ve Prusya bu isyanı desteklememişlerdir. Bu da Restorasyon Döneminin sonunu getirmiştir.

1830 İhtilalleri

Fransa’da krallık rejimine yeniden dönülmesi hoşnutsuzluk yaratmıştır. Kral Meclisi iki defa dağıt-mıştır.
Viyana Kongresi ile oluşturulan düzene karşı Avrupa’da bir tepki oluştu. Parlamento sistemine geçiş hızlandı. Demokrasi ve liberalizm güçlendi.

1848 İhtilalleri

Milliyetçilik ve liberalizm hareketi bağımsızlık hareketlerine dönüşmesi, İşçi sınıfının oluşması ve yeni haklar talep etmesi, bu olaya yol açmıştır.
Sonuçta işçiler yeni haklar kazandılar, bazı milletler bağımsızlıklarını kazandılar, liberalizm ve demokrasi gelişti, yeni anayasalar hazırlandı, esir ticareti yasaklandı, sosyalist fikirler yayıldı, İmparatorluklar iyice sarsıldı.

Osmanlı Devleti’ne Uygulanan Çifte Standart

Viyana Kongresi’nin aldığı kararlar arasında monarşilerin korunması ve güçlendirilmesi de vardı. Bunu sağlamak için 1822, 1830, 1848 ihtilalleri zor kullanılarak bastırılmıştır. Osmanlı Devleti’nde yaşayan gayrimüslimlerde Fransız İhtilali’nden etkilenerek isyan etmişlerdir. Fakat büyük devletler kendileri için dikkate aldıkları ilkeleri Osmanlı Devleti için uygulamadılar ve Osmanlı Devleti’ndeki ayaklanmaları desteklediler.


Küçük Kaynarca Sonrası Gelişmeler (1774-1839 )

III. SELİM DÖNEMİ (1789-1807)

1-Osmanlı-Rusya, Avusturya, İngiltere ve Fransa Münasebetleri

Bu dönemdeki ilişkilerde Fransız İhtilali’nin, Rusya’nın Balkanlarda izlediği Panislavist politikaların ve Avrupa’daki İngiltere ve Fransa arasındaki rekabetin büyük etkisi olmuştur.

1787-1791(1792)Osmanlı-Rus, Avusturya Savaşı

Rus çariçesi II.Katerina’nın Kırım’ı ele geçirmesi (1783 ),onun Osmanlı topraklarında yayılma arzusunu kamçıladı. Amacına ulaşmak için Avusturya imparatoru ile gizli bir antlaşma imzaladı. Buna göre Bizans imparatorluğu yeniden kurulacak, başkenti İstanbul olacaktı. Bu durum İngiltere ve Prusya’yı rahatsız etmiştir.
Bu gelişmeleri haber alan Osmanlı Devleti Rusya’ya savaş ilan etti. Avusturya’da Rusya’nın yanında savaşa girdi. Rusya ile yapılan savaşlarda Osmanlı Devleti başarılı olamadı. Avusturya ile yapılan savaşlarda bazı başarılar kazandı. Bu sırada Fransız İhtilali çıktığı için Avusturya savaştan çekildi.
Yapılan Ziştovi Antlaşmasıyla eski sınırlar geçerli oldu. Yalnız kalan Rusya Osmanlı Devleti ile Yaş Antlaşmasını imzalamıştır. Bu antlaşma ile sınır Dinyester nehri sınır olmuş, Kırım’ın Rusya’ya ait olduğu kabul edilmiştir.

III. Selim Devri Islahatları

III.Selim dönemi ıslahatlarına genel anlamda Nizam-ı Cedit (Yeni düzen) adı verilmiştir. Nizam-ı Cedit aynı zaman bu dönemde oluşturulan ordunun adıdır. Bu ordu için irad- ı cedit adında bir hazine de oluşturulmuştur.
Avrupa’da daimi elçilikler kuruldu.
Selimiye ve Levent kışlaları oluşturuldu.
Tersanecilik ve topçu ocağı geliştirildi.
Mühendishane-i Berr-i Hümayun (Kara Mühendishanesi) kuruldu.
Yerli malı kullanılması teşvik edildi.
Yabancı dil eğitimine önem verildi. Bazı eserler Türkçe’ye çevrildi.

1798-1802 Osmanlı-Fransa Savaşı

Kompo Formio antlaşması ile Venedik Avusturya ve Fransa arasında paylaşılmış Yediada ve Arnavutluk’taki bazı limanlar Fransa’ ya düşmüştür (1797). Bu şekilde Osmanlı Devleti ile komşu olan Fransa ihtilal fikirlerini yaydığı gibi,Fransa’ya Osmanlı Devleti’nde yayılma düşüncesine de yol açtı.
Karada sadece İngiltere’ye karşı başarılı olamayan Fransa ,Onun sömürgelerine giden yollarını kontrol ederek etkisiz hale getirmeyi düşündü. Bu amaçla Napolyon Bonapart Mısır’ı işgal etti.Fakat Akka kalesi önlerinde Cezzar Ahmet Paşa komutasındaki Nizam-ı Cedit ordusuna yenildi.
Bu Napolyon’un ilk yenilgisi, Nizam-ı Cedit’in ilk başarısı idi. Yapılan Paris Antlaşması ile Fransız kuvvetleri Mısır ve Suriye’yi boşalttı (1802).

OSMANLI DEVLETİ’NDE DEĞİŞİM VE ISLAHATLAR

1-OSMANLI DEVLETİ’NDE YÖNETİM

Osmanlı Devlet teşkilatında, gerek yönetim alanında, gerekse askeri alanda bazı değişiklikler olmuştur. Bu değişikliklerin bir kısmı merkez teşkilatında bir kısmı da taşra teşkilatında olmuştur. Bilhassa tımar teşkilatının bozulması sistemle alakalı birçok alanı etkilemiştir. Şu önemli sonuçları doğurmuştur :
-Devlet, kapıkulunu çoğaltmak zorunda kaldı. Bu idari, askeri ve mali sistemin işleyişinin zedelenmesine ve kapıkulu kaynağının çeşitlenmesine sebep oldu.
-Sayıları çoğalan kapıkullarına ulufe yetiştirmek güçleşti ve merkezi hazinenin yükü arttı.
-Eyaletlerdeki tımarlı sipahi ile kapıkulu birbirlerine karşı denge unsuru idiler. Birincisi ortadan kalkınca, öteki devlete hükmeder hale gelmiştir.
-Kapıkulunun sayısı artınca, özellikle devşirme kaynaklı olmayanlar, reaya arasında meslek icra etmeye başlamışlar ve yeni bunalımlar yaratmışlardır.
-Reaya asker olmaya özenince toprağı bırakmış, üretim azalmıştır.

Bu gelişmeleri, XVI. yüzyılın sonlarında bütün Akdeniz dünyasında olduğu gibi, Osmanlı ülkesinde de hızlı bir nüfus artışı ve Avrupa’daki gelişmeler de yakından etkilemiştir. Böylece Osmanlı Devleti, bütün XVII. yüzyıl boyunca yavaş, fakat sürekli bir değişim sürecine girmiş ve temel sistemleri yeni şartlarla karşılaşmıştır. XVI. yüzyılın sonlarında Sokollu Mehmet Paşadan itibaren veziriazamlar devlet yönetiminde birinci derecede etkili olmaya başladılar. Divan-ı Hümayun toplantıları XVI. yüzyılda haftada dört güne ,XVII. yüzyılda haftada iki güne indirilmiştir.

1-XVIII. Yüzyıldaki Değişmeler

XVIII. yüzyılda Divan-ı Hümayun toplantıları üç ayda bir yapılmaya başlanarak eski önemini kaybetti.
Kubbealtı vezirliği ve Divan-ı Hümayun toplantıları kaldırıldı.
Vezirazamın konağı Bab-ı Ali adını alarak devlet yönetiminin merkezi haline geldi.
-XVII.yüzyılın başlarından itibaren Osmanlı veraset usulünde belirli bir kural getirilmiş olması (ekber ve erşed=En yaşlı ve olgun hanedan üyesinin tahta geçişi),padişahlığa geçişte rekabeti ortadan kaldırmış ve padişahların yetişme biçimleri de değiştirilmiştir. Sancağa çıkma usulü kaldırılmıştır. En son III.Mehmet sancağa çıkmıştır.)Saray eğitiminin ardından tahta ailenin en yaşlı üyesinin geçmesi, zamanla devlet işlerinin bütünüyle sadrazamlara bırakılması sonucunu doğurmuştur.
-Diplomasinin ön plana çıkması ile Kalemiye önem kazanmaya başlamıştır. Reisülküttablık önem kazanmaya başlarken nişancı önemini kaybetmeye başlayacaktır.
b-Taşra Teşkilatı

-Eyaletler ve sancaklar, arpalık usulü denen bir yolla, yüksek dereceli görevlilere gelir kaynağı olarak tevcih edilmeye başlanmıştır. Bunun sonucunda, eyalet ve sancaklara atanan beylerbeyi veya sancak beyleri yerlerine gitmeyip bir vekil görevlendirdiğinden, makamın gerçek sahibi ile fiili sahibi farklılaşmış ve taşrada yaygın bir vekâlet uygulaması görülmeye başlamıştır. Bu vekil görevliye müsellim veya mütesellim adı verilmeye başlamıştır.
-Vekiller ilk önce kapı halkından seçilirken zamanla ayan ve eşraftan kimseler seçilmeye başlamış, bu da daha sonra ayanların iyice güçlenmelerine ve nüfuzlu bir zümre olmalarına yol açmıştır. Tımar usulü önemini kaybedince ayanlar iltizam topraklarını da almaya başlamışlar ve böylece hem yönetici, hem de vergi toplamaya yetkili kişiler konumuna gelmişlerdir.
-Tımar sistemi zayıflayınca, eyalet ve sancaklarda yönetici konumundaki paşalar, işleri bu kez kendi kapılarında topladıkları ve adına sarıca sekban, levend denilen askerlere gördürmeye başladılar. Savaş dışında boş kalan bu askerler problemler çıkarmaya başladılar. Celali isyanların çıkışında etkileri olmuştur.

XVIII. yüzyıla kadar devlet, tımar sistemi dışında kalan toprakların gelirlerini açık artırma yoluyla mültezim denen kişilere kiralıyordu. Bu yüzyıldan itibaren iltizam uygulamasından vazgeçilerek vergi kaynaklarının hayat boyu kiralandığı Malikane sistemiyle mukataa topraklar, muaccele denen satış bedeli karşılığında, hayatı süresince olmak şartıyla kiralanıyordu. Mültezimler genellikle mukataa mahalline yerleşmiş ayanlardı.
-Tımar sistemi bozulunca reaya da toprağını terk etmeye başlamıştır. Bunlara çiftbozan denmiştir.
-Tımar sistemi önemini yitirince reayaya yeni vergiler konulmaya başlamıştır.

a- XVIII.yüzyıl Islahatlarının Amacı ve Özellikleri

XVII. Ve XVIII. Yüzyıllarda Avrupa Devletleri karşısında alınan yenilgiler Osmanlı idarecilerinin Avrupa’da meydana gelen gelişmeleri daha yakından tanıma ihtiyacı hissetmelerine neden oldu. Bu amaçla XVIII. yüzyılda Osmanlı Devleti, Avrupa başkentlerinde geçici ve daimi büyükelçilikler açma yoluna gitti. Avrupa devletleriyle yapılan mücadelede alınan yenilgiler, askeri alanda ıslahat yapılmasına neden oldu.


a- XVIII.YÜZYIL ISLAHATLARININ OSMANLI TOPLUMU VE KÜLTÜRÜNE ETKİLERİ


 XVIII. yüzyılda Avrupa’yla özellikle siyasi ve askeri alanda geliştirilen ilişkiler Osmanlı toplumunu etkilemeye başladı. Batı kültürü özellikle Osmanlı yöneticilerini etkiledi. Batıya giden elçiler, öğrenciler Ermeni ve Rum gibi azınlıklar Batı kültürünü Osmanlı ülkesine taşıdılar.
 Kısmen Osmanlı kültürü de batıyı etkilemiştir.


b- Islahatlar ve Osmanlı Eğitim Sistemi

 XVIII. yüzyılda Avrupa’dan askeri alanda eğitimci ve danışman getirildi.
 Matbaa ve kütüphaneler açıldı.
 Avrupa’ya öğrenciler gönderildi.
 Yabancı dil eğitimine önem verildi.
 Avrupa’dan Türkçeye eserler tercüme edildi.


c- XVIII. Yüzyılda Islahatlar ve Osmanlı Sanatı

 XVIII. yüzyıldan itibaren Osmanlı sanatı ve mimarisi Avrupa’nın etkisinde kalmaya başlamıştır. Avrupa’da elçi olarak bulunan Yirmi sekiz Çelebi Mehmet Efendi’nin etkisiyle Avrupa mimari tarzı Lale Devri ile birlikte Osmanlı ülkesine girmiştir. Barok ve Rokoko tarzı mimari eserler yapılmaya başlamıştır.
 Aynı dönemde Türk müziği de Avrupa’yı etkilemiştir.

V.ÜNİTE

EN UZUN YÜZYIL (1800-1922)

XIX. YÜZYIL BAŞLARINDA ASYA VE AVRUPA

İNGİLTERE

İnsan Hakları Bildirgesi yayınlanmış ve1689’da Parlamento yeniden açılmıştı. XIX. Yüzyılın en güçlü devleti olan İngiltere, büyük bir sömürge imparatorluğu kurmasına rağmen Fransa ile birlikte milliyetçilik düşüncesine sempati ile bakmaktaydı. Çok uluslu devletlerin parçalanmasının sömürgelerindeki hakimiyetine hizmet edeceğini düşünüyordu.
1838 yılında kazandığı ekonomik ayrıcalıkları kaybetmemek ve başka devletlerle paylaşmamak, Hindistan’a giden yolları güven altına alabilmek için böyle davranmıştır. Daha sonra paylaşmadan yana bir politika izlemiştir.
İngiltere Almanya’nın birliğini tamamlayıp (1871) sömürge yarışına katılıncaya kadar (1878 ) Osmanlı Devleti’nin toprak bütünlüğünden yana bir politika izlemiştir.

FRANSA

Kanuni döneminde başlayan Osmanlı-Fransız dostluğu XVIII. yüzyılın sonlarına kadar devam etmiştir. Fransa’nın 1798 yılında Mısır’ı işgal etmesiyle ilişkiler bozulmaya başladı.
Fransa, sömürgecilikte İngiltere kadar başarılı olamasa da gücünü devam ettiriyordu. Osmanlı toprakları üzerinde diğer devletlerle işbirliğine gidiyordu. 1848 İhtilali sonrasında Fransa’da ikinci cumhuriyet ilan edilmiştir.
Fransa Osmanlı topraklarını ele geçirme konusunda fırsat kollamaya başladı.1830 yılında Cezayir’i işgal etti. I. Dünya Savaşı’nda Osmanlı topraklarını paylaşan devletler arasında idi.

RUSYA

XVIII. Yüzyılda Rusya sıcak denizlere ulaşmak için bir yandan Osmanlı Devleti üzerindeki politikalarına ağırlık verirken diğer yandan Orta Asya’ya doğru yayılma politikası izliyordu.
Akdeniz pamuğunun İngiltere ve Fransa denetiminde olduğunu gören Rusya Orta Asya pamuğunu kontrol altına almıştır.
Çarlık Rusya’nın yıkılmasından Türk bölgeleri Sovyet Rusya egemenliği altına gelmiştir. 1991 yılında Rusya’nın dağılması üzerine Türk cumhuriyetleri bağımsızlıklarını ilan ettiler. Küçük Kaynarca Antlaşması’ndan sonra Ortodoksların koruyuculuğunu da almıştır. Balkanlarda da Panislavizm politikası izleyen Rusya Balkan devletlerini Osmanlı Devleti’ ne karşı kışkırtmıştır.
1877-78 savaşından sonra Ermeni meselesinin çıkmasında da etkili olmuştur. Rusya I. Dünya Savaşı’nda Osmanlı topraklarını paylaşan devletler arasında idi.


AVUSTURYA

Mohaç Meydan Savaşı’ndan sonra Osmanlı-Avusturya ilişkilerinin merkezinde Macaristan yer almıştır. Karlofça Antlaşması’ndan sonra Macaristan Avusturya’nın eline geçmiş, Osmanlı Devleti’nin Orta Avrupa’daki hakimiyeti sona ermiştir.
Bundan sonra Avusturya Osmanlı Devleti’nin Balkan topraklarını ele geçirmeye çalışmış ve bu konuda Rusya ile de antlaşma içerisine girmiştir.
Avusturya’nın politikası Viyana Kongresi’nden sonra değişti (1815). Osmanlı topraklarının bütünlüğünden yana bir politika izlemeye başladı. Özellikle milliyetçilik hareketlerine karşı çıktı. Çünkü kendisi de çok milletli bir imparatorluktu.
Avusturya, Osmanlı Devleti gibi çok uluslu bir yapıda olduğundan Fransız İhtilali’nin yaydığı fikirleri (özellikle milliyetçilik) kendisi için tehlikeli görüyordu. Orta Avrupa’nın en etkin gücü olan Avusturya ile Rusya arasında Balkan toprakları üzerinde üstünlük mücadelesi başladı. Yine XIX. yüzyılın ikinci yarısında Avusturya, Alman birliğinin sağlanmasında Prusya ile mücadeleye girişti.
Balkanlarda Rusya ile rekabete girişti.1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı’ndan sonra yapılan Berlin Antlaşması ile Bosna-Hersek’i Osmanlı Devleti’nden aldı.

OSMANLI DEVLETİ


Osmanlı Devleti, XVIII. Yüzyıldan itibaren iç ve dış meselelerini kendi başına çözemiyordu. XIX. Yüzyılda daha da belirginleşen bu durum Osmanlı Devleti’nin Avrupa Devletleri ile çeşitli ittifaklar kurmasına neden olmuştur.
Osmanlı toprakları Sanayi İnkılabı’nın ardından hızlanan sömürgecilik faaliyetleriyle başta İngiltere olmak üzere bütün Avrupa devletlerinin iştahını kabartıyordu.

II. MAHMUT DEVRİ ISLAHATLARI

A-Sened-i İttifak
II. Mahmut ile ayanlar arasında imzalanan bu belgeye göre :
a) Ayanlar devlet otoritesini tanıyacak ve yapılacak ıslahatlara karşı çıkmayacaktır.
b) Buna karşılık ayanlar, bulundukları yerlerde devlet adına asker ve vergi toplayabilecekler.
Sened-i İttifak ile ilk defa devlet, ayanların varlığını tanıdı. Bu durum devletin ayanlara bile söz geçiremeyecek durumda olduğunu gösterir. İlk defa Osmanlı padişahının yetkileri sınırlandırıldı.

B-Yönetim Alanındaki Islahatlar
II. Mahmut döneminde sadrazam konağında (Bab-ı Ali) toplanan Divan-ı Hümayun’a son verilmiş ve Heyet-i Vükela (Bakanlar Kurulu)’ya geçilmiştir. Sadrazam yerine Başvekalet tabiri kullanılmıştır.
Yeniçeri Ocağının kaldırılmasından sonra askerlik işlerini düzenlemek amacıyla Dar-ı Şura-i Askeri, mülkiye işlerini planlamak için Dar-ı Şura-i Bab-ı Ali, 1838 yılında da Meclis-i Vala-i Ahkam-ı Adliye adıyla adli konularla ilgili meclisler düzenlenmiştir. Sadrazam ve Şeyhülislam'ın yetkileri sınırlandırıldı. Müsadere sistemi kaldırıldı. Taşra yönetiminde eyalet, liva ve kaza örgütlenmesine gidilerek, köy ve mahalle muhtarları atandı. Böylece ülke yönetiminin tek elden yürütülmesi amaçlandı.

Müsadere : Osmanlı Devleti'nde devlet adamlarının veya zenginlerin ya eceliyle ölmeleri ya da idam edilmeleri halinde, sahip oldukları mallara devlet tarafından el konulmasına "müsadere" denir. İlk defa Fatih Sultan Mehmet zamanında uygulanan bu yöntem, II. Mahmut tarafından kaldırılmıştır. Müsadere sisteminde kişilerin miras hakkı bulunmazdı. Sistemin kaldırılması ile miras bırakabilme hakkı doğmuş oldu.

C-Askeri Alanda Islahatlar

Alemdar Mustafa Paşa'nın Kabakçı Mustafa'yı ortadan kaldırmasıyla tahta geçti.
Osmanlı padişahları içinde askeri alanla birlikte diğer alanlarda da geniş boyutlu ıslahat yapan ilk Osmanlı padişahı oldu. Alemdar Mustafa Paşa'nın yardımları ile Sekban-ı Cedid ordusu yeniçerilerden tepki alınca, Eşkinci Ocağı'nı kurdu.1826'da Vaka-yi Hayriye olayı ile Yeniçeri Ocağı'nı kaldırdı. Yeniçeri Ocağı'nın kaldırılması üzerine Asakir-i Mansure-i Muhammediye adında yeni bir ordu kurdu.


D-Toplumsal ve Kültür Alandaki Islahatlar
İlk defa askeri amaçlı nüfus sayımı yapıldı. İlk defa posta ve karantina teşkilatları kuruldu. Sivil kılık kıyafet değişikliği yapıldı. Memurlara fes ve pantolon giyme zorunluluğu getirildi, maaş bağlandı. İlk resmi gazete olan Takvim-i Vakayi çıkarıldı. Padişah resimlerinin devlet dairelerine asılması geleneği başlatıldı.

E-Eğitim Alanında Yapılan Islahatlar

İlköğretim, zorunlu hale getirildi. Avrupa'ya ilk defa öğrenci gönderildi. Yüksek öğrenime öğrenci yetiştirmek amacıyla Rüştiye ve Mekteb-i Ulum-u Edebiye açıldı. Devlet memuru yetiştirmek için Mekteb-i Harbiye, askeri doktor yetiştirmek için Mekteb-i Tıbbiye açıldı. Bando okulu olarak Muzika-i Hümayun açıldı. Mekteb-i Maarif-i Adliye'nin açılması ile sarayda bulunan ve devlet memuru yetiştiren Enderun dönemi sona erdi.

F- Ekonomi Alanında Yapılan Islahatlar

Ticaret Nezareti kuruldu. İmalathane ve fabrikalarla ticaret canlandırılmaya çalışıldı. Yerli malı kullanımı teşvik edildi. Feshane kuruldu. Bakırköy’de bez fabrikası açıldı. Gümrük vergilerinde kolaylık sağlandı.

II.MAHMUT DEVRİ SİYASİ OLAYLARI

1-1806-1812 Osmanlı-Rus Savaşı

Napolyon’un kendisini imparator ilan etmesi diğer Avrupa devletlerini kaygılandırdı (1804).İngiltere ve Rusya’nın da dahil olduğu devletler Fransa’ ya karşı ittifak oluşturdular. Osmanlı Devleti ise Napolyon’un imparatorluğunu tanıdı. Napolyon’un Avusturya ve Rusya’ya kazandığı askeri başarılar Osmanlı Devleti’ni Fransa’ya daha da yaklaştırdı.
Osmanlı devleti, Fransa’nın isteğiyle Rus taraftarı olarak bilinen Eflak ve Boğdan beylerini azletti. Ayrıca Boğazlar Rus gemilerine kapatıldı. Rusya bu durumu bir ültimatomla protesto etti. İngiltere’de Rusya tarafını tuttu. Verdiği ültimatomun sonucunu beklemeden Eflak ve Boğdan’ı işgal etti (1806 ).
İngiltere’de Osmanlı Devleti’nden Eflak ve Boğdan beylerini görevlerine iade etmesini, Boğazların da açılmasını istedi. Osmanlı kabul etmedi.
Osmanlı ordusunun, Rusya’ya karşı savaşmak üzere, Tuna boylarına hareket etmesinden sonra kısa bir sonra İstanbul’da Kabakçı Mustafa isyanı başladı. III. Selim tahttan indirilerek yerine IV. Mustafa getirildi. Bu durumu kabul etmeyen Alemdar Mustafa İstanbul’a gelerek III. Selim’i tahta tekrar geçirmek istedi. Onun öldürülmesi üzerine II. Mahmut’u tahta geçirdi(1808). Bu sırada Avrupa’da yeni gelişmeler olmuş Fransa, Rusya ile Tilsit Antlaşmasını imzalamıştı(1807). Bu antlaşma da Osmanlı aleyhine hükümlerde vardı. Daha sonra Osmanlı topraklarını paylaşmayı da düşünmüşlerdir. Bu gelişmeler Osmanlı Devleti ile İngiltere’yi birbirine yaklaştırdı. İki devlet arasında Kal’a-i Sultaniye antlaşması yapıldı(1809).Bu antlaşmayla Boğazlardan barış zamanında hiçbir savaş gemisi geçemeyecekti.
Rusya ile yapılan Bükreş Antlaşması ile savaşa son verildi. Bu antlaşma ile Prut nehri sınır oldu. Sırbistan’a bazı ayrıcalıklar tanındı. Besarabya Ruslara bırakıldı.


2-Milliyetçilik Hareketleri ve Yeni Meseleler

a-Sırp İsyanı

Sırp isyanının çıkmasında; Fransız İhtilali’nin yaydığı milliyetçilik fikirleri, Avusturya, Fransa ve bilhassa Rusya’nın kışkırtmaları ve Yeniçerilerin sorumsuzca davranışları etkili olmuştur.
O sırada Osmanlı-Rus Savaşı devam ettiği için, Sırp isyanının bastırılması gecikmiştir. 1812 yılında yapılan Bükreş Antlaşması ile Sırbistan’a bazı haklar tanındı.1829 Edirne Antlaşması ile özerk olan Sırbistan,1878 Berlin Antlaşması ile bağımsız olmuştur.

b-Yunan İsyanı ve 1828-1829 Osmanlı-Rus Savaşı


Yunan isyanının çıkmasında; Milliyetçilik fikirleri, başta Rusya olmak üzere Avrupa devletlerinin Yunanlıları desteklemesi, Rönesans’ın oluşmasında Yunanlıların etkisi olduğu için Avrupalıların sempatisi, Yunanlı iş adamlarının desteği ve Etnik-i Eterya cemiyetinin çalışmaları etkili olmuştur.
1821’de Mora’da başlayan isyanı Osmanlı Devleti bastıramayınca, Mora valiliğini vermek şartıyla Mısır valisi Kavalalı Mehmet Ali Paşa’dan yardım istemiştir. Oğlu İbrahim Paşa Mora isyanını kısa sürede bastırdı. Fakat bu durumdan Avrupa devletleri rahatsız oldular. İngiltere ve Rusya aralarında bir protokol imzaladılar. Buna göre; Yunanistan özerk bir prenslik olacak, bütün Türkler Yunanistan’dan çıkarılacaktı. Bu durumu Avusturya ve Prusya kabul etmedi. İngiltere, Rusya ve Fransa arasında bir antlaşma yapıldı( 1827 ).
Osmanlı Devleti bunu kabul etmedi. Bunun üzerine İngiliz, Fransız, Rus ortak donanması Osmanlı donanmasına saldırarak Navarin’ de yakmışlardır (1827 ).Osmanlı Devleti savaş tazminatı istedi. Suçun Osmanlı Devleti’ne ait olduğunu ileri sürdüler. Rusya daha da ileri giderek Osmanlı Devleti’ne savaş ilan etti (1828 ) Osmanlı Devleti savaşacak durumda değildi. Yeniçeri Ocağı yeni kaldırılmış, donanma Navarin’de yakılmıştır.
Ruslar hızlı bir şekilde Balkanlardan ve Kafkasya’dan ilerlemeye başladı. Edirne önlerine kadar geldiler. Bunun üzerine Osmanlı Devleti barış istedi.
Yapılan Edirne Antlaşması ile Prut nehri iki ülke arasında sınır kabul edilmiş, Rus ticaret gemilerine Boğazlardan geçiş hakkı verilmiş, Sırbistan özerk hale getirilmiş, Yunanistan’ın bağımsızlığı kabul edildi.


c-Viyana Kongresi (1815)

Mutlakiyet rejimlerini korumak, milliyetçilik ve bağımsızlık hareketlerine engel olmak için toplanmıştır.
Napolyon Savaşları ile bozulan Avrupa sınırlarını yeniden düzenlemiştir. İngiltere’de meşruti yönetim olmasına rağmen Fransa’nın güçlenmesini istemediği için bu kongreye katılmıştır. Bu konferansta Rusya, İngiltere, Avusturya ve Prusya Dörtlü İttifak’ı meydana getirdiler.
1815-1827 yılları arasına Avrupa’da Restorasyon Dönemi denir. Napolyon tarafından bozulan Avrupa’ya yeniden düzen verildiği için bu isim verilmiştir. 1827 yılında Navarin’de Osmanlı donanmasının yıkılması ile bu dönem sona ermiştir. Yunan isyanını destekleyen İngiltere ve Rusya Navarin’de Osmanlı donanmasını yakarken Avusturya ve Prusya bu isyanı desteklememişlerdir. Bu da Restorasyon Döneminin sonunu getirmiştir.

3-“Denize Düşen Yılana Sarılır” (Mısır Meselesi )

Yunan İsyanı’nın bastırılmasında etkili olan Mısır Valisi Mehmet Ali Paşa, Navarin’ de donanması yakıldığı için bu durumdan pek memnun olmadı. Bu sebepten 1828-1829 Osmanlı –Rus Savaşı’nda yardım isteyen II. Mahmut’ a gerekli yardımı yapmayan Mehmet Ali Paşa’ya vaad ettiği toprakları vermedi. Bunun üzerine Mehmet Ali Paşa oğlu komutasındaki bir orduyu Suriye’ye gönderdi. Oradan Anadolu’ya geçen İbrahim Paşa Osmanlı ordusunu iki defa yenilgiye uğrattı.
Bu arada II. Mahmut bu gelişmeler üzerine İngiltere ve Fransa’dan yardım istedi; fakat gerekli yardımı alamadı. Bunun üzerine “Denize düşen yılana sarılır “ diyerek Rusya’ dan yardım istedi. Bir Rus filosu Marmara’ya geldi. Telaşlanan İngiltere ve Fransa araya girerek Osmanlı Devleti ile Mehmet Ali Paşa arasında Kütahya Antlaşması yapıldı. Buna göre;Mehmed Ali Paşa’ya,Mısır ve Girit valiliklerine ek olarak Şam,İbrahim Paşa’ya da Cidde valiliğine ek olarak Adana Muhassıllığı (o bölgenin vergilerini toplama hakkı ) verildi.
Kütahya Antlaşmasına rağmen kendisini güvende hissetmeyen II. Mahmut Rusya ile Hünkar İskelesi Antlaşması’nı imzaladı. Buna göre; devletlerden biri saldırıya uğrarsa diğeri kara ve deniz kuvvetleri ile ona yardım edecek, antlaşma 8 yıl süreli olacaktı.
Yapılan Kütahya antlaşmasından her iki tarafta memnun olmadığı için 1839’da Nizip Savaşı meydana geldi. Osmanlı kuvvetleri yenildi. Rusya’nın müdahale etmesini istemeyen İngiltere iki taraf arasında Londra Antlaşması’nın yapılmasını sağladı. Buna göre Mısır Valiliği babadan oğula geçmek şartıyla Mehmet Ali Paşa’ ya bırakılacak, toplanan vergilerin dörtte biri İstanbul’a gönderilecekti.

ç-Boğazlar Meselesi
Osmanlı Devleti’nin Mısır meselesi yüzünden Rusya’ dan yardım istemesi ve Hünkar İskelesi Antlaşması’nı imzalaması ortaya bir “Boğazlar Meselesi” çıkarmıştır.Hünkar İskelesi antlaşmasının 8 yıllık bitiminde Londra’da İngiltere’nin öncülüğünde toplanan Londra konferansında Boğazlar Sözleşmesi imzalandı. Buna göre;Osmanlı Devleti barış halindeyken Boğazların bütün savaş gemilerine kapalı tutulması kabul edildi.
Bu sözleşme ile boğazlar, uluslararası bir statü kazandı.

5.Sanayi İnkılabının Osmanlı Devleti’ne Etkisi

- Coğrafi keşiflerle zenginleşen Avrupalılar; artan tüketim eğilimlerini, elde ettikleri altın ve gümüşle Osmanlı pazarlarından karşılayınca esnaf hammadde bulmakta zorlandı.
- Sanayii inkılâbı sonucu bol ve ucuz, üstelik kapitülasyonlar nedeniyle düşük gümrüklü Avrupa mallarıyla Osmanlı esnafı rekabet edemedi.
-Lonca teşkilatı olumsuz etkilendi. Üretimdeki payları azaldı,zamanla teşkilat dağıldı.
-Daha önceleri dışarıya mamül madde satan Osmanlı Devleti zamanla yarı mamül, bir süre sonra da hammadde satmaya başlamıştır. Dolayısıyla kar hadleri düşmüştür.

6-Karşı Tedbirler: Sanayii Islah ve Geliştirme Çabaları

1)- Sanayi hammaddelerinin ihracını yasaklamıştır.
2)- Gelişmiş teknolojiyle yeni imalathaneler açmıştır.
3)- Islah-ı Sanayii Komisyonu kurarak, esnaf birliklerini canlandırmaya ve onları şirketleşmeye çalışmıştır.

Şark Meselesi

Şark Meselesi XIX. Yüzyılın ilk yarısında Osmanlı toprak bütünlüğünün korunması,ikinci yarısında Avrupa’daki topraklarının paylaşılması, XX. Yüzyılda da bütün topraklarının paylaşılması şeklinde anlaşılmıştır.
1876’da İngiltere’nin isteği ile Balkan olaylarını görüşmek ve Osmanlı –Rus anlaşmazlığını gidermek için İstanbul’da bir konferans düzenlendi. Bu konferansa Osmanlı Devleti, Rusya,İngiltere, Fransa, Avusturya, Almanya ve İtalya katıldı. Konferans başladığı sırada , meşrutiyet ilan edildi.
Sırbistan ve Karadağ’ın topraklarının genişletilmesini Bosna-Hersek ve Bulgaristan’da muhtar yönetimlerin kurulmasını istediler. Osmanlı Devleti bu istekleri kabul etmedi.

3.KONU: TANZİMATTAN MEŞRUTİYETE

Osmanlı Devleti’nin Avrupa Siyaseti

Osmanlı Devleti XIX. yüzyılda Avrupa devletlerinin çıkar çatışmalarından yararlanarak ömrünü uzatmıştır. İzlediği denge politikası bazı güçlüklerden kurtulmasına yardımcı oldu. Bazı devletlerle ittifaklar içerisine girdi. Avrupa devletlerinin desteğini kazanmaya çalışan Osmanlı Devleti yeni düzenlemeler yapma gereği duydu. Tanzimat Fermanı bu düşüncelerle hazırlanmıştır.(1839 ).
Tanzimat Fermanı (1839 )
Osmanlı Devleti’nde birinci dönem ıslahatlarında kendi tarih ve kültürünün, ikinci dönem ıslahat hareketlerinde ise Avrupa kültürünün etkisi görülür. Tanzimat ikinci dönem ıslahatları içerisinde yer alır.
Avrupa devletlerinin desteğini kazanmaya çalışan Osmanlı Devleti yeni düzenlemeler yapma gereği duydu. Tanzimat Fermanı bu düşüncelerle hazırlanmıştır(1839 ) Fermanla;din farkı gözetilmeden herkese eşit hak,mal ve can güvencesi sağlanıyordu. Vergilerin adaletli şekilde toplanması ,askerlik işlerinin bir düzene konulması kabul edildi.
Bu ferman Avrupa Devletleri tarafından “Anayasa” fikrinin başlangıcı kabul edilmiştir. Bu olaydan sonra Avrupa devletleri Osmanlı Devleti’nin iç işlerine daha fazla karışma fırsatı yakaladılar.
Londra Antlaşması-Bu antlaşmaya göre Mısır Valiliği babadan oğula geçmek şartıyla Mehmet Ali Paşa’ ya bırakılacak,toplanan vergilerin dörtte biri İstanbul’a gönderilecekti. (1840)
Londra Boğazlar Sözleşmesi- Bu antlaşmaya göre; Osmanlı Devleti barış halindeyken Boğazların bütün savaş gemilerine kapalı tutulması kabul edildi.Bu sözleşme ile boğazlar, uluslar arası bir statü kazandı.(1841)

KIRIM SAVAŞI (1853-1856

Sebepleri
Rusya Osmanlı Devleti’nin paylaşılması teklifini İngiltere’ye götürmüş; fakat İngiltere Osmanlı Devleti’nden elde ettiği ekonomik çıkarları korumak istediği için ve Osmanlının toprak bütünlüğünden yana bir politika izlediği için bu teklifi kabul etmemişti. Bunun üzerine Rusya tek başına hareket etmeye başlamıştır. Kutsal yerler meselesini bahane ederek İstanbul’a bir elçi gönderdi ve Ortodoks kilisesi adına bazı isteklerde bulundu. Ortodoksların Rus Çarının himayesine verilmesini istedi. Büyük devletlerin görüşünü de alan Osmanlı Devleti bu istekleri kabul etmedi.
Yapılan savaşa Osmanlı Devleti’nin yanında; Osmanlı Devleti’nin Rus etkisi altına girmesini istemeyen İngiltere ve Fransa’da katıldı. Daha sonra İtalya’nın birliği için çalışan Piyemonte’da katıldı. Balkanlarda ilerleyen Ruslar Eflak ve Boğdan’ı ele geçirdiler.Bu durum Avusturya’yı rahatsız etti. Bu bölgeyi boşaltmasını istedi. Rusya bu isteği kabul etti. Osmanlı, İngiltere ve Fransız ortak donanması Kırım’a asker çıkardı. Rusya barış istedi.

Paris Antlaşması -1856

Yapılan Paris Antlaşmasına göre; Osmanlı Devleti Avrupa devletler konseyine kabul edilecek ve devletler genel hukukundan yararlanacak; Osmanlı Devleti’nin toprak bütünlüğü ve bağımsızlığı Avrupa devletleri tarafından korunacak; Boğazlar konusunda 1841 yılında imzalanan Londra antlaşması geçerli olacak; Karadeniz tarafsız hale getirilecek, Karadeniz’de hiçbir devletin donanması bulunmayacak, mevcut tersaneler yıkılacak. Avrupa devletleri Islahat Fermanı’nın yayınlanmasını dikkate alacaklar; fakat karışmayacaklardı.
Bu antlaşma ile belli bir süre Rus tehlikesi önlenmiştir. Osmanlı Devleti Avrupa devletler hukukundan yararlanmaya başlamıştır. Topraklarının Avrupa devletlerinin kefilliği altına alınması olumlu görünse de Osmanlı Devleti’nin kendisini koruyamayacak kadar zayıf olduğunu da gösterir. Antlaşmada Islahat Fermanı’ndan bahsedilmesi Avrupa devletlerinin Osmanlı Devleti’nin İç işlerine daha fazla karışmasına yol açmıştır. Karadeniz’in tarafsızlığı da her ne kadar Rusya’nın Karadeniz’e inmesine engel olmuşsa da Osmanlı Devleti’ni de olumsuz etkilemiştir.
Paris Antlaşması ve Avrupa Devletleri

( Rusya 1871 yılında Karadeniz’in tarafsızlığı ile ilgili olan maddeyi kabul etmediğini ilan etmiştir. Bu tarihte Almanya’ ya yenilen Fransa buna sesini çıkarmamış, İngiltere’ de yalnız kalmıştır).Kırım Savaşı’nda İngiltere’nin en büyük kazancı, Rusya’yı Karadeniz’ den uzaklaştırması olmuştur. Antlaşmanın Paris’te imzalanması Fransa’ ya devletlerarası ilişkilerde itibar kazandırmıştır. İtalya birliğini kurma çalışmaları yapan Piyemonte devleti ise Fransa’nın desteğini almıştır.

ISLAHAT FERMANI (1856)

Islahat Fermanı kaynağını ve ortaya çıkış sebebini yabancı devletlerden almaktadır. Bu fermanın esasları Viyana’da yapılan toplantı sonunda Avusturya, İngiltere ve Fransa tarafından belirlenmiştir. Paris’te barış görüşmeleri devam ederken Islahat Fermanı ilan edildi(1856).
• -Müslüman olamayan halka din ve vicdan özgürlüğü sağlanacaktır.
• -Kilise, okul ve hastane gibi binalar tamir edilecek veya yeniden inşa edilecektir.
• -Gayrimüslimlere küçük düşürücü deyimler kullanılmayacaktır.
• -Gayrimüslimler devlet memuru olabilecektir.
• -Vergiler herkesin gelirine göre toplanacak, cizye vergisi ile iltizam usulü kaldırılacaktır.
• -Gayrimüslimler belediye ve il meclislerine üye olabileceklerdir. Gayrimüslimler nakdi bedel ödeyerek askerlikten muaf olabilecektir.
• -Yabancılar Osmanlı toprakları üzerinde mülk edinebileceklerdir.
• -Tarım ve ticaret işleri düzenlenecek herkes şirket ve banka gibi ticari nitelikli kurumlar açabilecektir.
• -Gayrimüslimler kendi okul ve hastanelerini açabilecektir.
Bu fermanla ilgili bir madde,Paris Antlaşması’nda yer almıştır. Islahat Fermanı, Müslümanlarla Hıristiyanlar arasında eşitliği sağlamayı amaç edinen bir belgedir. Tanzimat Fermanı ile azınlıklara tanınan hakla genişletilmiştir. Azınlıklar dışında yabancılara da bazı haklar tanınmıştır. Osmanlı Devleti Islahat Fermanı ile azınlıklara yeni haklar vererek büyük devletlerin müdahalesini amaçladıysa da bu bilakis bu fermandan sonra azınlık hakları bahanesi ile iç işlerimize daha fazla müdahale etmeye başlamışlardır.

I.Meşrutiyet ( 1876)
I.Meşrutiyet’in ilanı ile ilk anayasa olan Kanun-ı Esasi’de kabul edildi. Kanun-ı Esasiye göre genel meclis Ayan ve Mebusan meclislerinden oluşuyordu.20 Mart 1877’de Genel Meclis açıldı.

1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı (93 Harbi)
Osmanlı Devleti’nin İstanbul ve akabinde Londra kararlarını kabul etmemesi üzerine,Avrupa devletlerinden gerekli izni de alan Rusya Osmanlı Devleti’ne savaş açtı.
Ayestefanos (Yeşilköy)Antlaşması- Bu antlaşma ile Büyük Bulgar krallığı kuruluyor ve Rusya Ege denizine çıkma fırsatı buluyordu.(1878) Bu antlaşmayı İngiltere ve Almanya kabul etmedi. Bu sebeple Berlin Antlaşması imzalandı.
Berlin Antlaşması (1878) - Bu antlaşmaya göre; Sırbistan, Karadağ, Romanya bağımsız oldu. Bulgaristan üç bölgeye ayrıldı. Osmanlı Devleti egemenliğinde muhtar Bulgar prensliği, Osmanlı yönetiminde Doğu Rumeli, ıslahat yapmak şartıyla Osmanlı yönetiminde Makedonya. Bu antlaşma Osmanlı Devleti’nin dağılmasını hızlandırmıştır. İngiltere politikasını değiştirmiş, onun yerini Almanya almıştır.

ERMENİ MESELESİ
Fatih Sultan Mehmet 1453'de İstanbul'u aldıktan sonra Ermenilerin Bursa'daki ruhani başkanı Hovakim'i İstan-bul'a getirmiş ve 1461'de yayınladığı bir fermanla Ermeni Patrikliği'ni kurdurmuş,onların cemaat işlerinin idaresini de patriklerine bırakmıştı. Patrikhane kurulduktan sonra İstanbul’da kuvvetli bir Ermeni kolonisi kuruldu. Şehir tedricen Ermenilerin dini ve milli hayatın gerçek bir merkezi haline geldi.
Ermeni İsyanlarının sebepleri
1-Fransız İhtilali ile yayılan milliyetçilik akımı
2-Sömürge yarışına girmiş bulunan güç-lü Avrupa devletlerinin çıkarlarının Osmanlı topraklarında düğümlenmesi
3-Bu devletlerin, milliyetçilik akımını kullanarak Osmanlı Devleti’ni parçalama eylemleri
4-Bu yolla bağımsız olan Sırbistan, Yu-nanistan, Bulgaristan ve Romanya’nın örnek oluşturması
5-Ermeni Patrikhanesi’nin çalışmaları
6-Ermeni din adamları,aydınları ve zenginlerinin bu yoldaki propagandaları
7-Amerikan Protestan misyonerleri-nin çalışmaları
8-Avrupa’daki “Haçlı Zihniyeti”nin henüz bütünüyle ortadan kalkmamış olması
9-Osmanlı Devleti’nin dağılmaya yüz tutması ve Ermenilerin bundan yararlanmak istemesi
Ermeni İsyanları

İlk isyan 1890'daki Erzurum'da gerçekleşmiştir. Bunu, yine aynı yıl meydana gelen Kumkapı gösterisi, 1892-93'te Kayseri, Yozgat, Çorum ve Merzifon olayları, 1894'te Sasun isyanı, Babıali gösterisi ve Zeytun isyanı, 1896'da Van isyanı ve Osmanlı Bankası'nın işgali, 1903‘te İkinci Sasun isyanı, 1905'te Sultan Abdülhamid'e suikast girişimi ve nihayet 1909‘ da gerçekleşen Adana isyanı izlemiştir. 1914‘ de Zeytun'da 100, 1915 Van olaylarında 3.000 ve 1914-1915 Muş olaylarında 20.000 Türk, Ermeni mezalimi sonucu hayatlarını kaybetmiştir.

II. Meşrutiyet’in ilanı(1908) ve Sonuçları

a-Meşrutiyet’in ilanı karmaşasından yararlanan Bulgaristan bağımsızlığını ilan etti. Avusturya-Macaristan Bosna-Hersek’i topraklarına kattı. Girit, Yunanistan’a bağlanma kararı aldı.
b-Meclis(parlamento) oluşturulduğu için ilk siyasi partiler kuruldu.
c-İttihat ve Terakki Partisi yönetimde etkili olmaya başladı.
d-Meşrutiyet’e ve İttihat ve Terakki Partisine muhalif olanlar 31 Mart (13 Nisan1909) Olayını meydana getirdiler. Özelikle Derviş Vahdeti ve sahibi olduğu Volkan gazetesinin faaliyetleri bu olayın çıkmasında etkili olmuştur.

31 Mart Vak’ası (1909)
Meşrutiyet’e ve İttihat ve Terakki Partisine muhalif olanlar 31 Mart(13 Nisan1909) Olayını meydana getirdiler. Özelikle Derviş Vahdeti ve sahibi olduğu Volkan gazetesinin faaliyetleri bu olayın çıkmasında etkili olmuştur. İsyan Makedonya’da İttihat ve Terakki ‘nin hazırlattığı Hareket Ordusu tarafından bastırıldı. İsyanda etkisi olduğu gerekçesiyle II. Abdülhamit tahttan indirildi(1909).

5.KONU: XIX. YÜZYILDA OSMANLI DEVLETİ’NDEKİ KÜLTÜREL GELİŞMELER
OSMALI TOPLUM YAPISINDA MEYDANA GELEN DEĞİŞMELER
Çeşitli milletleri ve dinleri bir arada yaşatan Osmanlıların Nizam-ı Alem’i-Avrupalılar buna Pax Ottamanica diyorlardı-,diğer bir deyişle Osmanlı toplum düzeni ve barışı, daha Kanuni’nin ölümünden önce, yıllar sonra belirginleşecek olan hastalık alametleri göstermeye başlamıştı.
Osmanlı toplum yapısının değişmesinde iç ve dış etkenler etkili olmuştur. Bunları şu şekilde belirtebiliriz:
1-Nüfus artışı 2-Dirlik sisteminin bozulması 3-İç isyanlar 4-Dış etkenler: a-Coğrafi keşifler b- Sanayi İnkılabı c-Fransız ihtilali

1-XVIII.YÜZYIL
a-Yönetim Kadrolarında Kimlik Değişimi
Yönetim kadrolarında en önemli değişiklik Seyfiye sınıfının yerini yavaş yavaş Kalemiye sınıfının almasıdır.
Bunun en önemli sebebi devletlerarası ilişkilerde diplomasinin önem kazanmasıdır. Yurt dışında geçici ve daha sonra daimi elçilikler kurulması da bu düşünceye dayanır.
Yönetici kadrolarında meydana gelen bir değişmede Devşirme kökenlilerin yerini reayadan kişiler almaya başlamıştır.

b-Ayan ve Eşraf
Osmanlı Devleti’nde taşra da vekalet uygulaması başladığında zamanla bu yönetim ayanların eline geçmiştir. İltizamı da alan ayanlar zamanla taşra da önemli bir güç haline geldiler. İltizam usulünün yerini alan Malikane sisteminde vergi kaynağı ömür boyu kiralanabiliyordu. Bu uygulamayla ayanlar bazı bölgelerde büyük bir nüfuz kazanmışlardır.

c-İskan faaliyetleri
Osmanlı Devleti’nde Kuruluş ve Yükselme dönemlerinde Anadolu’dan Rumeli’ye bir iskan faaliyeti olmuştur. Yine Anadolu içerisinde de bazı problem çıkaran boylar çeşitli bölgelere yerleştirilmiştir. Gerileme ve Dağılma dönemin-de tersine bir göç hareketi olmuş ve Rumeli’den gelen Türkler Anadolu’nun çeşitli bölgelerine yerleştirilmiştir.
2-Tanzimat ve sonrası
a-Yeni Bürokratlar

Avrupa ülkelerinde ikamet elçiliklerinin kurulmasından ve böylece Avrupa ile ilişkilerin artmasından sonra, es-kilerden daha farklı bir anlayışa sahip reformcu yeni bir nesil ortaya çıkmıştı. Bunlar Avrupa başkentlerinde görev yaparken, milletlerarası durumu ve batılı devletlerin bünyelerini tanımaya çalışmış olan belli başlı diplomalardı.
Üst seviye Tanzimat bürokratlarından her biri İstanbul’daki yabancı elçiliklerden biri ile de ilişki içindeydi.
Bu durum onları daha etkili kılıyor, ancak yabancıların Osmanlı Devleti’nin iç işlerine karışmasını da kolaylaştırıyordu.

b-Nüfus hareketleri ve Yeni Yapılanmalar

XIX. yüzyılda ise Osmanlı nüfusu açısından iki olgu birden yaşanıyor. Bir taraftan, Osmanlı genel nüfusu azalırken, diğer taraftan daralan Osmanlı sınırları içindeki nüfus gitgide artmaktaydı. Genel nüfusun artması toprak kayıplarına, mevcut nüfusun artması ise kaybedilen topraklardan gelen göçlere bağlıydı. Gerileme ve Dağılma devrinde Rumeli’den Anadolu’ya yoğun bir göç hareketi olmuştur.
Ulaşım teknolojisinin gelişmesi ve dış pazarlarla ilişkiler kurulması, XIX. yüzyılda, şehirleşme oranını da yükseltmiştir.
 XVI. yüzyılda da sınırlı olan ova köyleri(celali isyanları dolayısıyla yamaçlara ve dağlara çekilmişlerdi),XIX.
 Yüzyılda dışardan gelen göçmenlerle artmıştır. Bunlar Konya, Adana ve kıyı ovalarına yerleştirildiler.
 Ulaşımda da kara yollarının yanında demiryolları ve denizyolları da yapılmaya başlandı. Telgraf ve telefon hatları kurulmaya başladı.

Yeni Hayat Tarzı
Klasik dönemde Osmanlıların saray, şehir, köy ve göçebelerdeki gündelik hayat tarzları daha önce anlatılmıştı. XIX. Yüzyılda, İstanbul ve diğer büyük şehirlerde hayat tarzı önemli ölçülerde değişmelere uğramıştır.
Kahvehanelerin işlevi değişmiş eğlence amaçlı kullanılmaya başlamıştır. Yabancı kahvehaneler ise pastaneye dönüşmüştür. Kahramanlık destanlarının, meddah, karagözün yerini tiyatro almıştır.
Eski mesire geleneklerini, Boğaziçi mehtap âlemleri almıştır. Sefaretlerin düzenlediği balolar, üst seviyedeki Müslümanlar arasında da kadın-erkek bir arada eğlenme modasını doğurmuştur. Üst tabaka nazarında Avrupa malı kullanma sosyal statü sembolü haline gelmiştir.
Halk sınıfları arasında yaşantı açısından farklılaşmalar başlamıştır. Zenginler Boğaziçinde ayrı mekânlara yerleşmişlerdir. 1895’de İstanbul’da ilk defa Zatü’l Hareke denen otomobil kullanılmaya başlamıştır. Ardından elektrikli tramvay hizmete girmiştir. II. Meşrutiyet sonrası telgraf ve telefon da gündelik hayatın unsurları haline gelmiştir. Taşra da ise bu değişimler pek görülmemiştir. Eski hayat tarzı uzun süre devam etmiştir.
Değişmeler ve Gelişmeler Dönemi
a) Eski Kurumların Durumu
Kuruluş ve Yükselme döneminde sağlıklı bir şekilde yürüyen eğitim kurumları duraklama ve gerileme döneminde bozulmaya başladı ve ihtiyaca cevap veremez hale geldi. Eğitim kurumlarına kabul edilmede liyakatın yerini torpil ve rüşvet almıştır.

b)Eğitim ve Öğretimde Gelişmeler ve Yeni Kurumlar

(1) Gelişmeler
Avrupa’nın gözle görünür üstünlüğü karşısında diğer kurumlarda olduğu gibi eğitim-öğretim kurumlarında da Avrupa örnek alınarak bir takım ıslahat hareketlerine girişildi ise de bunlardan bir sonuç alınamamıştır.
Lale Devri’nden itibaren açık bir şekilde ortaya çıkan batı modelli yenileşmede, göze çarpan ilk hareket, matbaanın kurulması sayılabilir. Bu hareket, eğitim ve öğretim hayatını da olumlu yönde etkilemiştir. I.Mahmut ve III.Mustafa dönemlerinde askeri eğitim kurumları olan Humbaracı ve Topçu Ocakları batı tarzında örgütlendirilmiştir. XVIII. yüzyıldan itibaren başlayan yenileşme ve reform hareketlerinde, eğitim konusuna öncelik verildiği görülmektedir.
1770-1840 yılları Batılılaşmanın temellerinin atıldığı yıllardır. Bilhassa bu yıllarda eğitim ve öğretim ve askerlikte Batı’dan faydalanma yoluna gidildi. Kültür ve sanat ise eski özelliğini korumaya devam etti. Zaman zaman eğitim ve öğretimdeki aksaklıklar yeni kanunlarla düzene sokulmaya çalışıldı.
Batı Tarzında Açılan Okullar

16. ve 17. yüzyıllarda bütün kurumlarda görülen gerileme eğitim ve öğretimde de kendini gösterdi. İlk olarak 18. yüzyılda Lale Devri’nde başlayan eğitim ve öğretimdeki değişiklikler daha sonraki yıllarda da devam etti. Medreselerin yanında askeri amaçlı modern kara ve deniz mühendisi okulları açıldı.
1727’de İstanbul’da ilk matbaa açıldı. 1734 yılında Üsküdar’da, matematik ve fen bilimlerinin verildiği Hendesehane, 1773’te Mühendishane-i Bahr-i Hümâyun, 1796’da Mühendishane-i Berri-i Hümâyun açıldı. Ayrıca Tıphane-i Âmire, Mekteb-i Maarif-i Adliye, Mekteb-i Ulûm-î Edebiye, Darû’l-Muallim (1858), Rüşdiye, Mekteb-i Sultan-i ve 1863’te ilk üniversite olan Daru’l Fünûn gibi okullar açıldı.

(2) Öğretim Kurumları
a) Askeri Kurumlar

Deniz kuvvetleri için deniz subayı ve mühendisleri yetiştirmek amacıyla 1773 yılında "Mühendishane-i Bahr-ı Hümayun" okulu açıldı. Okulun öğretim kadrosu Fransız teknisyenlerden oluşuyordu. III. Selim döneminde 1792'de "Humbarahane" ve daha sonra "Mühendishane-i Berr-i Hümayun'' okulları açıldı. Mühendishanede fizik, matematik ve topçulukla ilgili kitaplardan oluşan bir kütüphane kuruldu.
II. Mahmut zamanında "Yeniçeri Ocağı" kaldırıldı ve yerine "Asakir-i Mansure-i Muhammediye" adıyla yeni bir ordu kuruldu. Ordunun eğitimi için Prusya'dan subaylar getirildi. 1831'de "Mızıka-i Hümayun" kuruldu. Tanzimat döneminde 1849 yılında "Erkan-ı Harbiye" . (Harp Akademisi) ve 1870 yılında "Bahriye Mektebi" ile askeri idadiler açıldı. 1856’da ilan edilen Islahat Fermanı’yla Osmanlı Devleti’nde yeni bir dönem başladığını görüyoruz. Islahat fermanıyla yapılmak istenen eğitim ve ilgili yenilikler daha çok yabancıların işine yaradı. 1869’da “Maarifi-i Umumiye Nezareti” adlı hükümet içinde yer alan ve bugünkü Milli Eğitim Bakanlığı’nın temeli olan bir kuruluş ortaya çıktı. II. Abdülhamit döneminde Almanya'dan harp okulunun düzenlenmesi için uzmanlar geldi. Goltz Paşa'nın liderliğinde askeri eğitim kurumları yeni bir şekil aldı. İstanbul'da bulunan okulun subay ihtiyacını karşılayama-dığı düşünülerek Edirne, Manastır, Erzincan, Şam ve Bağdat'ta da birer okul açıldı. Harp okuluna öğrenci yetiştirmek amacıyla her biri ordu merkezlerinde olmak üzere çeşitli askeri liseler açıldı. Bunlardan Kuleli ve Işıklar Askeri Liseleri ile daha sonra açılan Maltepe Askeri Lisesi bugün de öğrenimlerini sürdürmektedirler. Askeri liselere öğrenci yetiştirmek üzere üç yıl eğitim veren askeri rüştiyeler açılmıştı.

b) Sivil Kurumlar

Sivil Kurumlar:
XIX. yüzyılın ikinci yarısında Osmanlı eğitim kurumları ilk, orta ve yüksek olmak üzere üç dereceli idi.
İlk Öğretim:
Sıbyan Mektepleri, Mekteb-i İbtidaiyeler (ilkokul).
Orta öğretim:
İdadiler ve Sultaniler (lise).
Yüksek öğretim:
Darü’l-Fünun.
Sıbyan mektepleri günümüz anaokullarına benzer eğitim vermekteydiler. Onları dört yıl eğitim veren ibtidaiye mektepleri tamamlamaktaydı. Rüştiyeler, günümüzdeki ortaokul düzeyinde eğitim veren kurumlardı. 1838 yılında açılmaya başlanmış olan rüştiyelere, 1867 yılından itibaren Hıristiyan vatandaşların çocukları da alınmaya başlandı. İlk kız rüştiyesi, 1861 yılında İstanbul'da açıldı. İdadiler, rüştiyelerin üstünde üç yıllık okullardı. 1872 yılında kurulmaya başlandı. Cevdet Paşa'nın Maarif Nazırlığı sırasında açılan bu okullarda Türkçe, yabancı dil, belagat, aritmetik, geometri, tabiat bilgisi, resim vb. dersler okutulmaktaydı. İdadilerin üstünde eğitim veren sultaniler ise, 1869 Nizamnamesine göre açıldı. İstanbul'da açılan ilk okul, Galatasaray Sultanisi'dir. Fransız liselerindeki yönetim biçimi ve öğretim yöntemleri aynen kabul edildi. Öğretim süresi beş yıldı. Ülke genelinde yeterli sayıda açılamadı. Üniversite olarak 1870 yılında "Darül-Fünun" açıldı. 1846 yılında Darül Muallimin (Erkek öğretmen Okulu), 1876 yılında Darül Muallimat (Kız öğretmen Okulu), 1859'da, günümüzdeki Siyasal Bilgiler Fakültesi'nin esasını oluşturan "Mekteb-i Mülkiye" açıldı. Dil ve tarih alanlarında çalışmalar yapmak üzere "Encümeni Daniş" (İlimler Akademisi) kuruldu (1850). 1873'te Darüşşafaka, 1875 yılında da arkeolog ve müze uzmanı okulu açıldı. 1881 yılında "Sanayi-i Nefise Mektebi" (Güzel Sanatlar Okulu) açıldı.
c) Mesleki Kurumlar
Mesleki eğitim ve öğretim kurumlarının açılması ve geliştirilmesi çalışmaları, Tanzimat dönemi ile birlikte başladı. Genelde bir tarım ülkesi olan Osmanlı Devleti'nde tarım amaçlı ilkokul, 1847 yılında açılan "Ameli Ziraat Mektebi" oldu. Ancak bu okul bir süre sonra kapandı. 1892'de "Halkalı Ziraat Mektebi", 1895'de "Veteriner Okulu", 1870'de "Orman Mektebi", daha sonra Bursa'da "Koza Okulu" açıldı. Tanzimat döneminde telgraf önemli bir haberleşme aracı durumuna gelmişti. Bu konudâ eleman yetiştirmek amacıyla "Telgrafçılık Okulu" açıldı. Mithat Paşa, Tuna valiliği sırasında Niş ve Rusçuk'ta yetim çocuklara sanat öğretmek için "Islahhaneler" açtı. Abdülaziz döneminde "Eczacı Mektebi" ve "Kaptan Çarkçı Mektebi" açıldı. II. Abdülhamit döneminde, 1885 yılında "Mektebi Sanayi", hakim yetiştirmek için "Mektebi Hukuk-ı Şahane" açıldı (1878).

ç) Yabancı ve Azınlık Okulları

Osmanlı Devleti Gayr-i Müslim vatandaşları olan topluluklara her türlü hürriyeti ve serbestliği tanımıştı. Bu sebeple her toplumun kendi kiliselerine ve dini teşkilatlarına bağlı olarak eğitim düzenleri vardı. Ayrıca Gayr-i Müslim vatandaşların bir çoğu maddi durumları iyi olduğu için Avrupa ülkelerine de çocuklarını gönderirlerdi. Fener Patrikhanesi'nin yönetim ve denetiminde olan önemli iki Rum okulu, Fener Rum Okulu ile Heybeliada Papaz Okulu idi. Ermenilerin kurdukları ilk okul 1790 yılında Kumkapı'da açıldı. XIX. yüzyıl boyunca birçok okul açtılar.
Yahudilerin ilk okulları 1854 yılında Musevi Asri Mektebi adı ile İstanbul'da açıldı. Daha sonra Selanik ve İstanbul'da birçok okul açtılar.
1897 yılında Osmanlı Devleti sınırları içinde azınlıkların sahip oldukları okulların sayıları şöyle idi:
Rumlar 4390
Bulgarlar 693
Ermenler 851
Yahudiler 331
Sırplar 85
Ulahlar 63
Katolik Rumlar 60
Genel olarak 5982 ilkokul, 687 rüştiye ve 70 idadidir.

XIX. yüzyılda kapitülasyonlardan yararlanan İngiltere, Fransa, Almanya, Avusturya, İtalya, ABD, ve Rusya Osmanlı Devleti'nin çeşitli bölgelerinde okullar açtılar. Fransızlar tarafından 1583 yılında kurulan "Saint Benoit Okulu"nun eğitim kadrosunu Cizvit rahipleri oluşturuyordu. Daha sonra bu okulların sayıları arttı. Günümüzde bile bir kısmı mevcuttur. Amerikan okullarının sayısı XIX. yüzyıl sonlarında 534'e ulaşmıştı. Bu okulların en tanınmışları, Beyrut Amerikan Üniversitesi ve İstanbul'da açılan Robert Koleji idi. İngilizler, 1857 yılında kız ortaokulunu, 1905 yılında da Nişantaşı İngiliz Lisesi'ni açtılar. İngiliz okulları özellikle Mezopotamya ve Ege bölgesinde ağırlık kazandı.
İtalyanlar ilk olarak 1861'de İstanbul'da bir okul açtılar. 1863 yılında Hatay'da İtalyan özel Okulu açıldı. Ruslar ise ilk olarak 1889'da Bursa‘ da ve daha sonra İstanbul'da, Terkos Rus Okulu'nu açtılar. Avusturya ise 1882 yılında bir kız lisesi, bir erkek lisesi ve ticaret okulu kurdu. Bu okullar günümüzde de eğitimlerini sürdürmektedir. Almanlar tarafından açılan okullar, İstanbul, Beyrut ve Kudüs'te bulunuyordu. İranlılar da İstanbul ve Bağdat'ta okullar açtılar. Osmanlı sınırları içindeki yabancı okulların sayıları şöyle idi:
Amerikan Okulları 131
Fransız Okulları 127
İngiliz Okulları 60
Alman Okulları 22
İtalyan Okulları 22
Avusturya Okulları 11
Rus Okulları 7
İran Okulları 4
Toplam: 384

Bir ülkede milli birliğin sağlanmasında verilecek eğitimin önemi büyüktür. Bu sebeple eğitimin milli olması gerekir. 3 Mart 1924 yılında çıkarılan "Tevhid-i Tedrisat" kanunu ile azınlık ve yabancı okullar bir düzene tabi olmuştur.

Trablusgarp Savaşı(1911-1912)

Sebepleri: a- İtalya’nın gelişen sanayisi için sömürge arayışı b-İtalyanların bu konuda Avrupa devletlerinden destek alması c-Trablusgarp’ın İtalya’ya yakın ve savunmasız olması d-Hammadde kaynakları bakımından zengin olması
Osmanlı Devleti halkı örgütleyerek savaşta başarılar kazandıysa da Balkan Savaşı’nın başlaması üzerine İtalya ile Ouchy(Uşi) antlaşmasını imzalamak zorunda kalmıştır. Buna göre;
1-Trablusgarp ve Bingazi İtalya’ya bırakıldı.
2-Savaş anında işgal edilen Rodos ve Oniki Ada geçici olarak İtalyanlara bırakıldı.(Bu adalar 1947yılında Yunanistan’a bırakıldı)
NOT: Bu savaş sonucunda Osmanlı Devleti’nin Kuzey Afrika’da toprağı kalmadı.

Balkan Savaşları(1912-1913)
I. Balkan Savaşı
Sebepleri: a-Rusya’nın izlediği Panislavizm ve Sıcak denizlere inme politikası. Bu amaçla Balkan Devletleri’ni Osmanlı aleyhine kışkırtması b-Rusya’nın teşviki ile Balkan Devletleri’nin ittifak yapmaları
c-Osmanlı Devleti’nin Trablusgarp Savaşıyla uğraşması d-İngiltere’nin Reval Görüşmesinde Rusya’yı Balkanlar ve Boğazlar konusunda serbest bırakması e-Balkan Devletleri’nin Osmanlı’dan toprak koparmak istemeleri
8 Ekim 1912’de Karadağ’ın savaş ilanı ile Osmanlı Devleti Sırbistan, Bulgaristan ve Yunanistan’la birlikte dört devlet savaşmış ve yenilgiye ugramıştır.30 Mayıs 1913’te Londra Antlaşması imzalanmıştır. Buna göre; Osmanlı Devleti’nin batı sınırı Midye-Enez çizgisi olarak kabul edildi. Batısında kalan topraklar Balkan
Devletleri’ne bırakıldı.
Sonuçları: a-Midye-Enez sınırının batısında kalan Edirne ve Kırklareli dahil Makedonya, Batı Trakya, Ege Adaları, Arnavutluk elden çıktı. b-Bulgaristan Ege Denizi’ne ulaştı c-Balkanlardan Anadolu’ya göçler başladı. d-Ocak 1913 yılında yapılan bir darbeyle fiilen İttihad veTerakki dönemi başlamıştır.

II. Balkan Savaşı
Sebebi: Osmanlı Devleti’nden aldıkları toprakları Balkan devletlerinin paylaşamamaları
Sırbistan, Karadağ, Yunanistan yanlarına Romanya’yı da alarak Bulgaristan’la savaşmaya başladılar. Bu durumdan yararlanan Osmanlı Devleti Bulgaristan’ın elinde bulunan Edirne ve Kırklareli’ni aldı. Bulgaristan’ la yapılan İstanbul Antlaşması’yla sınır Meriç nehri olarak kabul edildi. Nehrin batısında kalan Dimetoka şehri de Osmanlı’ya bırakıldı. Yunanistan’la yapılan Atina Antlaşması’yla; Girit Yunanistan’a bırakılacak, Ege Adalarının durumu büyük devletlerin hakemliğine bırakılacak.(Büyük Devletler Bozcaada, Gökçeada, Meis ve Kaş dışındaki adaları Yunanistan’a bıraktılar).

KUŞLAR GİBİ UÇMASINI, BALIKLAR GİBİ YÜZMESİNİ ÖĞRENDİK. ANCAK BU ARADA ÇOK BASİT BİR SANATI UNUTTUK; KARDEŞ OLARAK YAŞAMAYI. Martin Luther King

I.DÜNYA SAVAŞI(1914-1918)
Sebepleri:
a-Almanya’nın siyasi birliğini tamamlayarak, sömürgecilikte İngiltere’ye rakip olması b -Fransa ve Alman- ya arasındaki Alsas-Loren bölgesi meselesi(Fransa’nın Sedan Savaşı’nda kaybettiği bu bölgeyi geri almak istemesi) c-Balkanlarda Avusturya-Macaristan Rusya rekabeti d-İtalya’nın Akdeniz’de hakimiyet kurma isteği e-Çıkar çatışmalarının bloklaşmaya(Üçlü İtilaf 1907,Üçlü İttifak 1882)ve silahlanmaya yol açması f-Osmanlı Devleti’ni paylaşma isteği g-Avusturya-Macaristan veliahdının bir Sırplı tarafından öldürülmesi
28 Haziran 1914’te Saraybosna’da Avusturya-Macaristan veliahdının bir Sırplı tarafından öldürülmesi üzerine Avusturya Sırbistan’a savaş ilanı etti. Rusya’nın da Sırbistan’ın yanında yer alması ile karşılıklı savaş ilanları I. Dünya Savaşı’nı başlattı.
Savaş başladıktan sonra tarafsızlığını ilan eden İtalya 1915 yılında İtilaf Devletleri’ne katıldı. Uzak Doğuda Japonya Alman sömürgelerini ele geçirdi. Komünist ihtilali sebebiyle Rusya savaştan çekilmek zorunda kaldı(1917).Aynı yıl Alman denizaltılarının A.B.D ticaret ve yolcu gemilerine saldırmaları dolayısıyla A.B.D savaşa İtilaf Devletleri’nin yanında dahil oldu. Bu olaydan sonra savaş İtilaf Devletleri’nin lehine dönmüştür. Almanların Batı cephesi çöktü. Diğer cephelerde de alınan başarısızlıklarla İttifak Devletleri birer birer savaşı terk etmek zorunda kaldılar.
Osmanlı Devleti’nin Savaşa Girmesi
Sebepleri: a-Daha önce kaybettiği toprakları geri alma düşüncesi b-İttihat ve Terakki Partisi’nin Alman yanlısı bir politika izlemesi ve savaşı Almanların kazanacağını düşünmesi c-İtilaf Devletleri tarafından Rusya’nın da etkisiyle kabul edilmeyen Osmanlı Devleti’nin yalnız kalmak istememesi. d-Rusya’nın Boğazlar üzerindeki tarihi emelleri ve İtilaf Devletleri’nin Balkan Savaşı’nda Rus yanlısı bir politika izlemeleri. e-Almanlarla yapılan gizli antlaşma(2 Ağustas 1914) f-İngilizlerden kaçan iki Alman denizaltısının Osmanlılara sığınması, bunların satın alındığının ilan edilmesi ve bu gemilerin Rus limanlarını bombalaması

Almanların Osmanlı’yı Yanlarında Savaşa Sokma Sebepleri
a-Yeni cepheler açarak yükünü hafifletmek istemesi b-Musul ve Kerkük petrollerinden faydalan- ma isteği c-Padişahın Halifelik sıfatından yararlanma isteği d-Rusya’ya Boğazlar yoluyla yapılacak yardımı önleme isteği

Osmanlı Devleti’nin Savaştığı Cepheler
1-Kafkas cephesi
İtihatçıların Kafkasya üzerinden Türk ülkeleri ile ilişki kurarak Rusları zor durumda bırakmak istemeleri ve Bakü petrollerini ele geçirme konusunda Almanya’nın teşvikleri sebebiyle bu cephe açılmıştır. Yapılan Sarıkamış Harekatı’nda başarılı olamayan Osmanlı Devleti binlerce askerini soğuktan ve hastalıklardan kaybetti. Ruslar Van, Muş, Bitlis, Erzurum, Erzincan ve Trabzon’u işgal ettiler. Mustafa Kemal Muş ve Bitlis’i gerialdı.3 Mart 1918’de Brest Litowsk Antlaşmasıyla savaştan çekilen Ruslar Berlin Antlaşmasıyla(1878) aldıkları Kars, Ardahan ve Batum’u Osmanlılara bıraktılar.
2-Irak cephesi
İngilizlerin Musul-Kerkük petrollerini ele geçirme, Hint deniz yolunun güven altına alınması ve Kuzeye çıkarak Ruslara yardım etme düşünceleri ile İngilizler tarafından açılmıştır.
Başlangıçta bazı başarılar kazanan Osmanlı Devleti 1917 başlarında Bağdat’ı İngilizlere bırakmıştır. Mütareke öncesi İngilizler Musul önlerine kadar gelmişlerdir.
3-Kanal cephesi
Mısır’ı ele geçirerek, İngilizlerin sömürgeleriyle irtibatını keserek o bölgelerden asker almasını da önlemek. Şubat 1915’te başlayan mücadelelerde Osmanlı kuvvetleri başarılı olamadılar.
4-Çanakkale cephesi
sebepleri: a-İtilaf Devletlerinin Boğazları ele geçirerek Osmanlı Devleti’ni savaş dışı bırakmak istemeleri b-Rusya’ya askeri ve ekonomik yardım yapmak istemeleri c-İttifak Devletlerinin Balkanlardan olabilecek bağlantılarını kesmek istemeleri.
Gerek 18 Mart 1915’te başlayan Deniz Harekatı’nda, gerekse 25 Nisan 1915’te başlayan Kara Harekatı’nda başarılı olabilen İtilaf Devletleri çekilmek zorunda kalmışlardır.

SAVAŞTA BABALAR OĞULLARINI, BARIŞTA OĞULLAR BABALARINI GÖMERLER.

Çanakkale Savaşlarının sonuçları

1-Savaşın yaklaşık iki yıl uzamasına yol açtı. 2-Rusya’ya yardım yapılamadığı için Rusya’da ihtilal çıktı ve Rusya savaştan çekildi. 3-Bulgaristan’ın tereddüdü ortadan kalktı ve İttifak Devletleri yanında savaşa girdi.
4-Bu başarı Milli Mücadele için örneklik teşkil etti.5-Her iki taraftan toplam 500 bin kişinin kaybına yol açtı.
5-Suriye ve Filistin cephesi
Kanal cephesinde alınan başarısızlıklar üzerine İngilizler Filistin ve Suriye’de ilerlemeye başladılar. Kudüs ve Şam elden çıktı. Yıldırım Orduları Grup Komutanlığına atanan Mustafa Kemal, İngiliz ilerleyişi karşısında
orduyu Halep’e kadar geri çekti. Böylece İngiliz ilerleyişi Halep’in kuzeyinde durduruldu.(1918 sonları)

6-Hicaz ve Yemen cephesi
Osmanlılar bu cephede kutsal yerleri korumak amacıyla savaşın sonuna kadar savaştılar. Bu cephede İngilizlerin yanında kendisine istiklal ve Arap Devleti vaad edilen Mekke Emiri Şerif Hüseyin’le de mücadele edilmiştir.
7-Galiçya,Romanya ve Makedonya cephesi
Osmanlı kuvvetleri bu cephede Avusturya-Macaristan ve Bulgaristan’a yardım için, Rusya, Romanya ve Fransa ile mücadele edilmiştir.

I.DÜNYA SAVAŞININ SONUÇLARI
I.Dünya Savaşı sonucunda Almanya ile Versay,Avusturya ile Sen Jermen,Macaristan ile Trianon,Bulgaristanla Nöyyi, Osmanlı Devleti ile Sevr antlaşmaları yapılmıştır. Bu antlaşmaların taslakları 18 Ocak 1918’de toplanan Paris Konferansı’nda tesbit edilmiştir. Bu antlaşmalar yenilen devletler için ağır antlaşmalardı.
1-Savaş sonunda siyasi üstünlük Avrupa’dan Amerika’ya geçmiştir. 2-Avrupa’da İngiltere ve Fransa’nın ağırlığı artmıştır. 3-Yeni devletler kurulmuş, Avrupa’nın haritası değişmiştir. 4-Almanya sömürgelerini kaybetti.
5-Milletler Cemiyeti kuruldu. 6-Almanya’ya ağır bir antlaşma imzalatılması ve Fransa’nın baskıları II. Dünya ya Savaşı’na ortam hazırladı. 7-Avrupa’da demokrasi güç kazandı. 8-İmparatorluklar yıkıldı.

T.C İNKILAP TARİHİ VE ATATÜRKÇÜLÜK

I.DÜNYA SAVAŞI ÖNCESİ OSMANLI DEVLETİ’NİN DURUMU

II.Meşrutiyet’in İlanı(23 Temmuz 1908)

 

                     1876 yılında Genç Osmanlıların baskısı ile ilan edilen I.Meşrutiyet’e, II.Abdülhamit tarafından 1877-1878 Osmanlı-Rus savaşı bahane edilerek,gerçekte azınlık milletvekillerinin zararlı çalışmaları dolayısıyla Meclis-i Mebusan kapatılarak son verildi.

Genç Türkler (Jön Türkler)

 

Döneminin sonlarına doğru, bazı Osmanlı aydınları (Namık Kemal, Şinasi, Ziya Paşa, Hüseyin Avni Paşa) Genç Osmanlılar adıyla bir cemiyet kurdular. Bunlar; Osmanlı ülkesinde yaşayan herkesin, din, dil, ırk farkı gözetmeksizin eşit tutulması halinde azınlıkların ayrılmaktan ve devlet kurmaktan vazgeçeceklerini savunuyorlardı. Bu düşüncelerinin uygulanabilmesi için de; Meşrutiyet'in ilan edilmesi, temel hak ve özgürlüklerin bir anayasa ile korunması gerektiğine inanıyorlardı. Bu nedenle II. Abdülhamit'e baskı yapıp 1876 yılında Meşrutiyet'in ilanını sağladılar.

 

                      XX.yüzyıl başlarında Makedonya’daki gelişmeler,Balkanlardaki bunalımı artırdı.Rusya ile İngiltere

Reval’de bir araya gelerek Osmanlı Devleti ile ilgili bazı kararlar aldılar.(1908)Görüşmeler sonunda Makedon-

ya’da ıslahat yapılmasını istediler.Bu olay üzerine harekete geçen İtihat ve Terakki Cemiyeti üyeleri,İngiltere ve Rusya’nın devleti parçalayacağı düşüncesi ile Meşrutiyet’in ilanının gerekliliği konusunda II.Abdülhamit’e bas-kı yaptılar.II.Abdulhamit’te bu baskılara dayanamayarak II.Meşrutiyet’i ilan etti.

                II.Meşrutiyet’in İlanının Sonuçları

                a-Meşrutiyet’in ilanı karmaşasından yararlanan Bulgaristan bağımsızlığını ilan etti.Avusturya-Maca- ristan Bosna-Hersek’i topraklarına kattı.Girit,Yunanistan’a bağlanma kararı aldı.

                b-Meclis(parlamento) oluşturulduğu için ilk siyasi partiler kuruldu.

                c-İttihat ve Terakki Partisi yönetimde etkili olmaya başladı.

                d-Meşrutiyet’e ve İttihat ve Terakki Partisine muhalif olanlar 31 Mart(13 Nisan1909) Olayını mey- dana getirdiler.Özelikle Derviş Vahdeti ve sahibi olduğu Volkan gazetesinin faaliyetleri bu olayın çıkmasında etkili olmuştur.İsyan Makedonya’da İttihat ve Terakki ‘nin hazırlattığı Hareket Ordusu tarafından bastırıldı.  İsyanda etkisi olduğu gerekçesiyle II.Abdülhamit tahttan indirildi(1909)

              NOT:31 Mart Olayı Türk tarihinde rejime karşı yapılan ilk isyan hareketidir.

 

İttihat ve Terakki Cemiyeti

 

İstanbul'da Askeri Tıbbiye öğrencilerinden İbrahim Temo, Abdullah Cevdet, İshak Sükuti, Mehmet Reşit ve Hüseyinzade Ali tarafından 1889 yılında gizlice kurulan cemiyet, aynı yıl, Paris'teki Jön Türkler ile temas kurup "Osmanlı İttihat ve Terakki Cemiyeti" adını benimsedi. II. Abdulhamit döneminde üyelerin çoğu tutuklandı ve sürgün edildi. Bundan sonra yurt dışında örgütlenen cemiyet, 1908 tarihinde II. Abdulhamit'in Kanun-i Esasi'yi yeniden yürürlüğe koymasını sağladı.

Bu arada cemiyet adını "Osmanlı İttihat ve Terakki Cemiyeti" ne çevirdi. 31 Mart'ta meydana gelen İttihat ve Terakki karşıtı hareket ve 1911 Trablusgarp Savaşı ile aynı yıl kurulan muhalefet partisi "Hürriyet ve İtilaf Fırkası", yönetimin iktidarını sertleştirmeye başlamasına yol açtı. 23 Ocak 1913 tarihinde yönetimi ele geçirmek amacıyla Babıali Baskını'nı gerçekleştiren İttihat ve Terakki Partisi bilfiil ülke yönetimine el koydu. 1913-1918 yılları arasında ülke "İttihat ve Terakki Partisi" yönetimi altında bulundu. Parti ileri gelenlerinden Enver Paşa'nın Alman yanlısı siyaseti yüzünden Birinci Dünya Savaşı'na giren Osmanlı Devleti, savaşın sonunda yenik düştü. 14 Kasım 1918'de Cemiyet kendini feshetti ve yerine "Teceddüt Fırkası" kuruldu.

    Trablusgarp Savaşı(1911-191)

             Sebepleri:a-İtalya’nın gelişen sanayisi için sömürge arayışı b-İtalyanların bu konuda Avrupa devlet-

 lerinden destek alması c-Trablusgarp’ın İtalya’ya yakın ve savunmasız olması d-Hammadde kaynakları bakı-

 mından zengin olması

                 Osmanlı Devleti halkı örgütleyerek savaşta başarılar kazandıysa da Balkan Savaşı’nın başlaması üze-

rine İtalya ile Ouchy(Uşi) antlaşmasını imzalamak zorunda kalmıştır.Buna göre;

                 1-Trablusgarp ve Bingazi İtalya’ya bırakıldı.

                 2-Savaş anında işgal edilen Rodos ve Oniki Ada geçici olarak İtalyanlara bırakıldı.(Bu adalar 1947

yılında Yunanistan’a bırakıldı)

                 NOT:Bu savaş sonucunda Osmanlı Devleti’nin Kuzey Afrika’da toprağı kalmadı.

                

                  

                  Balkan Savaşları(1912-1913)

                  I.Balkan Savaşı

                 Sebepleri:a-Rusya’nın izlediği Panislavizm ve Sıcak denizlere inme politikası.Bu amaçla Balkan Devletleri’ni Osmanlı aleyhine kışkırtması b-Rusya’nın teşviki ile Balkan Devletleri’nin ittifak yapmaları

c-Osmanlı Devleti’nin Trablusgarp Savaşıyla uğraşması d-İngiltere’nin Reval Görüşmesinde Rusya’yı Balkan-

lar ve Boğazlar konusunda serbest bırakması e-Balkan Devletleri’nin Osmanlı’dan toprak koparmak istemeleri

                 8 Ekim 1912’de Karadağ’ın savaş ilanı ile Osmanlı Devleti Sırbistan,Bulgaristan ve Yunanistan’la

birlikte dört devlet savaşmış ve yenilgiye ugramıştır.30 Mayıs 1913’te Londra Antlaşması imzalanmıştır.Buna göre; Osmanlı Devleti’nin batı sınırı Midye-Enez çizgisi olarak kabul edildi.Batısında kalan topraklar Balkan

Devletleri’ne bırakıldı.

                  Sonuçları:a-Midye-Enez sınırının batısında kalan  Edirne ve Kırklareli dahil Makedonya,Batı Trak-  ya,Ege Adaları,Arnavutluk elden çıktı. b-Bulgaristan Ege Denizi’ne ulaştı c-Balkanlardan Anadolu’ya göçler başladı.d-Ocak 1913 yılında yapılan bir darbeyle fiilen İttihad veTerakki dönemi başlamıştır.

                  II.Balkan Savaşı

                  Sebebi:Osmanlı Devleti’nden aldıkları toprakları Balkan devletlerinin paylaşamamaları

      Sırbistan,Karadağ,Yunanistan yanlarına Romanya’yı da alarak Bulgaristan’la savaşmaya başladılar.Bu du- rumdan yararlanan Osmanlı Devleti Bulgaristan’ın elinde bulunan Edirne ve Kırklareli’ni aldı.Bulgaristan’ la yapılan İstanbul Antlaşması’yla sınır Meriç nehri olarak kabul edildi.Nehrin batısında kalan Dimetoka şehri de Osmanlı’ya bırakıldı.Yunanistan’la yapılan Atina Antlaşması’yla; Girit Yunanistan’a bırakılacak,Ege Adalarının durumu büyük devletlerin hakemliğine bırakılacak.(Büyük Devletler Bozcaada,Gökçeada,Meis ve

Kaş dışındaki adaları Yunanistan’a bıraktılar).

 

KUŞLAR GİBİ UÇMASINI,BALIKLAR GİBİ YÜZMESİNİ ÖĞRENDİK.ANCAK BU ARADA ÇOK BASİT BİR SANATI UNUTTUK;KARDEŞ OLARAK YAŞAMAYI.                           Martin Luther King

 

 I.DÜNYA SAVAŞI(1914-1918)

              Sebepleri:

a-Almanya’nın siyasi birliğini tamamlayarak, sömürgecilikte İngiltere’ye rakip olması  b -Fransa ve Alman- ya arasındaki Alsas-Loren bölgesi meselesi(Fransa’nın Sedan Savaşı’nda kaybettiği bu bölgeyi geri almak istemesi) c-Balkanlarda Avusturya-Macaristan Rusya rekabeti  d-İtalya’nın Akdeniz’de hakimiyet kurma isteği  e-Çıkar çatışmalarının bloklaşmaya(Üçlü İtilaf 1907,Üçlü İttifak 1882)ve silahlanmaya yol açması f-Osmanlı Devleti’ni paylaşma isteği g-Avusturya-Macaristan veliahdının bir Sırplı tarafından öldürülmesi

               28 Haziran 1914’te Saraybosna’da Avusturya-Macaristan veliahdının bir Sırplı tarafından  öldürülmesi üzerine Avusturya Sırbistan’a savaş ilanı etti.Rusya’nın da Sırbistan’ın yanında yer alması ile karşılıklı savaş ilanları I.Dünya Savaşı’nı başlattı.

               Savaş başladıktan sonra tarafsızlığını ilan eden İtalya 1915 yılında İtilaf Devletleri’ne katıldı. Uzak Doğuda Japonya Alman sömürgelerini ele geçirdi.Komünist ihtilali sebebiyle Rusya savaştan çekilmek zorunda  kaldı(1917).Aynı yıl Alman denizaltılarının A.B.D ticaret ve yolcu gemilerine sal- dırmaları dolayısıyla A.B.D savaşa İtilaf Devletleri’nin yanında dahil oldu.Bu olaydan sonra savaş İtilaf Devletleri’nin lehine dönmüştür. Almanların Batı cephesi çöktü.Diğer cephelerde de alınan başarısızlıklarla İttifak Devletleri birer birer savaşı terketmek zorunda kaldılar.

                Osmanlı Devleti’nin Savaşa Girmesi

                Sebepleri:a-Daha önce kaybettiği toprakları geri alma düşüncesi   b-İttihat ve Terakki Partisi’nin Alman yanlısı bir politika izlemesi ve savaşı Almanların kazanacağını düşünmesi c-İtilaf Devletleri tarafından Rusya’nın da etkisiyle kabul edilmeyen Osmanlı Devleti’nin yalnız kalmak istememesi. d-Rusya’nın Boğazlar üzerindeki tarihi emelleri ve İtilaf Devletleri’nin Balkan Savaşı’nda Rus yanlısı bir politika izlemeleri. e-Almanlarla yapılan gizli antlaşma(2 Ağustas 1914)   f-İngilizlerden kaçan iki Alman denizaltısının Osmanlılara sığınması, bunların satın alındığının ilan edilmesi ve bu gemilerin Rus limanlarını bombalaması

              

                Almanların Osmanlı’yı Yanlarında Savaşa Sokma Sebepleri

                a-Yeni cepheler açarak yükünü hafifletmek istemesi b-Musul ve Kerkük petrollerinden faydalan- ma isteği c-Padişahın Halifelik sıfatından yararlanma isteği d-Rusya’ya Boğazlar yoluyla yapılacak yardımı önleme isteği

                

                

 

 

 

 

 

 

 

Osmanlı Devleti’nin Savaştığı Cepheler

                  1-Kafkas cephesi

                  İtihatçıların Kafkasya üzerinden Türk ülkeleri ile ilişki kurarak Rusları zor durumda bırakmak is   temeleri ve  Bakü petrollerini ele geçirme konusunda Almanya’nın teşvikleri sebebiyle bu cephe açılmıştır.Yapılan Sarıkamış Harekatı’nda başarılı olamayan Osmanlı Devleti binlerce askerini soğuktan ve hastalıklardan kaybetti.Ruslar Van,Muş,Bitlis,Erzurum,Erzincan ve Trabzon’u işgal ettiler.Mustafa Kemal Muş ve Bitlis’i gerialdı.3 Mart 1918’de Brest Litowsk Antlaşmasıyla savaştan çekilen Ruslar Berlin Antlaşmasıyla(1878) aldıkları Kars,Ardahan ve Batum’u Osmanlılara bıraktılar.

                   2-Irak cephesi

                   İngilizlerin Musul-Kerkük petrollerini ele geçirme,Hint deniz yolunun güven altına alınması ve Kuzeye çıkarak Ruslara yardım etme düşünceleri ile İngilizler tarafından açılmıştır.

                   Başlangıçta bazı başarılar kazanan Osmanlı Devleti 1917 başlarında Bağdat’ı İngilizlere bırakmıştır.Mütareke öncesi İngilizler Musul önlerine kadar gelmişlerdir.

                    3-Kanal cephesi

                    Mısır’ı ele geçirerek, İngilizlerin sömürgeleriyle irtibatını keserek o bölgelerden asker almasını da önlemek.Şubat 1915’te başlayan mücadelelerde Osmanlı kuvvetleri başarılı olamadılar.

                   4-Çanakkale cephesi

                    sebepleri:a-İtilaf Devletlerinin Boğazları ele geçirerek Osmanlı Devleti’ni savaş dışı bırakmak istemeleri b-Rusya’ya askeri ve ekonomik yardım yapmak istemeleri c-İttifak Devletlerinin Balkanlardan olabilecek bağlantılarını kesmek istemeleri.

                    Gerek 18 Mart 1915’te başlayan Deniz Harekatı’nda, gerekse 25 Nisan 1915’te başlayan Kara Harekatı’nda başarılı olabilen İtilaf Devletleri çekilmek zorunda kalmışlardır.

 

           SAVAŞTA BABALAR OĞULLARINI,BARIŞTA OĞULLAR BABALARINI GÖMERLER.

 

Çanakkale Savaşlarının sonuçları

1-Savaşın yaklaşık iki yıl uzamasına yol açtı. 2-Rusya’ya yardım yapılamadığı için Rusya’da ihtilal çıktı ve

 Rusya savaştan çekildi. 3-Bulgaristan’ın tereddüdü ortadan kalktı ve İttifak Devletleri yanında savaşa girdi.

      4-Bu başarı Milli Mücadele için örneklik teşkil etti.5-Her iki taraftan toplam 500 bin kişinin kaybına yol açtı.

      5-Suriye ve Filistin cephesi

      Kanal cephesinde alınan başarısızlıklar üzerine İngilizler Filistin ve Suriye’de ilerlemeye başladılar.Kudüs

ve Şam elden çıktı.Yıldırım Orduları Grup Komutanlığına atanan Mustafa Kemal,İngiliz ilerleyişi karşısında

orduyu Halep’e kadar geri çekti.Böylece İngiliz ilerleyişi Halep’in kuzeyinde durduruldu.(1918 sonları)

      6-Hicaz ve Yemen cephesi

      Osmanlılar bu cephede kutsal yerleri korumak amacıyla savaşın sonuna kadar savaştılar.Bu cephede İngi-

lizlerin yanında kendisine istiklal ve Arap Devleti vaad edilen Mekke Emiri Şerif Hüseyin’le de mücadele edilmiştir.

      7-Galiçya,Romanya ve Makedonya cephesi

      Osmanlı kuvvetleri bu cephede Avusturya-Macaristan ve Bulgaristan’a yardım için,Rusya,Romanya ve Fran-

sa ile mücadele edilmiştir.

 

       I.DÜNYA SAVAŞININ SONUÇLARI

       I.Dünya Savaşı sonucunda Almanya ile Versay,Avusturya ile Sen Jermen,Macaristan ile Trianon,Bulga-

ristanla Nöyyi,Osmanlı Devleti ile Sevr antlaşmaları yapılmıştır.Bu antlaşmaların taslakları 18 Ocak 1918’de

toplanan Paris Konferansı’nda tesbit edilmiştir.Bu antlaşmalar yenilen devletler için ağır antlaşmalardı.

       1-Savaş sonunda siyasi üstünlük Avrupa’dan Amerika’ya geçmiştir. 2-Avrupa’da İngiltere ve Fransa’nın

ağırlığı artmıştır. 3-Yeni devletler kurulmuş,Avrupa’nın haritası değişmiştir. 4-Almanya sömürgelerini kaybetti.

 5-Milletler Cemiyeti kuruldu. 6-Almanya’ya ağır bir antlaşma imzalatılması ve Fransa’nın baskıları II.Dünya

ya Savaşı’na ortam hazırladı. 7-Avrupa’da demokrasi güç kazandı. 8-İmparatorluklar yıkıldı.

 

     

 

 

 

 

 

 

 

     

       I.ÜNİTE:I.DÜNYA SAVAŞI SONRASI OSMANLI DEVLETİ’NİN DURUMU

       1-Mondros Mütarekesi ve Uygulaması

       I.Dünya Savaşı’ndan sonra Wilson ilkelerine güvenen Osmanlı Devleti İtilaf Devletleri’yle ateşkes yapmak

 için Rauf  Bey(Orbay) başkanlığında bir heyeti görevlendirdi.Limni adasının Mondros limanında dört gün süren

 görüşmeler sonunda ağır şartlar taşıyan ateşkes imzalandı.

       -Boğazlar bütün devletlerin gemilerine açık tutulacak ve İtilaf Devletleri2nce işgal edilecektir.

       -İtilaf Devletleri güvenliklerini tehdit edecek bir durum karşısında istedikleri bir stratejik noktayı işgal

edebileceklerdir.(7.madde)

       -Vilayat-ı Sitte’de(altı ilde Erzurum,Van,Harput,Diyarbakır,Bitlis,Sivas)bir karışıklık çıktığında İtilaf

Devletleri buraları işgal edebileceklerdir.(24.madde)

       -Bütün ulaşım ve haberleşmeye ait araçlar İtilaf Devletleri’nin denetimine girecektir.

       -Sınırların korunması ve iç güvenliğin sağlanması dışındaki askerler terhis edilecektir.

       -İtilaf Devletleri ve Ermeni esirler teslim edilecektir.Türk esirler ise İtilaf Devletleri’nde kalacaktır.

       -Değişik cephelerdeki Türk askerleri İtilaf Devletleri garnizonlarına teslim olacaklardır.

       -Ülkenin ihtiyacı karşılandıktan sonra geri kalan kömür,akaryakıt ve deniz gereçlerinin hiçbiri dışarıya

satılmayacaktır.

       -Osmanlı Devleti’nin bütün savaş gemileri teslim olacak ve limanlarda tutulacaktır.

       -Bütün demiryolları ve Toros Tünelleri İtilaf Devletleri’nin denetimine bırakılacaktır.

      

       Ateşkes hükümlerine göre Osmanlı Devleti fiilen sona ermiş oluyordu.Bütün egemenlik hakları kısıtlanıyor;

askeri hükümlerle de Osmanlı savunmasız bırakılıyordu.24.madde ile de bir Ermeni yurdu tasarlanıyordu.

Mondros Mütarekesi’nin Uygulanışı

         Sadrazam Ahmet İzzet Paşa ateşkesin diğer ülkelerle yapılanlara göre daha hafif olduğunu

düşünüyordu. Padişah’ta ateşkesin imzalanmasından yanaydı. Mustafa Kemal ateşkesin en çok memleketi

yabancı işgaline maruz bırakan hükümlerine tepki gösterdi.

         İtilaf Devletleri mütarekenin 7.maddesine dayanarak Osmanlı topraklarını yer yer işgal ettiler.İngiltere,

Musul,Urfa,Antep,Maraş,İzmit,Eskişehir,Afyon,Samsun,Merzifon ve Batum Fransızlar Dörtyol,Mersin ve

Adana çevresini İtalyanlar,Antalya,Konya,Kuşadası,Fethiye,Bodrum,Marmaris’i işgal ettiler.

         13 Kasım 1918’de İtilaf Devletleri donanması İstanbul’a geldi.

         Bu olaylar olurken Ahmet İzzet Paşa kabinesi istifa ederken yerine Tevfik Paşa kabinesi kurulmuştur.

Tevfik Paşa’da İtilaf Devletleri baskılarına dayanamayınca Damat Ferit hükümeti iş başına gelmiştir.(4 Mart

1919)Bu arada Meclis’te dağıtılmiştır.

 

        Osmanlı Devleti’ni Paylaşma Tasarıları

 

          İtilaf Devletleri I.Dünya Savaşı devam ederken Osmanlı Devleti’ni yaptıkları gizli antlaşmalarla paylaş- mışlardır.1915 Londra,1916 Sykes-Picot,1917 Saint Jean De Maurienne antlaşmalarıyla Osmanlı toprakları şu

Şekilde paylaşılmıştır:İngilizler’a,Ürdün ,Orta ve Güney Irak,Hayfa ve Akka limanları Fransızlar’a,Mersin’in batısından başlayarak Kilikya,Sivas,Elazığ,Diyarbakır ve oradan Mardin’e ve oradan Akka’ya kadar Suriye ve

Lübnan bölgesi İtalyanlar’a,İzmir’in kuzeyinden başlayarak Ege,Mersin’e kadar Akdeniz,Konya-Kayseri çiz-

gisine kadar İç Anadolu Ruslar’a,Trabzon dahil olmak üzere Doğu Karadeniz ve Doğu Anadolu’nun bazı bö- lümleri,Boğazlar bırakılıyordu.Filistin serbest bölge olarak kabul ediliyordu.

           Rusya savaştan çekilirken bütün gizli antlaşmaları da açıklamıştı.Rusya savaştan çekildikten sonra Rus

ya’ya bırakılan Doğu Anadolu’da bir Ermeni Devleti kurulması düşünülmüştür.Boğazlarda ortak denetime tabi

tutulmaya karar verilmiştir.Daha önce İtalya’ya bırakılan İzmir ve çevresi Paris Konferansı’nda Yunanistan’a bırakılmış,Fransızlara bırakılan Kuzey Irak’ta İngilizler’e bırakılmıştır.Böylece paylaşma tasarılarında bazı

 değişiklikler yapılmış oldu.

 

          

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

            Wilson İlkeleri ve Paris Barış Konferansı

         

           A.B.D’nin savaşa girmesinden sonra Cumhurbaşkanı Wilson,gelecekte yapılacak barışın esaslarını tesbit

 etti.(8 Ocak 1918)İtilaf Devletleri, Amerika’ya ihtiyaçları olduğundan bu ilkeleri kabul ettiklerini ilan ettiler.

Bu ilkelere göre;

           -Galip devletler,yenilen devletlerden toprak ve savaş tazminatı almayacaklar.

           -Gizli antlaşmalara son verilerek antlaşmalar açık yapılacak.

           -Ekonomik engeller kaldırılacak,devletlerarası eşitlik sağlanacak.

           -Silahlanma yarışı sona erecek-İşgal edilen Rus toprakları boşaltılacak,Belçika yeniden kurulacaktı.

           -Alsas-Loreine Fransa’ya geri verilecekti -Milletler Cemiyeti kurulacaktır. -Boğazlar her devlete açık

olacaktır.

           -Osmanlı Devleti’nin Türk bölgelerine kesin egemenlik hakkı tanınacak,diğer bölgeler kendi gelecekleri-

ni kendileri tesbit edecekler.

            18 Ocak 1919’da toplanan Paris Barış Konferansı’nın amacı yenilen devletlerle yapılacak barış

antlaşmalarının esaslarını tesbit etmekti.Konferansa daha çok İngiltere ve Fransa hakim olmuştur.İngiltere’nin çalış-

malarıyla İzmir ve çevresinin Yunanistan’a bırakılması dolayısıyla İtalya konferansı terketmiştir.Böylece İtilaf Devletleri arasında ilk ayrılıklar ortaya çıkmıştır.A.B.D’de Milletler Cemiyeti çalışmaları dolayısıyla konferansı terkedince konferansın hakimiyeti İngiltere ve Fransa’ya kalmıştır.İtalya’nın bu küskünlüğü Kurtuluş savaşı sıra-

sında da devam etmiştir.İtilaf Devletleri Wilson ilkelerine karşı ‘’Manda Sistemi’’ni bulmuşlardır.Buna göre,ba-

ğımsız olma kabiliyetine sahip olmayan uluslar Milletler Cemiyeti tarafından yönetilecekti.Milletler Cemiyeti,

kendi adına büyük bir devleti bu işle görevlendirecekti.

 

  İzmir’in İşgali ve Kuvay-ı Milliye

             İtilaf Devletleri,Paris Barış Konferansı’nda İzmir ve çevresini Yunanlılara vermişlerdi.Yunanlılar,sah-

te belgelerle Batı Anadolu’da Rum nüfusunun daha fazla olduğunu iddia ettiler.İşgal öncesinde de işgali haklı

çıkarmak amacıyla, Türklerin Rumları katlettiği propagandasını yaptılar.Yunanlıların amacı Megalo İdea(Bi-

zans Devleti’nin yeniden kurulması) idi. 

             15 Mayıs 1919’da İzmir Yunanlılar tarafından işgal edildi.Hasan Tahsin’in ilk kurşunu atmasıyla Yunanlılara karşı direniş hareketi başlamış oldu.

             İzmir’in işgali azınlıkların özellikle de Yunanlıların daha da cesaretlendirmiş ve taşkınlıklarının artmasına yol açmıştır.

             İzmir’in işgali üzerine Türk halkı mitingler düzenleyerek işgali protesto etmiş daha sonra da silahlı mü-

cadeleye girişmiştir.Bunun sonucunda Kuva-i Milliye başlamış ve Ayvalık’tan başlayarak Soma,Akhisar,Salih-

li ve Nazilliye kadar uzanan Batı cephesi kurulmuştur.

 

Amiral Bristol Raporu (11 Ekim 1919) :

 

1. Katliamlardan Yunanistan sorumludur.

2. Mondros'tan sonra İzmir ve dolaylarında Rum halkın hayatının tehlikede olduğuna ilişkin Paris Barış Konferansı'na yanlış bilgi verilmiştir.

3. Yunan askerlerinin bu bölgeden derhal çekilmesi ve yerine İtilaf Devletleri'ne ait askerlerin gönderilmesi gerekir.

4. İzmir ve dolaylarının Yunanistan'a verilmesi söz konusu olamaz, çünkü burada Türk çoğunluğu vardır.

 

TABİAT HİÇBİR ZAMAN BİZİ ALDATMAZ,BİRBİRLERİNİ ALDATAN HER ZAMAN İNSANLARDIR               J.J.Rousseau                 

Memleketin İç Durumu ve Cemiyetler

                                                                                                                                      

             1-Milli Varlığa Düşman Cemiyetler

             a-Azınlıklar Dışında Kurulan Zararlı Cemiyetler           

             Sulh ve Selameti Osmaniye Fırkası:Padişaha bağlılığı savunmuş bir cemiyettir.

             Teali İslam Cemiyeti:Hilafete dayanan bir cemiyettir.Kurtuluşun saltanat ve hilafetin güçlendirilmesiy-

le  mümkün olabileceğini düşünmüşlerdir.

             İngiliz Muhipleri Cemiyeti:Devletin varlığını koruyabilmesi için İngiliz himayesine girmesi gerektiğini savunmuşlardır.

           

 

 

     

 

           

             Kürt Teali Cemiyeti:Wilson prensiplerinden yararlanarak Doğu Anadolu’da bir Kürt Devleti kurmayı

planlamışlardır.

             Hürriyet ve İtilaf Fırkası:İttihat ve Terakkiye muhalif olarak kurulan parti Mondros Mütarekesi’nden

sonra faaliyete geçerek iç isyanlarda etkili olmuştur.

             b-Azınlıkların Kurdukları Zararlı Cemiyetler

             Mavri Mira Cemiyeti:İstanbul’daki Rum Patrikhanesinin desteğiyle kurulan bir cemiyettir.Amacı;İz-

mir ve çevresi ile Doğu Trakya’nın Yunanistan’a bağlanmasını sağlamak,Bizans Devleti’ni yeniden kurabilmek.

             Etnik-i Eterya Cemiyeti:Rum-Bizans Devleti’ni yeniden kurmak amacıyla faaliyette bulunmuştur.

             Rum Pontus Cemiyeti:Trabzon Rum İmparatorluğunu yeniden kurmak amacıyla kurulmuştur.

             Ermeni Taşnak-Hınçak Cemiyetleri:Wilson ilkelerine dayanarak Doğu Anadolu’da bir Ermeni Devleti kurmak istemişlerdir.

             Alyans İsrailit:Yahudi gençleri, Osmanlı yıkılırsa bir Yahudi Devleti kurmayı düşünmüşlerdir.

             Not:Azınlıklar tarafından kurulan cemiyetler İtilaf Devletleri tarafından da desteklenmiştir.Böylece

Anadolu’nun işgal edilmesi kolaylaşmış olacaktı.Azınlıkların faaliyetlerinde kiliselerin bu faaliyetin odak noktası olması dikkat çekicidir.Yunan Kızılhaçı,Göçmenler Komisyonu,İzcilik Teşkilatları da etkili olmuşlardır.

 

 2- Milli Cemiyetler

             Trakya Paşaeli Müdafa-i Hukuk Cemiyeti:2 Aralık 1918’de Edirne’de kurulan bu cemiyetin amacı; Doğu Trakya’nın Yunanlılara geçmesine engel olma gerekirse Batı Trakya’nın da katılımıyla bir devlet kurma.

             İzmir Müdafa-i Hukuk-u Osmaniye Cemiyeti:İzmir’in Yunanlılara verilmesini engellemek amacıyla kurulmuştur.

             İzmir Redd-i İlhak Cemiyeti:İzmir’in Yunanlılara verilmesini engellemek amacıyla kurulmuştur.Batı

cephesinin kurulmasında,Balıkesir ve Alaşehir kongrelerinin toplanmasında etkili olmuştur.

             Kilikyalılar Cemiyeti:Adana ve çevresini Fransızlar ve Ermenilere karşı korumak amacıyla kurulmuştur.

             Şark Vilayetleri Müdafa-i Hukuk Cemiyeti:Doğu Anadolu’nun Ermenilere verilmesini engellemek amacıyla kurulmuştur.Erzurum Kongresi’nin toplanmasını sağlamıştır.

             Trabzon Muhafaza-i Hukuk-u Milliye Cemiyeti:Pontus Rum Devleti çalışmalarına karşı kurulmuştur.

 

             NOT:Cemiyetlerin kuruluşunda hakim duygu Türklük duygusuydu.İlk kurulduklarında amaçları kendi

bölgelerini korumaktı.Yayın yoluyla gerektiğinde silahla mücadelede bulunmuşlardır.Anadolu’ya silah,cephane

ve insan kazandırma konusunda da etkili oldular.

 

            3-Mustafa Kemal’in İstanbul’a Gelişi ve Duruma Bakışı

Mondros Ateşkes Antlaşması’nın imzasından sonra ayrılan Liman Von Sanders’in yerine Yıldırım Orduları Grup Kumandanı olarak atanan Mustafa Kemal, 13 Kasım 1918’de İstanbul’a döndüğü zaman aynı gün İstanbul’a gelen İtilaf Devletleri’nin savaş gemileri ile karşılaştı. O zaman şu sözü söyledi: “Geldikleri gibi giderler.”  İstanbul’da bazı girişimlerde bulunan Mustafa Kemal, bunlardan sonuç alınamadığını gördüğü için mücadelenin ancak Anadolu’da yapılabileceği kararına vardı. Bu yöndeki çalışmalarına hız verdi.

 

            AKILLI OLAN,BAŞKASININ KUSURUNU GÖREREK,KENDİSİNİNKİNİ DÜZELTİR.

                                                                                                                                              Puplilius Syrus

 
 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 
 
  III.ÜNİTE: MUSTAFA KEMAL ATATÜRK’ÜN HAYATI

            1-HAYATI

Mustafa Kemal,Selanik’te 1881’de dünyaya gelmiştir. Babasının adı Ali Rıza ,annesinin adı Zübeyde’dir. Mustafa Kemal önce mahalle mektebine daha sonra da Şemsi efendi okuluna devam etmiştir.1892 yılında Mustafa Kemal Selanik’te Mülkiye Rüştiyesi’ne yazılır. Bir yıl sonra Selanik Askeri Rüştiyesi’ne kaydolur. Bu okulu başarı ile bitiren Mustafa Kemal,Manastır Askeri İdadisine girer. Bu okulu da başarı ile bitiren Mustafa Kemal İstanbul’da Harp Okulunun piyade sınıfına girer(1899). Başarı ile biten bir eğitimden sonra Harp Akademisine girer (1902). 1895 yılında bu okuldan Kurmay Yüzbaşı olarak mezun oldu. İlk göreve 5 Şubat 1905 yılında merkezi Şam’da bulunan V.Ordu’ya bağlı 30.Süvari Alayı’nda başladı. Burada arkadaşları ile Vatan ve Hürriyet adıyla gizli bir cemiyet kurdu. 1907 yılında Makedonya’daki III.Ordu’ya atandı. Bu sırada Selanik’te kurulmuş olan İttihat ve Terakki cemiyeti ile kendi kurduğu Vatan ve Hürriyet Cemiyeti birleşti ise de Mustafa Kemal bir süre sonra görüş ayrılıkları dolayısıyla İttihat ve Terakki Cemiyeti’nden ayrıldı. Mustafa Kemal sonraki yıllarda Hareket Ordusu’nda görev aldı. Trablusgarp savaşına katılan Mustafa Kemal, Çanakkale Savaşı’nda 19.Tümen komutanı olarak büyük başarılara imza attı. Suriye’deki VII.Ordu Komutanlığı’na atandı.Ancak Yıldırım Orduları Grup Komutanı olan Alman Falkenhayn ile anlaşamadığı için İstanbul’a döndü. Bu dönemde Veliaht Vahdettin’in Almanya gezisine yaveri olarak katıldı. 1918 Ağustos ayında yeniden VII.Ordu Komutanlığı’na atandı. Mondros Ateşkes Antlaşması’nın imzasından sonra ayrılan Liman Von Sanders’in yerine Yıldırım Orduları Grup Kumandanı olarak atandı. 13 Kasım 1918’de İstanbul’a dönen Mustafa Kemal aynı gün İstanbul’a gelen İtilaf Devletleri’nin savaş gemileri iel karşılaştı. Ozaman şu sözü söyledi: “Geldikleri gibi giderler.” 

2-FİKİR HAYATI

 

Gençlik yıllarından itibarenTürk milletinin içinde bulunduğu durum O’nu çok çeşitli düşüncelerin içine itmiştir. Hem duydukları,hem okudukları ,hem de gözledikleri O’na çeşitli düşünceler esinlendirmiştir..Daha sonra bu düşünceler belli bir sisteme kavuşmuş,bir bütün durumuna erişmiştir. Böylece “Atatürkçü Düşünce Sistemi” belirmiştir.

3-ASKERLİK HAYATI

 

Mustafa Kemal’in hayatının ikinci önemli yönü askerliktir. O her şeyden önce çok büyük bir asker ve komutandır. O’nun hayatı 1922 yılının sonlarına kadar hep savaş alanlarında geçmiştir. İsteyerek girdiği askerlik mesleğinin tarih içindeki en büyük temsilcilerinden biridir.

4-SİYASİ HAYATI

 

O yiğit bir asker,büyük bir komutan olduğu kara,tam bir inkılâpçı ve gerçeği gören bir devlet adamıdır. Onun askeri başarılarını,sosyal ve siyasi başarıları takip etmiştir. Devlet adamlığı ,Atatürk’ün hayatında önemli bir yönü olarak kendisini göstermiştir. O,komutanlık özellikleri ile ,inkılapçı inkılâpçı ve devlet kurucu özelliklerini kişiliğinde en yüksek derecede yaşamış bir insandır.

5-ESERLERİ

 

“Türkiye Cumhuriyeti” en büyük eseridir. 15-20 Ekim 1927’de okuduğu Nutuk en önemli eserlerinden birdir. 1929-1930 yıllarında liseler için “Vatandaş için medeni bilgiler” adlı bir kitap yazmıştır.1936-1937 yıllarında ”Geometri” adıyla yazdığı eser Milli Eğitim Bakanlığı tarafından bastırılmıştır.

B-ATATÜRK’ÜN KİŞİSEL ÖZELLİKLERİ

 

Çok yönlülük Atatürk’ün kişiliğinde belirgin bir biçimde ortaya çıkan en büyük özelliğidir. Atatürk, vatanseverliği idealistliği ,hakikatı arama gücü,yaratıcı zihniyeti,ileri görüşlülüğü ,mantıklılığı,çok cepheliliği,yöneticiliği ,gurura ve ümitsizliğe yer vermemesi ile kişisel gücünü ortaya koymuştur.

C-KENDİSİNDE ATATÜRKÇÜ DÜŞÜNCE SİSTEMİNİ OLUŞMASINA SEBEP OLAN ETKENLER

 

Atatürkçü Düşünce Sistemi’nin oluşmasında Osmanlı Devleti’nin içinde bulunduğu durum ve Avrupa’daki bazı gelişmeler ile Atatürk’ün kişisel özellikleri etkili olmuştur. Bir diğer deyişle Atatürkçülük toplumun ihtiyaçlarından doğmuştur. Atatürk’ün gençlik yıllarındaki ortam O’nun fikir yapısının oluşmasında son derece etkili olmuştur. Bu ortamı  önceki konularda gördüğümüz gibi, sonraki konularda da işleyeceğiz.

 

 

 

 

 

           

 

 

 IV.ÜNİTE: KURTULUŞ SANVAŞI (HAZIRLIK DÖNEMİ

 

             Kuva-i Milliye Hareketi ve Batı Cephesinin Kurulması

 

 İzmir’in işgali üzerine Türk halkı mitingler düzenleyerek işgali protesto etmiş daha sonra da silahlı mü-

cadeleye girişmiştir.Bunun sonucunda Kuva-i Milliye başlamış ve Ayvalık’tan başlayarak Soma,Akhisar,Salih-

li ve Nazilliye kadar uzanan Batı cephesi kurulmuştur.

 

 Mustafa Kemal’in Samsun’a Çıkışı ve Milli Bilinci Uyandırması

Anadolu’nun yer yer İtilaf Devletleri tarafından işgal edildiğini gören Mustafa Kemal Anadolu’nun kurtuluşu için İstanbul’ da ki teşebbüslerinden sonuç alamayınca Anadolu’ya geçmeye karar verdi. O tarihlerde Orta ve Doğu Karadeniz’de Rum çetelerinin faaliyetlerine karşı Türk çeteleri direniş gösteriyorlar,bu durum Yunanlılar tarafından İtilaf Devletlerine Rumlar katlediliyor diye lanse ediliyordu.

  

     İtilaf Devletlerinin isteği üzerine bu olayları soruşturmak için bu bölgeye bir müfettiş gönderilmesine karar verildi. Mustafa Kemal bu durumdan yararlanarak kendisinin bu göreve getirilme-sini sağlamıştır.Resmi adı 9. Ordu Müfettişliği idi. Merkezi Erzurum idi. Erzurum İtilaf Devleri tarafından işgal edilmemişti. Erzurum’da 15.Kolordu’ nun komutanı olan Kazım Karabekir de ordusunu terhis etmemişti.

 

     Mustafa Kemal’in görevi sadece askerlik alanı değil,yönetim alanını da içermekte idi.Görev alanındaki Trab-zon,Erzurum.Sivas ,Van,Erzincan, Samsun illeriyle bunlara komşu olan Diyarbakır,Bitlis,Elazığ,Ankara,Kasto-monu illerinin sivil ve asker tüm yöneticileri ,müfettişliğin emir ve başvurularını yerine getirmekle yükümlü tu-tuldular.

  

      16 Mayıs’ta İstanbul’dan hareket eden Mustafa Kemal 19 Mayıs 1919’ da Samsun’a ulaştı.Samsun’a gelen Mustafa Kemal mücadelesini iki temel altında başlattı.Birincisi  yalnızca kendi bölgesine değil bütün yurttaki askeri birliklerle ilişki kurarak birliklerin dağıtılması ve silahların İtilaf Devletlerine teslimini önlemeye çalıştı.İkinci olarak ta Müdafa-i Hukuk cemiyetlerini bölgesel mücadele anlayışından kurtarmaya çalıştı.

   

  19 Mayıs 1919’ da Samsun’a çıkan Mustafa Kemal 25 Mayıs’ ta geldiği Havza’da bütün memlekette milli teşkilatlar kurulması konusunda iş başındaki sivil memurlara ve komutanlara haberler gönderdi.

 

AMASYA TAMİMİ (22 Haziran 1919)

 

   12 Haziran ‘da Amasya’ya gelen Mustafa Kemal 22 Haziran’ da Rauf Orbay,Ali Fuat ve Refet beylerle birlikte Amasya Tamimi’ni ha-zırladı. Ayrıca Kazım Karabekir’ inde görüşü alındı. 

 

 Amasya Tamimine göre;

Vatanın bütünlüğü ve milletin bağımsızlığı tehlikededir..İstanbul hükümeti galip devletlerin etkisi altın-da bulunduğundan yüklendiği sorumlulukların gereğini yerine getirememektedir.Bu durum,milletimizi yok olmuş tanıtıyor. Milletin bağımsızlığını yine milletin azmi ve kararı kurtaracaktır.

     

         Her türlü etki ve denetimden uzak bir kurul oluşturulacaktır.Bunun için de her Livadan herkesin güvenini kazanmış üç kişi seçilecektir.Seçimde parti çekişmeleri dikkate alınmayacaktır. Bu temsilciler, Anadolu’nun en güvenilir yeri olan Sivas’a sessiz ve gizlice geleceklerdir.Doğu illeri ise daha önce yapılacak Erzurum Kong-resi’ne seçilecek kişiler tarafından temsil edilecekti.İstanbul hükümetinin bu işleri önlemek için alacağı tedbirlere uyulmayacaktır.

     

 Amasya Tamimi Milli Mücadele’de hazırlanan ilk ciddi belgedir. Kurtuluş Savaşı’nın amacını ve gerekçesini açıklamıştır.Türk milletini,milli bağımsızlık ve egemenlik savaşına çağıran bir milli uyanış alarmı olan bu genelge ile Mustafa Kemal, Türk milletini ortak bir dava için birleştirmek ve ona egemenlik hakkını sağlamak amacı ile büyük bir adım atmıştır.

 

                                                                                YASALAR ÖLÜR KİTAPLAR ÖLMEZ

 

 

 

 Erzurum Kongresi (23 Temmuz )

               

             7/8 Temmuz gecesi resmi görevinden ve askerlikten ayrılan Mustafa Kemal, Doğu Anadolu Müdafa-i

Hukuk cemiyeti tarafından düzenlenen Erzurum Kongresi’ne katıldı. Kongre başkanlığını yürüten Mustafa Ke-

mal oluşturulan Heyet-i Temsiliye’nin de başkanlığına getirildi. Kongre aşağıdaki kararları almıştır:

-          Milli sınırlar içinde vatan bir bütündür parçalanamaz.

-          Doğu Anadolu’nun işgaline karşı birlikte karşı konulacaktır.

-          Manda ve himaye kabul olunamaz.

-          Kuva-i Milliye’yi amil (etken) irade-i milliyeyi hakim kılmak esastır.

-          Doğu illerinin ve vatanın bağımsızlığı konusunda İstanbul hükümeti gerekli kararları alamazsa geçici bir hükümet kurulacaktır.

-          Bu hükümet ulusal kongrece seçilecektir.

-          Hıristiyan halklara siyasal egemenlik ve ayrıcalıklar tanınamaz.

-          İstanbul’daki Meclis-i Mebusan bir an önce açılmalıdır.

     Erzurum Kongresi bölgesel bir kongre olmasına rağmen , milli kararlar almıştır.

    Sivas Kongresi (4-11)

   

          Amasya Tamimi’nde toplanması kararlaştırılan Sivas Kongresi öncesi Damat Ferit hükümeti;kongrenin toplanmasını engellemek amacıyla Elazığ’a atadığı Ali Galip’i görevlendirdiyse de bu kişi başarılı olama yarak kaçmak zorunda kalmıştır. İtilaf Devletleri de tehdit ettilerse de Mustafa Kemal bunları ciddiye almadı.

          Kongre Erzurum Kongresi’nde kararlaştırılan kararları aynen kabul etmiştir. Ayrıca milli cemiyetler bir

leştirilerek Anadolu ve Rumeli Müdafa-i Hukuk Cemiyeti adını almıştır.

          Sivas’ta alınan kararları yürütebilmek amacıyla, bir Heyet-i Temsiliye oluşturulmuştur. Başkanlığına da

Mustafa Kemal getirilmiştir.

 

            Damat Ferit Paşa Hükümetinin Tutumu

            Sivas Kongresi öncesi kongrenin toplanmasına engel olmaya çalışan Damat Ferit,kongre kararlarının

Padişaha iletilmesine de engel oldu. Bunun üzerine Mustafa Kemal ülke geneline gönderdiği haberlerle İstan-

bul hükümetiyle bütün haberleşme ve yazışmaların kesilmesi emrini verdi. Buna büyük oranda uyulmuştur.

Anadolu’ya sözünü geçiremeyen Damat Ferit Hükümeti daha fazla dayanamayarak istifa etmiş,yerine Ali Rı-

za kabinesi kurulmuştur.

            Ali Rıza Paşa Kabinesi ve Amasya Görüşmeleri     

 

                  Ali Rıza Paşa kabinesinin kurulmasından sonra ,İstanbul ile ilişkiler düzelmeye başladı. Bu gelişme

Amasya Görüşmeleri’nin ortamını hazırlamıştır. Amasya Görüşmelerine İstanbul hükümeti adına Bahriye Na-

zırı Salih Paşa Heyet-i Temsiliye (Sivas Kongresi) adına Mustafa Kemal katılmıştır. Bu görüşmelerin yapılma-sı İstanbul hükümeti tarafından Heyet-i Temsiliye’nin tanındığını gösterir. Bu görüşmelerden çıkan en önemli

sonuç Meclis-i Mebusan’ın toplanmasıdır.

 

                 Mustafa Kemal’in Ankara’ya Gelişi

                 Yapılan seçimlerde Milli mücadele taraftarlarının başarılı olamayacağını düşünen İtilaf Devletleri, seçime müdahale etmediler. Fakat seçimlerde milli mücadele yanlısı kişiler başarılı oldular. Bundan memnun olma-salarda ,İtilaf Devletleri’nin tehditi altında toplanacak olan Meclis-i Mebusan’dan önemli kararların çıka- cağına pek ihtimal verememişlerdir. Seçimlerden sonra bazı milletvekilleriyle bir araya gelen Mustafa Kemal onlardan bazı isteklerde bulunmuştur. Buna göre; Mustafa Kemal Meclis-i Mebusan’a başkan seçilecek (gıyabında),Müdafa-i Hukuk grubu kurulacak ve Sivas Kongresi kararları kabul edilecekti.

               Daha sonra Mustafa Kemal Meclis-i Mebusan’ın çalışmalarını daha yakından takip edebilmek için An kara’ya gelmiştir. Ankara’yı seçmesinde ulaşım ve haberleşme imkanlarının iyi olması, Batı cephesine yakın olması,merkezi bir konumda olması,Ankara’nın işgal dışında olması ve XX.Kolordu merkezi olması etkili ol- muştur.

   Meclis-i Mebusan’ın Toplanması,Misak-ı Milli ve İstanbul’un İşgali 

21 Aralık 1918’den beri kapalı olan Meclis-i Mebusan 12 Ocak 1920’de toplandı. Mustafa Kemal baş-

kan seçilmedi. Müdafa-i Hukuk yerine Felah-ı Vatan (Vatanın Kurtuluşu) grubu kuruldu. Ancak Sivas Kongresi kararlarını onaylamak sorunu ortaya çıkınca işler değişti. Bütün milletvekilleri bu konuda birleşti. Misak-ı Milli

bu şekilde kabul edilmiş oldu.

 

ÇÖZÜMÜN BİR PARÇASI DEĞİLSENİZ,SORUNUN BİR PARÇASI OLURSUNUZ.

            

 

 

           

 

           Buna göre;Osmanlı Devleti’nin yalnızca Arap çoğunluğunca oturulan ve 30 Ekim 1918 tarihli Ateşkes’

in imzası sırasında düşman ordularının işgali altında kalan bölgelerinin geleceği,halkın özgür biçimde verecek-

leri oylara göre saptamak gerekir. Osmanlı-İslam çoğunluğun oturduğu yerler hiçbir nedenle ayrılık kabul et- mez. Kars,Ardahan ve Artvin’de gerekirse halk oylaması yapılır. Batı Trakya’da da halk oylaması yapılmalıdır.

İslam halifeliğinin merkezi ve Osmanlı saltanatının başkenti İstanbul ve Marmara’nın güvenliği sağlandığı tak- dirde boğazlar deniz ticaretine açılabilir. Siyasi ,hukuki mali dengemizi bozacak ayrıcalıklar tanınamaz.

              Meclis-i Mebusan’dan böyle bir kararın çıkmasını beklemeyen İtilaf Devletleri 16 Mart 1920 tarihinde

İstanbul’u fiilen işgal etti. Bazı milletvekilleri tutuklandı,bazıları da Malta adasına sürüldü.

              İtilaf Devletleri işgalin geçici olduğunu ;ancak bir taşkınlık olursa sürekli olabileceğini belirtmişlerdir.

              İstanbul’un işgali üzerine Mustafa Kemal işgali protesto etmiştir. İstanbul hükümeti ile haberleşme ve yazışmaların kesilmesi ,Anadolu’da bulunan İtilaf Devletleri subaylarının tutuklanması,Eskişehir’de bulunan işgal kuvvetlerinin çıkarılması emrini de vermiştir;ayrıca Geyve ve Ulukışla demiryollarının tahribini istemiştir.

  18 Mart günü Meclis-i Mebusan son oturumda,Meclis çalışmalarına ara verdi. Sonunda 11 Nisan’da

Padişah kararı ile feshedildi.

 

              Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin Açılması

              

               Meclis-i Mebusan’ın dağıtılması üzerine,Parlamento’nun Mustafa Kemal’in istediği biçimde çalışması

zorunlu olmuştu. Mustafa Kemal Paşa,Osmanlı Meclis-i Mebusanı’ artık sona erdiği kanısında idi. Yeni yapı lacak seçimlerle kurucu nitelikte bir meclis toplanmaydı. Bu amaçla yurdun imkanlarının elverdiği yerlerde tek -rar seçimler yapıldı. Yeni seçilen milletvekilleri ile Osmanlı Meclis-i Mebusan’ının Ankara’ya gelen üyeleri bir- leştiler 23 Nisan 1920’de toplandılar. Meclis ,Başkanlığa Mustafa Kemal’i seçti.

              Meclis ilk günlerinde şu kararları almıştı:

              “Mecliste toplanan ulusal iradeyi vatanın geleceğine egemen kılmak esas amaçtır. TBMM’nin üstünde

hiçbir kuvvet yoktur. TBMM yasama ve yürütme yetkilerini kendinde toplamıştır. Meclis’ten seçilecek bir kurul

hükümet işlerini görür. Meclis başkanı hükümetinde başıdır. (Buna Meclis hükümeti sistemi diyoruz) Padişah ve Halife altında bulunduğu baskıdan kurtulduğu zaman, Meclis’in düzenleyeceği esaslar içerisinde yerini alır”.

               Meclis aldığı bu kararlarla,yeni bir devletin kurulduğunu hissettirmektedir. Kendisinden daha güçlü bir

otorite tanımamaktadır. Padişah ve Halifeye açıkça cephe alınmamıştır. Bunun sebebi ise hassas bir dönemde bulunulmasındandır. Meclis, kuvvetler birliği ilkesini kabul etmiş;yasama,yürütme ve daha sonra da yargı yetki- lerini kendisinde toplamıştır.

               Meclis’in ilk kabul ettiği kanun Hayvan vergisinin artırılması ile ilgilidir. Daha sonra Hıyanet-i Vatani

ye kanunu kabul edilmiştir. Bu kanuna göre,”TBMM’nin hukuka uygunluğuna karşı ayaklanmak biçiminde gö-

rülen, sözle bile olsa her türlü hareketi yapanlar vatan hainin sayılacak ve ölümle cezalandırılacaktı”.Arkasın-

dan ,”İstanbul hükümeti ile bütün resmi haberleşmelerin kesilmesi ve terfilerin ve işlemlerin yok sayılması ka- bul edildi”.

               TBMM’i içinde çok sayıda ittihatçı vardı. Bunun dışında sosyalist eğilimli Yeşil Ordu grubu ,İstiklal Grubu,Tesanüt Grubu,Halk Zümresi,Islahat grubu gibi gruplar mevcuttu. Meclis’in açılmasından bir yıl sonra

da Mustafa Kemal’in çalışmalarıyla Müdafa-i Hukuk grubu oluştu.

 

                TBMM’ne Karşı Ayaklanmalar

                Sebepleri:Ayaklanmaların çıkmasında İtilaf Devletleri’nin ve İstanbul hükümetinin kışkırtmalarının büyük etkisi vardır. İstanbul hükümeti tarafından TBMM aleyhine hazırlanan fetvanın da büyük etkisi olmuştur. Bunun yanında ordunun terhis edilmesinden sonra Anadolu’da ortaya çıkan otorite boşluğunun etkisi vardır. Kuva-i Milliye’nin halka yaptığı yanlış davranışlarının da etkisi vardır. TBMM’nin asker alımları da İtilaf Dev- letleri ve İstanbul hükümeti tarafından suistimal edilmiştir. Bazı bölgelerde güçlü aileler arasındaki nüfuz mü- cadelesi de etkili olmuştur. Bazı ayaklanmalarda İngilizlerin boğazlar bölgesini koruma düşüncesiyle çıkarıl- mıştır. (Anzavur,Kuva-i İnzibatiye,Bolu,Düzce,Hendek,Adapazarı ayaklanmaları)

                 1919 yılında başlayan ayaklanmalar,1920 yılında en yoğun dönemini yaşamış,1921 yılı sonlarına doğ ru etkisini kaybetmiştir. En uzun süreli ayaklanmalar azınlıklar tarafından çıkarılan ayaklanmalardır.

                 Alınan Tedbirler: TBMM ayaklanmalara karşı Hıyanet-i Vataniye Kanunu’nu çıkardı. Arkasından bu kanunu destekleyen İstiklal Mahkemeleri kuruldu (Eylül 1920). İstanbul Hükümeti’nin hazırladığı fetvaya karşı,Ankara müftüsü başkanlığında karşı fetva hazırladı.

                 Sonuçları: Ayaklanmalar, TBMM’ne zaman,insan ve malzeme kaybettirmiştir. Yunan ilerleyişine zemin hazırlamıştır. Düzenli ordunun kurulmasının da gerekliliği anlaşılmıştır.

 

 

 

       

        

       Sevr Antlaşması (10 Ağustos 1920)

     

        İtilaf Devletleri 24 Nisan 1920’de San Remo şehrinde yaptıkları toplantıda Sevr Antlaşması’nın taslağını hazırlamışlardı. Bu taslağı İstanbul hükümetine kabul ettirmek isteyen İtilaf Devletleri,Yunanlıların Bursa-Uşak çizgisinden batıya ilerleyişini sağladılar (22 Haziran 1920).Doğu Trakya Yunanlılar tarafından işgal etmiştir.

       10 Ağustos 1920’de Paris yakınlarındaki Sevr kasabasında imzalandı. Buna göre:

     1-Osmanlı İmparatorluğunun ülkesi,İstanbul dolayları ve Anadolu’nun ufak bir parçası ile sınırlandırılıyordu.

     2-İstanbul ve Çanakkale Boğazları,savaş sırasında bile bütün devletlerin gemilerine açık tutulacak,Boğazlar uluslar arası bir komisyon tarafından yönetilecekti.

     3-Ege bölgesi, derinliklerine kadar  İzmir kentiyle birlikte Yunanistan’a veriliyordu. Gene, Midye-Büyük Çekmece arasındaki çizginin batısında kalan bütün Doğu Trakya’da bu devlete bırakılmıştı.

     4-Doğu Anadolu’nun büyük bir bölümü Güney Kafkasya’da yeni kurulmuş Ermeni Devleti’ne verilecekti. Güneydoğu’da da İngiliz etkisinde özerk bir Kürt bölgesi kurulacaktı.

     5-Irak,Arabistan ve Suriye,İngiliz ve Fransızlarca paylaşılıyordu. Yani manda altına kalıyordu.

     6-Antalya ve Konya bölgeleri İtalyanların;Adana,Sivas ve Malatya Fransızların payına düşmüştü.

     7-Devletin askeri gücü sınırlandırılıyordu. En fazla 50.700 kişi silah altında bulunacaktı. Ordu da tank ,ağır top, uçak bulunmayacak,deniz gücü sınırlandırılıyordu.

     8-Ekonomik,mali ve adli kapitülasyonlar en geniş biçimi ile tanınıyordu. Azınlıkların hakları Türklerden daha fazla tutuluyordu.

   

      TBMM yapılan bu barışı tanımadı. Antlaşmayı imzalayanları vatan haini ilan etti. Bu antlaşma hukuki olarak yürürlüğe girmemiştir. Çünkü bu antlaşmayı TBMM kabul etmedi,kapalı olan Meclis-i Mebusan tarafından da onaylanmadı.

    

Düzenli Ordunun Kurulması

       

       Mondros Mütarekesinin 5. Maddesine göre Osmanlı Ordusu terhis edilmişti. Fakat doğuda Kazım Karabekir ordusunu terhis etmemişti. Bunun dışında kalan bölgelerde işgallere karşı halk gönüllü birlikler meydana ge-

tirilmişti. Bunlara Kuva-i Milliye birlikleri adını almıştır.

       Kuva-i Milliye birlikleri Yunanlıları oyalamış ve Milli mücadeleye zaman kazandırmıştır. Ayaklanmaların bastırılmasında da etkili olmuşlardır. Fakat düzenli Yunan birlikleri karşısında başarılı olamadılar. Gerek Hazi-

ran ayında yapılan Yunan saldırısında,gerekse Ekim ayında yapılan saldırılarda başarılı olamadılar. Ayrıca halka

baskı yapıyorlar ve keyfi cezalandırmalarda bulunuyorlardı. Emir-komuta zincirine girmiyorlar bağımsız hareket  ediyorlardı. Bu sebeplerle düzenli ordu birliklerinin kurulmasına karar verildi.

       Kuva-i Miliye birlikleri düzenli ordu birlikleri haline getirildi. Askere yeni alımlarla ordu güçlendirildi.

 

      Siyasi İlişkiler 

      Afganistanla İlişkiler:Milli mücadelemizi heyecanla izleyen Müslüman Afganlılar,yeni Türk Devleti’ni ta-

nımakla,hem kendilerini ezen İngiliz emperyalizmine karşı güçlenmeyi,hem de bir dayanışma gereğini yerine getirmeyi düşündüler.1Mart 1921’de imzalanan Türk-Afgan Dostluk Antlaşması ile,taraflar birbirlerine diplo-

matik açıdan yardımla yükümleniyorlar;Afganistan yeni Türk Devleti’ni tanıyor ve Milli mücadeleyi destekli- yordu. Ayrıca Hint Müslümanları da milli mücadeleyi maddi ve manevi olarak desteklemişlerdir.

      Rusya ile İlişkiler: I.Dünya Savaşı’ndan çekilen Rusya,yapılan ihtilali yerleştirebilmek için  türlü sorunla-

rın çözümü ile uğraşıyor,bu arada Çarlık rejimini hala destekleyen geniş çevrelerle önemli bir iç savaş da yürü- tüyordu. Ortak düşmana karşı mücadele TBMM ile Rusya’yı yakınlaştırmıştır. Ayrıca Rusya,batılıların Ana

dolu’ya ve Boğazlara yerleşmelerinden kuşku duyuyordu. Siyasi yalnızlıktan kurtulmak isteyen ve desteğe ih -tiyacı olan TBMM’de Rusya’ya yanaşmıştır. Moskova büyükelçiliğine Ali Fuat Cebesoy atandı. Ardından Dış işleri Bakanı Bekir Sami Bey başkanlığında bir heyet Moskova’ya gönderildi(11 Mayıs 1921).İlk başlarda şüp- heli tavırlar göstermeye başladılar. Ruslar Milli mücadelenin komünist bir ihtilale dönüşmesini umuyorlardı. Bunu sezen Mustafa Kemal arkadaşlarına Komünist Partisi’ni kurdurmuştur. Bu yakınlaşma daha sonra Mos- kova ve Kars antlaşmalarının yapılmasında etkili olacaktır. 

      Fransa İle İlişkiler: Güney illerini İngilizlerden teslim alan Fransızlar,yanlarında Ermenileri getirdikleri için halktan büyük tepki görmüşler bazı illerden çıkarılmışlar ve büyük kayıplar vermişlerdir. I.İnönü Muharebe si’nden sonra yapılan Londra Konferansı’nda sonuç alınmasa da ,Türk –Fransız münasebetleri gittikçe gelişti.

Sakarya Muharebesi’nden sonra iki ülke arasında Ankara Antlaşması imzalandı.

      İKİ GÜNÜ BİRBİRİNE EŞİT OLAN ALDANMIŞTIR. Hadis-i Şerif

 

 

 

 

 

 

İtalya ile İlişkiler:İtalyanlar,İzmir ve çevresi Yunanlılara verildiği için İngilizlere küskündüler. Bu sebeple milli mücadeleye fazla karşı çıkmadılar.  II.İnönü Muharebesi’nden sonra Anadolu’yu boşaltmaya başladılar. Bazı ekonomik ayrıcalıklar istedilerse de TBMM kabul etmedi.

      İngilizlerle ile İlişkiler:Milli mücadeleye en fazla direnen ve Yunanlıları sonuna kadar destekleyen tek devlet İngiltere idi. İtalyanların ve Fransızların çekilmesinden sonra yalnız kalan İngiltere,Büyük Taarruz’dan sonra

daha fazla dayanamamış ve Mudanya Mütarekesi’nin imzalanması ile direnmekten vazgeçmiştir.

 

      ASKERİ CEPHELER VE SAVAŞLAR

      A-Doğu Cephesi

      Ermeni Meselesi:Osmanlı Devleti’nde uzun süre rahat ve huzur içerisinde yaşayan Ermeniler,Fransız İhtila-

li’nin yaydığı fikirlerden etkilenmeye başladılar. İlk defa Osmanlı-Rus Savaşı’nda Ruslarla işbirliği içerisine gi-

ren Ermeniler,Ayestefanos ve daha sonra yapılan Berlin Antlaşması’nda yaşadıkları bölgelerde ıslahat yapılma-

sı hakkını elde ettiler. Böylece Ermeni meselesi bir Avrupa sorunu haline gelmiştir. Bu sorunu Avrupalılar ken- di lehlerine kullanmaya başladılar. Bilhassa İngiltere sömürgelerine giden yolu güven altına alabilmek için do-ğuda bir Ermeni Devleti’nin kurulması için çalışmaya başladı. Daha önce aynı politikayı izleyen Rusya İngilte- re’nin devreye girmesi ile bu politikayı terketti.

      Avrupalı devletlerinin kışkırtmaları sonucunda 19.yüzyılın sonlarında Anadolu’da yer yer Ermeni isyanları görülmeye başladı. Hatta 1905 yılında II.Abdülhamit’e suikast girişiminde bulundular.

      I.Dünya Savaşı’nda Osmanlı Devleti’nin çeşitli cephelerde savaşmasından da yararlanarak doğuda Türk hal- kına saldırmaya ve onları öldürmeye başladılar. Bu sebeple İttihat ve Terakki yönetimi 1915 yılı Nisan ayında

çıkardığı Tehcir Kanunu ile Suriye’ye zorunlu göçe tabi tutmuştur.

       

       Ermenilerle Savaş ve Gümrü Antlaşması

 

       Wilson ilkelerine göre Doğu Anadolu’da pay almak isteyen Ermeniler,derhal işgal hareketine girişerek, Gümrü , Açmiyazin,Iğdır bölgelerine ve Arpaçay ile Aras kıyılarına kadar gelerek anlatılması güç zulümlere

başladılar. Doğu cephesinin komutanlığını yürüten Kazım Karabekir’in harakatı  ile yenilgiye uğrayan Ermeni-ler,barış istediler.3 Aralık 1920’de Gümrü Antlaşması imzalandı. Bu antlaşma ile doğu sınırımız genel olarak çizilmiş,ilk uluslar arası başarı sağlanmıştır. TBMM’ nin ilk askeri ve siyasi başarısıdır. Bu cephede bulunan birliklerin bir kısmı Batı cephesine kaydırılmıştır.

         Bu arada Gürcülere de bir nota verilerek işgal ettikleri bölgeler istendi. Sonuçta Ardahan’ın kalan kısmı ,

Batum ve Artvin Türklere bırakılmıştır.

 

         B-Güney Cephesi  

         Daha önce İngilizler tarafından işgal edilen Urfa,Antep ve Maraş bölgeleri antlaşmalar gereği Fransızlara bırakılmıştı. Fakat Fransızlar yanlarında Ermenilerle gelmişlerdi .Bu durum Türk halkının tepkisine yol açmış

Urfa ve Maraş’tan çıkarılmışlar,Antep’e de bir yıl sonra ancak girebilmişlerdir. Ayrıca Adana’da büyük kayıplar verdiler. Güneyde başarılı olamayan Fransızlar Sakarya Savaşı’ndan sonra yapılan Ankara Antlaşması ile Ana- dolu’yu boşaltmışlardır.

 

         C-Batı Cephesi

         I.İnönü Muharebesi (6-10 Ocak)

 

         6 Ocakta kuzeyden ilerlemeye başlayan  ve güneyde Kütahya taraflarında Çerkes Ethem’in isyanından da yararlanan Yunan Ordusu ,9 Ocakta İnönü’de Türk kuvvetleriyle çatıştı. Başarılı olamayan Yunan kuvvetleri ge ri çekilmek zorunda kaldılar.

         I.İnönü Muharebesi’nin kazanılması ile TBMM’ne halkın güveni artmıştır. Rusya’nın tereddütleri ortadan

kalkarak Moskova Antlaşması’nın imzalanmasına yol açmıştır.Batılılar bu başarıdan sonra TBMM’ni Londra

Konferansı’na davet ettiler. Fransa ve İtalya TBMM’ne yanaştılar. Mustafa Kemal bu başarıdan yararlanarak 20 Ocak 1921 Anayasasını kabul ettirdi. İstiklal Marşı kabul edildi.

         Çerkes Ethem’in İsyanı

    

         Düzenli ordu birliklerine katılmak istemeyen Çerkes Ethem, I.İnönü Muharebesi öncesi isyan etti. Muhare benin kazanılmasından sonra Türk kuvvetleri üzerine yürüdü. Yenilen Çerkes EthemYunanlılara sığındı .Kuvvet lerinin büyük bir kısmı düzenli ordu birliklerine katıldı.

          DUYARSAM UNUTURUM,GÖRÜRSEM HATIRLARIM,YAPARSAM ÖĞRENİRİM.   Konfüçyüs

 

 

 

 

20 Ocak 1921 Anayasası

 

           I.inönü Muharebesi’nin kazanılmasından yararlanan Mustafa Kemal hazırlanan Anayasa’yı TBMM’ne

kabul ettirmiştir. Bu Anayasa 23 maddeden ibaret basit bir anayasadır.

           Anayasa ,ilk maddesinde Egemenliğin kayıtsız şartsız Türk milletine ait olduğunu,ikinci maddesinde ya-

sama ve yürütme gücünün TBMM’ne ait olduğunu belirtmiştir. Üçüncü maddesi Türkiye Devleti,TBMM tara- fından idare edilir,biçimindedir. Diğer maddeleri hükümetin kuruluşu ve yetkileri ile ilgili idi. Anayasaya gö- re,bakanlar Meclis içerisinden tek tek seçilecek ,Meclis Başkanı hükümetin başkanı olacaktı.(4-9 mad.).Diğer

maddeleri daha çok yerel yönetimle ilgili idi.

          Londra Konferansı (21 şubat-12Mart 1921)

 

          I.İnönü Muharebesi kazanıldıktan sonra İtilaf Devletleri İstanbul Hükümeti aracılığıyla TBMM’ni Lond-

ra yapılacak konferansa davet ettiler. TBMM’i doğrudan çağrılmazsa katılmayacağını belirtti. Bunun üzerine

doğrudan çağrıldı. Bekir Sami Bey başkanlığında bir heyetle gidildi. İtilaf Devletlerinin amacı her iki hükümeti çağırarak arada ikilik çıkarmaktı. Konferans sırasında İstanbul hükümeti temsilcisi Tevfik Paşa sözü TBMM’i

temsilcisine bırakmıştır. 

          Mustafa Kemal konferanstan bir sonuç çıkmayacağını bildiği halde, konferansa İtilaf Devletlerinin; “Türkler barış yanlısı değil” şeklindeki propagandaları önlemek,TBMM’ni ve Türklerin haklılığını dünyaya duyurmak

için katılmıştır.  

          Londra Konferansı ile İtilaf Devletleri TBMM’ni tanımışlardır.  İtilaf Devletleri arasında da görüş ayrılık- ları başlamıştır.

          

Moskova Antlaşması (16 Mart 1921)

 

           I.İnönü Muharebesi’nin kazanılmasından sonra Ruslarla Moskova Antlaşması imzalanmıştır. Yapılan Antlaşmada Türkiye ile Rusya arasındaki sınır çiziliyordu. İki tarafta birbirlerinin çıkarlarını zedeleyecek ulus- lararası girişimlerden uzak kalacaklardı. Diplomatik alanda birbirlerini destekleyeceklerdi. Rusya,maddi olarak

yardımda bulunacaktı. Rusya Misak-ı Milliyi tanıyordu. Çarlık Rusyası ve Osmanlı Devleti tarafından yapılan antlaşmalar geçersiz sayılıyordu. Kapitülasyonların kaldırıldığını Rusya kabul ediyordu. Batum Rusya’ya bıra-

kıldı.

           Bu antlaşma TBMM’nin siyasi bir başarısıdır. TBMM siyasi yalnızlıktan kurtulmuştur. Doğu Cephesi

güven altına alındığı için ,buradaki birlikler batı cephesine kaydırılmıştır. Doğu sınırı büyük oranda çizilmiştir.

          II.İnönü Muharebesi ( 23-31 Mart )

 

          I. İnönü Muharebesi’nden sonuç alamayan Yunanlılar,Londra Konferansı’ndan bir sonuç alamayan İngi- lizlerin de desteğini alarak tekrar harekete geçtiler. Fakat bu muharebeden de bir sonuç alamadılar. Geri çekilmek zorunda kaldılar.

          II. İnönü Muharebesi’nin kazanılması umutları daha da artırdı. Bu muharebeden sonra İtalyanlar Anadolu

dan çekilmeye başladılar.

          Kütahya-Eskişehir Muharebeleri ( 10-24 Temmuz )

 

          Yunanlılar aldıkları takviye kuvvetlerle Temmuz ayında kuzeyden Eskişehir,güneyden Kütahya istikame-

tinde ilerlemeye başladılar. Amaçları Ankara’ya kadar ilerlemekti. Henüz saldırı gücüne ulaşmamış olan Türk

kuvvetleri başarılı olamadılar. Cephe durumu ile ilgilenen Mustafa Kemal orduyu Sakarya ırmağının doğusuna

çekildi.

Sakarya Meydan Muharebesi (23 Ağustos-13 Eylül 1921)

   

          Mustafa Kemal’in orduyu Sakarya ırmağının doğusuna çekmesi TBMM’nde tartışmalara yol açmış,hatta

Meclisin Kayseri’ye taşınması bile gündeme geldi. Mustafa Kemal Meclise gelerek bütün sorumlulukları üzeri- ne almış ve Meclisten üç aylık süre ile Başkomutanlık ve Meclisin bütün yetkilerini istedi. 5 Ağustos 1921’de

144 sayılı kanun ile Mustafa Kemal’e üç ay süre ile istediği yetkiler verildi.

          Yukarıda belirtilen yetkileri alan Mustafa Kemal 7-8 Ağustos tarihlerinde Tekalif-i Milliye (Milli Yüküm

lülükler )Emirleri çıkarıldı. Buna göre;Her ilçede bir Tekalif-i Milliye komisyonu kurulacak,her aileden birer

çift çamaşır,çorap ve çarık alınacak,bütün giyim eşyaları ,yiyecekler ve teknik araç –gereçlerin yüzde kırkına, sahipsiz mallara,taşıt ve binek hayvanlarının yüzde yirmisine,silah ve cephaneye el konulacak. Demirci, maran- goz,dökümcü gibi zanaatkarların ordu emrinde kullanılmasına karar verildi.

           

 

 

        

 

           Bu emirlerin yerine getirilmesi için de çeşitli yerlere İstiklal Mahkemeleri gönderildi.

           Kütahya-Eskişehir Savaşı’nı kazanan Yunanlılar,bu başarıdan büyük cesaret almışlardı. Lloyd George şöyle diyordu:”Yunanlıların kazandıkları bu zaferden sonra artık Sevr Barışının hükümleri ile yetinmeleri ola- naksızdır”.Yunan Kralı Kostantin İzmir’e geldi. Hedefleri Milli Mücadelenin merkezi Ankara idi.

           Yunanlılar 14 Ağustos’ta ilerlemeye başladılar.23 Ağustos’ta çarpışmalar başladı.22 gün,22 gece süren

Muharebelerde başarılı olamayan Yunanlılar,Sakarya ırmağının doğusunu boşaltmak zorunda kaldılar.

           Bu zaferin kazanılmasında büyük pay sahibi olan Mustafa Kemal’e Gazilik ve Mareşallik unvanı verildi.

1683’ten beri devam eden geri çekiliş sona erdi. Fransa ile Ankara,Sovyetlere bağlı Gürcistan,Ermenistan ve A-

zerbaycan ile Kars Antlaşmaları yapıldı. İtilaf Devletleri barış önerilerinde bulundular. Yunanlıların endişeleri artmaya başladı. İngilizler bu zaferden sonra Yunanlılarla tek başlarına kalmışlardır.

           Ankara Antlaşması (20 Ekim 1921)

 

           Güney Cephesi’nde yapılan mücadelelerde başarılı olamayan Fransa,İngiltere’nin Almanya ile olan iliş-

kilerinde yardımcı olmaması ve TBMM’nin Sakarya Muharebesi’ni kazanması üzerine TBMM ile barış yap-

maya karar verdi. Yapılan Ankara Antlaşması ile (Hatay-İskenderun dışında) güney sınırımız çizilmiştir. Bu                                  antlaşma ile ilk defa İtilaf Devletlerinden bir devletle antlaşma yapılmıştır. İngiltere yalnız kalmıştır.

           Kars Antlaşması (12 Ekim 1921)

         

           Sakarya Muharebesi’nden sonra Rusya’nın peyki (bağlı devlet) konumundaki Ermenistan,Gürcistan,Azer baycan ile Kars Antlaşması imzalandı. Böylece Doğu sınırı kesinlik kazandı.

          

 Büyük Taarruz ve Başkomutanlık Meydan Muharebesi (26 Ağustos-18 Eylül 1922)

      

          Mustafa Kemal,Sakarya Muharebesi’nden sonra büyük bir hazırlık içerisine girdi. Ordu sayıca ve techizat ça güçlendirildi. Orduya yeni alımlar yapıldı. Subaylar yetiştirildi. Doğudaki ve güneydeki birlikler batıya kaydı rıldı. İstanbul’daki cephaneliklerden silah kaçırıldı. Rusya’dan silah yardımı sağlandı. Taarruz eğitimine önem verildi.

          6 Ağustos’ta Akşehir’deki Batı Cephesi karargahına giderek komutanlarla görüştü. Ağustos ayı içerisinde taarruza karar verildi. 20 Ağustos’ta yapılan toplantıda 26 Ağustos taarruz günü olarak kabul edildi.

          Türk ordusu 26 Ağustos sabahı top atışları ile birlikte taarruza başladı. Afyon istikametinde gelişen Türk

taarruzu sonucunda Yunan kuvvetleri 30 Ağustos günü Dumlupınar mevkiinde  çember içerisine alınarak bü-

tük oranda tahrip edildi. Bu muharebeye, Mustafa Kemal yönettiği için  Başkomutanlık Meydan Muharebesi

adı verilmiştir.Kaçan Yunanlılar geçtikleri şehirleri yakıp yıktılar. Türk kuvvetleri 9 Eylül’de İzmir’e girdi. 18

Eylül’de Anadolu’da Yunan kuvveti kalmadı.

            Mudanya Mütarekesi (11 Ekim 1922)      

 

            Büyük Taarruz’da Yunan kuvvetlerini etkisiz hale getiren Türk kuvvetleri Çanakkale ve İstanbul boğaz larına doğru ilerlemeye başladı. Bunun üzerine İngiltere ilerleyiş devam ederse karşı konulacağını belirtti. Mus-

tafa Kemal zafer kazanmış bir ordunun önünde duramayacağını belirtti. Ayrıca böyle bir harekette bulunursa

Rusya’nın da savaşa gireceği tehdidinde bulundu. İngiltere,sömürgelerinden yardım alamaması,İtalya ve Fransa’

nın desteğini kaybetmesi ve kamuoyunun savaşmaktan bıkması dolayısıyla daha fazla direnemedi ve Mudanya’

da Ateşkes görüşmelerinin yapılmasına razı oldu.

            İngiliz,Fransız,İtalyan ve Türk temsilcilerinin katılımıyla Mudanya Ateşkes Antlaşması imzalandı. Yu- nanılar daha sonra imzaladılar

           Bu ateşkese göre;14/15 Ekim gecesi ateşkes yürürlüğe girecek,Yunan kuvvetleri Doğu Trakya’yı hemen

boşaltmaya başlayacak ve 15 gün içerisinde burayı boşaltmış olacak,30gün içerisinde de Türklere teslim edile cekti..8000 kişilik bir Türk jandarma birliği bu bölgeye geçecek ve güvenliği sağlayacaktı. İtilaf Devletleri bu bölgede devir teslim işleri için 7 taburluk bir kuvvet bulunduracaktı. Bu birlik Doğu Trakya’nın Türklere teslim edilmesinden 30gün sonra geri çekileceklerdi. Türk silahlı kuvvetleri, barış imzalanıncaya kadar Doğu Trakya’ ya geçemeyecekler,Çanakkale’de ve Kocaeli’de saptanan çizgide bulunacaklardı.

           19 Ekim 1922 tarihinde,Başkomutanlık Olağanüstü Temsilcisi atanan Refet Bele büyük gösterilerle ve sevinç çığlıkları ile İstanbul’a girdi.

           Mudanya Mütarekesi,yeni Türk Devleti’nin,uluslar arası alanda büyük bir başarısıdır. Sevr Antlaşmasını geçersiz kılmış,Lozan Antlaşmasına ortam hazırlamıştır. Böylece yeni Türk Devleti,I.Dünya Savaşının ezici so- nuçlarından sıyrılmış,milletimizi devletlerarası eşit haklara sahip kılan bir varlık durumuna sokuyordu.

 

           DÜŞMANIMI CESUR VE KUVVETLİ YAP! EĞER ONU YENERSEM UTANÇ DUYMAYAYIM

                                                                                                                                          Kızılderili atasözü

 

 

 

 

Saltanatın Kaldırılması (1 Kasım 1922 )

           Lozan Konferansı’na İstanbul hükümetini de çağıran İtilaf Devletleri ikilik yaratmaya çalışıyordu. İstan-

bul hükümetinin de konferansta nasıl davranılacağı konusunda Mustafa Kemal’den bilgi istemesi,Mustafa Ke- mal’i kızdırdı. Bu gelişmeler Mustafa Kemal’e saltanatı kaldırma fırsatı verdi.1 Kasım 1922 tarihinde verilen

kararla saltanat halifelikten ayrılarak kaldırıldı. İstanbul’un işgal tarihi olan 16 Mart 1920’den itibaren saltana- tın kalkmış olduğu kabul edildi.17 Kasım’da Padişah Vahidettin (VI.Mehmet ) ülkeyi terketti.

           Lozan Antlaşması (24 Temmuz 1923)

         

           Konferansa gitmeden önce delegelerden, Kapitülasyonlar ve Ermeni yurdu konusunda kesinlikle taviz ve rilmemesi istenmiştir.

12  Kasım’da toplanması gereken Konferans;ancak 20 Kasım’da toplanmıştır. Konferansta bazı sorunlar kolaylıkla çözüldü. Bazı konularda ise anlaşma sağlanamadı. Bunlar şunlardır;Edirne’nin bir mahallesi olan Ka-

raağaç Mudanya Konferansı’nda geçmediği için verilmek istenmiyordu. Boğazlarda İtilaf Devletleri denetleme hakkı istiyorlardı,İngiltere Musul’u vermek istemiyordu,Borçlar konusu çözülemiyordu,Savaş tazminatı isteni- yor ,Yunanistan’ın ise ödemeyeceği belirtiliyordu,Azınlıkların haklarını denetlemek istiyorlardı,Kapitülasyonla-rın devamını istiyorlardı.

            Bütün bu konularda antlaşma sağlanamadığı için 4 Şubat’ta konferans kesildi. Bu sırada Türk ordusu,Bo

gazlar,Trakya ve Musul üzerine gerekirse harekete geçmek için hazırlandı. Durum gergindi. Yoğun diplomatik

temaslar sonucunda görüşmeler 23 Nisan 1923’te tekrar başladı. Sonuçta 24 Temmuz 1923’te antlaşma imza-

landı.

            Lozan Antlaşması 143 maddeden ibarettir. Önemli esasları şunlardır:

 

            Sınırlar:

            Suriye Sınırı:Fransızlarla yapılan Ankara Antlaşması ile çizilen sınırdır.

            Irak Sınırı:Irak sınırı İngiltere ile 9 ay süresince çözülecekti.

            Batı Sınırı:Mudanya Konferansı ile çizilen Meriç nehri idi. Bozcaada ,Gökçeaada ve Tavşan adaları dı -şında kalan adalar Yunanistan’a bırakıldı. Rodos ve Oniki ada İtalyanlara bırakıldı.

            Kapitülasyonlar:Kapitülasyonlar tamamen kaldırıldı.

            Azınlıklar:Bütün azınlıklar Türk vatandaşı sayıldı. Batı Trakya’daki Türklerle,İstanbul’daki Rumlar dı -şında Türkler ve Rumlar karşılıklı yer değiştirecekti.

            Savaş Tazminatı:Yunanistan savaş tazminatı karşılığı olarak Karaağaç’ı bize bırakıyordu.

            Devlet Boçları:Osmanlı Devleti’nden kalan borçlar Osmanlı Devleti’nden ayrılan devletlere pay edile –yordu. Türkiye borçlarını Fransız Frangı veya Türk parası cinsinden verecekti.

            Boğazlar:Boğazlar Türkiye’nin başkanlığında oluşturulan Boğazlar komisyonu tarafından idare edilecekti. Boğazların 20 km’lik mesafesi silahsızlandırılıyor ve askersizleştiriliyordu. Boğazlardan barış zamanında savaş ve ticaret gemilerinin geçişi serbestti.(Karadeniz’e kıyısı olan devletlerden herhangi bir devletin donanmasından daha büyük bir donanma geçemeyecek).Türkiye, savaş anında tarafsız ise, ticaret ve savaş gemilerine yi- ne serbest,savaşan devlet ise, tarafsız gemilere yine serbest,düşman gemilerine istediği gibi davranabilir. Aynı kurallar uçaklar için de geçerlidir.

           İstanbul’un Boşaltılması:Lozan Antlaşması’nın TBMM tarafından onaylanmasından altı hafta sonra İstanbul İtilaf Devletleri tarafından boşaltılacaktı.(2 Ekim 1923’te İtlaf Devletleri İstanbul’u boşalttılar)

           Lozan Antlaşması,Türk Devleti için büyük bir başarıdır. Bu barışla,genç Türk Devleti uluslar arası düzen

de eşit haklara sahip,tam bağımsız ve özgür olma niteliğini kazanmıştı. Misak-ı Milli büyük oranda gerçekleşti- rilmiştir.

           Lozan Barışı bilhassa şu noktalardan eleştirilmektedir. Rum Patrikhanesinin ülke dışına çıkarılmaması,E-

ge adalarının,Musul’un ve Batı Trakya’nın alınamaması.

 

           İkinci Türkiye Büyük Millet Meclisi 

 

           Birinci Türkiye Büyük Meclisi Nisan ayında kendisini feshetme kararı aldı. Yeniden seçimler yapıldı. Ge nelde Müdafa-i Hukuk grubu üyeleri seçimleri kazandılar.11 Ağustos 1923 tarihinde yeni Meclis görevine başla dı. İlk icraatı Lozan Antlaşması’nı onaylamak oldu (23Ağustos 1923).

 

           

          

    

 

 

 

 

 

 

A-CUMHURİYET’İN İLANI VE HALİFELİĞİN KALDIRILMASI

 

           1-CUMHURİYET’İN İLANI(29 EKİM 1923)

 

           TBMM’nin açılışı ile millet egemenliğine dayalı bir devlet kurulmuştu;ancak bu devletin bir başkanı yoktu. Öncelik Milli mücadele olduğu için padişaha da dokunulmamıştı.1921 Anayasasında her ne kadar ege-

menlik kayıtsız şartsız millete ait olsa da.1 Kasım 1922’de saltanat kaldırılınca ,padişahın varlığından kaynaklanan problem de ortadan kalkmış oldu.

           1923 sonbaharında ortaya çıkan hükümet bunalımı Mustafa Kemal’e Cumhuriyeti ilan etme fırsatı ver-miştir. Zaten fiilen böyle bir işleyiş vardı. Sadece adı konulmamıştı.29 Ekim 1923’te yapılan doğan çocuğun adını koymaktan ibaretti.1921 Anayasasında bazı değişiklikler yapılarak bu olay gerçekleşmiştir.

           Cumhuriyetin ilanı ile rejim ,devlet başkanlığı ve hükümet meselesi çözümlenmiş oldu. Cumhurbaşkanlığa Mustafa Kemal seçilmiş,Meclis hükümeti sisteminden Kabine sistemine geçilmiştir.

 

           2-HALİFELİĞİN KALDIRILMASI (3 MART 1924)

 

            1 Kasım 1922 tarihinde saltanatın kaldırılması ile Osmanlı Hanedanı sadece dini konularda yetkili ol-muştur. Saltanatın kaldırılmasından sonra saltanat yanlıları halife etrafında toplanmışlardı. Bunlar yoğun bir propaganda faaliyetine giriştiler. Halife de bundan cesaretle yanlış tavırlar sergiliyordu. Halifelik kurumunun

cumhuriyetle bağdaşmadığı ve ileride yapılacak inkılaplara da engel olacağı düşünülüyordu. Bazı İslam devletleri de halifeliğin kaldırılmamasını istemişlerdi. Bu durum rahatsızlığa yol açmıştı. İşte bütün bu sebeplerden dolayı Halifelik 3 Mart 1924’te kaldırıldı. Aynı kanunla Şer’iye ve Evkaf Vekaleti ile Erkan-ı Harbiye Umumi

vekaleti kaldırılmış,yerine Diyanet İşleri Başkanlığı,Vakıflar Genel Müdürlüğü ve Genelkurmay Başkanlığı ku-

rulmuştur. Tevhid-i Tedrisat Kanunu kabul edilmiştir.

             Halifeliğin kaldırılması ile eski düzen yanlıların bir dayanak noktası ortadan kaldırılmış,laik devlet düzenine geçişte büyük bir adım atılmış oldu.   

          

             B-PARTİLER VE ÇOK PARTİLİ HAYATA GEÇİŞ DENEMELERİ

 

              1-CUMHURİYET HALK FIRKASI

 

              TBMMM’nin açılmasından sonra Mustafa Kemal Anadolu ve Rumeli Müdafa-i Hukuk Gurbu adı altın da mecliste çalışmaya başladı. I.TBMM’ni yenilemek düşüncesiyle seçim kararı aldı.(1 Nisan 1923).Yapılan se-

çimlerde büyük çoğunlukla müdafa-i hukuk grubu üyeleri başarılı oldu. Seçimlerden sonra Anadolu ve Rumeli Müdafa-i Hukuk Grubu,Halk Fırkası adını alarak 9 Eylül 1923’te kuruluşunu tamamladı. İşte daha sonra yapılan

bütün ınkılaplar Halk Partisi’ne dayanılarak yapılmştır.

 

              2-TERAKKİPERVER CUMHURİYET FIRKASI VE ŞEYH SAİT İSYANI

   

               Seçimlerin yenilenmesi ve II.TBMMnin açılmasıyla ilk Meclis’te II. Grubu oluşturan muhalefetten Meclis’e çok az kişi girebilmişti.Buna rağmen muhaliflerin etkisiyle,iktidarı elinde bulunduran Cumhuriyet Halk Fırkası’na karşı bir muhalefet havası esmeye başlamıştı. Bunun sonucunda Cumhuriyet Halk Fırkası’nda ilk ayrılıklar ortaya çıkmış bu durum 17 Kasım 1924’te Ankara’da yeni bir partinin doğmasına sebep olmuştur.

                Ali Fuat (Cebesoy)Paşa,Kazım (Karabekir)Paşa,Refet (Bele) Paşa,Rüştü Paşa,Rauf(Orbay)Bey ve Ad-

nan (Adıvar)Beyler 11 kişilik bir grup olarak Cumhuriyet Halk Fırkası’ndan kopmuşlardır.

                Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın parti programı şu esaslara dayanıyordu:Parti liberalizmden yana ve halkın hakimiyeti prensibini savunmakta idi.Genel olarak hürriyetlere taraftardır,din düşüncesine ve dini inançlara saygılıdır. İdari olarak yerinden yönetimin (Adem-i merkeziyet)gerçekleşmesine çalışılacaktır.

Cumhurbaşkanı’nın seçimden sonra milletvekilliği ile ilişiği kesilecektir. 

                 Kurulan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası kısa zamanda ne kadar muhalif varsa hepsini içine almış- tır. Eski İttihat ve Terakki Fırkası yanlıları  da bu fırka da odaklaşmaya başladılar.

                 1925 yılı başlarında,Musul meselesini kendi lehine halletmek isteyen İngiltere’nin kışkırtmasıyla Doğu Anadolu’da bazı kıpırdanmalar başlamıştı. Nihayet,13 Şubat 1925’de Şeyh Sait Ergani’nin Piran köyünde

isyan başlatmıştır. İsyan büyümüş Fethi Okyar hükümeti isyanı bastırmakta zorlanınca istifa etmiş yerine İsmet İnönü hükümeti kurulmuştur. Yeni hükümet ilk iş olarak,isyan karşısında hükümete geniş yetkiler veren Takrir-i

Sükun Kanunu’nu çıkartmıştır(4 Mart 1925).Ayrıca TBMMM,biri Ankara’da,diğeri isyan bölgesi olan Diyarba- kır’da olmak üzere tekrar iki İstiklal Mahkemesi kurulması hakkında kanun çıkarılmıştır.

                

 

 

 

                 Doğu’da kısmi seferberlik ilan edilerek ayaklanmanın bastırılması orduya bırakıldı. Ayrıca Hıyanet-i

Vataniye Kanunu’na yeni maddeler eklendi.

                 İsyan nisan ayında bastırılmış ve elebaşıları yakalanarak gerekli cezalara çaptırılmışlardır.Ayaklanma bastırılmıştı;ama cumhuriyet rejimi ve vatan büyük bir tehlike geçirmişti. Ayaklanma İngilizlere de Musul’u sa-

vunmak konusunda avantajlar sağlamıştır.

                 Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın programında yer alan,dini fikir ve inanışlara hürmet edileceği- ne ve idarede yerinden yönetime dair hükümler ve parti mensuplarının bu hükümlere dayanarak yaptıkları pro-pagandalar,ayaklanmayı tertip edenlerin cesaretini de artırmıştır. Bu sebeple parti 3 Haziran 1925’te kapatıldı.

 

                  3-MUSTAFA KEMAL’E SIİKAST GİRİŞİMİ

 

                  7 Mayıs 1926’da geniş kapsamlı bir geziye çıkmayı düşünen 15 Haziran günü İzmir’e gelmeyi hedef lemekteydi.Mustafa Kemal’in yaptıklarını,düşündüğü inkılapları kabullenemeyen ve ona şahsi çıkarlarından do- layı muhalefet eden bazı çevreler bu geziyi Mustafa Kemal’i ortadan kaldırmak için bir fırsat görmüşlerdir. Ancak gezi programı bir gün gecikince suikastçıları Yunan adalarına kaçıracak olan motorcu Giritli Şevki’nin ha-

vermesi ile elebaşıları yakalanmıştır. İstiklal Mahkemelerinde yargılanmışlar ve gerekli cezaya çaptırılmışlardır.

                  Bu olayın en önemli sonucu İttihatçıların tasfiye(aktif görevlerden uzaklaştırma)edilmesidir.

 

                  4-SERBEST CUMHURİYET FIRKASI VE MENEMEN OLAYI 

 

                  Meclis’te yalnız Cumhuriyet Halk Fırkası’nın milletvekillerinin bulunması hükümetin denetlenmesi- ne imkan vermiyor,eleştiri olmadığı için,yapılan işlerin hesabını sormak ve kontrolünü yapmak imkanı buluna –muyordu.1929’da dünyada o güne kadar eşi görülmemiş boyutlarda bir ekonomik bunalım başlamıştı.1930 yılı

İlkbaharında yaptığı yurt gezisinde hükümete karşı şikayetleri de dikkate alan Mustafa Kemal yeni bir siyasi olu şumuna karar verdi.

                  Mustafa Kemal yeni bir parti kurulması görevini o sırada Paris Büyükelçiliği vazifesinde bulunan

Fethi Beye verdi. Atatürk yeni kurulan partinin programına karışmamış, sadece cumhuriyetin ve inkılapların kar-

şısında olunmamasını istemiştir. Parti 12 Ağustos 1930 yılında kuruldu. Partinin kurulması çok partili hayat için ikinci bir teşebbüs olmuştur. Serbest Fırka özellikle ekonomik görüşleri bakımından Cumhuriyet Halk Partisi’n den ayrılıyordu. Serbest Fırka ,liberalizmi (ekonomik hürriyet)savunan bir muhalefet partisi olarak siyasi müca-

deleye girdi.Parti,ayrıca seçimlerin tek dereceli olmasını ve kadınların siyasi haklara sahip olmasını da savunmuştur.

                   Serbest Fırka hızla gelişti. Fethi Beyin Ege gezisi,halkın hükümet, inkılaplar ve laiklik aleyhine gös- teriler yapmasına sebep oldu. Partiye girenlerin kontrolü mümkün olmadı. Yapılan Belediye seçimlerini Cumhu riyet Halk Fırkası kazanmış;ancak seçimlerde baskı yapıldığı iddia edilerek hükümet tenkit edilmiş,bu münaka-

şalar çok sert bir mücadele halini almıştır.

                    Rejim aleyhtarı kişilerin bu partiye doluşmaları üzerine Fethi Beyin isteğiyle parti kapatıldı (18 A-

ralık 1930).Böylece çok partili hayata geçişin ikinci denemesi de başarısızlıkla sonuçlanmıştır.

                    Serbest Fırka’nın kapatılmasından hoşnut olmayanlar sebepleri ve sonuçları hala tartışılan Menemen Olayı’nı çıkarmışlardır.23 Aralık 1930’da Derviş Mehmet ve yandaşları halkı isyana teşvik etmişlerdir. İs-

yanı yatıştırmak isteyen Yedeksubay Asteğmen öğretmen Kubilay isyancılar tarafından şehit edilmiştir. İsyan bastırılmış elebaşıları yakalanarak gerekli cezaya çaptırılmıştır.

               

                  C-İNKILABIN GELİŞİMİ,DEVLET VE TOPLUM KURULUŞLARININ LAİKLEŞMESİ

     

       1-OSMANLI DEVLETİNDE HUKUK

 

                    Osmanlı Devleti’nde hukuk şer’i ve örfi olmak üzere iki alanda uygulanmıştır.Şer’i hukukun kaynağı başta Kur’an-ı Kerim olmak üzere Sünnet,İcma ve Kıyas idi. Örfi hukukun kaynağı ise töre,örf ve adetler,pa-

dişahın ve Divan-ı Hümayun’un koyduğu kurallardı.

                    Gayrimüslimlerin de kendi ait hukuki sistemleri vardı

                    II.Mahmud ve Tanzimat Devri’nde İslam hukukunda yer alan eksiklikler batı hukukundan yararla-

nılarak çözülmeye çalışılmıştır.Tanzimat Dönemi’nde özellikle Fransız kanunlarından yararlanılarak 1848’de

Arazi kanunu,1850’de ticaret Kanunu, 1863’te ise deniz ticaret kanunu kabul edilmiştir.1868 yılında Danıştay

kurulmuştur.Yine bu dönemde Ahmet Cevdet Paşa başkanlığında bir komisyon tarafından medeni hukuk açı-

Sından büyük önem taşıyan “Mecelle” (adli kurallar kitabı) hazırlanmıştır.

 

 

 

 

 

                      2-DİN- DEVLET İLİŞKİLERİ VE AŞAMALARI  

 

                       Mustafa Kemal,yapacağı inkılap hareketlerine karşı,dini politikaya alet etmek isteyenlerin çıkabi-

leceğini düşünerek,inkılaplarını aşamalı olarak gerçekleştirmiştir.

                       Devlet yapısındaki laikleşmenin ilk aşaması saltanatın kaldırılması olmuştur (1 Kasım 1922).Da-

Ha sonra cumhuriyet ilan edilmiş,3 Mart 1924’te halifelik kaldırılmıştır. Aynı tarihte Şer’iye ve Evkaf vekaleti de kaldırılmıştır. Bunlar yerine Diyanet İşleri Başkanlığı ve Vakıflar Genel Müdürlüğü kurulmuştur.Aynı tarihte    

Tevhi-i Tedrisat Kanunu kabul edilerek eğitim-öğretim birleştirilmiş ve medreseler kapatılmıştır.1925 yılında Tekke,zaviye ve türbelerin kapatılması ile ilgili kanun ve Şapka Kanunu kabul edilmiştir.1926 yılında Medeni Kanun kabul edilmiştir.1928’de Anayasa’dan dini hükümler çıkarılmış ve Anayasa din-devlet ayrılığı esasına göre değiştirilmiştir.1937’de Anayasa’ya diğer ilkelerle birlikte laiklik ilkesi de girmiştir.Böylece laikliğe geçiş aşamaları tamamlanmıştır.

 

                      3-TÜRK MEDENİ KANUNUN KABULÜ         

 

                      Osmanlı Devleti’nden kalma kanunların yeterli olmaması ve dini karakterli olması sebebiyle çağa

Cevap verecek bir medeni kanuna ihtiyaç duyulmuştur.1924 yılında TBMM içerisinde oluşturulan bir komisyon Avrupa devletlerinin kanunlarını incelemeye aldı. Sonuçta Avrupa’da hazırlanan son kanun olan İsviçre Medeni Kanunu kabul edilmiştir. Bu kanun Avrupa’da hazırlanan son kanun olduğundan önceki kanunlardaki eksiklik- ler bu kanunda yoktu. Sorunlara akılcı ve pratik çözümler getiriyordu.17 Şubat 1926 yılında TBMM tarafından

Türk Medeni Kanunu olarak kabul edilmiştir. Ceza Kanunu İtalya’dan (1926),Hukuk Muhakemeleri Usul Kanu nu  İsviçre’den (1927),Ceza Muhakemeleri Usul Kanunu Almanya’dan (1929),İcra ve İflas Kanunu  da İsviçre’ den alınmıştır. Ticaret Kanunu ve İdare Hukuku ise değişik ülkelerden iktibas edilmiştir.          

                        Türk Medeni Kanunu’nun getirdiği yenilikler şu şekilde özetlenebilir:

 

       -Kadınla erkek arasındaki toplumsal ve ekonomik eşitlik sağlanmış,kadınlara her mesleğe girme hakkı doğ muş,tek kadınla evlilik esası kabul edilmiş,kadınlara da boşanma hakkı verilmiştir.

       -Aile,toplumun temeli sayılarak korunmuş,çocukların iyi yetişmeleri için ana ve babaya yükümlülükler getirilmiştir.

       -Evlenme işlemi devlet denetimine alınmıştır. Aile kurmanın,resmi nikah memuru önünde yapılması sağlan

mıştır.Resmi nikahtan sonra eşlere istedikleri türde dini tören yapabilme izni verilmiştir.

       -Mirasta kız ve erkek çocuklar arasındaki eşitsizlik kaldırılmış ve eşitlik getirilmiştir.

       -Kişilerin mallarla ve birbiriyle olan ilişkilerinde çelişkiler ve boşluklar giderilmiş,modern bir sistem geti- rilmiştir.

 

        Lozan Antlaşması’nda kendi hukuk kurallarını uygulamaları kabul edilen azınlıklarda Medeni Kanunu kabul etmişlerdir. Böylece hukuki farklılıklar da ortadan kalkmıştır.

 

                           4-KADIN HAKLARININ KABULÜ

 

                           Türk Kadınının Siyasal Hakkını Kazanması

 

                            Türk kadınına ilk siyasal hak 1930 yılında verilmiştir.3 Nisan 1930’da kabul edilen Belediye-ler Kanunu ile Türk kadını,belediye üyesi seçme ve seçilme hakkını elde etmiştir.26 Ekim 1933’te çıkan köy ka-

Nunu ile muhtar,5 Aralık 1934’te çıkan kanunla da milletvekili seçme ve seçilme hakkına sahip olmuştur.

 

                           D-EĞİTİM VE KÜLTÜR ALANINDA İNKILAP HAREKETLERİ

 

                           1-TEVHİD-İ TEDRİSAT KANUNU

 

                            3 Mart 1924’te kabul edilen kanunla bütün eğitim kurumları Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlan dı. Bu kanunla ülkemizde faaliyet gösteren yabancı okullarda denetim altına alınmıştır. Ayrıca bu okulların ders

programlarına Türkçe kültür dersleri konmuş ve bu derslerin Türk öğretmenler tarafından okutulması mecburiye ti getirilmiştir. Bu kanunla bütün eğitim kurumları bir araya getirilmiştir.

   

                             

 

                  

 

 

 

 

                            2-MEDRESELERİN KAPATILMASI

 

                            Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile bütün mektep ve medreseler Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlan-

Mıştı. 11 Mart 1924’te yayınlanan bir genelgeyle 29 Darülhilafe Medresesi İmam Hatip okuluna  çevirmiş 497 İlmiye Medresesi ise kapatılmıştır. Darü’l fünuna bağlı bağlı bir de İlahiyat fakültesi açılmıştır. 1926 yılında çı-

Karılan “Maarif Teşkilatı Hakkında Kanun” ile eğitim hizmetleri yeniden düzenlendi.

 

                            3- TÜRK HARFLERİNİN KABULÜ

 

                             Arap alfabesinin şekil ve ses uyumu bakımından Türkçe’ye uymamaktaydı. Öğrenmesi de zordu.Mustafa Kemal,Türk dilinin okuyup yazılmasının kolaylaşması,eğitim ve öğretim işlerinin yaygınlaştırılma- sı için harf değişikliğine gitmenin gerekliliğini dile getirmiştir.1 Mayıs 1925’te Azerbaycan’da Latin alfabesini resmi yazı olarak kabul etmişti.1 Kasım 1928’de “Türk Harfleri Hakkında Kanun” Meclis tarafından oy birliği ile kabul edilmiştir.10 Ocak 1929’da “Millet Mektepleri” ve 19 Şubat 1932’de açılan “Halk Evleri” eğitimin yaygınlaşmasını sağlamış ve halkımız bilgi,görgü ve becerilerini artırmıştır.

 

                             4-YENİ TARİH ANLAYIŞI

 

                 1931 yılında milli tarihimizi aydınlatmak ve açığa kavuşturmak amacıyla Türk Tarih Kurumu

kurulmuştur. Yeni tarih anlayışında Türk milletinin çok eski ve zengin bir geçmişe sahip olduğu vurgulanarak İs

lamiyetten önceki Türk tarhi de araştırılmaya başlanmıştır.3 Şubat 1927’de Ankara’da Etnoğrafya Müzesi kurul muş,Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi açılmıştır. Atatürk ayrıca müze açılmasına ve arkeolojik kazılar yapılması- na da önem vermiş ve bizzat arkeoloji kazılarını takip etmiştir.

 

Türk Tarih Kurumu'nun kurulmasındaki amaç neydi?

 

- Türklerin dünya medeniyetine olan katkılarını ispatlamak ve böylece Türklerin dünyadaki yerini ortaya koymak.

- Türk tarihini en eski devirlerden itibaren alıp milli bir tarih meydana getirmek.

- Avrupa'da yaygın olan Türklerin sarı ırktan olduğu, bilgi ve becerilerinin olmadığı anlayışını değiştirmek.

- Ermeni ve Rumların Anadolu'nun kendilerine ait olduğu düşüncesini çürütmek.

- Anadolu'nun tarihin en eski devirlerinden itibaren Türklere ait olduğunu ispatlamak.

- Türkler tarafından kurulan uygarlıkları araştırıp bunları ulusa ve dünyaya tanıtmak.

 

 

                             5-TÜRK DİLİNİN GELİŞMESİ

 

                             1932 yılında Türk Dil Kurumu kurulmuştur. Türkçe,bu kurumun çalışmaları ile Arapça ve Farsça kelimelerden temizlenmiş ve bu kelimelerin yerlerine Türkçe kelime ve terimler getirilmiştir. Bilimsel 

 esaslar doğrultusunda yapılan bu çalışmalarla,Osmanlıca sona ermiş yerini Türkçe almıştır. Bu inkılaplarla,

Türk dili tekrar eski güzelliğine ve benliğine kavuştur.

 Türk Dil Kurumu'nun Kurulmasındaki amaç neydi?

 

- Dildeki ikiliğe son vererek toplumdaki bireyler ile ülke yöneticileri, aydınlarla halk arasındaki iletişimi kolaylaştırmak.

- Sade duru ve kolay anlaşılır bir dil oluşturmak.

- Siyasal alanda sağlanan bağımsızlık gibi Türk dilinde de bağımsızlığı sağlamak.

- Türkçe'yi yabancı dillerin etkisinden kurtarmak.

- Türkçedeki yabancı kelimeleri atıp Türkçe karşılıklarını bulmak,

- Türk diline milli bir gelişme yolunu çizmek,

- Aydın diliyle halk dili arasında görülen ayrıma son vermek.

- Türk dilinin bir bilim ve kültür dili olmasını sağlamak,

- Türkçe bir sözlük hazırlayıp Türkçe'nin zenginleşmesini sağlamak,

- Konuşma dili ile yazı dilinin aynı olmasını sağlamak.

 

 

 

 

 

  E- TOPLUMSAL HAYATIN DÜZENLENMESİ

 

                              1-TEKKELERİN,ZAVİYELERİN VE TÜRBELERİN KAPATILMASI

 

                               30 Kasım 1925’te çıkarılan bir kanun ile,tekke,zaviye ve türbeler  kapatılmıştır. Bu kanun

ile Türkiye Cumhuriyeti içinde hiçbir tarikat,bunlara mensup hiçbir şeyh,derviş ve mürit bulunamayacağı bunla ra ait özel elbise ve unvanların,türbe ve türbedarlıkların olmayacağı belirtilmiştir. Büyük devlet adamlarımıza ve din adamlarımıza ait türbelerin bir milli varlığı ve tarihi bir miras olarak ziyaret edilmesi ise serbest bırakılmıştır

 

                               2-KIYAFETTE DEĞİŞİKLİK

 

                               25 Kasım 1925 yılında çıkarılan 671 sayılı kanunla bütün memurlara şapka (şems siperli serpuş) giyme mecburi yeti getirilmiştir. Fes,kalpak ve serpuş giyilmesi yasaklandı. 3 Aralık 1934’te çıkarılan

bir kanunla da din adamlarının,ibadet yerleri dışında dini kıyafetlerle gezmeleri yasaklandı.

 

                              3-SOYADI KANUNUN KABULÜ

 

                             Devlet işlerinde ve toplum hayatındaki karmaşaya son vermek ve devlet işlerini kolaylaştır- mak amacıyla 21 Haziran 1934’te Soyadı Kanunu kabul edildi.24 Kasım 1934’te çıkarılan bir kanunla da Gazi Mustafa Kemal “Atatürk” soyadını aldı.29 Kasım 1934’te çıkarılan diğer bir kanunla da ,toplumda ayrıcalık ifade “Ağa,Hacı,Hoca,Molla,Efendi,Bey,Beyefendi,Paşa,Hanım,Hanımefendi”gibi toplumsal ayrıcalık ifade

Eden unvanların kullanılması yasaklandı.

 

                               4-TAKVİM,SAAT VE ÖLÇÜLERDE DEĞİŞİKLİK

 

                               26 Aralık 1925 yılında çıkarılan bir kanunla “Miladi Takvim” in kullanılması kabul edildi. Hicri ve Rumi takvim kaldırıldı. Rumi takvim mali işlerde 1982 yılına kadar kullanılmıştır.

                               Alaturka saat yerine alafranga saat (uluslar arası saat) kullanılmaya başladı.

                               20 Mayıs 1928 tarihinde Arap rakamları terkedilerek milletler arası rakamlar kullanılmaya başlamıştır.

                               1 Nisan 1931 tarihinde çıkarılan 1782 sayılı kanunla ise ağırlık ve uzunluk ölçüleri değiştirilmiştir.

                               1 Haziran 1935’te hafta tatili Cuma gününden Pazar’a alınmıştır.

                               Yukarıda yapılan inkılaplarla batıyla ekonomik ve sosyal alanda uyum sağlanmıştır. Ülke

İçinde de ölçülerde birlik sağlanmıştır.

 

                               F-EKONOMİK ALANDA GELİŞME

 

                               1-MİLLİ EKONOMİNİN KURULMASI

 

                               17 Şubat 1923’te İzmir’de 1135 temsilcinin katıldığı İzmir İktisat Kongresi tertip edilmiş ve

ekonomik kalkınmanın gerçekleştirilmesi için yöntemler araştırılmıştır.Tarım,sanayi,işçi ve ticaret kesiminden delegelerin katıldığı bu kongrede uzun süren tartışmaların sonucunda Misak-ı İktisadi (Ekonomi Andı) kabul e-

dilmiştir. Misak-ı İktisadi’de yer alan bazı önemli maddeler şunlardır:

 

-Türk milleti,milli egemenliğini,kanı ve canı pahasına elde ettiğinden,hiçbir şeye feda edemez ve milli egemenli ğe dayanan Meclis’e ve Hükümeti’ne daima yardımcıdır.

-Ekonomik gelişmemiz ve kalkınmamız milli bağımsızlığımız içinde gerçekleşecektir.

-Türkiye milli sınırları içinde,lekesiz bir bağımsızlık ile,kalkınmasını hür dünyanın barış ve ilerleme unsurlarından biridir.

-Temel hedef,ulusal bağımsızlık gibi ekonomik bağımsızlığı da sağlamaktır.

-El işçiliğinden ve küçük imalattan,hızla fabrikaya veya büyük işletmeye geçilmelidir.

-Ham maddesi yurt içinde yetişen veya yetiştirilebilen sanayi dalları kurulmalıdır. 

-Özel teşebbüse kredi sağlayacak bir devlet bankası kurulmalıdır.

-Yabancıların kurdukları tekellerden kaçınılmalıdır.

 

 

 

 

 

 

                  Milli ekonomi ilkesinin yürürlüğe girmesiyle,Türk Devleti ekonomi alanında üzerine aldığı görevleri yerine getirmeye başladı. Özel teşebbüsün yatırımlar konusunda başarılı olamaması sebebiyle 1932’den itibaren,devlet kalkınma çabalarına doğrudan katılmak zorunda kaldı ve ekonomide devletçi bir politika izlenmeye başladı.1933 yılında I.Beş Yıllık Kalkınma Planı hazırlandı ve 1934 yılında uygulamaya kondu. 

 

                                 2- TARIM

 

                                “ Milli ekonominin temeli ziraattir.” sözleriyle Atatürk,tarımın yeni Türk Devleti için taşı- dığı önemi vurgulamıştır. Tarımın durumunu iyileştirmek için alınacak ilk tedbirin köylünün durumunu iyileştirmek olduğuna inanan Atatürk’ün bu düşüncelerini dört ana grupta toplamamamız mümkündür:

-Köylüler ağır vergilerden kurtarılmalıdır.

-Köylünün üretim imkanları artırılmalıdır.

-Köylünün bilgi ve tecrübesini artıracak tedbirler alınmalıdır.

-Toprağı olmayan köylülere toprak verilmelidir.

 

                                  17 Şubat 1925 yılında aşar vergisi kaldırıldı.1924 yılında çıkarılan “Tarım Kredi Birlikleri Kanunu” ile 1929 yılında çıkarılan “Tarım Kredi Kooperatifleri Kanunu” köy ekonomisinde bir inkılap meyda- na getirmiştir.8 Haziran 1929’da çıkarılan bir kanunla hükümet ,köylüyü topraklandırmak amacı ile bedelini yirmi yılda ödemek üzere halka toprak dağıttı. Tohum Islah İstasyonları kuruldu. Sulamaya önem verildi. Anka ra’da Yüksek Ziraat Enstitüsü ve Baytar Yüksek Okulu açılmıştır. Bazı bölgelerimizde yeni ürünler yetiştirilme- ye başlanmıştır(çay,şeker pancarı,turunçgiller).Örnek çiftlikler kuruldu.  

 

                     3-TİCARET

 

                                  1923-1930 arasında,ithalat ve ihracat arasındaki farkın büyük olması sebebiyle,Türk para- sının değeri iyice düşmüştü.Türk ekonomisinin para işlerini düzenleyecek bir Merkez Bankası’nın olmaması ve yabancı bankaların adaletsiz uygulamaları Türkiye’de bir sermaye birikiminin oluşmasını engellemekteydi. Ticari alanda ilk ciddi atılım 1924 yılında İş Bankası’nın kurulmasıyla olmuş,ticaretin gelişmesine destek olunmuş-tur.

                                  1 Temmuz 1926 yılında Türklerin kendi denizlerinde ve kendi limanları arasında gemi işlet meciliği yapabileceğine dair “Kabotaj Kanunu” çıkarılmış ve Türk denizciliğinin de önü açılmıştır.

                                  11 Haziran 1930’da kurulan “Türkiye Cumhuriyeti Merkez Bankası” ise Türk ekonomisi- ni düzeltmek için büyük bir adım olmuştur. Yabancıların ellerinde bulunan bazı işletmeler millileştirilmiştir.                   

                      

                                  4-SANAYİ VE MADENCİLİK

 

                                 1925 yılında yıpranmış sanayi kuruluşlarını teşvik etmek düşüncesiyle “Sanayi ve Maadin

Bankası” kurulmuştu.28 Mayıs 1927’de ise Teşvik-i Sanayi Kanunu çıkarılmış ve özel teşebbüs desteklenmiştir.

                                 1929 yılında dünyada meydana gelen ekonomik buhran, Türkiye’nin zenginleşmesini de o-

lumsuz yönde etkilemiştir. Özel teşebbüs sanayi alanındaki yatırımlarında devlet tarafından her yönden destek- lenmesine rağmen,sanayide beklenen seviyeye ulaşılamamıştır.Müteşebbis sınıfının yetersizliği,gelir seviyesinin düşük olmaı,teknik bilgi yetersizliği,yabancı sermayenin olumsuz davranışı ve bu sermayeye karşı beslenilen gü

vensizlik vb. sebepler özel teşebbüsün başarısızlığın nedenleri olmuştur.

                                 1933 yılında kabul edilen I.Beş Yıllık Kalkınma Planı ile devletçi ekonomik sisteme geçil- miştir.1933’te Sümerbank,1935’te de Etibank ve Maden Tetkik Arama Enstitüsü kurulmuştur.

                                 1938 yılında II.Beş Yıllık Kalkınma Planı hazırlanmış sa da; II.Dünya Savaşı sebebi ile uy-

gulanamamıştır. 

                      5-BAYINDIRLIK VE ULAŞTIRMA ALANINDA GELİŞME

 

                                  Osmanlı Devleti’nin son dönemlerinde,Anadolu’da her bakımından ihmal edilmiş,bayındır

lık işlerine yeterince önem verilmemiştir.Cumhuriyet yönetimi ise bayındırlık ve ulaştırma işlerine büyük önem vermiş ve hızla bu alanda çalışmalar başlatmıştır.Ekonomik kalkınma için alt yapıya büyük önem veren Türkiye Cumhuriyeti,kara yolu,demir yolu ve limanları acilen iyileştirme çabasına girmiş,şehirler demir yolları ve kara

Yolları ile birbirine bağlanmıştır.

                                  Hava yolları taşımacılığına da büyük önem verilmiş,1923 yılında Milli Hava Ulaştırma Teş

kilatı kurulmuştur.Bu teşkilat 1938 yılında Devlet Hava Yolları Umum Müdürlüğü adını almıştır.1933 yılında

Kara yollarının uzunluğu 18 binden 37 bin km’ye ulaşmıştı.1920 yılında 3350 km olan demiryolu uzunluğuna,

1938 yılına kadar 3798 km daha eklenmiştir.1933 yılında da “Deniz Yolları İşletmesi İdaresi” kurulmuştur.

 

                               

 

 

                                 6-SAĞLIK VE TIP ALANINDA GELİŞME

 

                                 Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığı’nın kurulmasından sonra hastaneler inşa edilmiş,doktor ve diğer sağlık elemanlarının sayısı artırılmıştır. Bakanlığın çalışmalarıyla sıtma,trahom,frengi ve verem gibi

salgın hastalıklar kontrol altına alınmış ve özellikle sıtma ile frengi hastalığı kısa sürede yok edilmiştir.1923 yı- lında resmi ve özel hastanelerin sayısı 86 iken  1940 yılında 198’e ulaşmıştır.

 

                                 G-TÜRK ORDUSU VE SAVUNMA

 

                                 Ordumuzun her türlü araç ve gerecinin sağlanması,Milli Savunma Bakanlığının,orduyu savaşa hazırlama görevi ise Genelkurmay Başkanlığının görevidir. Ordumuz Kara,Deniz,Hava Kuvvetleri ve Jandarma Genel Komutanlığından oluşmaktadır.

                                 

                                 ATATÜRK DÖNEMİ’NDE TÜRKİYE CUMHURİYETİ’NİN DIŞ SİYASETİ

 

                                Atatürk,”Yurtta sulh,cihanda sulh” ilkesi doğrultusunda dünya ülkeleri ile siyasi,sosyal ve

ekonomik ilişkilere girişmiştir.Türkiye’ye medeni devletler arasında layık olduğu yere çıkartmaya gayret etmiş-

tir.

                                1-NÜFUS MÜBADELESİ

 

                                Lozan Antlaşması’na göre,İstanbul’daki Rumlar ile Batı Trakya’daki Türkler dışında, Tür- kiye’de yaşayan Rumlarla,Yunanistan’daki Türkler karşılıklı yer değiştireceklerdi.Fakat yerleşik”etabli”kavramı

konusunda uyuşmazlık çıktı. Yunanistan 30 Ekim 1918’den önce İstanbul’da bulunan her Rum’un yerleşmiş sa- yılmasını istiyordu. Türk hükümeti ise İstanbul’a yerleşmenin Türk kanunlarına göre olacağını ileri sürerek Yu-

nan isteğine karşı çıktı.Türk tarafı İstanbul için “etabli” deyiminin burada sürekli oturanlar için geçerli olduğunu belirtirken,Yunanistan 30 Ekim 1918’den önce geçici de olsa İstanbul’a gelip burada kalanları da mübadele den ayrı tutmak istiyordu.

                                Anlaşmazlık Uluslar arası Adalet Divanı’na götürüldü ise de,divan bu anlaşmazlığı çözüm leyemedi. Bunun üzerine Türk-Yunan ilişkileri gerginleşti. Yunan Hükümeti Batı Trakya’daki Türk mallarına el koyunca, Türk Hükümeti’de İstanbul’daki Rumların mallarına el koydu.

                                İtalya’nın Akdeniz’de yayılmacı bir güç olarak ortaya çıkması Türk-Yunan ilişkilerini dü- zeltti. 10 Haziran 1930’da yapılan antlaşma ile sorun çözümlenmiştir .Anadolu’da yaşayan İstanbul dışındaki

Rumlar ile İstanbul’a 1912’den sonra gelen Rumlar Yunanistan’a, Batı Trakya dışında Yunanistan’ın değişik bölgelerinde yaşayan Türkler de Türkiye’ye göç etmişlerdir. Kıbrıs meselesinin başlangıcı olan 1954 yılına kadar Türk-Yunan ilişkileri iyi gitmiştir.

 

                                 2-YABANCI OKULLAR SORUNU

 

                                 Lozan Antlaşması’na göre,yabancı okullar Türk kanunlarına ve diğer okulların bağlı oldukları tüzük ve yönetmelik hükümlerine uyacaklardı. Türk hükümeti bu okullardaki eğitim ve öğretim faaliyetlerini düzenleyecekti.

                                 Türk hükümeti,bu okullardaki Türk dilinin,tarih ve coğrafya derslerinin Türk öğretmenler

Tarafından okutulması ve bu okulların Türk müfettişler tarafından denetlenmesi esasını bir yönetmelikle sapta mıştı.Bazı okullar bu esasa uymak istemediler. Ayrıca Fransa bu okullar üzerinde Milli Eğitim Bakanlığı’nın de

Netim hakkı olmasını da tepki ile karşıladı.Fakat hükümeti bu konuda geri adım atmadı. Hatta bazı okullar kapa tıldı.Geri kalanlarda kapatılma tehlikesi karşısında hükümetin isteğini kabul etmek zorunda kaldılar.

 

                                 3-IRAK SINIRI VE MUSUL SORUNU

 

                                  Lozan Antlaşması’nda Irak sınırı antlaşmanın imzalanmasından  sonra,9 ay içerisinde çö-

zümlenecekti. Şayet çözülemezse Milletler Cemiyetine gidilecekti.1924 yılında İstanbul’da İngilizlerle ilk kez

Görüşmelere başlandı. Bu görüşmelerde İngilizler Musul dışında Hakkari’nin de Irak sınırı içine alınmasını iste iler.Ekim 1924’e gelindiğinde durum savaşa yol açacak bir konuma gelmişti. Bu sırada,İngilizlerin teşvik ettiği Şeyh Sait İsyanı’da Türk tarafını meşgul etmiş elini kolunu bağlamış ve yapılabilecek bir askeri harekatı engel lemiştir. Sonunda,Lozan Antlaşması hükümleri uyarınca sorun Milletler Cemiyeti’ne götürüldü. Ancak burada İngiltere’nin etkinliği  söz konusu idi. Musul Irak’a bırakılmıştır.  

                                

 

 

 

 

 

                                Sonuçta 5 Haziran 1926’da sorunu kesin olarak çözen antlaşma Ankara’da imzalandı.Buna göre;Musul,İngiliz mandasındaki Irak’a bırakıldı. Irak hükümeti Musul petrollerinden alacağı verginin %10’unu

25 yıl süreyle Türkiye’ye verecekti. Türkiye daha sonra 500 bin sterlin karşılığında bu hakkından da vazgeçmiş- tir.14 Aralık 1927’de İngiltere,Irak üzerindeki mandasını kaldırmıştır. 

 

                                  4-MİLLETLER CEMİYETİ VE TÜRKİYE’NİN GİRİŞİ

 

                                  10 Ocak 1920’de Cenevre’de kurulan Milletler Cemiyeti,tüm dünya ülkelerinin barış ve dostluk içinde yaşamalarını temin etmeyi ve yeni bir savaşın çıkmasını önlemeyi hedeflemekteydi. Ancak,Millet ler Cemiyeti bir süre sonra kuruluş amacından uzaklaşarak büyük devletlerin çıkarlarını koruyan bir merkez halini almıştır.1930’dan sonra milletler arası işbirliğinin önemi daha çok hissedildiğinden Milletler Cemiyetine ilgi de artmıştır. Türkiye, Milletler Cemiyeti’nin pek faydalı işler yapacağına inanmamasına rağmen ,dünya barışına katkıda bulunmak amacıyla bu cemiyete girdi(18 Temmuz 1932 ).

 

                       5-BALKAN ANTANTI

 

                                    1933 yılından sonra Faşist İtalya ve Nazi Almanyası’nın güçlenmeye başlaması Balkan

devletleri arasında büyük bir endişe doğurdu.İtalya’nın Balkanlar’da,Almanya’nın da genel olarak Doğu Avru pa’da çıkarları vardı.Bu nedenle Balkan devletleri ufak tefek anlaşmazlıkları bir tarafa bırakarak birbirleri ile anlaşmış Türkiye ve Yunanistan’ın yanında yer almaya karar verdiler.Sonuçta 9 Şubat 1934’te Türkiye,Yunanis tan,Yugoslavya ve Romanya arasında Atina’da Balkan Antantı imzalandı.Arnavutluk İtalya’dan çekindiği için, Bulgaristan’da I.Dünya Savaşı’nda imzaladığı Neully (Nöyyi) Antlaşması’nın verdiği eziklikle pakta katılmadı.

Çünkü Bulgaristan kaybettiği toprakları tekrar kazanabilmek için fırsat kollamaktaydı.

                                    Balkan Antantı’nın esası;sınırların güvence altına alınması,ekonomik ve siyasal işbirliği, anlaşmazlıkların görüşme yolu ile çözümlenmesi ve müşterek yararların üstün tutulması gibi,barış ve karşılıklı saygıya dayanıyordu.Balkan Antantı ile taraflar sınırlarını karşılıklı olarak garanti ettikleri gibi,birbirlerine da- nışmadan herhangi bir Balkan Devleti ile birlikte bir siyasi harekette bulunmamayı  da taahhüt ediyorlardı.

                                    Almanya ve İtalya’nın etkisiyle Yugoslavya ve Bulgaristan arasında bir antlaşma imza- lanması  paktı yaralamıştır.II.Dünya Savaşı’nın başlaması ile pakt dağılmıştır.

 

                                    6-MONTRÖ (MONTREUX) BOĞAZLAR SÖZLEŞMESİ

 

                                     1930’lı yıllara kadar Milletler Cemiyetinin çabalarına rağmen silahsızlanma görüşmele- rinden bir sonuç alınamamıştı.Fakat,dünya tersine bir gidişle özellikle 1933 yılından sonra bir silahlanma yarışı na girmişti.Örneğin,İtalya’nın Habeşistan’a,Japonya’nın Mançurya’ya saldırmaları,Milletler cemiyetinin etkisi- ni azaltıyordu.Buna ek olarak Boğazlar komisyonu üyesi İtalya,On İki Ada’yı tahkim etrmiş,Japonya,Milletler  Cemiyeti’nden çekilmişti.Bütün bu gelişmeler,Boğazlar üzerinde kurulan dengenin Türkiye aleyhine bozulması na neden oldu.Türkiye 23 Mayıs 1933’te Londra Silahsızlanma Konferansı’ndan itibaren,Boğazlar statüsünün

yeniden düzenlenmesi için girişimlerde bulunmuştur.Bu girişimler sonucunda 22 Haziran 1936’da İsviçre’nin Montrö şehrinde bir konferans toplanmasına sebep olmuştur.Sonuçta da 20 Temmuz 1936’da Montrö Antlaş- ması imzalanmıştır.

                                    Montrö Boğazlar Sözleşmesi,Türkiye,İngiltere,Fransa,Sovyetler Birliği,Romanya, Bulga- ristan, Yunanistan,Yugoslavya,Japonya tarafından imzalanmıştır. İtalya ise 2 yıl sonra kabul etmiştir.

                                    Bu sözleşmeye göre;

                                    -Boğazlar komisyonu kaldırılarak,vazifeleri tamamıyla Türk devletine verildi.

                                    -Boğazlarda askersiz bölüm kaldırılarak,Türklerin buralarda diledikleri kadar kuvvet bulundurmaları ve tahkimat yapmaları kabul edildi.

                                    -Ticaret gemilerinin boğazlardan geçişi serbest bırakıldı.

                                    -Savaş gemilerinin boğazlardan geçişine kısıtlamalar getirildi.

                                    -Herhangi bir anda Karadeniz’de mevcut olabilecek donanmalara savaş gemileri zaman

ve ağırlıkları bakımından sınırlandırıldılar.

            

                                     Montrö Bogazlar Sözleşmesi ile Türkiye büyük bir siyasal zafer kazanmıştır.Çünkü,Tür- kiye’nin Boğazlarda asker bulundurması ile Doğu Akdeniz’deki durumumuz güçleniyor,Uluslar arası dengede önemimiz artıyor,dünya devletleri ile dostluğumuz daha da değer kazanıyordu.Bu sözleşme Türk-Sovyet ilişki- erinde de ayrılığın ilk adımıdır.Çünkü Türkiye,İngiltere yanlısı bir politika izlemeye başlamıştır.

 

                                   

 

 

                                    7-SADABAT PAKTI

 

                                    Türkiye,İran,Irak ve Afganistan arasında Tahran’da 8 Temmuz 1937’de imzalanan Sada-

Bat Paktı İtalya’nın doğu ülkelerini hedef tutan istila politikasından ve bu politikanın meydana getirdiği endişe- den doğmuştur.

                                    Paktın esası karşılıklı saygı esasına dayanıyordu. Pakta katılan devletler birbirlerinin iç işlerine karışmayacaklar,ortak yararları üstün tutacaklar,saldırgan girişimlerde bulunmayacaklar ve Milletler Cemiyeti’ne karşı saygılı olacaklardı.Devletler,sınırların korunmasında saygı göstermeyi ve saldırıyı hedef tutan

bir oluşuma girmemeyi taahhüt etmişlerdi.

 

                                    8-HATAY SORUNU

 

                                    20 Ekim 1921’de imzalanan Ankara Antlaşması ile Fransızlar Adana,Maraş,Urfa ve Antep’ten çekildiler.İskenderun ve Antakya’yı içine alan Hatay  bölgesi ise Fransızlara bırakıldı. Ankara Ant- laşması,İskenderun Sancağı’nı Suriye’den ayırarak ayrı bir statüye bağladı.Buna göre,o zamanki deyimi ile “sancak” Türk kültürüne bağlı kalacak,okullarda Türkçe öğretim uygulanacak ve Türk parası geçerli olacaktı.

                                    8 Eylül 1936’da yapılan antlaşma ile Fransa,Lübnan ve Suriye üzerindeki manda idaresi- ni sona erdirmiştir.Bu ortamda Türkiye 6 Ekim 1936’da Milletler Cemiyetine ve 9 Ekim 1936’da Fransa’ya verdiği nota ile Hatay bölgesine verilecek geniş otonomdan sonra,bağımsızlık talebinde bulundu.Fakat Fransa Hatay’ın Suriye’de kalmasından yana idi.Bu ortamda Türkiye,sorunu Milletler Cemiyetine götürdü.(Aralık 1936).Milletler Cemiyeti’nin önerisi ile Türkiye-Fransa ikili görüşmeleri başladı.Türkiye ile Fransa,1937’de an-

laştılar.Bir anayasa hazırlandı ve 15 Temmuz 1938’de Hatay’da milletvekilliği için seçim yapıldı.1 Ağustos’ta

seçim sonuçları açıklandı.6 Eylül 1938’de Hatay Cumhuriyeti kuruldu.23 Haziran 1939’da Hatay’ın Türkiye’ye

katılmasına imkan veren,Türk-Fransız antlaşması imzalandı.29 Haziranda da ,Hatay Meclisi’nin aldığı kararla

Hatay,Türkiye’ye katıldı (30Haziran 1939).

                                    Hatay’ın bağımsızlığı ve Türkiye’ye katılması için büyük çaba gösteren Atatürk,hayatının son aylarında sağlığını bile dikkate almadan tüm vaktini bu sorunun çözümlenmesine ayırmış ve mücadele et-

miştir.

 

                         A-ATATÜRKÇÜ DÜŞÜNCE SİSTEMİ

 

                                     1-ATATÜRKÇÜLÜĞÜN TANIMI  VE ÖNEMİ

 

                                     Türk  milletinin bugün ve gelecekte tam bağımsızlığa,huzur ve refaha sahip olması,devle

tin millet egemenliği esasına dayandırılması,aklın ve ilmim rehberliğinde Türk kültürünün çağdaş uygarlık düzeyi üzerine çıkarılması amacı ile temel esasları yine Atatürk tarafından belirtilen devlet hayatına,fikir hayatına ve ekonomik hayata,toplumun temel kurumlarına ilişkin gerçekçi fikirlere ve ilkelere Atatürkçülük denir.

 

                                    2-ATATÜRKÇÜLÜĞÜN NİTELİKLERİ

                                   

                                    Atatürkçü Düşünce Sistemi,belli bir amaca yönelik,kendi içinde tutarlı ve bir uyum işle- yen,birbirine bağlı ve birbirini tamamlayan düşüncelerin ve ilkelerin oluşturduğu bir bütündür.

                                    Türk milletinin tarihi gerçeklerinden ve ihtiyaçlarından çıkan Atatürkçülük,milli bir dü- şünce sistemidir.Atatürkçü Düşünce Sistemi,içerisinde milletimizin yapısına uygun evrensel değerleri de barın dırmaktadır.Atatürkçü Düşünce Sistemi,dışarıdan alınmış bir ideoloji değildir.

 

                                    B-ATATÜRK İLKELERİ

 

                                    1-CUMHURİYETÇİLİK

 

                                    Atatürk,cumhuriyetin ilanı ile devlet yönetiminde hakimiyeti devlete vermiştir. O,”Ege- menlik kayıtsız,şartsız milletindir.” Sözü ile,cumhuriyetin en önemli niteliğinin millet egemenliği olduğunu

vurgulamıştır. Atatürk,”Türk milletinin karakter ve yapısına en uygun idare;cumhuriyet idaresidir” diyerek bu  konudaki duygularını ifade etmiştir. Halkın kendisini doğrudan doğruya yönetmesi gerektiğine inanan Atatürk,

demokrasinin en güzel uygulandığı yönetim şekli olarak cumhuriyeti görmüştür.

 

                                 

 

 

 

 

                                    2-MİLLİYETÇİLİK

 

                                    Milli birlik ve beraberliği sağlama konusunda,Atatürkçü Düşünce Sistemi’nin ilk temel ilkesi milliyetçiliktir. Atatürk, milliyetçiliği,Türk milletinin kaderini belirleyen,onu huzur ve refaha götüren temel ilke olarak kabul etmiştir.Atatürk milliyetçiliği,milletin kendi öz kültürüne,geleneklerine ve milli ülküsü-

Ne bağlı kalarak,gücünü ve varlığını her şeyin üstünde tutarak,mutlu,güvenli ve haysiyetli bir şekilde yaşaması

Gerektiğine inanan sosyal,siyasi,kültürel bütünleşmeyi hedefleyen bir milliyetçiliktir.

 

                       3- HALKÇILIK

 

                                    Belli bir zamanda bir ülkede oturan ve o ülkeyi vatan bilen kaderini o ülkeye bağlamış insanların bütününe “halk” denir. Milliyetçilik ve cumhuriyetçilik ilkelerinin tabii bir sonucudur. Halkçılık, im-tiyazsız ve sınıfsız bir millet hedeflemektedir. Atatürk’e göre halk ve millet eşdeğerdir.Atatürk,”Türkiye Cum-

huriyeti halkını;ayrı ayrı sınıflardan oluşmuş değil ve fakat kişisel ve sosyal hayat içinde iş bölümü itibariyle çeşitli mesleklere ayrılmış bir toplum olarak görmek esas prensiplerimizdendir.”der. Halkçılık birbirini tamam- layıcı nitelikteki üç unsurdan meydana gelir:

                                   -Kanun önünde herkesin eşitliği

                                   -Siyasi demokrasi

                                   -Sınıf mücadelesinin reddi ve sosyal dayanışma

 

                                   4-DEVLETÇİLİK

 

                                    Sınırları belli bir toprak parçası üzerinde yaşayan ve üstün bir otoriteye bağlı insan toplu- luklarının oluşturduğu siyasi ve hukuki bütünlüğe devlet denir.

                                    Atatürkçü Düşünce Sistemi’nde devletçilik ilkesi,güçlü ve çağdaş bir devlet meydana getirmeyi hedeflemektedir. Bunun da güçlü bir ekonomi ile mümkün olacağına inanmaktadır. Atatürk devlet-

çiliği ekonomik hayata ilişkin sosyal ve kültürel konularda da devletin dolaylı bir müdahalesini ister. Atatürk devletçiliği,Türkiye’nin şartlarından ve ihtiyaçlarından doğmuştur.Atatürk,”Ekonomi politikamızın önemli amaçlarından biri;toplumun genel faydasını doğrudan doğruya ilgilendirecek kuruluşlar ile,ekonomik alandaki teşebbüsleri,mali ve teknik gücümüzün ölçülerine uygun olarak devletleştirmektir.” Der.

 

                                    5-İNKILAPÇILIK

 

                                     Atatürkçü Düşünce Sistemi’nin inkılapçılık anlayışı,çağa göre geri kalmış kurumların or-tadan kaldırılması yerine gelişmeyi ve ilerlemeyi  kolaylaştıracak kurumların getirilmesi esasına dayanır.Türk inkılapları,toplumdaki yenileşme ihtiyacının bir sonucu olarak yapılmıştır. Atatürk inkılapçılığı,TBMM’nin açı-

lışı ile başlayan bütün yenilikleri ve bu yeniliklerin temelini oluşturan ilkeleri içine alır.Atatürk ınkılabı şu şekilde tarif eder:”İnkılap,var olan müesseseleri zorla değiştirmek demektir.Türk milletini son yüzyıllarda geri bırakmış olan müesseseleri yıkarak yerlerine,milletin en yüksek medeni gereklere göre ilerlemesini sağlayacak yeni müesseseleri koymuş olmaktır.”

 

                        6-LAİKLİK

 

                        Laiklik,aslı Latinceden alınmış Fransızca bir kelime olup,”ruhani olmayan kimse,dini olmayan fikir,müessese,sistem ve ilke” anlamına gelmektedir.

                        Laiklik,dünya işleri olan devlet düzeninin ,bu düzeni sağlamak ve korumak için konan hukuk kurallarının dine değil,akıl ve bilime dayandırılması ,kimsenin dini inancına ve vicdan özgürlüğüne karışılma-ması demektir.

                       Atatürkçü laiklik anlayışı,laiklğin her alanda gerçekleşmesini ,devlet yöneticilerinin dini kurallar dan değil,toplumun ihtiyaçlarını dikkate alarak akılcılık ve bilimsellikten yararlanarak karar vermelerini iste- mektedir.

 

                                  

 

 

 

 

 

 

 

 

 

                                     II.DÜNYA SAVAŞI (1939-1945)

 

                          I.Dünya Savaşı’ndan sonra kendisine yapıldığına inanan Almanya ,Versay Antlaşması ile uğradığı mağduriyeti gidermek için hızlı bir silahlanma çalışmasına girdi. İngiltere ve Fransa’ya karşı büyük bir nefret duyuyordu. Almanya Nazilerin iktidara gelmesinden sonra(1933) saldırgan bir politika izlemeye başladı.

Hitler,Avusturya ve Çekoslovakya’yı işgal etti. Almanya ile hareket eden İtalya ,bir yandan Libya’dan Afrika’nın iç kesimlerine doğru ilerlerken diğer yandan da Habeşistan’ı işgal etti. Uzakdoğu’da Japonya hakimiyet sahasını genişletmeye çalışıyordu. Çin topraklarına saldıran Japonya ,Almanya ve İtalya ile ittifak kurdu.

                          Almanya’nın Polanya’ya saldırması ile savaş başladı. 1941 yılında savaş alanı yeni katılımlarla hızla genişledi. Rusya ve ABD İngiltere’nin yanında yer alırken,Japonya’da Almanya’nın yanında yer aldı. 19-42 yılında  İtalya savaş dışı kaldı. Doğudan Rusların,batıdan Normandiya çıkarması ile (1944) ABD,İngiltere ve Fransa’nın saldırısı ile Almanya teslim olmak zorunda kaldı. Japonya’da Hiroşima ve Nagazaki’ye atom bombası atılması ile teslim oldu (10Ağustos)

Yalta Konferansı ile savaş sonucunda bozulan dengeler yeniden oluşturuldu. Doğu Avrupa komünizm tehlikesi    ile karşı karşıya kaldı. Filistin topraklarında İsrail Devleti kuruldu (1948). Almanya,doğu ve batı olmak üzere ikiye ayrıldı. Türk-Amerikan ilişkileri gelişti. Rusya komünist rejimini Doğu ve Orta Avrupa ile Çin’e taşıdı. Almanya ve İtalya’nın yenilmesi ile ırkçı akımlar etkisini kaybetti. Sömürgecilik etkisini kaybetmeye başladı.

II.Dünya Savaşı başlamadan Türkiye gerekli hazırlıkları yapmıştı. Her iki tarafta Türkiye’yi yanında görmek istiyordu. Fakat Türkiye tarafsız kalmayı tercih etmiştir. Almanya ile saldırmazlık antlaşması imzalamıştır.  İngiltere’nin ısrarlarına rağmen savaşa katılmamıştır. 1945 yılı şubat ayında Türkiye;Almanya ve Japonya’ya savaş ilan etti. Bu tarihte savaşın sonucu belliydi. Demokratik Avrupa devletleri ile birlikte hareket etme ve Birleşmiş Milletlere üye olmak düşüncesi savaşa girmesinde etkili olmuştur.

 

 

1.Ünite: 20. YY. BAŞLARINDA DÜNYA

A-Birinci Dünya Savaşı

 

1. Savaşın Nedenleri

1914’te başlayan savaş, o güne kadar dünya uluslarının yaşadığı en kanlı olay olmuştur. Bu savaş, toplumun tüm kesimlerini derinden etkilemiştir. Dört yıl boyunca dünyanın çeşitli bölgelerinde Avrupa savaş sanayisinin ürettiği yeni silahlar oluk oluk insan kanının akmasına neden olmuştur. Niçin dünya ulusları böylesine kanlı bir savaşın içine girmişlerdir?

Birinci Dünya Savaşı'nın genel nedenleri nelerdir?

Bu sorunun cevabını 19. yüzyılın ikinci yarısında Avrupa’da meydana gelen gelişmelerde

aramak gerekir. Bu gelişmeleri:

• Endüstri Devrimi ve Sömürgecilik,

• Silahlanma yarışı,

• Milliyetçilik,

• Bloklaşma olarak ayırmak olanaklıdır.

Endüstri Devrimi ve Sömürgecilik: 18. yüzyılın ikinci yarısına kadar Avrupa’da temel zenginlik kaynağı topraktı. Bunu el sanatları ve ticaret izliyordu. Rönesans’ın getirdiği akılcı uygulamalar bilimi inancın dar kalıplarından çıkararak gözlem ve deneyin etkisi altına sokması, Avrupa’da önemli gelişmelere yol açtı. Tarım teknolojisinde yapılan yeniliklerle üretimde büyük artışlar sağlandı. Bilim adamları insan ve hayvan emeğinin yanında buhar gücünden de yararlanmanın yollarını araştırdı ve buharlı makinalar üretim alanına sokularak elle üretim devri kapandı, fabrikasyon üretim devri başladı. Havagazı, elektrik ve petrolün de sanayide kullanılması Avrupa’daki üretimi artırırken hammadde bulma ve üretileni satma sorunlarını ortaya çıkardı. İşte, bu iki olgu, Avrupa’nın güçlü devletlerini sömürgeleri elde tutma, yeni sömürgeler elde etme yarışına soktu. 19.yüzyılın son çeyreğinde Afrika’nın%11’i Pasifik adalarının %57’i sömürgeleştirilmiş iken yirminci yüzyılın başında Afrika’nın%90’ı Pasifik adalarının %99’u sömürgeleştirilmiştir.

 

Büyük Devletler dünyanın hangi bölgelerini sömürgeleştirmişlerdir?

Birinci Dünya Savaşı öncesinde yaklaşık olarak yeryüzü yuvarlağının yarısı Avrupalı Devletlerin kontrolü altında bulunuyordu. Avrupalı devletler içinde en büyük sömürgeye sahip devlet İngiltere’ydi. Üzerinde güneş batmayan bu imparatorluğun Mısır, Sudan, Nijerya, Hint Yarımadası, Seylan, Çin Hindi dışındaki Güney Doğu Asya ülkeleri, Yeni Zelanda, Avusturalya, Kanada v.s. ülkeler onun denetimi altındaydı. O’nu Fransa izliyordu. Fas, Tunus ve Cezayir’i Osmanlı Devleti’nden alan Fransa, Çin Hindi’ni ve Afrika’nın çeşitli yerlerini sömürgeleştirmişti. Avrupa’nın üçüncü güçlü ülkesi Rusya ise Kafkaslara, Mançurya’ya doğru ilerleyerek egemenlik alanını genişletmiştir. Rusya, diğer ülkelerden farklı bir yaklaşımla hareket ederek girdiği toprakları fiili işgali altında almıştır. İtalya ve Almanya’nın birliğini sağlaması, Avrupa’lı devletlerin kendi aralarında kurdukları sömürgeci düzene ters düşmüştür. Zira, bu iki devlet de diğerleri gibi büyük devlet olabilmek için sömürgeye ihtiyaç duyuyordu. Nitekim, İtalya, Osmanlı Devleti’nin kuzey Afrika’daki son toprağına göz koymuş ve 1912’de bu toprakları ele geçirmiştir. Almanya ise, Afrika içlerinde bazı toprakları sömürgeleştirmiştir. Ayrıca Pasifikte bazı adalar üzerinde egemenliğini kurmuştur. Belçika, Kongo Irmağı boyunda, sömürgeler oluşturmuştu. Portekiz ve Hollanda’nın da, Afrika’nın ve Asya’nın çeşitli yerlerinde sömürgeleri vardı.

Yukarıda adı geçen yerler tam sömürgeleştirilmiş yerlerdi. Bunun yanında Çin, İran ve Osmanlı İmparatorluğu gibi yarı sömürge durumuna getirilmiş yerler de vardı. Avrupa’nın bu güçlü devletlerinin Birinci Dünya Savaşı öncesinde Avrupa’nın dışına yatırdıkları sermaye de çok artmıştı. Savaş öncesinde İngiltere, Fransa ve Almanya’nın dış yatırım toplamı120-160 milyar altın frank olarak tahmin ediliyordu. Bunun %45’i İngiltere’ye, %25’i Fransa’ya, %13’ü Almanya’ya aitti. Büyük devletler sömürgelerinin hammaddelerini ve ucuz insan gücünü kendi ulusal sanayilerini ve refah düzeylerini artırmak için kullanırken aynı zamanda oraları pazar olarak da kullanıyorlardı. Dolayısıyla, sömürgeci devletler, sömürgelerinin el değiştirmesine izin vermeyeceklerini söylüyorlardı.

Almanya hangi nedenlerle aşırı boyutta silahlanmıştır?

Silahlanma Yarışı: Almanya bağımsızlığını korumak ve sömürge yarışında pay sahibi olabilmek için silahlanmanın zorunlu olduğuna inandı. Fransa’yla, Rusya’nın anlaşması üzerine Almanya, asker sayısını artırdı (1892). Balkan Savaşları’ndan sonra asker sayısını çoğaltıcı, orduyu modernize etmeye olanak sağlayıcı yasaların çıkarılmasına hız verildi. Bu, Fransa’yı kaygılandırdı. O da, askeri bir yasa hazırlayarak asker sayısını artırdı. Askerlik süresini uzattı, ordusunu modernize etti. Rusya ve Avusturya-Macaristan’da da benzer kararlar alındı ve uygulamaya geçildi. İngiltere ise, önce donanmasını güçlendirmeye yöneldi. Zira, kendisi bir ada devletiydi. 1904 yılında donanmasını yeniden düzenledi. “Drednot” adı verilen yeni bir gemi yaptı. 1908’den sonra kara ordusunu da güçlendirici önlemler aldı. Silahlanma yarışının tehlikeleri kısa sürede ortaya çıktı. İngiltere, bu gibi parçalayıcı bir politika izlemesi bu girişimi başarısız kıldı. Dolayısıyla, silahlanma hızla devam etti. Silahlanma yarışı sürerken, Genelkurmayların da siyasal iktidarı etkileme güçleri arttı. Bu da savaşa giden yolu kısalttı.

Milliyetçilik: Fransız İhtilâli’nin başarıya ulaşmasından sonra, her ulusun kendi ulusal devletini kurma düşüncesi hızla Avrupa’ya yayıldı. İmparatorluklarda kaynaşmalar, hatta parçalanmalar başladı. Kendi ulusal devletlerini kurma düşüncesiyle başlayan milliyetçilik, giderek “devletin gücünü artırma, itibarını yükseltme”biçimine dönüştü. Bu da, devletler arasındaki çelişkileri artırdı, savaşa giden yolu kısalttı.

Bloklaşma: Avrupa’daki bloklaşma yarışını, Almanya başlattı. Zira ünlü Alman devlet adamı Bismark, Fransa’nın Almanya’ya karşı duygularını çok iyi biliyordu. Bu nedenle Almanya’nın gücünü artırabilmesi için Fransa’yla yakın bir gelecekte savaşa girmeme politikası izledi. Fransa’yı diğer Avrupa devletlerinden uzak tutmak istedi.

İlk bloklaşma hangi ülkeler arasında gerçekleştirilmiştir?

Almanya, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu ile anlaştı. Bu anlaşmanın kendine zarar vereceğinden korkan Rusyada, Almanya ile ittifaka yöneldi. Neticede tarihe Üç İmparatorlar Birliği olarak geçen bir antlaşma yapıldı. Ancak bu birliktelik uzun ömürlü olamadı. Zira Rusya ve Avusturya-Macaristan’ın Balkanlarda büyümek istemesi bu birlikteliği parçaladı. Fakat 1882’de Almanya-Avusturya-Macaristan ve İtalya bir araya gelerek üçlü ittifakı oluşturdular. Almanya’nın güçlenmesinden kaygı duyan Fransa ise Avrupa’da ittifak arayışı içine girdi. 1894’te Rusya ile anlaşmıştır. Fransa ile İngiltere 1904’te aralarındaki anlaşmazlığı sona erdirerek yeni bir antlaşma imzaladılar. Onu 1907’de İngiltere ile Rusya arasında imzalanan anlaşma izledi. Böylece Avrupa’da Üçlü İtilaf adı verilen yeni

bir blok doğmuş oldu.

Üçlü itilaf blokuna hangi ülkeler katılmıştır?

Almanya’nın öncülüğünde Üçlü İttifakın kurulması Avrupa’yı ikiye böldü. Bu bloka karşı Fransa, Rusya ve İngiltere de bir araya gelerek Üçlü İtilaf Blokunu oluşturdu. Artık Avrupa’da, Balkanlar’da ve Afrika’da meydana gelen olaylarda devletler değil bloklar yüzyüze gelmeye başladı. Bu da Birinci Dünya Savaşı’nın çıkmasında önemli rol oynadı.

 

2. Savaşın Başlaması

Birinci Dünya Savaşı'nı başlatan olay nedir?

Patlamaya hazır bir barut fıçısı haline gelen Avrupa, nihayet 1914 yazında patladı. Avusturya Macaristan’ın izlediği politikayı ulusal çıkarlarıyla bağdaştıramayan Sırbistan, sürekli olarak Avusturya-Macaristan’ın egemenliği altında yaşayan Sırpları kışkırtıyordu. Avusturya-Macaristan’ın Osmanlı Devleti’nden aldığı Bosna- Hersek’teki Sırp faaliyetleri ise daha da yoğundu. Nitekim Kara El Örgütü’ne bağlı Gabriyel Prencip adlı bir Sırp milliyetçisinin 28 Haziran 1914’te Saraybosna’da Avusturya-Macaristan Veliahdını öldürmesi, siyasi gerginliği artırdı. Avusturya- Macaristan Hükümeti, suikasdı işleyenlerin yakalanıp cezalandırılmasını, Avusturya-Macaristan’a yönelik zararlı Sırp faaliyetlerinin durdurulmasını, bu faaliyetleri yapan derneklerin kapatılmasını içeren bir ültümatomu Sırbistan Hükümeti’ne verdi. Sırbistan bu ültümatomdaki bazı noktaları kabul ederken bazılarına da kaçamak cevap verdi. Çünkü, O Rusya’ya güveniyordu. Avusturya-Macaristan İmparatorluğu 25 Temmuz 1914’te Sırbistanla ilişkilerini kesti. 26 Temmuz da Sırbistan seferberlik

ilân etti. Bunun üzerine 28 Temmuz 1914’te Avusturya-Macaristan Sırbistan’a savaş ilân etti. Rusya ve Fransa, seferberlik işlemlerine başladı. Almanya, Rusya ve Fransa’ya seferberliğin durdurulması için ayrı ayrı ültimatom verdi. İki devlette bu ültimatomları reddetti. Almanya, Rusya’ya savaş ilân etti. (1 Ağustos 1924). Genelkurmay Başkanlığı’nın hazırladığı plan gereğince Belçika topraklarını geçen Alman askerleri 3 Ağustos’ta Fransa’ya saldırdı. 4 Ağustos 1914’te İngiltere Almanya’ya

savaş ilân etti. 6 Ağustos’ta da Avusturya-Macaristan , Rusya’ya savaş ilân etti. Böylece, Avusturya-Macaristan ile Sırbistan arasındaki savaş bir Avrupa Savaşı biçimini aldı.

Savaş, Avrupa Savaşı’na dönüştüğünde hangi blok daha güçlüydü?

Savaş başladıktan kısa bir süre sonra Alman Orduları, Fransız topraklarına girdi. Paris’in kuzeyindeki Marne nehrine kadar ilerledi. Fransız ordusu, Almanları burada durdurdu. Savaş, Eylül’ün ilk haftasında siper savaşı biçimine dönüştü. Doğuda, Avusturya-Macaristan orduları Ruslar’a karşı başarılı olamadı. Sırbistan’daki milliyetçiliği körüklediler. Sırp direnci arttı. Alman orduları bu cephede de başarılı savaşlar yaptı ve Rusları yenilgiye uğrattı. Denizler de ise, İngiltere başarılı oldu.

 

3.Savaşın Genişlemesi

Batı Cephesi (Birinci Dünya Savaşı)

1914 yılı

Almanya’nın savaş stratejisi, Schlieffen Planı’na dayanmaktadır. Bu plana göre; seferberliğini iki haftada tamamlayabilecek olan Fransa 39 günde savaş dışı bırakılacak ve müteakiben doğu cephesine dönülerek seferberliğini geniş coğrafyası içerisinde en az altı haftada ve güçlükle tamamlayacağı değerlendirilen Rusya'ya taarruz edilecekti. Batı Cephesi savaşları 4 Ağustos 1914 tarihinde Alman ordularının Belçika’ya saldırmasıyla başlamıştır. Ancak Belçika ordusu hiç umulmadık bir direnme gösterdi. Alman birlikleri Liege kentini, planlandığı gibi 24 saat sonunda değil, 13 günlük çatışmanın ardından ele geçirip Fransa içlerine ilerlemek zorunda kaldılar.Fransa topraklarında ilerleyen Alman orduları, Paris’e 70 km. kala, Marne nehri geçişlerinde sert bir Fransız direnişiyle karşılaştılar. 6-12 Eylül tarihlerindeki, I. Dünya Savaşı’nın en kanlı savaşlarından olan Marne Savaşı ardından Batı Cephesi’nde hatlar kilitlenmiştir. İki taraf da siperlere yerleştiler ve defalarca yenilenen karşılıklı taarruzlardan bir sonuç elde edemediler.

1915 yılı

Siperden sipere karşılıklı taarruzlar 1915 yılı boyunca da yenilenmiştir. Her iki taraf açısından da ağır kayıplara karşın cephe hattında sonuç alıcı bir değişme olmamıştır. 1915 yılı Batı Cephesi savaşlarının önemli bir yanı da ilk kez zehirli gaz kullanılmış olmasıdır. İtilaf Devletleri Mayıs 1915 ve Eylül 1915’te Alman cephesine yaptıkları saldırılarda başarısız olmuşlardır. 1916 yılına gelindiğinde Batı cephesinde önemli bir değişiklik olmadı.

1916 yılı

Rusya’nın askeri gücünün artık zayıflamış olduğunu düşünen Alman Genel Kurmay Başkanı Erich von Falkenhayn, önemli ölçüde takviye ettiği kuvvetlerle Verdun üzerinden genel bir taarruz başlattı. 21 Şubat 1916 tarihinde başlayan Verdun Savaşı 24 km.lik dar bir cephe hattından yoğun bombardımanla başlatılmıştır. Başlangıçta Fransız birliklerinde dağılma belirtileri ortaya çıkmışsa da Mareşal Petain yeni yollar açtırarak cepheyi sürekli olarak cephane yönünden desteklemiştir. Fransız topçu bataryalarının sürekli ve etkili ateşi, Alman ilerlemesini güçleştirmiş, sonunda ise durdurulmasında önemli unsur olmuştur. I. Dünya Savaşı'nın en kanlı savaşlarından olan Verdun Savaşı, taraflara toplam 650 binin üzerinde kayba malolmuştur.

Haziran ayı sonuna kadar Alman birlikleri yine de düzenli ama ağır da olsa ilerleme kaydetmişlerdi. Ancak Fransız ve İngiliz Yurtdışı Sefer kuvvetinin Somme ırmağı kıyılarında başlattıkları karşı taarruz, Alman ilerlemesini durdurmuştur. Dört ay süren Somme Savaşı’nda Alman birlikleri eski mevzilerine çekilmek zorunda kalmışlardır. Ağır kayıplarla sonuçlanan Somme Savaşları da Alman kuvvetlerini Fransız topraklarından çıkartmakta beklenen başarıya ulaşmamıştır.

1917 yılı

1916 yılında yaşanan başarısızlıklar üzerine R.G. Nivelle Fransız Orduları Başkomutanlığına atandı. Nivelle, Fransız ordularının baş rolü oynayacağı bir genel karşı saldırıyla Almanları Fransa topraklarından çıkartmayı öngören bir savaş planı önermiştir. İngiliz birliklerince cephenin kanatlarından yapılacak tespit taarruzlarının hemen ardından Fransız birliklerinin cephenin merkez bölümünde başlatacakları bir karşı taarruz planıdır bu. Plan konusunda İngiliz hükümetiyle mutabakat ancak Nisan ayı sonlarında sağlanabildi. Bu arada Almanlar ise merkez bölgeyi takviye ettiler ve bir miktar geri çekilerek boşalttıkları bölgeyi mayınladılar. Neticede Fransız saldırısı ağır kayıplara karşın başarısız olmuştur.

Temmuz ayında İngiliz birliklerinin başlattıkları saldırılar, cephe hattında kayda değer bir değişme yaratmadığı gibi 250 bin kayba yol açmıştır. Orduda, yer yer ayaklanmalara kadar varan huzursuzlukları bastıran General Petain’in yürüttüğü taarruzlar ise bazı stratejik noktaların ele geçirilmesiyle sonuçlanmıştır.

Amerika Birleşik Devletleri hangi nedenlerden dolayı savaşa girmiştir?

Savaş başladığı zaman İngiltere, donanmasına dayanarak Almanya’yı abluka altına aldı. Bu durum, Alman ticaretine büyük bir darbe vurdu. Bunun üzerine, Almanya Denizaltı Savaşını başlattı. İngiltere’ye mal götüren tüm gemilere ateş açtı. Bu arada birçok gemi battı ve birçok insan öldü. Ölenlerin arasında Amerikalıların da olması Amerikan halkının tepkilerine yol açtı. Alman denizaltılarının faaliyetleri Amerikan ticaretini de engelliyordu. Amerikan Başkanı Woodrow Wilson, Alman denizaltılarının Amerika’yı savaşa süreklemesinden korkuyordu. Bu nedenle, savaşı barışçı yollardan bitirmek amacıyla 1916 yılında bazı girişimlerde bulundu. Bu durum, Denizaltı Savaşı’nı bir süre engelledi. İki grubun birbirine kabul edemeyeceği barış önerileri sunması savaşın sürdürülmesineneden oldu. Wilson’un ortaya attığı “zararsız barış” görüşü İtilaf Devletleri’nce de olumlu bulundu. Avusturya-Macaristan da barış yapılmasını istiyordu. Fakat, Almanya’nın ara verdiği Denizaltı savaşını yeniden başlatması Amerika’yla Almanya’nın diplomatik ilişkilerinin kesilmesine neden oldu. Amerikan Kongresi, Amerikan ticaretinin korunabilmesi için ticaret gemilerinin top taşımasını kararlaştırdı. Bu sırada, Almanya’nın Meksika’yı Amerika Birleşik Devletleri’ne karşı kışkırtması

Amerikan halkının tepkisine yol açtı. 6 Nisan 1917’de Amerika resmen savaşa girdi. Almanya, Amerikan orduları Avrupa’ya gelmeden Fransız ve İngiliz ordularını savaş dışı etmek için bazı planlar hazırladı. Fakat, yaz başında Almanya’nın yapacağı askeri harekatın savaşın kaderini değiştirici bir sonuç doğurmayacağı anlaşıldı. Temmuz 1918 ortalarında İtilâf Devletleri’nin saldırısı yorgun Alman askerleri üzerinde yıpratıcı etkiler yarattı. Lüdendorf’un “Alman ordusunun kara günü” olarak nitelendirdiği 18 Ağustos 1918 saldırısından sonra Almanya daha fazla yıpranmadan barış görüşmelerine başlanılmasının uygun olacağını kararlaştırdı. 30 Ağustos’ta Avusturya-Macaristan savaşa devam edemeyeceğini bildirdi. Avusturya-Macaristan’ın bu tavrı Almanlarca hoş karşılanmadı. Ancak, bundan çok kısa bir süre sonra 8 Eylül’de Alman askeri yetkilileri barış yapılması için gerekli işlemlere başlanmasını Başbakandan istediler. Avusturya-Macaristan, 15 Eylül’de bir konferans toplanarak barış görüşmelerine başlanmasını belirtti. Avusturya-Macaristan’ın bu girişimi Bulgaristan’ı korkuttu. Nitekim İtilâf Devletleri orduları, 15 Eylül 1918’de başlattıkları Makedonya saldırısına karşı koyamayan Bulgaristan barış istemek zorunda kaldı ve 29 Eylül 1918’te bir mütareke imzalayarak Birinci Dünya Savaşı’ndan ayrıldı. Almanya’yla bağlantısı kopan Osmanlı Devleti’nin durumu güçleşti. Güney cephesinde de başarısızlığa uğrayan Osmanlı Devleti de 30 Ekim 1918’de imzaladığı Mondros Mütarekesi’yle savaştan ayrıldı. Avusturya-Macaristan 3 Kasım 1918’de, Almanya ise 11 Kasım 1918’de birer mütareke imzalamak zorunda kaldılar. Böylece Birinci Dünya Savaşı da sona ermiş oldu. Birinci Dünya Savaşı’nı sona erdirmek için yapılan girişimlerde Amerikan Başkanı Wilson’un görüşlerinin etkili olduğu görülmektedir. Zira, Wilson’a göre, savaşın sonunda yenen ve yenilen devletler birbirinden toprak taleb etmez, savaş tazminatı ödenmez ise, gizli diplomasiye son verilirse,barışı korumak için uluslararası bir örgüt kurulursa, sınırlar milliyet ilkesine göre çizilirse, uluslararası ticarette herhangi bir kısıntıya gidilemezse, demokratik düzenler kurulursa, savaşın tahribatı giderilebilir ve yeni bir savaşın çıkması da önlenirdi. Wilson’un bu düşünceleri mütarekelere yansımıştır.

1918 yılı

İtilaf Devletleri açısından Batı Cephesi’nde 1918 yılının ilk aylarındaki temel sorun, Alman kuvvetlerinin Doğu Cephesi’nden aktardıkları kuvvetler karşısında, Amerikan birlikleri kıtaya ulaşıncaya kadar direnebilmektir.

Alman saldırısı 21 Mart 1918 tarihinde başlatılmıştır. Kısmı başarılar sağlayan Alman taarruzları, Temmuz ayı ortalarında Fransız birliklerinin hafif tankların desteğinde giriştikleri karşı saldırılarla durmuş, hemen ardından da düzensiz bir geri çekilmeye dönüşmüştür.

Eylül ayında Amerikan birliklerinin de katıldığı bir harekat planlanmıştır. Bu plana göre İtilaf Orduları dört kol üzerinden saldırıya geçerek Alman cephesinin geri bağlantısını keseceklerdir. Çeşitli nedenlerle bu amaca ulaşılmamış olmasına karşın harekat Alman Genel Kurmayı üzerinde savaşın geleceği ile ilgili genel bir umutsuzluk yaratmıştır. 3 Ekim 1918 tarihinde ABD ile gizli ateşkes görüşmelerine başlanmıştır.

Doğu Cephesi  

      Doğu Cephesi Birinci Dünya Savaşı'nda Orta ve Doğu Avrupa'da yer alan sahnelerden biridir.Rusya'nın Almanya'nın Prusya bölgesine yaptığı saldırıyla başlar. Ruslar bu saldırıda ağır bir yenilgi alır fakat Almanların bu cepheyi desteklemek için batı cephesinden 2 kolordu ve 1 süvari tümeni çekmesi sonucu batıda Alman ilerlemesi yavaşlar. Rusların bu yenilgisinden sonra Almanya saldırıya geçmiştir. Bu sırada bir Rus ordusu da Avusturya-Macaristan'a saldırmış ve Lvov'u almıştır. Bu cephe 1914'ten 1917'ye kadar Almanların ilerlemesi ve Prusya'nın geri kalanıyla Polonya'nın Rusların elinde buluna kesimini alması ve Litvanya,Livonya bölgelerini alması ve Petersburg'a yaklaşmasıyla devam eder. Bu zamanda Avusturya'da süren savaş ise Rusya'nın biraz üstünlüğüyle devam etmiştir. Rusya'da iç savaş çıktığından dolayı bu cephe kapanmıştır.

   Bulgaristan hangi nedenlerden dolayı savaşa girmiştir?

İtalya’dan sonra sıra Bulgaristan’a geldi. Her iki taraf da Bulgaristan’ı kendi yanına çekmek istiyordu. Zira, Üçlü İttifak Devletleri, Bulgaristan’ı kendi yanlarına çekerse Osmanlı Devleti’yle daha iyi bağlantı kurabilecek ve Osmanlı Devleti’ne daha kolayca yardım yapabilecekti. Üçlü İtilâf Devletleri ise, Bulgaristan’ın kendi yanlarına çekilmesiyle Balkanlardaki güç dengesinin kendi lehlerine döneceğini hesaplıyorlardı. Bulgaristan ise, II. Balkan Savaşı’nda kaybettiği toprakları yeniden nasıl alabileceğinin hesaplarını yapıyordu. Bu sırada, İtilâf Devletleri’nin Çanakkale’ye saldırıları başladığı için Bulgaristan bu saldırıların sonuçlanmasını kendi ulusal çıkarlarına uygun gördü. Osmanlı ordusunun direnişi İtilâf Devletleri’nin saldırısını başarısız kılıyordu. İşte bu durum, Bulgarları Almanlarla görüşmeye itti ve 6 Eylül 1915’te Almanya, Avusturya-Macaristan’la bir andlaşma imzaladı. Ekim 1915’te, Sırbistan’a saldırarak O da savaşa katılmış oldu.

    1916 yılında Verdün Muharebesi sonrası harekete geçen Rusya , Nisan ayı sonlarından itibaren Galiçya cephesinde 150 kilometrelik bir kesimde geniş bir taarruza geçti. Bu taarruz Avusturyalıları zor duruma soktu. Almanya bir kısım kuvvetlerini buraya gönderdi. Bu da yetmeyince yaklaşık 33.000 kişilik bir Türk kuvveti bu cepheye gönderildi. Galiçya’da çok çetin muharebeler oldu. Avusturya’nın 100 km gerilemesine yol açtı.

    Bulgaristan gibi toprak talebi olan Romanya’da Transilvanya, Bukovina ve Banat karşılığında İtilaf Devletleri yanında 28 Ağustos 1916’da savaşa katılmıştır. Romanya, 17 Ağustos 1916'da bir anlaşma imzalayarak İtilaf Devletleri'nin yanında savaşa girdi. 28 Ağustos'da Avusturya'ya saldırdı. Bunun üzerine İttifak Devletleri de Romanya'ya savaş açtı. Almanya Başkomutanlık Karargahı'nda yapılan toplantıdan sonra, 23 Tümenlik bir kuvvetle İttifak Devletleri Romanya'ya taarruz etti. Bu kuvvet içinde, Türklerin 6. Kolordu'ya mensup 15. , 25. ve 26. Tümenleri bulunuyordu. İttifak kuvvetleri, 1917 Ocak ayının ilk haftasına kadar bütün Romanya'yı ele geçirdi. Ancak Romanya Rusya’nın savaştan çekilmesinden sonra yalnız kaldığı için 1917 ilkbaharında mütareke yapmak zorunda kalmışsa da İtilaf devletlerinin zaferi Romanya’yı kurtarmıştır. Türk tümenleri bu harekatta büyük başarı gösterdi. 6. Kolordu'nun 26.Tümen'i 1917 yılı ortalarında Filistin'e kaydırıldı. Rus İhtilali'ne kadar Romanya'da kalan 6. Kolordu, 42.000 kişilik mevcudundan 19.100 şehit verdi. Meşhur Galiçya cephesi buradadır. Bükreş Türk şehitliğinde 500 kadar şehit yatmaktadır.

       Sırbistan'ın İttifak Devletlerince işgal tehlikesi belirince, bir Fransız tümeni Çanakkale'den getirilerek, 5 Ekim 1915'te Selanik'te karaya çıkarıldı. Bir İngiliz tümeniyle bir Fransız tugayı da daha sonra bu birliğe katıldı. Böylece Makedonya cephesi açılmış oldu. 20. Türk Kolordusu ile birtakım Alman ve Bulgar birlikleri İngiliz ve Fransızların karşısında yer aldı. 1916 yılında İngiliz, Fransız ve Sırp askerlerinin sayıları 250.000'e ulaşınca 10. Türk Kolordusu da 17 Kasım 1916'da cepheye geldi. 10 Aralık 1916'da Yb.Şükrü Naili Gökberk komutasındaki 50.Tümen Drama civarında düşmanla savaştı. Cephedeki küçük taarruzların yanında en önemli olay, 11 Aralık 1916'da, Manastır'ın İtilaf Devletleri'nin eline geçmesidir.1917 yılı küçük muharebelerle geçti Türk Kuvvetleri Kavala-Serez hattında savaştı.

         27 Haziran 1917'de Yunanistan İtilaf Devletleri safında savaşa girdi. 29 Mayıs 1918'de İngiliz, Fransız, Yunan ve Sırp kuvvetleri büyük bir taarruz başlattı. Bulgar ordusu yenildi. 29 Eylül'de Bulgaristan, Selanik Ateşkes Antlaşmasını imzalayıp, savaştan çekildi. Topraklarından İtilaf Devletleri'ne ait askeri birliklerin geçmesine de izin verdi. İtilaf Devletleri üç koldan Balkanlar'da ilerlemeye başladı. Bu kollardan biri İstanbul'u hedef almıştı.

      Rusya'da iç savaş çıktığından dolayı bu cephe kapanmıştır. İktidara gelen Bolşevikler İttifak Devletleri ile 3 Mart 1918 tarihinde Brest-Litowsk antlaşmasını imzaladılar. Buna göre Sovyetler Polonya, Litvanya, Courlande, Estonya ve Litvanya’dan çekiliyordu. Kars, Ardahan ve Batum’u Osmanlı Devletine iade ediyordu.

   Afrika Cephesi

Afrika Cephesi, Birinci Dünya Savaşı sırasındaki Afrika'ya dağılmış Alman sömürgeleri ile İtilaf devletleri arasındaki savaşları kapsar. Savaşlar, Afrika'nın genelini etkilemekten çok, sadece Alman sömürgeleri etrafında gerçekleşmiştir.Afrika Cephesi üç alt cephe içerisinde incelenir. Bu cepheler, Doğu Afrika, Batı Afrika ve Güney Batı Afrika olarak adlandırılır.

Batı Cephesi

Batı Afrika'daki Alman sömürgeleri Togo ve Kamerun, Almanya'nın Avrupa'daki savaşa destek olmak için sömürgelerindeki askerleri çekmesi üzerine, savunmasız kaldı. İngiltere'nin ve Fransa'nın, bu fırsatı değerlendirerek yaptıkları saldırılar sonucunda Togo 26 Ağustos 1914'te, İtilaf Devletleri'ne teslim oldu. Kamerun'da daha iyi bir direniş gösteren Almanlar, Belçika'nın, kendi sömürgesi olan Kongo'daki birlikleriyle İtilaf Devletleri'nin yanında savaşa girmesiyle, 18 Şubat 1916'da Kamerun'u terk ederek tarafsız İspanyol sahası Rio Muni'ye sığındılar.

Güney Batı Cephesi

Güney Batı Afrika'daki Alman Sömürgesi Namibya, çok geniş ve kurak bir araziye sahipti. Bölgede 3000 kadar Alman askeri ile 7000 kadar erkek Alman yerleşimci bölgedeki Alman ordusunun tamamını oluşturmaktaydı. Daha çok başkent Windhoek çevresine toplanmış olan Alman birlikleri, yerli halklar tarafından da desteklenen İngiliz kuvvetleri karşısında uzun süre direnemediler ve 12 Mayıs 1915'te teslim oldular. Bu tarihten sonra Güney Batı Afrika, 70 yıl boyunca Güney Afrika Cumhuriyeti'nin etkisi altında kalmıştır.

Doğu Cephesi

Almanlar, bugünkü isimleriyle Tanzanya, Burundi ve Ruanda devletlerini kapsayan toprakları işgal ederek Alman Doğu Afrika'sını kurmuşlardı. Avrupa'ya kaydırılan askerlere rağmen, İngilizler Birinci Dünya Savaşı'nın resmen bittiği 11 Kasım 1918 tarihinden ancak 2 hafta sonra bölgeye tamamen hakim olabilmiştir.Doğu Cephesinde Albay Lettow-Vorbeck komutasındaki Alman birlikleri, birbiri ile temasta kalan küçük birlikler halinde örgütlenerek İngiliz güçlerine karşı gerilla savaşı taktikleriyle dört yıl boyunca başarılı bir şekilde direndi. Salgın hastalıkların da vurduğu İngiliz kuvvetleri, verdikleri ciddi kayıplara karşın çatışmaya devam edip bölgedeki önemli merkezlere ve demir yollarına hakim olabildiler. Buna karşılık Albay Lettow-Vorbeck komutasındaki gerillalar ancak kendilerine Almanya'nın teslim olduğu haberi ulaşınca savaşmayı bıraktılar.Lettow-Vorbeck, bu savaştaki başarılarından dolayı generalliğe terfi etmiştir.

Savaşın Sonuçları

Afrika Cephesi'nin sonunda Almanya az sayıdaki sömürgesini de İngiltere, Fransa ve Güney Afrika Cumhuriyeti'ne kaptırmıştır. Bu topraklar bağımsızlıklarını ancak 1960'lı yıllarda kazanmıştır. Namibya, bağımsızlığını kazanan son devlet olarak, Güney Afrika Cumhuriyeti'nden ancak 1988 yılında ayrılabilmiştir.

Asya ve Pasifik Cephesi

Japonya: Asıl amacı Asya ve Büyük Okyanusta daha fazla toprak ele geçirerek hızla genişleyen sanayisi için hammadde sağlamaktır. Kendi anakarasına en yakın ve en verimli topraklar Alman sömürgesi durumunda olduğu için savaşın İtilaf devletlerine döndüğü anda Almanya'ya savaş ilan etmiştir. Japon donanması Pasifikteki  Alman sömürgeleri olan Caroline , Marianne ve Marshall adalarını işgal etti. Bu suretle Japonya savaşını 1914 Kasımında bitirmiş oldu. 3 Ağustos 1914'te açılan cephe, 1914 Kasımında Versailles Antlaşması'yla kapanmıştır.

Atlantik Cephesi

Birinci Dünya Savaşı'nda Atlantik Cephesi, genelde Britanya Adaları ve Atlantik Okyanusu'nda geçen deniz muharebelerinden oluşur. Birleşik Krallık, nüfusunu beslemek ve savaş endüstrisini desteklemek için ithalata bağımlıydı; Alman donanması bu bağı kesmek için denizaltılar ile bir blok uygulamaya çalıştı.1917 yılından itibaren İngiliz ve Fransız deniz ablukasına karşı Almanya'nın giriştiği denizaltı savaşı, Kuzey Atlantik'de Amerikan ticari ve yolcu gemilerini de hedef almaya başlamış, Amerika'nın Avrupa ticaretine katlanılmayacak ölçüde zarar vermeye başlamıştır. Diğer taraftan Almanya'nın Meksika hükümetini ABD'ye savaş açmaya teşvik etmesi de ABD'nin Avrupa'daki savaşa katılmasında etken olmuştur. Dünya siyasetinde etkin güç olmak isteyen ABD,Almanya'nın kışkırtıcı politikaları  ABD’nin Monroe Doktrinine göre bir Avrupalı devlet tarafından tehdit edilmesi anlamına geliyordu.  ABD savaşa girmeden önce Wilson İlkeleri'ni sunup,kabul edilince   ABD 2 Nisan 1917’de Almanya’ya savaş ilan etti. ABD'nin savaşa katılmasıyla Batı Cephesi'nde güçler dengesi Almanya'nın aleyhine dönmüş ve ağır baskılar sonucu Alman topraklarına kadar geri çekilmesine yol açmıştır.

Savaşın Sonuçları

Afrika Cephesi'nin sonunda Almanya az sayıdaki sömürgesini de İngiltere, Fransa ve Güney Afrika Cumhuriyeti'ne kaptırmıştır. Bu topraklar bağımsızlıklarını ancak 1960'lı yıllarda kazanmıştır. Namibya, bağımsızlığını kazanan son devlet olarak, Güney Afrika Cumhuriyeti'nden ancak 1988 yılında ayrılabilmiştir.

3.1. Osmanlı Devletinin Savaşa Girişi ve Savaştığı Cepheler

28 Haziran 1914’te Avusturya Macaristan veliahdının öldürülmesi üzerine savaş başladı. Savaş başladığı zaman Osmanlı Devleti’nin askeri ve ekonomik gücü oldukça zayıflamıştı. Kısa süre önce İtalya daha sonra Balkan Devletleriyle yaptığı savaşları kaybetmişti. Bu savaşlar gerek maddi gerekse insan kaybı bakımından toplumu derinden etkilemişti. Halk bitkin, yorgun, umutsuz ve yoksuldu. Kaybedilen toprakların acısını unutamıyordu. Halk savaşlardaki yenilginin ve toprak kayıplarının nedenini Osmanlı Devletinin Avrupa’da oluşan blokların dışında kalışında aradığı için yalnızlık duygusundan kurtulmanın yollarını bulmaya yöneldi. Savaş öncesinde İngiltere’yle, Fransa’yla, Rusya’yla bir ittifak andlaşması ortamı aradı ise de olumlu bir sonuç alamadı. Savaşın başlamasına kadar Almanya’da Osmanlı Devleti bir ittifaka girişmekten kaçındı. 2 Ağustos 1914 yılında gizli bir anlaşma imzalandı.

Almanya, Osmanlı Devleti'ni hangi nedenlerden dolayı savaşa sürüklemiştir?

Böyle bir antlaşma yapılırken Almanya’nın amaçlarını şöyle sıralayabiliriz: Osmanlı Devleti’nin stratejik konumundan, gözü pek Osmanlı askerinden yararlanmak, savaşı geniş cephelere yayarak Üçlü İttifak devletlerinin askeri gücünü dağıtmak, Osmanlı Devleti’nin bu savaşa cihat savaşı görünümü kazandırarak Üçlü İtilâf Devletleri egemenliği altında bulunan tüm İslâmları bu savaşta Osmanlı Devleti’nin yanına çağırmak bir, fetva yayınlatıp Üçlü İtilâf Devletleri’nin sömürgelerinde isyan çıkartarak onları zor durumda bırakmaktı.

Osmanlı Devleti hangi nedenlerden dolayı savaşa girmiştir?

Osmanlı Devleti’nin amaçları ise, üçlü ittifak grubunu oluşturan devletlerin yardımı ile yakın dönemde kaybettiği, halkın çoğunluğunu Türk ve Müslümanların oluşturduğu toprakları yeniden kazanmak, içine düştüğü yalnızlık duygusundan kurtulmak, Kafkaslar ve İran üzerinden Orta Asya’ya ulaşarak Turan İmparatorluğunu kurmak, halifeye sarsılan otoritesini yeniden kazandırmak, azınlıkların elindeki ekonomiyi Türklerin eline geçirmekti. Osmanlı Devleti'nin bu amaçları tek başına gerekleştirmesinin zor olduğunu gören İttihatçılar, Avrupa’da ki yeni gelişmelerden yararlanmak istediler. Her ne kadar Osmanlı Devleti savaş başladığında tarafsızlığını ilân etmiş ise de sınırlarının güvenliğini korumak için seferberlik ilân etmiş, dolayısıyla savaşa hazırlanmaya

başlamıştır.

Osmanlı Devleti, hangi olayla savaşa girmiştir?

Osmanlı yöneticileri savaşa giriş konusunda kararsızdılar. Ancak bu sırada Almanya’nın Akdeniz’de bulunan iki gemisi Osmanlı Devletinin karasularına girdi (16 Ağustos 1914). Tarafsızlığı bozan bu girişim İtilâf Devletleri tarafından protesto edilmiştir. Ancak hükümet sözde bir andlaşmayla bu gemileri satın aldığını belirterek tepkileri önlemiştir. Bu gemilerin de içinde bulunduğu bir grup Osmanlı Donanması ,Başkomutan ve Harbiye Nazırı Enver Paşa’nın ve Donanma Nazırı Cemal Paşa’nın emriyle tatbikat için Karadeniz’e açılmış 28-29 Ekim 1914’te Rus kıyılarını topa tutarak bir oldu bitti yaratıp Osmanlı Devleti’ni savaşın içine atmıştır. Osmanlı Devleti yöneticileri Rusya’yla

Osmanlı Devleti arasında çıkacak bir savaşı önleyecek bazı girişimlerde bulunmuş ise de başarılı olamamıştır. Rusya başta olmak üzere diğer İtilâf Devletleri Osmanlı Devleti’ne karşı savaş ilân etmişlerdir. Osmanlı padişahı da 14 Kasım 1914’te bir cihat fetvası yayınlayarak tüm Müslümanları Osmanlı Devleti’nin yanında yer almaya çağırmıştır.

3.2. Kafkas Cephesi

Kafkas cephesi hangi amaçla açılmıştır?

İttihat, Terakki yönetiminde etkin olan kimi güçler Pantürkizmi gerçekleştirmek için bu savaşı bir araç olarak görüyordu. Bunlardan biri de Enver Paşa idi. Rusya ile savaş başlayınca doğruca Erzurum’a giderek Üçüncü Ordunun komutanlığını üzerine aldı. Savaşı zamansız bulan kimi komutanları görevinden aldıktan sonra orduya saldırı emri verdi. 22 Aralık 1914’te başlayan Osmanlı saldırısı başarılı olamadı. Gerekli eğitim, silâh ve cephaneden yoksun Osmanlı askeri soğuk, hastalık yüzünden büyük kayıplara uğradı. Ocak ayının ilk haftasında yenildiğini anlayan Enver Paşa, İstanbul’a döndü. Bir süre cephelerde ciddi hareketler olmadı. 1915 yılı yazında Rus saldırıları yeniden başladı ve 1916 Şubatında Erzurum, Muş, 3 Martta Bitlis, 19 Nisan da Trabzon ve 25 Temmuz da da Erzincan Rus işgaline uğradı. Böylece büyük umutlarla başlatılan Kafkas taarruzu tam bir çöküntüyle sona ermiş oluyordu.

Rusya, hangi antlaşmayla savaştan çekilmiştir?

Rusya’da 1917 de Çarlık yönetimine karşı başlatılan ihtilal kısa süre sonra sosyalist bir içerik kazandı. Sosyalister savaşı sona erdirdiler. Bunun için ilhaksız ve tazminatsız bir barış yapılması konusunda Almanya’yla görüştüler. Bu görüşmeler sonunda da 3 Mart 1918’te Brest-Litowsk Anlaşması yapılarak Rusya savaş alanından ayrıldı.

Osmanlı Devleti Brest-Litowsk Anlaşmasıyla Rusya’nun işgal ettiği tüm yerlerin boşaltılmasını sağladığı gibi 1878 Berlin Anlaşması’yla Rusya’ya bırakılan Kars, Ardahan ve Batumu’da yeniden kazanmış oluyordu. Bu anlaşma ile Ruslar, Kafkasları boşalttılar. Onların boşalttığı yerleri Osmanlı ordusu doldurdu. Fakat bir süre sonra İttifak Devleti yenilince, Osmanlı Devleti'nin ele geçirdiği Kafkas toprakları İtilâf Devletleriyle sorun olmaya başladı. İtilâf Devletleri Brest-Litowsk’i geçersiz saydılar.

       Osmanlı Devleti’ni Paylaşma Tasarıları

 

          İtilaf Devletleri I.Dünya Savaşı devam ederken Osmanlı Devleti’ni yaptıkları gizli antlaşmalarla paylaşmışlardır.1915 Londra,1916 Sykes-Picot,1917 Saint Jean De Maurienne antlaşmalarıyla Osmanlı toprakları şu şekilde paylaşılmıştır: İngilizler’a,Ürdün ,Orta ve Güney Irak,Hayfa ve Akka limanları Fransızlar’a,Mersin’in batısından başlayarak Kilikya,Sivas,Elazığ,Diyarbakır ve oradan Mardin’e ve oradan Akka’ya kadar Suriye ve Lübnan bölgesi İtalyanlar’a,İzmir’in kuzeyinden başlayarak Ege,Mersin’e kadar Akdeniz,Konya-Kayseri çizgisine kadar İç Anadolu Ruslar’a,Trabzon dahil olmak üzere Doğu Karadeniz ve Doğu Anadolu’nun bazı bölümleri,Boğazlar bırakılıyordu.Filistin serbest bölge olarak kabul ediliyordu.

           Rusya savaştan çekilirken bütün gizli antlaşmaları da açıklamıştı.Rusya savaştan çekildikten sonra Rusya’ya bırakılan Doğu Anadolu’da bir Ermeni Devleti kurulması düşünülmüştür.Boğazlarda ortak denetime tabi tutulmaya karar verilmiştir.Daha önce İtalya’ya bırakılan İzmir ve çevresi Paris Konferansı’nda Yunanistan’a bırakılmış,Fransızlara bırakılan Kuzey Irak’ta İngilizler’e bırakılmıştır. Böylece paylaşma tasarılarında bazı değişiklikler yapılmış oldu.

 

3.3. Çanakkale Cephesi

Çanakkale Cephesi hangi nedenlerden dolayı açılmıştır?

Birinci Dünya Savaşı süresince Osmanlı Devleti açısından son derece hayati önem taşıyan bir cephedir. İttifak Devletleri arasında en zayıfı Osmanlı Devleti olduğu gibi, İtilâf Devletleri arasında da Rusya’ydı. Rusya’nın diğer İtilâf Devletleri’yle bağlantısını sağlayan en kısa yol Osmanlı kontrolü altında idi. Osmanlı Devleti’nin savaşa girişi ile bu yol kapatılmış, Rusya’ya yardım gönderilmez olmuş, Rusya’daki sorunlar artmıştı. Rus çarının isteği üzerine, İngiltere savaş meclisi, 13 Ocak 1915’te Çanakkale Boğazı’nın açılması için gerekli önlemlerin alınmasını kararlaştırdı. Osmanlı Hükümeti daha savaşa fiilen katılmadan önce Çanakkale Boğazı’nın girişine mayın dökmüştü. İngilizlerin Boğaz’a, ilk saldırısı Kasım 1914 yılı başlarında oldu. Ancak bu keşif hareketi niteliğinde olduğu için önemli bir çarpışma olmadı. İngiliz-Fransız ortak gemilerinden oluşan bir İtilâf Devletleri donanması 19 Şubat 1915’te Çanakkale kıyılarına karşı büyük bir saldırıya geçti. Büyük çarpışmalar başladı. 18 Mart 1915’te yapılan şiddetli deniz savaşında 7 zırhlısını kaybeden İtilâf Devletleri Çanakkale’nin denizden geçilemeyeceğini anlayarak geri çekilmek zorunda kaldı. Fakat Boğaz’ı geçmekten vazgeçmedi. Yeni bir durum değerlendirmesi yapılarak karaya asker çıkarılmasına karar verdiler. 25 Nisan 1915’te Gelibolu Yarımadası’na asker çıkardılar. Ancak uzun ve yıpratıcı olan bu savaşlarda İtilâf Devletleri amaçlarına ulaşamıyorlardı. 19. Tümen Komutanı Mustafa Kemal’in yerinde ve zamanında aldığı bilinçli önlemler İtilâf Devletleri’nin yenilmesine yol açtı. 6-7 Ağustos 1915’te Anafartalar’da yapılan göğüs göğüse çarpışmalar savaşın kaderini değiştirdi. 40.000 asker kaybeden İngilizler Çanakkale’yi geçemeyeceklerini anladılar. Nihayet 1915 yılı sonlarında Çanakkale’den geri çekilmeyi kararlaştırdılar. Ocak 1916’da hiç bir amacını gerçekleştiremeyen buna karşın yüz binlerce insanın ölümüne neden olan İtilâf Devletleri donanması geri çekildi. Böylece Çanakkale cephesi sona erdi.

Çanakkale cephesi'nin sonuçları ne olmuştur?

Çanakkale cephesinin doğurduğu sonuçları özet olarak şöyle sıralayabiliriz. Rusya’daki iç gelişmeler yoğunlaşmış ve ihtilâle doğru gidiş hızlanmıştır. İtilâf Devletleri büyük bir prestij kaybına uğramış, Osmanlı Devleti’nin ülkesini korumak için her türlü özveride bulunabileceği anlaşılmış, Bulgaristan’ın savaşa girişi sağlanarak Almanya’yla Osmanlı Devleti arasındaki yardımlaşma daha da artmıştır.

3.4. Irak ve Kanal Cephesi

Irak cephesi niçin açılmıştır?

Mısırı ele geçirerek Hindistan yolunu güvence altına alan İngilizler, Musul ve Kerkük’teki petrol yataklarına da göz koymuştu. Bunun için Basra’ya asker çıkardılar ve Bağdat’a doğru yürüdüler. Ancak Küt-ül Amare’de yenildiler. İngiliz General Charles Towshend ile birlikte 13.000 İngiliz askeri de esir alındı (29 Nisan 1916). Osmanlı Hükümeti bu başarıdan yeterince yararlanamadı. İngilizler yedek güçlerle cepheye yaptıkları saldırılar sonucunda (11 Mart 1917’de) Bağdat’a direnmeyle karşılaşmadan girdiler. Musul dışında Irak’ın büyük bir bölümü İngiltere’nin eline geçti.

Kanal cephesi niçin açılmıştır?

Almanya genelkurmayının belirttiği hedefler doğrultusunda savaştığı anlaşılan Osmanlı ordusu Filistin üzerinden Süveyş Kanalına doğru bir hareket başlattı. Cemal Paşa’nın komutasında başlatılan bu hareketin amacı İngiltere‘nin Hindistan’la ilişkisini kesmek, Mısır’ı daha sonra da diğer Afrika topraklarını Osmanlı yönetimine almak, Pan-İslamizmi gerçekleştirmekti. Cemal Paşa, bu hedefe ulaşabilmek için Şam’a geldikten sonra ciddi reformlara girişti. Ancak onun bu reformlarını Arap ulusalcılığının gelişmesine engel gören Araplar karşı çıktılar. Bunun üzerine Cemal Paşa sert önlemler almak zorunda kaldı. Bu önlemler İngiltere’nin de kışkırtmasıyla Osmanlı aleyhine bir akım yarattı.

Cemal Paşa Ocak 1915’te Sina Çölünü geçerek Mısır’a girmeye çalışırken, Mısır’da İngiltere’ye karşı bir isyan hareketi oluşacağını sanıyordu. Ancak İngiltere, Mısır’a bağımsızlık vaad ederek bu kritik ortamı geçiştirmişti. O nedenle Süveyş Kanalına taarruz ettiğin yenildi. İngilizlerle bir andlaşma yapan Mekke Emiri Hüseyin’in Osmanlı ordusuna arkada saldırması İngiltere’nin işini daha da kolaylaştırdı ve Osmanlı orduları Suriye içlerine çekilmek zorunda kaldılar (1918). Mustafa Kemal’in aldığı önlemlerle daha fazla zayiata uğramadan bir kısım Osmanlı ordusu Halep ve Hatay’a çekildi.

 

3.4. Osmanlı Devletinin Savaştan Ayrılması

Osmanlı Devleti hangi antlaşmayla savaştan ayrılmıştır?

Amerika Birleşik Devletlerinin İtilaf Devletleri yanında savaşa girmesi I.Dünya Savaşı’nın gidişatını değiştirdi. Diğer devletler gibi Osmanlı Devleti de bu olaydan etkilendi.1918 yılı yazı ve sonbaharındaki askeri hareketlerde İttifak Devletleri büyük güç kaybına uğrayarak geri çekildiler. 1918 Eylül’ün ikinci yarısında Bulgar cephesi yarıldı ve 29 Eylül’de Bulgaristan mütareke imzalamak zorunda kaldı. Almanya barış istedi. Arkasından Osmanlı Devleti mütareke talebinde bulundu. Mütarekenin yapılabilmesi için hükümet değişikliği gerekiyordu. Zira savaşan bir hükümetle barışınyapılamayacağı kanısı vardı. Bu nedenle Talat Paşa Hükümeti istifa etti (7 Ekim) yerine İzzet Paşa Hükümeti kuruldu (14 Ekim 1918). İzzet Paşa Hükümeti savaşı sona erdirmek için büyük çaba gösterdi. Küt-ül Amare’de Türk ordusunca tutsak alınan general Towsnhend’in da yardımıyla İngiliz General Calthorpe’la ilişki kuruldu. Hükümet 26 Ekim 1918 Bahriye Nazırı Rauf Bey’in başkanlığında bir heyeti Mondros’a gönderdi. Londra’da hazırlanarak Mondros’a gönderilen “Mütareke” metni Osmanlı temsilcilerine iletildi. Osmanlı temsilcileri, bu metin üzerinde bazı değişiklikler yapmak istedilerse de başarılı olamadılar. Wilson ilkeleri doğrultusunda hazırlandığı izlenimini veren fakat yoruma açık hükümleriyle Osmanlı Devleti’nin varlığını ortadan kaldırıcı nitelikler taşıyan mütareke metni 30 Ekim 1918’de imzalandı. Mondros Mütarekesiyle Osmanlı Devleti Birinci Dünya Savaşı’ndan ayrıldı. Ancak fiili olmasa da kimi uygulamaları bakımından bu mütarekeyle birlikte Osmanlı İmparatorluğu bağımsızlığını da yitiridi. Ülke yer yer İtilaf Devletleri’nin işgaline uğradı. Bu ülkede yeni bir savaşı başlattı. Mustafa Kemal Paşa’nın önderliğinde verilen ve Milli Mücadele olarak tarihe geçen bu savaş sonunda yeni bir Türk devleti kuruldu.

4. Savaşın Sona Ermesi

Savaşın kaderini değiştirecek gelişmeler 1917 yılında yaşandı. 1917’ye kadar yıpratıcı siper savaşları her iki grubu da bir hayli yormuştu. Osmanlı Devleti’nin savaşa girmesiyle Rusya’nın diğer İtilâf Devletleri’yle bağlantısı kopmuştu. Yokluklar, sıkıntılar artmış ve Rusya’da bir ihtilal hareketi başlamıştı. İhtilalin yarattığı otorite boşluğunu iyi değerlendiren Bolşevikler, Çarlık yönetimine son vererek Marksist ilkelere dayalı yeni bir yönetim kurduklarını açıkladılar. Rusya’da bir iç savaş başladı. Rus sosyalistleri, devlet yönetimini ile geçirebilmek için ilhaksız ve tazminatsız bir barış planı ortaya attılar. 3 Mayıs 1918’de imzaladıkları Brest-Litowsk andlaşmasıyla Birinci Dünya Savaşı’ndan çekildiler. Almanya, büyük topraklara sahip oldu. Rusya’nın bu savaştan çekilmesi Üçlü İttifak Devletleri’ni sevindirdi. Ancak, onun bıraktığı boşluk çok kısa süre içerisinde son derece güçlü, yıpranmamış Amerika Birleşik Devletleri tarafından dolduruldu.

Savaşın sonuçları ne olmuştur?

     

Birinci Dünya Savaşı’nın faturası oldukça ağır olmuştur. 10 milyon insan ölmüş 21 milyon insan da yaralanmıştır. Örneğin, savaşta görev alan Oxford Üniversitesi öğrencilerinin % 20’si ölmüştür. Harcamalar 208 milyar dolara ulaşmıştır. Savaşan ülkelerin taşınır ve taşınmaz mallarına verilen zarar ise 30 milyar dolar olmuştur. Savaş, ekonomik bakımdan Avrupa’yı çökertmiş Amerika ve Japonya’yı güçlendirmiştir. İşsizlik artmış, yok olan evler ve iş merkezleri sosyal bunalımlara yol açmış, kadının iş yaşamındaki etkinliği çoğalmıştır. Bu durum devletin ekonomiye müdahalesini artırmıştır. Avusturya-Macaristan İmparatorluğu küçük devletlere ayrılmıştır. Almanya ve Rusya’nın yönetim biçimleri ise değişmiş, toprakları küçülmüştür.

          1-Savaş sonunda siyasi üstünlük Avrupa’dan Amerika’ya geçmiştir. 2-Avrupa’da İngiltere ve Fransa’nınağırlığı artmıştır. 3-Yeni devletler kurulmuş, Avrupa’nın haritası değişmiştir. 4-Almanya sömürgelerini kaybetti. 5-Milletler Cemiyeti kuruldu. 6-Almanya’ya ağır bir antlaşma imzalatılması ve Fransa’nın baskıları II.Dünya ya Savaşı’na ortam hazırladı. 7-Avrupa’da demokrasi güç kazandı. 8-İmparatorluklar yıkıldı.

 Wilson İlkeleri ve Paris Barış Konferansı

         

           A.B.D’nin savaşa girmesinden sonra Cumhurbaşkanı Wilson, gelecekte yapılacak barışın esaslarını tespit etti.(8 Ocak 1918)İtilaf Devletleri, Amerika’ya ihtiyaçları olduğundan bu ilkeleri kabul ettiklerini ilan ettiler.Bu ilkelere göre;

           -Galip devletler,yenilen devletlerden toprak ve savaş tazminatı almayacaklar.

           -Gizli antlaşmalara son verilerek antlaşmalar açık yapılacak.

           -Ekonomik engeller kaldırılacak, devletlerarası eşitlik sağlanacak.

           -Silahlanma yarışı sona erecek-İşgal edilen Rus toprakları boşaltılacak, Belçika yeniden kurulacaktı.

           -Alsas-Loreine Fransa’ya geri verilecekti -Milletler Cemiyeti kurulacaktır. -Boğazlar her devlete açık

olacaktır.

           -Osmanlı Devleti’nin Türk bölgelerine kesin egemenlik hakkı tanınacak, diğer bölgeler kendi geleceklerini kendileri tespit edecekler.

            I. Dünya savaşı'nı sona erdiren antlaşmaların hazırlandığı uluslararası bir konferanstır. Müttefik, kısmen müttefik ve ortak devlet gibi farklı gruplara ayrılmış 32 devletin temsilcileri katılmıştır. Bu devletler, İttifak Devletleri ile savaşmış veya onlara savaş ilan etmiş devletlerdi. Konferans 18 Ocak 1919'de, yani Alman İmparatorluğu'nun kuruluşunun yıldönümü günü açıldı.

Konferansın kararlarına hakim olan devletler ise; İngiltere, Fransa, ABD ve İtalya idi. Bu devletlerin başbakan ve dış işleri bakanlarından oluşan bir "Büyük Dörtlü" kuruldu. Fakat konseye en çok İngiltere ve Fransa hakim oldu. Konseye bizzat katılan Wilson'un temel düşüncesi, uluslararası ilişkilerde barışı ve güvenliği sağlayacak ve onu sürekli kılacak bir Milletler Cemiyeti'nin kurulmasıydı. Buna karşı İngiltere ve Fransa'nın düşüncesi ise, barıştan çok barış düzeninde kendi milli menfaatlerinin en iyi şekilde gerçekleşmesini sağlayacak durum ve şartların oluşturulmasına yönelikti. Özellikle Fransa'nın amacı; Almanya'nın her yönüyle etkisiz hale getirilmesini sağlamaktır, İngiltere; Alman donanmasını ortadan kaldırmayı ve Almanya'nın Avrupa'nın statükosunu tekrar bozmasını önleyecek tedbirleri almayı istiyordu. İtalya, konferansta fazla dikkate alınmadı ve etkili olamadı.

İngiliz Başbakanı David Lloyd George ve Fransa Başbakanı Georges Clemenceau, Wilson'un Milletler Cemiyeti talebini ve cemiyetin statüsünü hemen kabul ederek Woodrow Wilson'u ABD'ye göndermeyi başardılar. Müteakiben de dünyanın yeni statükosunu ve onun prensiplerini kendi düşünce ve menfaatlerine göre şekillendirdiler. İtilaf Devletleri Wilson ilkelerine karşı ‘’Manda Sistemi’’ni bulmuşlardır. Buna göre,bağımsız olma kabiliyetine sahip olmayan uluslar Milletler Cemiyeti tarafından yönetilecekti.Milletler Cemiyeti,kendi adına büyük bir devleti bu işle görevlendirecekti

Bu konferansta üzerinde anlaşılan antlaşmalar farklı tarihlerde imzalanmıştır. Almanya ile 28 Haziran 1919 tarihinde Versay Antlaşması, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu ile 10 Eylül 1919 tarihinde St. Germain Antlaşması, Bulgaristan ile 27 Kasım 1919 tarihinde Neuilly Antlaşması ve Osmanlı Devleti'yle 10 Ağustos 1920 tarihinde Sevr Antlaşması ve Macaristan ile 4 Haziran 1919 tarihinde Trianon Antlaşması imzalanmıştır.

Nöyyi Antlaşması

Neuilly Antlaşması, I. Dünya Savaşı ardından savaştan galip çıkan İtilaf Devletleri'yle İttifak Devletleri arasında düzenlenen Paris Barış Konferansı'nda öngörülen antlaşmalardan biridir. İtilaf Devletleri'yle Bulgaristan arasında 27 Kasım 1919 tarihinde imzalanmıştır.Bu antlaşmaya göre Bulgaristan topraklarından bir kısmını Sırp-Hırvat-Sloven Krallığına, Güney Dobruca'yı Romanya'ya, Gümülcine ve DedeağaçYunanistan'a bırakmıştır. Antlaşma ayrıca Bulgaristan ordusunun 20 bin kişiyi aşamayacağı hükmü getirmektedir.

St. Germain Antlaşması

St. Germain Antlaşması, 10 Eylül 1919 tarihinde İtilaf Devletleri ile Avusturya arasında imzalanan ve I. Dünya Savaşı'nın ardından Avusturya-Macaristan İmparatorluğu topraklarının yeniden düzenlenmesini deklare eden antlaşmadır.Bu antlaşmayla Avusturya-Macaristan İmparatorluğu toprakları içindeki Avusturya, Macaristan, Yugoslavya ve Çekoslovakya'nın bağımsızlığı tanınmaktadır. Yine bu antlaşmaya göre, Bukovina Romanya'ya, Galiçya Polonya'ya, Hırvatistan Yugoslavya'ya, Tirol ve Trieste İtalya'ya bırakılmaktadır. Avusturya-Macaristan İmparatorluğu topraklarının bu antlaşmayla yüzde 85'i dağılmıştır.Ayrıca Versay Antlaşması'ndaki ana fikirlerden biri de bu antlaşmada yer almış, Avusturya ordusu, 30 bin kişi olarak sınırlanmıştır. Antlaşma, gelecekte Almanya ile birleşme yönündeki gelişmeleri de engellemiş, bunu Milletler Cemiyeti'nin onayına bağlamıştır.

Versailles Barış Antlaşması

Versay Barış Antlaşması, Birinci Dünya Savaşı sonunda İtilaf Devletleri ile Almanya arasında imzalanan barış antlaşmasıdır. 18 Ocak 1919'da başlayan Paris Barış Konferansı'nda müzakere edilmiş, 7 Mayıs 1919'da son metin Almanlara deklare edilmiş, 23 Haziran'da Alman Parlamentosu'nca kabul edilmiş ve 28 Haziran'da Paris'in Versay banliyösünde imzalanmıştır.İçerdiği ağır koşulladan ötürü Versay Antlaşması Almanya'da büyük tepkiye yol açmış ve "ihanet" olarak kabul edilmiştir. Birçok tarihçi Almanya'da 1920'lerde yaşanan ekonomik ve siyasi istikrarsızlığa, Nazi Partisi'nin iktidara gelişine ve İkinci Dünya Savaşına nihai olarak Versailles Antlaşmasının neden olduğu düşüncesindedir.

Antlaşmanın Hazırlanışı

 

Soldan sağa, Britanya başbakanı David Lloyd George, İtalya başbakanı Vittorio Orlando, Fransa başbakanı Georges Clemenceau, ABD başkanı Woodrow Wilson, Paris Barış Konferansı'nda Alman hükümeti 1918 yılının Ekim ayında, dönemin A.B.D. başkanı Woodrow Wilson'un adil bir barış için önermiş olduğu ondört maddeyi kabul ettiğini bildirmiş, Başkan'dan bu çerçevede bir antlaşmaya gidilmek üzere ateşkes sağlanması yönünde girişimlerde bulunmasını talep etmişti. Bu ondört maddenin dokuz maddesi yeni toprak düzenlemeleriyle ilgilidir. Ancak savaşın son yılında gerek İngiltere, Fransa ve İtalya arasında, gerekse de bu ülkelerle Romanya ve Yunanistan arasında imzalanmış olan gizli antlaşmalar daha farklı bir toprak düzenlemesini gerektirmekteydi.

Paris Barış Konferansı'nda "Dört Büyükler" olarak bilinen İngiltere Başbakanı David Lloyd George, Fransa Başbakanı Georges Clemenceau ve İtalya Başbakanı Vittorio Orlando etkin olmuş ve Versay Antlaşması'nın maddeleri taslak haline getirilmiştir. Bu taslakla ateşkes görüşmeleri sırasında verilen güvenceler arasındaki uyumsuzluk Alman heyetince protesto edilse de Alman Meclisi antlaşma şartlarını 9 Temmuz 1919'da, Almanya üzerinde abluka kalkmadığı ve başka yapılacak bir şey olmadığı için, onayladı.

Genel hatlarıyla, 10 Ocak 1920'de yürürlüğe giren Versay Antlaşması, Bismarck (Bismark)ın kurduğu Almanya'yı yıkıyor ve yeni bir Avrupa düzeni kuruyordu. Almanya, Alsas-Loren'i Fransa'ya, Eupen (Öpen), Malmedy (Malmedi) ve Monschau (Monşo) nun bir bölümünü Belçika'ya, Memel'i yeni kurulan Litvanya'ya, Doğu Şilezya ve Batı Prusya'nın bir bölümünü Polonya'ya, Yukarı Şilezyanın bir parçasını Çekoslavakya'ya bırakıyordu. Dantzig (Danzig) serbest şehir oluyor ve Milletler Cemiyetinin himayesine terkediliyordu. Saar (Sar) bölgesi Fransa'ya bırakılmakta, bölgenin esas kaderi ise onbeş yıl sonra yapılacak halk oylaması ile belirlenecekti. Almanya, Ren kıyılarındaki ve Helgoland'da mevcut tahkimatları yıkacaktı.

Almanya'nın, Çin'deki hakları ve Büyük Okyanus'taki adaları Japonya'ya devredildi. Almanya, Avusturya ile birleşmemeyi taahhüt etmekte; ayrıca Avusturya, Çekoslavakya ve Polonya'nın bağımsızlığını tanımaktaydı. Tarafsızlığı savaş içinde çiğnenen Belçika'nın hukuki bakımdan da tarafsızlığı kaldırılmakta, Almanya da bunu kabul etmekte idi. Almanya, mecburi askerliği kaldırıyor, en çok 100 bin kişilik bir ordu bulundurmak yetkisine sahip oluyordu. Ayrıca, Almanya denizaltı ve uçak da yapamayacaktı. Bütün gemilerini de İtilaf Devletleri'ne teslim edecekti. Almanya, ödeme kabiliyetinin çok üstünde bir tamirat borcu ile de yükümlü tutuluyordu. Almanya, ekonomik ve siyasi bakımdan ağır yükümlülükler altında idi. Birçok Alman da yeni kurulan devletlerin sınırları içinde kalmıştı. Bu durumun doğal bir sonucu olarak azınlık meselesi, Barış Antlaşmasının uygulanması ile ortaya çıkmıştır.

Antlaşma Hükümleri

Almanların "Diktat" adını verdikleri 440 maddelik barışın esas noktaları şöyledir:

a. Sınırlar: Almanya, Belçika'ya Eupen, Malmedy ve Moresnet bölgelerini; Fransa'ya Alsas ve Loren'i veriyordu. Saar bölgesi Milletler Cemiyeti yönetimine bırakılıyor, nihai durumu 15 yıl sonra plebisitle belirleniyordu. Polonya'ya Poznan ve Batı Prusya verildi. Danzig koridoru serbest bölge olacaktı ve Milletler Cemiyeti himayesi altına girecekti. Yukarı Silezya'da plebisit yapılacaktı. 1920'de yapılan plebisit sonunda, buranın doğu yarısı Polonya'ya verildi.

b. Siyasî Hükümler: Belçika'nın tarafsızlığı kaldırıldı. Ren Nehri'nin doğu ve batı kıyılarında 50 km. lik bir alan askerden arındırıldı. Almanya'nın Avusturya ile birleşmemesi taahhüt altına alındı. Almanya; Avusturya, Çek-Slovakya ve Polonya'nın bağımsızlığını tanıdı.

c. Sömürgeler: Almanya tüm denizaşırı topraklarından vazgeçti. Bu topraklarda Milletler Cemiyeti'nin kontrolunda yeni sömürgecilik rejimlerinin kurulması kararlaştırıldı. Togo ile Kamerun İngiliz-Fransız mandasına; Tanganyika İngiltere mandasına; Ruanda-Urundi Belçika mandasına; Güney-Batı Alman Afrikası Güney Afrika Birliğine; Mariana, Marshall ve Caroline adaları ile Çin'deki Kiaochow Japonya'ya; Yeni Gine'nin Almanya'ya ait olan yarısı ve Solomon Adaları Avustralya mandalarına bırakıldı.

d. Silahsızlanma: Almanya'nın ileride yeniden askeri bir tehdit olmasını önlemek adına bir dizi düzenlemeye gidildi.

  • Almanya'da zorunlu askerlik kaldırıldı.
  • Alman ordusu 100.000 kişiye indirilerek Genelkurmay örgütü kaldırıldı.
  • Deniz kuvvetleri 15.000 personelle sınırlandırıldı.
  • Uçak, denizaltı, zırhlı araç ve tank yapması yasaklandı.
  • Silah üretimi, dış alım-satımı (ithalat-ihracat) yasaklandı.
  • Zehirli gaz üretmesi ve bulundurması yasaklandı.

e. Tamirat Borçları: Savaş tazminatı olarak 1921 yılı itibari ile 56 Milyar Dolarlık bir mali yük getirildi. Ancak aynı yıl bu borç 33 Milyar Dolara indirildi. Bu miktarlar Almanya'nın ödeme gücünün çok üstünde idi ve borçlanma Almanya'yı ekonomik yıkıma mahkum etti.

Triyanon Antlaşması

Triyanon Antlaşması müttefikler ve ilgili ülkelerle Macaristan arasında Versay'da ki görkemli Trianon Sarayı'nda imzalandı. I. Dünya Savaşı'ndan önce Avusturya-Macaristan İmparatorluğu iken, savaş sonunda Avusturya'dan ayrılan Macaristan savaşın sorumlusu olarak kabul edildi. Bu yüzden, Çekoslovakya'ya Slovakya ve Karpataltı Rutenyası (bugün Zakarpatskaya adıyla Ukrayna'nın bir ili)'nı, Romanya'ya Transilvanya bölgesini ve Banat bölgesinin büyük bölümünü, Avusturya'ya Burgenland (Plebisitte Macaristan'da kalan bölge merkezi Sopron hariç) bölgesini, Fiume'yi İtalya'ya, Hırvatistan, Prekomurje, Medimurje, Voyvodina ve Banat bölgesinin bir kısmını Sırp-Hırvat-Sloven Krallığı'na (sonradan Yugoslavya), Slovakya'nın Galiçya sınırındaki küçük bir bölgeyi Polonya'ya bırakmak zorunda kaldı. Ağır bir savaş tazminatı ödeme yükümlülüğüne girdi.

Sevr Antlaşması

Hazırlık Süreci

Dünya Savaşı galiplerinin savaş sonrası dünya düzenini belirlemek için topladıkları Paris Barış Konferansı 18 Ocak 1919'da açıldı. 7 Mayıs 1919'da Alman ve Avusturya-Macaristan barış koşulları açıklandı. Almanya ile Versailles Antlaşması 28 Haziran'da, Avusturya ile Saint-Germain-en-Laye Antlaşması 10 Eylül'de Macaristan`la Triannon Antlaşması ve Bulgaristan`la Neuilley Antlaşması imzalandı. Türk barışının da diğerleri ile birlikte 1919 Mayıs'ında açıklanması beklenirken, görüşmeler belirsiz bir geleceğe ertelendi. Bunun nedenleri bugüne dek yeterince aydınlatılamamıştır.

İtilaf Devletleri Yüksek Konseyinin 7 Mayıs'ta aldığı karar uyarınca 15 Mayıs'ta İzmir Yunanlılar tarafından işgal edildi. Bu olay tüm Türkiye'de güçlü bir ulusal tepkiye yol açtı. 6 Eylül'de toplanan Sivas Kongresi'nden sonra İstanbul'daki Osmanlı hükümeti, ülke üzerindeki idari ve askeri denetimini kaybetti. Sivas ve daha sonra Ankara'da, Mustafa Kemal Paşa yönetiminde bir ulusal direniş hükümeti kuruldu. Anadolu hükümeti, olumsuz şartlarda bir barış antlaşmasını kabul etmeyeceğini bildirdi ve direniş hazırlıklarına girişti.

İtilâf Devletleri 18 Nisan 1920'de San Remo Konferansı'nda Osmanlı Devleti'ne uygulanacak barış şartlarını hazırladılar. 22 Nisan'da Osmanlı Hükümetini Paris'te toplanacak barış konferansına davet ettiler. Padişah, eski sadrazam Ahmet Tevfik Paşa'nın başkanlığında bir heyeti Paris'e gönderdi. Ertesi günü Ankara'da toplanan Büyük Millet Meclisi, 30 Nisan günü taraf devletlerin dışişleri bakanlıklarına gönderdiği bir yazıyla İstanbul'dan ayrı bir hükümetin kurulduğunu bildirdi.

Paris'te barış şartlarını öğrenen Ahmet Tevfik Paşa, İstanbul'a gönderdiği telgrafta barış şartlarının "devlet mefhumu ile kabil-i telif olmadığını" [devlet kavramı ile bağdaşmadığını] bildirerek görüşmelerden çekildi. Bunun üzerine 21 Haziran'da İtilaf Devletleri Osmanlı Devletinin direnişini kırmak için, İzmir'de bulunan Yunan kuvvetlerini Anadolu içlerine sürmeye karar verdi. Balıkesir, Bursa, Uşak ve Trakya kısa sürede Yunan ordusu tarafından işgal edildi.

Ege felaketi üzerine 22 Haziran'da İstanbul'da toplanan Saltanat Şurası, Paris'e Sadrazam Damat Ferit Paşa başkanlığında ikinci bir heyet göndermeye karar verdi. Eski maarif nazırı (milli eğitim bakanı) Hadi Paşa, eski Şura-yı Devlet (Danıştay) reisi Rıza Tevfik Bey ve Bern Sefiri Reşat Halis Bey'den oluşan bu heyet, 10 Ağustos 1920'de Sevr Antlaşması'nı imzaladı. Ankara'daki Büyük Millet Meclisi antlaşmayı sert bir bildiri ile kınadı.

Antlaşmanın yürürlüğe girmesi için önce Meclis-i Mebusan'ın antlaşmayı görüşüp kabul etmesi, sonra da imzalamak üzere Vahdettin'e göndermesi gerekiyordu. Fakat antlaşma imzalandığı tarihte Meclis-i Mebusan kapalı olduğundan antlaşma mecliste görüşülemedi ve padişahın önüne gelmedi.[1] Dolayısıyla antlaşma hiçbir zaman yürürlüğe girmedi.

İtilaf Devletleri'nin bakışı

İtalya antlaşmadan hoşnutsuzluğunu açıkça bildirerek Osmanlı'dan yana tavır aldı. Fransa hükümeti antlaşmadan dolayı parlamentoda ve şekilde eleştirildi. ABD zaten bu sırada iç politik gelişmeler nedeniyle her türlü uluslararası girişimden çekilmişti. İtalya ile Fransa’nın onaylamamasının asıl nedeni ise İzmir’in Yunanlılara verilmesidir.

Antlaşma Hükümleri

  1. Sınırlar (madde 27-36): Edirne ve Kırklareli dahil olmak üzere Trakya'nın büyük bölümü Yunanistan'a, Ceyhan-Antep-Urfa-Mardin-Cizre kent merkezleri Suriye'ye bırakılacak, İstanbul Osmanlı Devleti'nin başkenti olarak kalacak;
  2. Boğazlar (madde 37-61): İstanbul ve Çanakkale Boğazları ile Marmara Denizi silahtan arındırılacak, savaş ve barış zamanında bütün devletlerin gemilerine açık olacak; Boğazlarda deniz trafiği on ülkeden oluşan uluslararası bir komisyon tarafından yönetilecek; komisyon gerekli gördüğü zaman Müttefik Devletlerin donanmalarını yardıma çağırabilecek;
  3. Kürt Bölgesi (madde 62-64): İngiliz, Fransız ve İtalyan temsilcilerinden oluşan bir komisyon Fırat'ın doğusundaki Kürt vilayetlerinde bir yerel yönetim düzeni kuracak; bir yıl sonra Kürtler dilerse Milletler Cemiyeti'ne bağımsızlık için başvurabilecek;
  4. İzmir (madde 65-83): Yaklaşık olarak bugünkü İzmir ili ile sınırlı alanda Osmanlı devleti egemenlik haklarının kullanımını beş yıl süre ile Yunanistan'a bırakacak; bu sürenin sonunda bölgenin Osmanlı veya Yunanistan'a katılması için plebisit yapılacak;
  5. Ermenistan (madde 88-93): Osmanlı Ermenistan Cumhuriyetini tanıyacak; Türk-Ermeni sınırını hakem sıfatıyla ABD Başkanı belirleyecek (Başkan Wilson 22 Kasım 1920'de verdiği kararla Trabzon, Erzurum, Van ve Bitlis illerini Ermenistan'a verdi.)
  6. Arap ülkeleri ve Adalar (madde 94-122): Osmanlı savaşta veya daha önce kaybettiği Arap ülkeleri, Kıbrıs ve Ege Adaları üzerinde hiçbir hak iddia etmeyecek;
  7. Azınlık Hakları (madde 140-151): Osmanlı din ve dil ayrımı gözetmeksizin tüm vatandaşlarına eşit haklar verecek, tehcir edilen gayrimüslimlerin malları iade edilecek, azınlıklar her seviyede okullar ve dini kurumlar kurmakta serbest olacak, Osmanlı'nın bu konulardaki uygulamaları gerekirse Müttefik Devletler tarafından denetlenecek;
  8. Askeri Konular (madde 152-207): Osmanlı'nın askeri kuvveti, 15.000'i jandarma olmak üzere 50.000 personelle sınırlı olacak, Türk donanması tasfiye edilecek, Marmara Bölgesinde askeri tesis bulunduramayacak, askerlik gönüllü ve paralı olacak, azınlıklar orduya katılabilecek, ordu ve jandarma Müttefik Kontrol Komisyonu tarafından denetlenecek;
  9. Savaş Suçları (madde 226-230): Savaş döneminde katliam ve tehcir suçları işlemekle suçlananlar yargılanacak;
  10. Borçlar ve Savaş Tazminatı (madde 231-260): Osmanlı'nın mali durumundan ötürü savaş tazminatı istenmeyecek, Türkiye'nin Almanya ve müttefiklerine olan borçları silinecek; ancak Türk maliyesi müttefikler arası mali komisyonun denetimine alınacak;
  11. Kapitülasyonlar (madde 260-268): Osmanlı'nın 1914'te tek taraflı olarak feshettiği kapitülasyonlar müttefik devletler vatandaşları lehine yeniden kurulacak;
  12. Ticaret ve Özel Hukuk (269-414): Türk hukuku ve idari düzeni hemen her alanda Müttefikler tarafından belirlenen kurallara uygun hale getirilecek; sivil deniz ve demiryolu trafiği Müttefik devletler arasında yapılan işbölümü çerçevesinde yönetilecek; iş ve işçi hakları düzenlenecek; eski eserler kanunu çıkarılacak vb.

Antlaşma bir yanda Britanya İmparatorluğu, Fransa, İtalya, Japonya, Belçika, Yunanistan, Hicaz Krallığı, Portekiz, Romanya, Ermenistan, Polonya, Sırp-Hırvat Cumhuriyeti ve Çekoslovakya ile, diğer yanda Osmanlı Devleti arasında imzalandı. ABD ve Rusya imza atmadılar.

Antlaşmanın Özellikleri

Sevr Antlaşması, öteki savaş sonu antlaşmaları, özellikle Versailles Antlaşması ve Avusturya-Macaristan'ı parçalayan Saint-Germain Antlaşması, b. Wilson İlkeleri'nde dile getirilen milliyet ilkesi, c. Müttefik devletler arası rekabetler bağlamında daha iyi değerlendirilebilir.

Antlaşma ile, nüfus çoğunluğu Türk olan yerlerin hemen hepsi (daha önce Balkan Savaşı'nda yitirilen Batı Trakya dışında) Türkiye'ye verilmiştir . Nüfus çoğunluğu Kürt olan bölgenin durumu belirsiz bırakılmıştır. Çoğunluğu Türk olan, ancak nüfus değişimi sonucu Rum nüfusun artması beklenen İzmir'in durumu da belirsizdir. Türk-Ermeni sınırının çizimi ertelenmiştir.

Padişahın şahsında simgesel bir egemenlik korunsa da, uygulamada Türkiye İtilaf devletlerinin ortaklaşa yöneteceği bir sömürge durumuna getirilmiştir. Burada dikkati çeken, müttefik devletler arasında gözetilen dengelerdir. Bir dizi önlemle, taraflardan herhangi birinin Türkiye üzerinde tek yanlı egemenlik kurmasının önüne geçilmiştir. Türkiye'nin yoğun Türk nüfusu barındıran Bulgaristan'la ilişiği koparılmıştır. Yunanistan'la Türkiye arasında Oniki Adalar yoluyla örülmüş olan İtalyan duvarı varlığını korumuştur.

B-Rusya İmparatorluğu’nun Sonu ve SSCB’nin Kurulması

   Lenin, Markstan aldığı fikirleri pratiğe aktarırken milletler arası mücadeleyi milletler üstü sınıf mücadelesine çeviriyordu. Lenin’e göre milletler arasındaki mücadele kapitalist emperyalizmin bir oyunuydu. Tüm emekçilerin çıkarlarını zedeleyen bu oyunu ancak tüm halkların emekçileri emperyalistlere karşı birleşerek bozabilirlerdi. O günkü Rus toplumunda büyük kabul gören bu fikirler milletler meselesini çok değişik bir platforma taşıyacaktı. Lenin esas mücadeleyi Çarlık rejimine karşı yürütüyordu. Çarlığı ortadan kaldırabilmek için mümkün olan her türlü birleştirici hareketi destekliyor, yönlendiriyor, kısacası amacına ulaşmak için fevkalade pragmatik davranıyordu.
    Lenin ve lideri olduğu Bolşevikler bir taraftan Çarlığa karşı mücadele ederken, diğer taraftan da yeni kurulacak devlet konusunda fikirler ortaya koyuyorlardı.
Başlangıçta (1895) sınıfsal bir yaklaşımla “Bütün dünya proleterleri birleşin!” sloganıyla proleter enternasyonalizmi savunan Lenin ve Bolşevikler, 1900’lü yılların başında İmparatorluğun farklı milletleri için kısmî bir “kendi kaderini tayin hakkı”nı kendilerine temel slogan olarak seçtiler. Bu dönemdeki eserlerinde Lenin, her milletin kendi devletini kurabilmesini ya da hangi devlet içerisinde olmak istiyorlarsa, onu serbestçe seçebilmeleri gerektiğini ifade eder ve bu doğrultudaki her türlü faaliyeti desteklemeyi Rusya Sosyal Demokratları’na tavsiye eder.
     Seçilecek devlet şekli konusunda 1900’lü yıllarda kısmî bir özerklik (avtonomiya) içeren merkezî devlet yanlısı olan Lenin, federalizmi şiddetle reddediyordu. S.G. Şaumyan’a yazdığı mektupta (Kasım 1913) Bolşeviklerin federasyon düşüncesinin karşısında olduklarını ve Rusya için federatif devlet modelinin kabul edilemez olduğunu ifade eder: “Demokratik merkeziyetçilik uygun olan alanlarda özerkliği (avtonomiya) kapsamaktadır. Fakat özerklikten farklı olarak Rusya için federasyon talebi ülkenin merkeziyetçiliği ve ekonomik gelişimi ile çelişmektedir… Biz prensip olarak federasyonun karşısındayız, çünkü o ekonomik ilişkileri zayıflatmakla beraber tek devlet için işe yaramaz bir tiptir” . Lenin’e göre özerklik, federasyondan farklı olarak Rusya’nın tek, merkezcil-demokratik devlete dönüşmesine engel olmamaktadır.
Fakat, 1910’dan sonra Finlandiya, Ukrayna, Kafkas Ötesi, Türkistan’ın ulusal hükümetlerinin ve Beyaz Rusya, Ukrayna, Litvanya, Letonya ve Estonya’nın ulusal burjuvazilerinin talepleri karşısında Lenin eski görüşünü değiştirip, Rusya için gelecekteki devlet modelinin federatif model olabileceğini kabul etmek zorunda kaldı . Federatif model 1917 Temmuz’unda yapılan I. Bütün Rusya Sovyetleri Kongresi’nde “Rusya, özgür cumhuriyetlerin birliği olsun“ kararıyla hukukî kesinlik kazanmış oldu.
Federatif modele yakınlaşma ile beraber Lenin, daha önce savunduğu ulusal-kültürel özerklik (natsionalno-kulturnaya avtonomiya) fikrini reaksiyoner bir şekilde reddedip milletler meselesinin çözümü için self-determination prensibinin ısrarlı savunucusu oldu. Lenin’in; “Rusya’nın sosyal-demokratları propogandalarında bütün ulusların kendi ayrı devletlerini kurmaları ya da içerisinde yaşamak istedikleri devleti seçmede özgür oldukları hususlarında ısrarcı olmalıdırlar” sözleriyle uluslara bağımsızlık vadediyordu. Ulusların bağımsızlık isteklerine bu derece destek olmak Çarlığı yok etme gayretinden başka birşey değildi.

        Birinci Dünya Savaşı, Rusya'da büyük bir yokluk ve sefalete yol açtı. Boğazların kapalı oluşu yüzünden dış yardım alamıyordu. 1916-1917 kışı ise çok sert geçmiş, açlık ve yakacak, giyecek bulunamaması, bütün Rusya'yı etkilemişti.
      Ve 1917 Şubatında ilk ihtilal patlak verir. 8 Mart 1917'de, Petersburg'da gösteriler başladı. Grevler yaygınlaştı. 12 Mart'ta "İşçilerin ve Askerler'in Sovyeti" kuruldu. Komutanlar da Çar'a, tahttan ayrılmasını öneriyorlardı. 15-16 Mart'ta Çar, tahttan ayrıldı. Devrimci Hükümet kuruldu.Nisan'da Petersburg'a gelen Lenin, "Ekmek, barış, özgürlük" sloganıyla geniş kitlelerin desteğini sağladı. Devrimci Sosyalistlerden Harbiye Bakanı Kerensky'nin Temmuz'da Alman Cephesi'nde taarruzu başarısızlıkla sonuçlanınca, yeni ayaklanmalar patlak verdi.
     Bolşeviklerin lideri Lenin kaçtı ve Trotsky tutuklandı. Hükümet düştü, Kerensky, Başbakan oldu ve 14 Eylül 1917'de de cumhuriyet ilan edildi. Artık ülkenin iç durumu iyice karışmıştı. Hükümet hala savaştan vazgeçmemekle en büyük hatasını yaptı.
     Köylülerin ayaklanması ile tüm Rusya karıştı. Bundan yararlanan Bolşevikler (aşırıcılar), ordunun da devrime karışmasından yararlanarak, "Askeri Devrim Komiteleri" kurdular. 7 Kasım 1917'de hükümet darbesi ile Bolşevikler iktidarı ele geçirdiler ve 8 Kasım'da Lenin Petersburg'a geldi.

Rus Ortadoks monarşisinin etnik kökene bağlı olmayan uyrukluk prensibini sonuna kadar muhafaza edememesi, daha evrensel bir tip olan enternasyonalizm savunucusu bolşevik-komunist hareketin Çarlık rejimi karşısında başarı kazanmasına neden oldu. Bolşeviklerin zaferi bir imparatorluktan daha evrensel bir diğer imparatorluğa (SSCB) geçişi sembolize etti.
İhtilal Rusya İmparatorluğu’nun yapısında radikal değişiklikler medana getirdi: En başta proleterya ile ulusal burjuvazi yer değiştirdi. Bolşeviklerin iktidara gelmesiyle Rusya içinde kuvvetlenme umudunu kaybeden ulusal burjuvazi self-determination sloganı ile girişilen Rusya’dan ayrılma hareketlerinin öncüsü oldu. Bu dönemde Rusya (90’lı yıllarda olduğu gibi) ardı ardına gelen “bağımsızlık” ilanları karşı karşıya kaldı ve imparatorluk karttan evler gibi dağılmaya başladı . İhtilalin ardından ilk olarak Ukrayna bağımsızlığını ilan etti (7 Kasım 1917) ve Ukrayna Halk Cumhuriyeti adını aldı. Ardından Beyaz Rusya, Finlandiya, Polanya, Tuva, Moldovya, Kuzey Kafkasya, Kafkasötesi ve Baltık cumhuriyetleri bağımsızlıklarını ilan ettiler. 1917-1920 yılları arasındaki iç savaş ve beraberinde getirdiği sosyal çalkantılar Rusya’daki ulusal problemleri iyiden iyiye kızıştırdı. İhtilal ülkedeki ulusal haraketleri özendirerek merkezkaç eğilimleri güçlendirdi. Fakat iç savaşın kazanan tarafı olan bolşeviklerin ülkenin büyük kısmında “savaş komünizmi” rejimini uygulamaları Ruslar dahil bütün halkların ulusal kendi kaderini tayin etme süreçlerini kestirip dondurmuş oldu. Kurulan totaliter rejim bilinçli olarak denatsionalizasyon ve standartlaştırma politikalarını uygulamaya koydu.
 İhtilalin ardından ideolojik, etnik ve coğrafî faktörlerin etkileri hesaba katılarak merkeze (Rusya Sosyalist Federatif Sovyet Cumhuriyeti RSFSC)’ye bağlı özerk cumhuriyetler kuruldu ve statüleri 1918 RSFSC Anayasası’yla hukukî kesinlik kazandı. Rusya Federasyonu’nun kurulmasındaki temel hedef “milliyet meselesi”ni devlet eliyle çözmek idi. Bu nedenle dünya tarihinde ilk olarak ulusal temele dayalı federasyonlar kuruldu: RSFSC, SSCB ve Kafkas Ötesi Federasyonu . Takip eden beş yıl sonunda (1917-1922) parçalanmış Rus İmparatorluğu’nu daha geniş bir coğrafyada tekrar canlandıracak olan Sovyetler Birliği kurulur (30 Aralık 1922). Böylece kendisi de bir federasyon olan RSFSC aynı zamanda 15 birlik cumhuriyetinden oluşan bir başka federasyonun (SSCB’nin) üyesi olur (1922-1991).
SSCB dağılana kadar RSFSC içerisinde idarî-bölgesel taksimata bağlı olarak 6 kray , 49 oblast , 2 cumhuriyet değerinde şehir (Moskova ve S. Petersburg), ulusal temele dayalı 16 özerk cumhuriyet, 5 özerk oblast ve 10 özerk okrug bulunuyordu. 1990’a kadar devam eden 70 yıllık süre içerisinde SSCB hukukî olarak konfederasyona ait özellikler taşıyan (ki bu cumhuriyetlerin SSCB’den ayrılma hakları vardı) federasyon olsa da uygulamada Komünist Parti tarafından kontrol edilen aşırı merkezî-bürokratik yapısıyla üniter devlet görüntüsü vermiştir.

    1924'te Lenin'in ölümünden sonra iktidarı eline geçiren Stalin, Sovyet Birliği'ni sanayileşmiş bir sosyalist ülke haline getirmek için ekonomik sorunları çözmeye çalışmıştır. Ancak, devletin askeri gücü olan Kızıl Ordu'nun silahlanmasını da ihmal etmemiştir. 1933'ten sonra Almanya'nın gelişmeye ve çevresini tehdit etmeye başlaması üzerine uluslararası alanda silahsızlanmayı savunmuştur. Sovyetler Birliği'nin önderlerine göre; kapitalist ve faşist devletler arasında çıkacak bir savaş sonucunda,her iki taraf yıpranacağından, dünyada sosyalizmin yayılması daha kolay olacaktır. Bu nedenle, yeni bir dış politika izleyerek, Almanlarla görüşmüşlerdir. Sovyetler Birliği, İkinci Dünya Savaşı'ndan önce önemli ölçüde güçlenmiştir.

     1990’a kadar geçen 70 yıllık sürede Rusya toprakları üzerinde ulusal hareketler ve bunları organize edebilecek milliyetçi kuruluşlar yaşam şansı bulamadılar, fakat bu, milliyetçiliğin tamamen üstesinden gelindiği anlamına gelmez. Zira, resmî ideolojiden farklı her türlü fikrin ve farklı oluşumun şiddetle bastırıldığı Stalin iktidarı döneminde bile Sovyet cumhuriyetleri ve diğer özerk birimlerde komünizm frazyolojisi ile kamufle edilmiş milliyetçi akımlar gizlice faaliyet imkanı bulabiliyorlardı. Gelişen süreç içerisinde Sovyetler Birliği halklarının görünüşteki mutlu birliktelikleri milliyetçi sloganların ağırlıkta olduğu protesto gösterileri ve mitinglerle sarsılmaya başladı. Bu eylemlerde Estonya ve Litvanyalılar bağımsızlık, Kırım Tatarları, İnguşlar, Mesket Türkleri ve Almanlar ulusal özerklik, Gürcüler, Aphazlar ve Ukraynalılar ulusal kültür ve dillerinin korunması, Kazaklar, Estonyalılar ve Aphazlar yerel olmayan halklar tarafından sömürülmeye son verilmesini ve nihayet Almanlar yurt dışına serbestçe çıkabilme hakkı istiyorlardı. Ülke geneline dağılan eylemler sonun başlangıcının ilk işaretcileri oldular.

 

BASMACILAR HAREKETİve 1916-1924 TURKISTAN BAGIMSIZLIK SAVASI[1]


   Bugünkü Ortaasya Cumhuriyetleri’nin bağımsızlık savaşımı, asal biçimini yirminci yüzyılın başlarında alır. Tüm Ortaasya topluluklarında başlayan bu karşıt-Bolşevik devinimin adı Basmacı Hareketi’dir. Aslında ulusal toplumculuk’un / milli sosyalizm’in en büyük savunucusu olan Mir Seyit Sultangaliyev’in de ışığı olan bu devinim yenilgiyle sonuçlanır. Bağımsızlıklar yetmiş yıl ertelenir.
    Ulusal özerklik girişimlerinin, Sovyetler tarafından tıpkı domino taşları gibi yıkılması, Türkistan bağımsızlık ateşini söndüremez. Rus ve Sovyet karşıtları silahlanıp bağımsızlık için dağlara çıkar. Bu bağımsızlık devinimi, Ruslar tarafından dünyaya önemsiz bir olay gibi; Basmacılık / Basan-haydutluk edenlerin devinimi olarak tanıtılmaya çalışılır. Türkistan’daki bu ayaklanmanın asıl gücü köylülerdir. Sonrasında küçük tecimen ve sanatkârlar, din adamlarıyla yenilikçiler de katılır.
    Fakat ayaklanma, önderleri olmasına karşın, merkezi örgütlenmeden yoksundu. 1918 yazına değin, devinimin önderliğini Ergaş Korbaşı yapar. Sonrasında Mir Muhammed Beg Hacı Koşakoğlu denetiminde sekiz bölge komutanlığı kurularak örgüt genişletilmeye çalışılır. Ulusal başkaldırıyı yöneten güçler, Kasım 1919’a değin Fergana’nın büyük bir kısmını denetim altına alırlar.
     Sovyet yöneticileri, bunun karşısında önce beş kişilik bir başkaldırı yarkurulu, sonrasında üç kişilik Fergana Cephesi kurarak, Basmacıları bastıracak önlemler almaya çalışır. Bu yarkurullar ve Kızıl Ordu başarısız olunca Fergana’da askeri yönetim oluşturulur. Bu bölgeden sonra Buhara ve Hive’de hızla yayılan Basmacılık Hareketi’ni, Ruslar, eskiden olduğu gibi kısa sürede bastıracaklarını sanar. Ancak, karşıtına daha da kitlesel duruma dönüştüğü gibi Buhara ve Harezm üzerine gönderilen Sovyet birlikleri de başarısız olur.
     Cüneyd Han ve diğerlerinin Harezm’de başladığı silahlı savaşımları bütün hızıyla sürer. Buhara’da ise Ulusalcı Yenilikçiler’in önderliğinde Sovyetlere karşı savaşım başlar. Bundan ötürü, üç merkezde gelişen başkaldırı, Sovyetlerin Türkistan’da varlığını tehlikeye sokar. Bunun için 3 Eylül 1919’da Türkistan Cephesi’ni açar. Cephe komutanlığına Frunze atanır. 22 Şubat 19920’de Taşkent’e gelerek Ulusal başkaldırıyı bastıracak tasarımlar yapmaya başlar.
     Yeterli sayıda silah olmayışı Türkistan halklarının işlerini zorlaştırır, Kızıl Ordu karşısında ağır kayıplar verir. Yetke eksikliğini gidermek üzere Fergana’da 24 Eylül 1919’da Mehmed Emin Beğ başkanlığında Fergana Hükümeti kurulur. Silah yardımı için Afganistan’a ve İngilizlere elçiler gönderilir ise de, bir sonuç alınamaz. Ayrıca hükümetin oluşumuna karşın başkaldırıyı yöneten önderler arasında birlik sağlanamaz. Üstelik kabilecilik ve bölgecilik de işe girince; hedefe varmada yol alınamaz.
     Tam bu sırada Enver Paşa’nın Türkistan’da görülmesi ve önderliği olurlaması, savaşıma yeni bir yön verir.
Enver Paşa, Eylül 1920’de Bakü’deki, “Doğu Milletleri Kongresi”nde; yeterli bilgi sahibi olduğu Türkistan Başkaldırısı’nın, Buhara’ya vardığında çok kritik bir aşamada olduğunu görünce ivedilikle savaşıma başlar. Büyük ordulara komuta eden Enver Paşa’nın başkaldırıya önder olarak katılması, tüm savaşımcılar tarafından sevinçle karşılanırken; başta Zeki Velidi, Buhara Emiri ile veziri ve bir kısım Sovyet yanlılarınca hoş karşılanmaz.
    Tüm karşıolumlara karşın, Orta Asya İslam Devleti kurmak ereği ile ki, tüm Türkistan sınırlarıdır bu, Sovyetlere karşı savaşımı başlatır. 19 Mayıs 1922’de Sovyet hükümetine bir kesinuyarı / ültimatom vererek Kızıl Ordu’nun Türkistan’ı boşaltmasını ister. Sovyetlerin Türkistan’dan çekilmeyeceği anlaşılınca, savaş başlar. Top ve makineli tüfeklerden yoksun Enver Paşa’nın ordusunun ilk utkusu / zaferi Duşenbe’yi Ruslardan kurtarmak olur.
    Ama üstün silahlara sahip Rus ordusu, 15 Haziran 1922’de Türkistanlı diğer önderlerin yardım etmemesinden ötürü ikinci savaşta Enver Paşa’yı yenilgiye uğratır. Buharalı önderlerin yardım istemini geri çevirmeleri, üstelik yardım etmek isteyen Afganlıları engellemeleri üzerine Enver Paşa, Duşenbe yakınlarındaki Belcuvan köyüne çekilir. 4 Ağustos 1922’de ansızın Rusların baskınına uğrayıp makineli tüfek ateşiyle şehit olur. Yirmi bin savaşçının gözyaşları içinde toprağa verilir. Onun ölümü üzerine Türkistan Bağımsızlık Devinimleri zayıflar. Diğer yönden Sovyetler, Türkistan’daki Kızıl Ordu birliklerini güçlendirir. 1923 yazından 1924 yazına değin başkaldırıya katılanların bölgeleri işgal edilir. Çarpışanların önemli bir kısmı kurşuna dizilir. Çok azı da, İbrahim Bey önderliğinde Afganistan’a kaçar ve 30 Mart 1931’de vatanına dönerek yeniden savaşıma katılır. 3–19 Nisan tarihleri arasında yapılan savaşları kaybedince, 23 Haziran 1931’de arkadaşları ile birlikte kurşuna dizilir.

C-GEÇİCİ BARIŞ

 

     1919-1939 yılları arasında yaşanan olaylar dünyamızı adım adım bir dünya savaşına doğru sürüklemiştir.  Zira, Birinci Dünya Savaşı sonunda yapılan antlaşmalar Avrupa'nın ve dünyanın güçler dengesini yeniden düzenlemişti. Avusturya-Macaristan, Alman ve Osmanlı İmparatorluklarının dağılması uluslararası alanda önemli boşluklar yaratmıştı. Bu imparatorlukların paylaşılması için yapılan antlaşmalar ve kurulan statü bir düzen sağlamamıştı. Barış antlaşmalarındaki haksızlık ve adaletsizlikler, başka bir büyük savaşın gerekçesi olarak görülmüştür. Bu nedenle antlaşmaların ilk yıllarından itibaren barışın sürekliliğini sağlamak üzere çeşitli önlemler alınmak istenmiştir.

     Böylece, barış antlaşmaları harita üzerinde bir düzen yaratmakla beraber, milletlerarası hayatta istikrarsız ve sallantılı düzenin bütün iç unsurlarını kapsamıştır. Bunun içindir ki, barış 1929-30 yıllarına kadar bir takım kaynaşmalarla ancak korunabilmiş, fakat bu yıllardan sonra olaylar bir eğik düzey üzerinde hızla yuvarlanarak, 1939 da İkinci Dünya Savaşının sert kayasına çarpmıştır.

 

Almanya Meselesi 

1) Fransa ve Almanya

Birinci Dünya Savaşı sonunda dört imparatorluğun yıkılmasının önemli sonuçlarından biri de, Fransa’nın kara Avrupasında kuvvetler dengesinde sivrilmiş olmasıydı. Bununla beraber, Çarlığın yıkılması, İngiltere’nin bir kıta devleti olmayışı ve Amerika’nın tekrar infirad politikasına dönmesi, Fransa’nın, güvenliği için duyduğu endişeden kendisini uzaklaştıramadı. Fransa Almanya’dan olduğu ağır intikamın, Almanya’da bir karşı-intikam duygusunu kışkırtacağını pek güzel anlamıştı. Bu sebeple, Almanya’dan duyduğu korku ve bu korku dolayısiyle ortaya çıkan güvenlik meselesi, 1919’dan itibaren Fransız dış politikasına egemen olan temel faktörler olmuştur. Fransa 1919 dan itibaren gelecekteki bir Alman saldırısına karşı tedbirler aramağa başlamıştır. Bu tedbirlerin başında “fizlk garantiler” geliyordu. Fransa daha barış konferansında, bir Alman saldırısını imkansız değilse bile etkisiz bırakacak maddi tedbirler peşinde koşmuş ve bunların en etkilisini de Ren bölgesini (Rheinland) Almanya’dan alarak kendi sınırları içine katmakta görmüştür. Fakat İngiltere ve Amerika, “yeni bir Alsace-Lorraine” meydana getirmekten korktukları için Ren Bölgesinin Almanya’dan ayrılmasına razı olmadılar. Bunun yerine Fransaya, bir Alman saldırısına karşı ortak garanti vermeyi teklif ettiler. Fransa Ren’i alamayınca bu teklife razı oldu ve 28 Haziran 1919 da, İngiltere, Amerika ve Fransa, bir Alman saldırısı halinde Fransaya askeri yardım vaadeden anlaşmaları imzaladılar. Lakin Amerikan Senatosu; hem Versay Antlaşmasını ve hem de bu anlaşmayı tasdik etmeyi reddedince, İngiltere’nin taahhüdü de yürürlüğe girmedi. Çünkü İngiltere Amerika ile birlikte ortak garanti vermişti. Bundan sonra İngiltere, 1922 Ocak ayında Fransaya, tek taraflı garanti vermeyi teklif etti. Fransa ise, İngiltere’nin askeri yardımını açık bir şekilde tesbit edecek bir konvansiyonun imzası şartiyle bu teklifi kabul edeceğini bildirdi. İngiltere bu kadar ileri gitmeye hazır değildi ve yaptığı teklifle Fransaya karşı şeref borcunu ödemişti. İngiltere Fransa ile bir ittifak imzalaması halinde, bunun bir Rus-Alman ittifakına sebep olmasından korkuyordu. Fransa, Almanyaya karşı İngiltere ile Amerikayı yanına alamayınca, Almanya etrafındaki küçük devletlerle ittifak antlaşmaları sistemi kurma yoluna gitti. Bunun için, daimi tarafsızlığına rağmen Almanya’nın saldırısına uğramış olan ve Almanyaya karşı Fransa kadar korku duyan Belçika ile 7 Eylül 1920 de bir ittifak imzaladı. İkinci ittifakı Polonya ile imzaladı. Polonya Almanya ve Rusya’dan toprak alarak kurulmuştu ve ayrıca Rusya’daki Bolşevik rejimle de bir savaş yapmıştı. Bu sebeple hem Almanya’dan ve hem de Rusya’dan çekiniyordu. Fransanın ittifak teklifi Polonya’nın bu korkusuna karşı bir garanti idi. Fransaya gelince, Alman tehlikesine karşı Rusya’nın yerine Polonyayı ikame etmek istedi. Fransa-Polonya Anlaşması 19 Şubat 1921 de imzalandı. Buna göre, taraflardan biri bir saldırıya uğrarsa, topraklarının korunması için alınacak tedbirler konusunda birbirlerine danışacaklardı. Fransa bundan sonra Küçük Antant devletleri denen ve Macaristan ile Bulgaristan’ın barış antlaşmalarına karşı duydukları hoşnutsuzluktan (revizyonizm) çekinen Çekoslovakya, Yugoslavya ve Romanya ile, bir saldırıya karşı birbirleriyle danışmayı öngören anlaşmaları imzalamıştır. Fransa-Çekoslovakya anlaşması 25 Ocak 1924 de, Fransa-Romanya anlaşması 10 Haziran 1926 da ve Fransa-Yugoslavya anlaşması da 11 Kasım 1927 de imzalanmıştır. Fransa’nın bu ittifaklar sistemi, 1815 den sonra Metternich’in almış olduğu tedbirlere benziyordu. Belçika, Polonya ve Küçük Antant devletleriyle yapmış olduğu bu anlaşmalarla modern bir Kutsal İttifak meydana getirmişti.

2) Almanya’nın İç Durumu

    Savaşın sonunda kıta Avrupasında Fransa kesin bir üstünlüğe sahip iken ve yukarıda belirttiğimiz kombinezonlarla da bu üstünlüğünü daha da kuvvetlendirirken, Almanya, mütareke gününden itibaren, iç siyasal ve ekonomik durumu itibariyle, her gün biraz daha çöküntüye doğru gitmekteydi. 1918 Kasım ayının ilk günlerinden itibaren Almanya’nın çeşitli yerlerinde sosyalist ayaklanmaların çıktığını, Almanya’nın savaştan çekilmesini açıklarken belirtmiştik. Mütarekenin imzasından ve Cumhuriyetin ilanından sonra bu ayaklanmalar gittikçe arttı ve Almanya içerde tam bir keşmekeşe uğradı. Rusya’daki Bolşevik rejimin de kışkırtmasiyle komünistler de bu karışıklıklarda aktif bir rol oynuyordu. Bu ayaklanma on gün kadar sürdü ve 13 Ocakta hükümet kuvvetleri tarafından bastırıldı. Bu arada 19 Ocak 1919 da da Kurucu Meclis seçimleri yapıldı. Kurucu Meclis, küçük Weimar kasabasında toplanmayı uygun buldu. Yeni Alman anayasası 11 Ağustos 1919 da yayınlandı. Almanya Welmar anayasası ile ilk defa demokratik bir düzene kavuştuğu sırada Versailles Antlaşması ortaya çıktı. Versay demokrat devletler tarafından Almanyaya empoze edilmişti. Bu şekilde Alman demokrasisi, Almanya’nın hezimeti ve Versay barışı ile sıkı sıkıya bağlanmıştı. Lakin devletlerin demokrat Almanyaya zorla kabul ettirdikleri bu barış, sağ ve sol, bütün Alman kamu oyunda büyük tepki ile karşılandı. Özellikle Almanya’nın savaştan sorumlu ve suçlu tutulması ve Hindenburg, Ludendorff, Von Tirpitz, Bethmann-Hollweg gibi 895 önemli kişinin Müttefiklere tesliminin istenmesi bütün Alman milletini ayağa kaldırdı. Bu durum karşısında Müttefikler gerileyerek isteklerini birkaç önemsiz kişiye indirdilerse de, bu, 1920 Martında bazı generallerin bir sağcı hükümet darbesi yapmaları için bir fırsat oldu. Bu darbe bir yıl önceki solcu darbeye cevaptı. Askerlerin hükümet darbesiyle Dt. Wolfgang Kapp Berlin’e gelerek hükümeti ele geçirdi. Alman hükümeti Stuttgart’a kaçmak zorunda kaldı. Lakin bu darbe ancak birkaç gün devam edebildi. Halk ve ordu Kapp’ı desteklemediği gibi solcuların kışkırtmasiyle Berlin’de grevler çıktı. Dr. Kapp tutunamıyacağını anlayınca kaçtı. Lakin Alman hükümeti de darbeye katılanları cezalandırmaya cesaret edemedi. Alman demokrasisi bu şekilde sol ve sağdan gelen diktatörlük tehlikeleri içinde çalkanırken, ekonomik durum da günden güne bir kaosa gitmekteydi. Versay ile yükletilen amansız tamirat borcu, enflasyonun bir çığ gibi büyümesine sebep oldu. Üretim ve ekonomik hayat felce uğradı. Siyasal çalkantılar da ekonomik hayatı tahrip ediyordu. 1923 yılı ekonomik krizin en yüksek noktasını teşkil etti. 1923 Şubatında Berlin’de bir kilo et 3.400 Mark iken, Kasım ayında bu fiyat 280 milyar Mark idi. 1921 de bir Dolar 70 Mark iken, 1923 Kasımında bir Dolar 840 milyar Mark idi. Vergiler devlet masraflarının ancak % 2’ sini karşılıyordu. Solcuların kışkırtmasının da etkisiyle memlekette grevler artarken ve halk dükkanları yağma ederken, öte yandan Nasyonal-Sosyalist Partisinin lideri Adolf Hitler, hükümeti “Soyguncular Hükümeti” diye adlandırıyor ve “Diktatörlük istiyoruz” diye bağırıyordu. Ekonomik durum 1924’den itibaren yavaş yavaş düzelme işaretlerine kavuştu. Bunda tamirat borçlarının akla yatkın ve mantıki bir düzene sokulması büyük rol oynadı.

3) Tamirat Borçları

  Versay Antlaşmasına göre, Almanya, Müttefik ve Ortak devletlerin sivil halkına ve mallarına yaptığı zararları da ödeyecekti ki, savaş tazminatının adı bu suretle Tamirat Borcu’na çevrilmiş olmaktaydı.Tamirat borcunu Müttefikler ve özellikle Fransa, Almanyayı adamakıllı ezmek için bir vasıta olarak görmüş ve bunun için de borçson derece yüksek tutulmuştu. Bu ise Alman milletinin Fransaya olan kızgınlığını şiddetlendirmekten başka bir şeye yaramadı. İki savaşarası devresinde Müttefiklerin hiçbir konferansı yoktur ki, tamirat borçları söz konusu olmasın ve her seferinde de bu borç biraz daha indirilmiş bulunmasın. Gerçekçi olmayan bu borçlar, sonunda, çok az bir ödeme ile sıfıra ulaştı. Tamirat borçlarını tesbit etmek için bir müttefikler arası komisyon kurulmuştu. Komisyon 1921 Ocak ayında borcun miktarını 56 milyar Dolar olarak tesbit etti. Almanya buna itiraz etti ve Komisyon Mayıs ayında borcu 33 milyar Dolara indirdi. Fakat bu da Almanya’nın ödeme kabiliyetinin çok üstündeydi. Buna rağmen Müttefik baskısı karşısında Almanya boyun eğdi ve Ağustos ayında 250 milyon Dolarlık ilk taksiti ödedi. Fakat, bu, bundan sonraki üç yıl içinde Almanya’nın para olarak ve tam olarak ödeyeceği son taksiti de teşkil etti. 1921 yılı sonunda Almanya, borçlarını ödeyemiyeceğini, kendisine beş yıllık bir tecil süresi tanınmasını istedi. İngiltere, Almanya’dan tamirat borcu alamıyacağını gördüğü için, bu isteği müsait karşıladı. Çünkü savaştan önce Almanya İngiliz ekonomisi için iyi bir pazardı. Halbuki şimdi böyle değildi. İngiltere Almanya’nın satın alma gücünün tekrar kurulmasını istiyordu. Fransa ise tamirat borçlarını Almanyaya muhakkak ödetmek istiyordu. Bu sebeple İngiltere ile Fransa arasında görüş ayrılığı çıktı. Borçların tecili konusunda yapılan görüşmeler 1922 yılı sonuna kadar sürdü. Fransa bir sonuç alamayınca, Belçika ile birlikte 1923 Ocak ayında Rhur bölgesini işgal etti. Rhur sanayiine de el koyup Almanyaya borçlarını bu şekilde ödetmek istiyordu. Rhur’un Fransa tarafından işgali, bir yandan İngiliz-Fransız münasebetlerini, bir yandan da Fransız-Alman münasebetlerini gerginleştirdi. Fransa ile Almanya arasında bir savaş havası esiyordu. Rhur’daki Almanlar pasif mukavemete başvurdular. Alman işçileri işlerini terkettiler. Demiryolu personeli Fransızlardan emir almayı reddettiler. Posta ve telgraf memurları Fransız ve Belçikalıların mektup ve telgraflarını göndermediler. Gönüllü Alman milisleri baltalama hareketlerine giriştiler. İngiltere ve Amerika, Fransa’nın bu hareketini tepki ile karşılamış ve kamu oyu Almanları destekliyordu. Fakat bu gelişmeler dolayısiyladır ki, Alman Mark’ı günden güne kıymetten düştü ve Almanya bir çöküntünün kenarına geldi. Bu ekonomik krizle birlikte Almanya’nın içinde de siyasal durum tekrar karıştı. Fransızlar Almanların mukavemetini kırmak için separatist hareketleri kışkırttılar. Bunun sonucu olarak Rhur bölgesinde bir Ren Cumhuriyeti kuruldu. Fransa Rhur’u Almanya’dan ayırmak istiyordu. Palatinat muhtariyetini ilan etti. Saksonya ve Thuringen’de separatist komünist hükümetler kuruldu. Bavyera’da 1923 Kasımında Hitler ve Ludendorf liderliğindeki Nasyonal Sosyalist İşçi Partisi bir hükümet darbesine teşebbüs etti ve birkaç gün için hükümeti ele geçirdi. Fakat bu karşılıklı sertlik içinde hem Almanya ve hem de Fransa, zorlama ile isteklerini gerçekleştiremiyeceklerini anladılar. 1923 Eylülünde başbakanlığa gelen Gustav Stresemann pasif mukavemeti durdurdu. Fransa da baskı yoluyla Almanya’ya para ödetemiyeceğini gördü. Öte yandan İngiltere ile Amerika da araya girmişler ve bu meselenin çözümlenmesini istiyorlardı. Her iki devlet de birer komite kurarak Almanya için bir ödeme planı hazırladılar. Sonunda Amerikalı Charles G. Dowes’in ödeme planı,1924 Ağustosunda Londra’da imzalanan bir protokolla kabul edildi. Dawes Planı ile Almanya için toplam bir borç tesbit edilmemiş, sadece 250 milyon dolardan başlamak üzere ve artan bir miktarda yıllık taksitler belirtilmişti. Ayrıca, Almanyaya 200 milyon dolar borç verilecekti ki, bunun yarısını Amerika üzerine aldı. Nihayet, Daws Planına göre, Rhur da boşaltılacak ve Almanlara geri verilecekti. Dawes Planı, Almanyaya bir rahatlık getirdi. Yeni bir para sistemi ile ekonomisini düzeltti. Mark’ın kıymeti yükselmeye başladı. Üretim arttı ve Almanya’nın milletlerarası ticareti genişledi. “Made in Germany”, dünya ticaretinde yeniden alışılan bir isim oldu. Dawes Planı ile Fransız-Alman münasebetleri de düzeldi ve Lokarno’ya varan yolu açtı. Dawes Planı dört yıllık bir ödeme sistemi kabul etmişti. Bu sebeple 1929 yılında tamirat borçları meselesi yine ele alındı. Fransız-Alman münasebetleri artık iyi olduğundan meseleye iyi niyetle girildi. Fakat tartışmalar yine çetin oldu. Sonunda, 1930 Ocak ayında, Dawes Planının hazırlanmasında rol oynamış bulunan Owen D. Young’in hazırladığı Young Planı kabul edildi. Bu plana göre, Almanya yılda 391 milyon olmak üzere 22 taksit ödeyecekti ki, bunun tutarı 26 milyar dolar kadar yapıyordu. Fakat bu planı yürütmek mümkün olmadı. 1929-30 dünya ekonomik buhranı dolayısiyle Almanya borcunu yine ödeyemeyeceğini bildirdi. Bunun üzerine Amerika Cumhurbaşkanı Herbert Hoover’in teklifi üzerine, 1931 de, borçların bir yıl için tecili hususunda Hoover Moratoryumu kabul edildi. Lakin bu tecil de fayda etmedi. Çünkü dünya ekonomik buhranı bütün memleketleri sarsmıştı. Bu sebeple, 1932 Haziranında Tamirat Komisyonunun Lausanne’da yaptığı bir toplantıda, Almanya’nın son defa olarak 750 milyon dolar ödemesine ve borçların üzerinden sünger geçirilmesine karar verildi. Almanya’nın ödediği tamirat borcunun tutarı bu suretle ancak 5.5 milyar dolar oluyordu. Tamirat Borçları hikayesi de bu şekilde kapandı.

4-Locarno Antlaşması

1 Aralık 1925'te, Londra'da imzalandı.Birinci Dünya Savaşı'nı sona erdiren antlaşmalar ve Milletler Cemiyeti'nin kurulmasına rağmen Fransa'nın Almanya'dan gelebilecek muhtemel tehlikelere karşı endişeleri devam etti. Bu endişenin temel sebebi; Versay Antlaşması ve Fransa'nın Almanya'yı ekonomik bakımdan çökertmek için izlemiş olduğu tamirat borçları sorunu idi. Borçların tecili konusunda netice alınamayınca Fransa 1923'de Almanya'nın Rhur sanayi bölgesini işgal etti. Bu durum, tarafları tekrar savaş durumuna getirdi. Ancak, Amerika ve İngiltere gerginliği gidermek için aracılık teşebbüsünde bulundular. Sonunda Amerikalı Charles G. Daves'in ödeme planı, 1924 Ağustos'unda Londra'da imzalanan bir protokol ile kabul edildi. Daves Planına göre; Almanya'nın 250 milyon dolardan başlamak üzere ve artan miktarda yıllık taksitler halinde Fransa'ya ödeme yapması kararlaştırıldı. Buna karşılık Fransa'da Rhur bölgesini boşaltmayı taahhüt etti. Daves Planı dört yıllık bir ödeme sistemini içermekteydi. Bu sebeple 1929 yılında tamirat borçları tekrar gündeme geldi. Tartışmalar tekrar başladı ise de, 1930 Ocak'ında Young Planı kabul edildi. Bu plana göre; Almanya'nın yılda 391 milyon olmak üzere 22 taksitle 26 milyar Dolar ödeme yapması kararlaştırıldı. Ancak, 1929-1930 dünya ekonomik buhranı ödemeleri güçleştirdi. 1932'de yapılan bir toplantıda Almanya'nın toplam 750 milyon Dolar ödeme yaparak tamirat borçları sorununun sona ermesi kararlaştırıldı.

Almanya ve Fransa arasında ortaya çıkan tamirat borçları sorununun uzlaşmaya dönüşmesi iki ülke arasındaki ilişkileri olumlu yönde etkiledi ve bir güvenlik ortamı oluşturdu. Alman Hükümeti Şubat 1925'te Fransa'ya bir nota göndererek karşılıklı güvenlik paktı kurulmasını teklif etti. Bunun üzerine 5 Ekim 1925'te Fransa, Almanya, İngiltere, İtalya, Polonya, Belçika ve Çekoslovakya arasında İsviçre'de Locarno'da bir konferans toplandı. Konferansta hazırlanan antlaşma esasları l Aralık 1925'te, Londra'da imzalandı.

Devletleri savaştan korumak ve anlaşmazlıkların barışçı yollarla çözümlenmesini öngören Locarno Antlaşmasına göre:

a. Almanya, Fransa ve Belçika sınırlarının kesin ve sürekli olduğunu kabul ediyordu. Anlaşmazlık çıkması durumunda sorun Birleşmiş Milletler Cemiyeti'ne intikal ettirilecekti. İngiltere ve İtalya'da tespit edilecek statükonun kefili olacaklardı.

b. Tüm anlaşmazlıklar Barış yolu ile çözümlenecekti.

c. Bu antlaşma, Almanya'nın Milletler Cemiyeti'ne üye olmasıyla yürürlüğe girecekti. Almanya 1926'da Milletler Cemiyeti'ne üye oldu ve tekrar uluslararası işbirliğine girmiş oldu. Locarno Antlaşması ile Avrupa'da yeni bir dönem başlamış oldu. Ancak bu durum uzun sürmedi. 1929 dünya ekonomik bunalımı, Hitler ve Musolini faktörleriyle tekrar yeni ivmeler kazanmaya başladı. Üç tugaydan oluşan bir Alman tümeni, 7 Mart 1936 sabahı silahtan arındırılmış Ren bölgesine girmiştir. Aynı gün Hitler, [Reichstag]]'da yaptığı konuşmayla Almanya'nın kendini Lokarno Paktı'na bağlı saymadığını dünya kamuoyuna ilan etmiştir.

      Dönemin Fransız Genel Kurmay Başkanı General Gamelin, Majino Hattı'nın bu bölgesine 13 tümenlik bir kuvvet yığmıştır. Ne İngiltere ne de Fransa, duruma bunun dışında bir tepki vermemişlerdir. Bu askeri manevraya karşın Hitler geri adım atmamış, Ren bölgesindeki durumu bir oldu-bitti'ye getirmiştir.

5-SOVYET RUSYA VE BATILILAR

 

     Locarno Antlaşmalarının arifesinde dünya basınına da intikaleden ve İngiltere’nin güvenlik politikasını tesbit eden bir İngiliz memorandumunda şöyle diyordu: Avrupa bugün üç esaslı unsura bölünmüştür: Galipler, Mağluplar ve Rusya... Rusyaya rağmen ve belki de Rusya dolayısiyle, bir güvenlik politikası tesbit etmek zorundayız. 1925 de Avrupa’nın sakin bir havaya kavuştuğu bir sırada belirtilen bu görüş, Batılılar için daha Bolşevik İhtilalinin hemen ertesinden itibaren ortaya çıkmıştı. Bolşeviklerin 1918 Martında Almanya ile barış yapmaları, Müttefikleri önemli bir tehlike ile karşı karşıya bıraktı: Doğu cephesinde serbest kalan 40 tümenlik bir Alman kuvveti Batı cephesine sevk edilebilirdi.Rusya’nın kendi cephesini kendisinin tasfiye etmesi karşısında Müttefikler, kendileri Rusya’da bir cephe açmaya karar verdiler. Bu cepheye ayıracak kuvvetleri olmadığından bu konuda Birleşik Amerika ile Japonyaya dayanmak istediler. Fakat bu konuda da esaslı bir işbirliği ve anlaşma meydana gelmediğinden, Rusyaya yapılan müdahale gayet dağınık oldu. 1918 Martında İngilizler, Murmansk Sovyetinin Batılılara olan sempatik davranışından faydalanarak Murmansk’a bir kısım kuvvet çıkardılar. Uzakdoğuda da Japonlar Nisan ayı başında, küçük kuvvetlerle Vladivostok’a çıktılar. Ağustosta İngiliz ve Fransızlar, bolşevik aleyhtarı unsurlara dayanarak, Arkhangelsk limanını işgal ettiler ve Eylül ayında bunlara bir kısım Amerikan kuvvetleri de katıldı. Rusya’daki binlerce Çek esiri, 1918 ilkbaharında Vladivostok’a sevkedilirken, Doğu Sibirya’da ayaklanınca, 1918 Eylülünde Amerika ve Japonya binlerce kişilik bir kuvveti Doğu Sibiryaya soktu.

       1918 Kasımında Almanya’nın mütarekeyi kabul etmesi ile Müttefikler için son derece zayıf olan Rus cephesinin önemi de kalmıyordu. Lakin özellikle Fransa’nın ısrarı ile, Rus cephesi için başka bir amaç ortaya çıktı. Bolşeviklerin daha önce yapmış oldukları self-determination vaadlerine dayanan milli azınlıklar bağımsızlık veya muhtariyet için ayaklanmışlardı. Öte yandan Çarlık taraftarı askerler de Rusya’da bir iç savaş çıkarmışlardı. Sibirya’da Amiral Kolchak, güney Rusya’da Denikine ve Wrangel Bolşeviklere karşı savaş yapmaktaydılar. Şimdi Müttefikler bu Bolşevik aleyhtarlarını destekleme yoluna gittiler. 1918 Aralık ayında Fransa Odesso’ya yeni kuvvetler çıkardı. Fakat Batılıların bu çabaları bir sonuç vermedi ve Bolşevikler 1921 yılında içerdeki bütün mücadeleleri kazanıp tasfiye ettiler. Müttefikler de Rusya’dan kuvvetlerini çektiler. Fakat Polonya meselesi Batılılarla Sovyet Rusya arasında daha çetin bir çatışma konusu oldu. Polonya barış antlaşmaları ile bağımsızlığını aldıktan sonra, 1772 Polonyasını gerçekleştirmek için ve Rusya’nın da içinde bulunduğu güçlüklerden faydalanarak, 1920 yılı başında Ukraynaya girmek istedi. Sovyetler buna karşı koydukları gibi, yaz ortalarında Varşovaya kadar geldiler. Polonya neredeyse gidecekti. Bunun üzerine İngiltere ve Fransa Polonya’nın yardımına koştular ve Varşova önünde Sovyetler ağır bir yenilgiye uğradılar. Sovyet Rusya ile Polonya arasında 19 Mart 1921 de yapılan Riga Barışı ile Polonya topraklarını daha da genişleterek bu savaştan ayrılıyordu. Polonya’nın doğu sınırları Paris barış konferansında Curzon Çizgisi ile tesbit edilmiş, lakin bu sınır Polonyalıları tatmin etmemişti. Riga Barışı Polonya’nın doğu sınırlarını şimdi bu çizginin çok daha doğusuna götürüyordu. Açıktır ki, Batılıların bu davranışı Sovyet Rusya’da bir korku ve endişe ve Batılıların kendisini ortadan kaldırmak istedikleri gibi bir kanı uyandırmıştı. Esasına bakılırsa, Sovyetler de;, Batılılara güven verememişlerdi. Lenin ve Bolşevikler ihtilali yaparken Barış sloganını bol bol kullanmışlar, fakat bu barış ile aynı zamanda bir Dünya Proleter İhtilali’ni de gerçekleştirmeyi düşünmüşler ve bu amaçla da 1919 Martında İİİ’üncü Enternasyonel’i (Comintern) kurmuşlardı. Batılıların müdahalesi, iç savaş, ekonomik güçlükler ve özellikle 1919-20 yıllarında Almanya ve Macaristan’da yapılan komünist hükümet darbelerinin başarısızlığı karşısında bu fikirden vazgeçip, komünizmi önce Rusya’da yerleştirerek (socialism in one country), “Sovyet bahçesini korumaya” karar verdiler. Komünizmi memlekette yerleştirebilmek için de, ekonomiyi ayağa kaldırmak, Batı ile ekonomik münasebetlere girmek ve Batı’dan ekonomik ve teknik yardım almak zorundaydılar. Bunun içindir ki, Sovyetler Batı ile münasebet kurmak için büyük çaba harcadılar. Batılılar bir süre Sovyet Rusyayı resmen tanımaktan kaçındılar. Fakat ortada bir gerçek vardı ve bu gerçeğe de gözlerini kapayamazlardı. Bu sebeple, ilk önce İtalya Ocak 1924 de ve onun arkasından da Şubat 1924 de İngiltere, Ekim 1924 de de Fransa yeni Sovyet rejimini tanıdılar. 1922 denönce ve sonra da diğer devletler tarafından tanınmıştır. Birleşik Amerika ancak 1933 yılında Sovyet rejimini resmen tanımıştır.

 

6) Sovyet Rusya ve Almanya: Rapallo

 

 Sovyet rejiminin Batılılar tarafından tanınması Sovyet Rusyayı Batı ile normal diplomatik münasebetlere kavuşturmuş olmaktaydı. Lakin bu tanıma işi iki taraf arasında karşılıklı güvenin kurulması için yeterli olmadı. Sovyetler, 3’üncü Enternasyonal vasıtasiyle milletlerarası komünist hareketlerini ve Batılı memleketler komünist partilerini Moskova’dan idare etmekten hiçbir zaman vazgeçmedikleri gibi, Batılılar da, doktrini itibariyle kendi düzenlerini yıkma amacını güden Sovyet Rusyaya karşı bir türlü itimad duyamadılar. Bu durum, iki -savaş- arası devresinde Sovyetlerle Batılılar arasındaki münasebetlerin başlıca özelliğini teşkil eder. Buna karşılık Versay düzeninin ilk yıllarından itibaren, intikamcılığın ezikliği altında bulunan Almanya ile Avrupa toplumu dışında bırakılmış olan Sovyet Rusya arasında bir yakınlaşma, belirli bir şekilde ortaya çıkmıştır. Başlangıçta Almanya Sovyetlerle bir yakınlaşmayı düşünmüş değildi. Çünkü, mütarekeden itibaren Almanya’da kuvvetli bir şekilde ortaya çıkan komünist faaliyetlerinde Moskova’nın oynadığı rol Weimar Cumhuriyetinin gözünden kaçamazdı. Fakat 1920 yılından itibaren, Batılıların tamirat borçları dolayısiyle Almanyaya yönelttikleri sert muamele, Almanya’nın ümitlerini kırmış ve Alman kamu oyunda küçümsenemiyecek bir değişiklik meydana getirmiştir. 1922 Nisanında Cenova’da toplanan dünya ekonomik konferansı, Almanya ile Sovyetleri bir kader birliği içinde bıraktı. Bu konferansta Alman delegasyonu adeta bir kenara atıldığı gibi, Sovyetlerle Batılılar arasında da gergin bir hava ortaya çıktı. Batılılar, özellikle Fransa’nın ısrarı ile, Sovyetlerden, Çarlık Rusyasının borçlarını ödemesini ve Rusya’da devletleştirilen Batılılara ait malların tazmin edilmesini istediler. Sovyetler hiçbirini kabul etmediler. Almanların ve Sovyetlerin Cenova’da karşılaştıkları bu durum, ikisi arasında tabii bir yakınlaşma meydana getirdi ve Sovyetlerin teklifi üzerine başlayan görüşmeler sonunda, 16 Nisan 1922 de, Cenova yakınlarında Rapallo’da bir antlaşma imzalandı. Rapallo antlaşması, hükümleri itibariyle önemli değildi. İki taraf aralarında normal diplomatik münasebetleri kuruyorlar ve savaşın sonuçları itibariyle karşılıklı olarak her türlü iddialarından vazgeçiyorlardı. Fakat antlaşmanın siyasal önemi büyüktü. Versay Antlaşmasına imzasını koymayı reddedip istifa eden Dışişleri Bakanı Brockdorff-Rantzau’ın dediği gibi, bu antlaşma Almanya için, Versay’ın kötülüklerinin Moskova kanalı ile tashih edilmesiydi. Gerçekten, Cenova Konferansında Sovyet delegasyonunun sözcüsü Rakovsky, gazetecilerin bir sorusu üzerine “Versay Antlaşması mı? Ben böyle bir şey bilmiyorum” demişti. Sovyetlere göre, Rapallo, Versay aleyhtarı devletlerin Versay devletlerine karşı sessiz bir protestosu idi. Bundan başka, bu antlaşma “emperyalist devletler arasındaki bölünmeden” faydalanarak Sovyetleri yalnızlıktan kurtarıyordu. Rapallo Antlaşması Batılılar arasında büyük heyecana sebep oldu. Fransa ve Polonya, Sovyetlerden, antlaşmanın gizli hükümleri olup olmadığını sordular. Halbuki antlaşmanın hiçbir gizli hükmü yoktu. Sovyetler Rapollo’dan büyük bir hoşnutluk duymakla beraber, Almanya’nın Locarno Antlaşmalarını imzalamasını endişe ile karşıladılar. Almanya’nın Batı ile anlaşmasının Rapallo Antlaşmasını etkisiz bırakmasından korktular. Locarno Antlaşmalarına varan diplomatik müzakereler başladığı zaman, Dışişleri Bakanı Çiçerin, 1925 Mayısında Sovyetler Kongresinde verdiği bir söylevde, Almanya’nın Batılılarla bir garanti antlaşması imzalaması ve Milletler Cemiyetine girmesi halinde, Almanya’nın, eşyanın tabiatı icabı, Sovyetlerle olan münasebetlerini eskisi gibi devam ettirememek zorunda kalabileceğini bildirdi. Bununla beraber, Sovyetler, Almanyayı ellerinden kaçırmamak için iki yola başvurdular. Biri, Polonya ile münasebetlerini düzeltmek oldu. Çiçerin 1925 Eylülünde Varşovayı ziyaret etti. İkincisi, Sovyetlerin ısrarı üzerine, 24 Nisan 1926 da, Berlin’de yeni bir Alman-Sovyet Antlaşması imzaladı. Buna göre, taraflardan biri bir saldırıya uğrarsa, diğeri tam bir tarafsızlık güdecek ve bir devletler koalisyonu tarafından birine ekonomik ve mali sanksiyonlar uygulanacak olursa, diğeri buna katılmayacaktı. Esasen Almanya, Locarno Antlaşmaları sırasında, Sovyetlere karşı uygulanacak sanksiyonlara katılmıyacağını Batılılara kabul ettirmişti. Bu şekilde Sovyet Rusya, Almanya’nın Batı Blokuna katılıp kendisine cephe alması tehlikesini önlemiş oluyordu. Berlin Antlaşması, Almanya’da, Bismarck’ın 1887’deki Karşılıklı Teminat Antlaşmasına benzetilmiştir. Alman-Sovyet münasebetlerinin bu durumu, 1933 de Hitler’in iktidara geçmesine kadar devam edecek ve bundan sonra iki devletin münasebetleri ters bir dönüş aldığı zaman, Sovyetler Rapallo ruhu’nu özlemle anacaklardır.

 

 

 

7) Sovyetlerin “Saldırmazlık ve Tarafsızlık” Politikası :

Sovyetlerin Almanya ile imzaladıkları Berlin Antlaşması, kendilerini, ancak Almanya yönünden tatmin etti. Fakat İngiltere ve Fransa’nın Sovyet Rusyayı yıkmak istediği ve her an savaş açabilecekleri korkusu yakalarını bırakmadı. Locarno’yu, herşeyden önce kendilerine yönelmiş olan bir blok olarak gördüler. İkinci olarak, Sovyetler, Milletler Cemiyetini de kapitalist devletlerin bir “emperyalist bloku” olarak görüyorlar ve özellikle Milletler Cemiyeti Paktının 16’ıncı maddesinde öngörülen sanksiyonların Batılılar tarafından kendileri aleyhine kullanılmasından kuşkulanıyorlardı. Nihayet, İngiltere ve Fransa tarafından 1924 yılında tanınmasına rağmen, Sovyet Rusya ile İngiltere ve Fransa arasında normal ve güven verici münasebetler kurulamadı. Çarlık Rusyasının Fransaya olan borçları meselesi, Fransız-Sovyet münasebetlerinin gelişmesinde en büyük engel oldu. Fransa’nın, Sovyet Rusya’nın sınırlarında bulunan Polonya, Çekoslovakya ve Romanya ile yakından ilgilenmesi de Sovyetleri hoşnut bırakmıyordu. Buna karşılık Sovyet Rusya’nın davranışları da Batılılar için güven verici olmaktan uzak kaldı. Sovyet Rusya 1927 yılının sonuna kadar dünya ihtilali tasarılarından vazgeçmedi ve İİİ’üncü Enternasyonal Sovyet diplomasisinde, Sovyet Dışişleri Bakanlığından daha nüfuzlu bir durumda bulunuyordu. 1927 yılı sonunda Trotzky’nin Komünist Partisinden tasfiye edilmesinden sonradır ki, Sovyet Rusya dünya ihtilali tasarısını ikinci plana attı. Sovyet Rusya, Batılılardan duyduğu bu korku ile ve Locarno’ya karşı bir tepki olarak, etrafını çevreleyen devletlerle bir “saldırmazlık ve tarafsızlık” politikasına girişti. Önemli olan, kendisine komşu olan devletlerin Batılıların bir saldırısına alet olmaması ve Sovyet Rusya’nın Batılılardan herhangi biriyle çatışması halinde bu komşu devletlerin tarafsız kalmaları idi. Bu politikanın ilk uygulaması Türkiye ile oldu. Bu sırada Musul meselesinden ötürü Türk-İngiliz münasebetleri iyi değildi ve 1921 den beri Türkiye dış politlkasında Sovyet Rusya’ya önem veriyordu. Bunun sonucu olarak 17 Aralık 1925 de Paris’de Türkiye ile Sovyet Rusya arasında bir dostluk ve saldırmazlık paktı imzalandı. Buna göre, taraflardan biri saldırıya uğradığı takdirde diğeri tarafsız kalacak ve birbirlerine saldırmayacakları gibi, birbirleri aleyhine yönelen ittifak veya siyasal anlaşmalara katılmayacaklardı. Bu anlaşma karşısında İzvestiya gazetesinin, “Paris’te imzalanan antlaşma savaş amacı ile değil, fakat barış amacı ile yapılmış olması bakımından, Locarno aleyhtarı bir harekettir” demesi Sovyetler bakımından ilgi çekicidir. Sovyet Rusya, 1926 yılında Finlandiya, Estonya, Letonya, Litvanya, Polonya ve Romanya ile, 1927 de Fransaya, aynı şekilde tarafsızlık ve saldırmazlık paktları teklif ettiyse de, bunlardan sadece Litvanya ile 28 Eylül 1926 da bir antlaşma yapmaya muvaffak olabildi. Bunun üzerine Asya tarafına döndü ve 31 Ağustos 1926 Afganistanla ve 1 Ekim 1927’de de İran ile saldırmazlık ve tarafsızlık antlaşmaları imzaladı. Görüldüğü gibi, Avrupa’daki sınırlarını saldırmazlık yoluyla korumak için harcadığı çabalar başarısız kalmıştı. Bu durum Sovyetleri, barış ve silahsızlanma politikasının üstüne daha fazla düşmeye sevketti. 1928 Ağustosunda, savaşı milli politika vasıtası olmaktan çıkarma amacını güden Kellogg Paktı’na katılmaya davet edildikleri zaman, Sovyetler, bu Paktın silahsızlanmaya gereken önemi vermemiş olduğunu belirtmekle beraber, buna katılmakta tereddüt göstermediler. Fakat bu Paktın yürürlüğe girmesi için Birleşik Amerika’nın tasdik etmesi gerekiyordu. Sovyetler bunu beklemeden, Estonya, Letonya, Litvanya, Polonya, Dantzig Serbest Şehri, Türkiye ve İran ile imzaladıkları “Litvinov Protokolü” ile anlaşmayı hemen yürürlüğe soktular. Kellogg Paktı ve Litvinov Protokolü, tarafsızlık ve saldırmazlık antlaşmaları imzalamamış olan devletlerle Sovyet Rusya arasında, bu çeşit antlaşmaların yerini almış oluyordu. Çiçerin’in yerine Dışişleri Bakanlığına 1929 da Litvinov’un gelmesi, Sovyet dış politikasında kolektif güvenlik politikasını açacaktır. Fakat 1933 de Almanya’da Hitler’in iktidara gelmesi, Sovyet Rusya için büyük bir korku kaynağı olacaktır. Batılıların Hitler’e karşı gereken sertlikte bir politika izlememeleri, Sovyet Rusyayı, Batılıların Hitler’i Rusya üzerine saldırtmak istedikleri gibi bir şüphe içinde bırakacaktır.

     Bolşeviklerin 1918 Martında Almanya ile barış yapmaları, İtilaf Devletlerini önemli bir tehlike ile karşı karşıya bıraktı : Doğu cephesinde serbest kalan 40 tümenlik bir Alman kuvveti Batı cephesine sevkedilebilirdi. Rusya’nın kendi cephesini kendisinin tasfiye etmesi karşısında Müttefikler ,kendileri Rusya’da bir cephe açmaya karar verdiler. Bu cepheye ayıracak kuvvetleri olmadığından bu konuda Birleşik Amerika ve Japonya ‘ya dayanmak istediler. Fakat bu konuda da esaslı bir işbirliği ve anlaşma meydana gelmediğinden Rusya’ya yapılan müdahale gayet dağınık oldu.

8-Milletler Cemiyeti'nin Kurulması

Birleşmiş Milletlerin kurulması hangi konferansta gündeme getirilmiştir?

Birinci Dünya Savaşı sırasında Amerika Birleşik Devletleri (ABD) Başkanı Wilson, barışın korunması için bir uluslararası örgütün kurulmasını gündeme getirmişti.Nitekim, savaştan sonra toplanan Paris Barış Konferansı'nda uluslararası örgütlenmeyi gerçekleştirmek üzere gerekli girişimler başlatılmıştı. Konferansın 15 Ocak 1919 tarihli oturumunda Milletler Cemiyeti'nin kurularak barış antlaşmalarında yer alması kararlaştırılmıştır. Bu oturumda ayrıca oluşturulacak bir komisyonun da Milletler Cemiyeti'nin sözleşmesini hazırlaması istenmiştir. Böylece uluslararası barışın, kurulacak bir örgütle korunması konusunda önemli bir adım atılmıştır.

 

Birleşmiş Milletlerin kurulma amaçları nelerdir?

Oluşturulan komisyonun hazırladığı sözleşme (misak) 28 Nisan 1919'da Konferansın Genel Kurulu'nda kabul edilmiştir. Bu çalışma sonucu Milletler Cemiyeti kurulmuştur. Cemiyet'in sözleşmesinin başlangıç bölümünde genel amaçlar ve üyelerin yüklendikleri sorumluluklar sıralanmıştır. Buna göre:

• Savaşa başvurulmaması konusunda birtakım yükümlülüklerin kabul edilmesi

• Gizlilikten uzak, adaletli ve onurlu uluslararası ilişkilerin sürdürülmesi

• Hükümetlerin bundan böyle uluslararası hukuk kurallarına kesinlikle uyması

• Örgütlenmiş halkların karşılıklı ilişkilerinde adaletin korunması ve antlaşmalardan

doğan bütün yükümlülüklerin yerine getirilmesi.

Sözleşmenin diğer maddelerinde de üyelik, cemiyetin yapısı, barışın sürekliliğinin sağlanması, antlaşmalar, uluslararası ilişkiler vb. konulara yer verilmiştir.

Birleşmiş Milletler hangi etkenden dolayı başarılı olamamıştır?

Bu sözleşme, Paris Barış Konferansı'nda yenilen devletlerle yapılan antlaşmalara "Birinci Bölüm" olarak konulmuştur. Buna göre, Cemiyet'in sözleşmesi ilk olarak Versailles Barış Antlaşması'na sokulmuştur. Merkezi Cenevre olan Milletler Cemiyeti, uluslararası sorunların çözümlenmesinde bir odak olarak düşünülmüştür. Ancak, Cemiyet büyük devletlerin etkisi altında kaldığından karşılaşılan uluslar arası sorunları çözememiştir. Bu nedenle 1930'lu yılların başlarından itibaren durumu sarsılmış ve güven duyulan bir kurum olmaktan çıkmıştı.

 

9-TUNA VE BALKANLAR

 

A) Avusturya

 

       St. Germain barışı ile Avusturya, sadece Alman unsuruna dayandığından, bir milli birliğe kavuşmuş ve bu da onun için küçümsenemiyecek bir avantaj teşkil etmiştir. Lakin ekonomik bakımdan St. Germain düzeni Avusturyayı bir ekonomik garabet haline sokmuştur.

       Avusturyalılar bunun çaresini Almanya ile birleşmede (Anschluss) gördüler. Lakin Versay ve St. Germain antlaşmaları bunu yasaklamıştı. Üstelik Avusturyaya bir de tamirat borcu yüklenmişti. Avusturya’nın Anschluss niyeti ile karşılaşan Milletler Cemiyeti, tamirat borcundan vazgeçip Avusturya için bir yardım programı kabul etti.

      Avusturya, 1922 Ekiminde İngiltere, Fransa, İtalya ve Çekoslovakya ile imzalamış olduğu Cenevre Protokolü ile, herhangi bir devletle bağımsızlığını tehlikeye düşürecek bir şekilde, ekonomik veya mali anlaşma yapmamayı taahhüt etti.

      1929 ekonomik buhranı Avusturyayı iflasla karşı karşıya bırakınca, 1931 yılında Almanya ile bir gümrük birliğine gitmek zorunda kaldı. Hatta bu birleşmenin Protokolü de hazırlandı. Lakin özellikle Fransa’nın şiddetli itirazı ile karşılaştı. Fransa, Avusturya-Almanya birliğinin Küçük Antant’a karşı Orta Avrupa’da bir kuvvet olarak ortaya çıkmasından ve Orta Avrupa’da Almanya’nın ekonomik üstünlük sağlamasından korktu. 1933 de Almanya’da Nazi Partisi iktidara geçince, Avusturya Nazi Partisi vasıtasiyle Anschluss fikrini daha da kışkırttı ve nihayet 1938 de Avusturya’yı Almanya’ya ilhak etti.

 

B) Macaristan

     Mütarekeden sonra Macaristan’ın da iç durumu karıştı. Michael Karolyi yeni Macaristan Cumhuriyetinin başbakanı idi. Lakin müttefiklerin baskısı ile Karolyi, Transilvanya’yı Romenlerin işgaline bırakmak zorunda kalınca 1919 Martında istifa etti. Bolşeviklerin de kışkırtmasiyle duruma işçi ve asker Sovyetleri hakim oldu ve Lenin ve Kerensky’in yakın arkadaşı Macar komünistlerinden Bela Kun Macaristan’ı bir Sovyet Cumhuriyeti olarak ilan etti. Amiral Horthy 1919 Kasımında Budapeşte’ye girerek komünist rejimi tasfiye etti. Amiral Horthy’nin komünistlere karşı bu başarısını Müttefikler de desteklediler. Lakin Trianon barışı Macarlar için bir şok oldu. Çekoslovakyaya Presburg’u ve Burgenland’ı da Avusturyaya vermekten daha çok, Yugoslavya’ya Hırvatistan ve Bosna-Hersek’i ve Romanya’ya da Transilvanya’yı bırakmak çok ağır geldi. Onun için Macaristan iki -savaş- arası devresinin en hararetli revizyonist devletlerinden biri oldu.

    Macaristan, Küçük Antant’ın kendi etrafındaki çemberini kırmak için İtalya’ya dayandı. “Her iki milletin sayısız ortak menfaatlere sahip olması dolayısıyla”, İtalyan ve Macar hükümetleri 5 Nisan 1927 de bir dostluk antlaşması imzaladılar. 1933 de Hitler’in Almanya’nın dizginlerini eline alması sonucu Avrupa’da Almanya üstünlük kazanınca, Macaristan İtalya’dan fazla Almanya’ya dayanacaktır.

 

C) Çekoslovakya

 

      Çekoslovakya 1918 Ekiminde ortaya çıkmıştır. Avusturya-Macaristan İmparatorluğunun son saatlerinde İmparatorluk içindeki bütün milli azınlıklar ayaklanınca, Thomas Masaryk, Edouard Beneş ve Stefanik gibi Çek liderleri 18 Ekim 1918 de Paris’de Çekoslovak Milli Konseyini kurdular. Prag’daki milliyetçilerden Kramar da 28 Ekimde kansız ve başarılı bir ihtilalle Prag’a hakim olunca, Çekoslovakya’nın kurulması kolaylaştı. Prag ve Paris grupları arasında hiçbir çatışma olmadı ve Masaryk yeni Çekoslovak Devletinin Cumhurbaşkanı, Kramar başbakanı ve Beneş de Dışişleri Bakanı oldu. Masaryk 1935 de ölünce Cumhurbaşkanlığına Beneş getirildi. Çekoslovakya, iki - savaş- arası devresinde Avrupa’da demokrasiyi en mükemmel şekilde ve başarı ile uygulayan devletlerden biri oldu. Bunda, liderlerin olgunluğu, vatansever idaresi ve Çekoslovakya’nın bağımsızlık ve bütünlüğünü korumadaki samimi inançları büyük rol oynamıştır. Bununla beraber, Çekoslovakya içerde çeşitli problemlerden de yakasını kolaylıkla kurtaramadı. Bunların başında, bütün yeni küçük devletlerde olduğu gibi, ekonomik problemler geliyordu.

      En kuvvetli azınlık olan Almanlar (Südetler bölgesinde) ile Çekler arasında tarihi bir nefret ve düşmanlık vardı. Almanlar, 1920 anayasası ile kendilerinin bir azınlık durumuna düşürülmesine tahammül edemedikleri gibi, Çekoslovakya’nın dış politikada Fransa ve Küçük Antanta dayanmasına da daima muhalefet etmişlerdir.  Çekoslovakya için en büyük tehlike revizyonist Macaristan’dan yönelmekteydi. Çekoslovakya, ilk günden itibaren, Avrupa dengesinde şimdi üstünlük kazanmış olan Fransa’ya ve kader birliği içinde bulunduğu Küçük Antant’a sımsıkı sarılmış ve sonuna kadar da böyle kalmıştır. Yalnız, Almanya’da Hitler rejimi III’üncü Reich’ı milli sınırlara kavuşturmak için faaliyete geçince, Çekoslovakya bir yandan da Sovyet Rusya’ya dayanmaya başlamıştır. Alman tehlikesi karşısında Fransa ile Rusya arasında bir yakınlaşma olması, Çekoslovakya’nın bu yeni politikasını da kolaylaştırmıştır. Buna rağmen 1938’den itibaren Çekoslovakya parçalanmaktan kurtulamayacaktır. 15 Mart 1939 yılında Çekoslovakya Almanya tarafından işgal edilmiştir.

 

Ç)Yugoslavya

 

1918 Haziranında Korfu Paktını imzalayan Sısrbistan, Karadağ, ve Avusturya-Macaristan güney slav eyaletleri Yugoslavya’yı oluşturdular. Adriyatik’teki Fiume 1924’te İtalya’ya terk edildiğinden Yugoslavya’nın kıyı şehri kalmamıştı. Katolik Hırvatlarla Ortodoks Sırplar arasında geçimsizlik ikinci sorun oldu. 1931 Anayasası ile tek parti istemi kabul edildi ve memleketin adı Yugoslavya oldu. 1934’te Balkan Antantına katıldı. Stoyadinoviç zamanında Yugoslavya’nın Nazi Almanyası ve Faşist İtalya ile münasebetleri sıkılaştı. Hatta 1937’de Yugoslavya , Bulgaristan’la bir daimi dostluk antlaşması imzalandı.

 

D) Romanya

    Romanya, İkinci Dünya Savaşından topraklarını en fazla genişleterek çıkan devletlerden biri oldu. Avusturya’dan Bukovina’yı, Macaristan’dan Banat’ı, Rusya’dan Besarabya’yı ve Bulgaristan’dan bir kısım Dobruca’yı aldı. Bu suretle Romanya, kendisine toprak kaybeden muhasım devletlerle sarılmış bulunmaktaydı. Bu ise Romanya’yı statükonun korunmasını savunan anti-revizyonist bir devlet yaptı ve Batılılara ve özellikle Fransa’ya kaydırdı.

   Gerek Köylü, gerek Liberal Partileri Batılı taraftarı olduğu için, 1920’lerden itibaren Romanya Fransa tarafına kaymış ve Küçük Antant’ın sadık bir üyesi olmuştur. Küçük Antant Romanya’yı Macaristan’ın revizyonizmine karşı koruyan bir tedbirdi. Lakin Besarabya yüzünden Rusya ile de münasebetleri iyi değildi. Bu sebeple, kendisi gibi Rusya’dan çekinen Polonya ile de yakın münasebetlere girişti. 1921 de iki devlet arasında bir ittifak antlaşması imzalanmıştır. 26 Mart 1926‘da yapılan ikinci bir antlaşma ile bu ittifak yenilenmiş ve genişletilmiştir. 10 Haziran 1926 da Romanya Fransa ile de bir ittifak imzalamıştır. Bu ittifaklarla, sınırların barış antlaşmaları ile tesbit edilmiş bulunan statükosunun korunması amacı güdülmekteydi. Romanya’nın Polonya ve Fransa ile yapmış olduğu ittifaklar Rusya’ya yönelmişti. Küçük Antant ise kendisini Macaristan’a karşı korumaktaydı. Lakin Romanya için Bulgaristan tarafı boş kalmıştı. Romanya bu tehlikeye karşı 1921 Haziranında Yugoslavya ile bir ittifak yapmıştı. 1934 Balkan Antantı ile Romanya, Bulgaristan tehlikesine karşı, Yugoslavya’dan sonra Yunanistan ve Türkiye’yi de yanına aldı.

 

E) Bulgaristan

 

     Bulgaristan Balkan devletleri içinde en kötü gelişmelerle karşılaşmış olan bir devletti. Hem ikinci Balkan savaşında ve hem de Birinci Dünya Savaşında yenilmiş ve her ikisinde de komşularına toprak kaybetmişti. Bu sebeple, bu kaybedilen topraklar savaştan sonra Bulgaristan’ın komşuları ile münasebetlerine egemen olmuş ve dolayısıyla da Bulgaristan barış antlaşmalarının kurduğu düzene karşı hoşnutsuzluk göstermiştir.

      Bulgaristan’ın en iyi münasebetler içinde olduğu devlet Türkiye oldu. Lakin buna rağmen Bulgarlar Trakya üzerinde de istekler ileri sürmekten geri kalmadılar ve hatta bir de Trakya Komitesi kurdular. 1930 yılında Kral Boris’in İtalya Kralının kızı ile evlenmesi Bulgaristan ile İtalya arasındaki münasebetleri sıkılaştırdı. Bu durum Bulgar-Yugoslav münasebetleri üzerinde etkisiz kalmadı. 1930’dan itibaren Bulgar-Yugoslav münasebetleri iyileşmeye yüz tutmuş iken, bu durum Yugoslavya bakımından bir güvensizlik ve endişe konusu oldu. Kaybettiği toprakları alma düşüncesinde olan Bulgaristan Balkan Antantına katılmamıştır.

 

F) Yunanistan

 

Yunanistan’ın I.Dünya Savaşı’na katılması sırasında müttefikler Kral Konstantin’i hükümdarlıktan uzaklaştırmışlar ve yerine oğlu Aleksandır’ı getirmişlerdir. Yunan parlamentosu  1924 yılında cumhuriyet ilan etti. 1928 yılında başbakanlığa Venizelos getirildi ve 1932 yılına kadar iktidarda kalarak Yunanistan’ı istikrara kavuşturdu. 1930’dan itibaren Türk-Yunan ilişkileri düzelmeye başladı.Bu durum 1954 yılına kadar devam etti. Yunanistan özellikle İngiltere ile sıkı ilişkiler kurmuştur.

 

G) Küçük Antant

 

Birinci Dünya Savaşından sonra Tuna ve Balkanlar bölgesinin ilk önemli ittifak sistemi Küçük Antant olmuştur.  Fransa’nın 1920 de Macaristan ile bir işbirliği düşünmesi Küçük Antant’ın kurulmasını çabuklaştırmıştır. Küçük Antant’ın kurulması teşebbüsü Çekoslovakya Dışişleri Bakanı Dr. Beneş’den gelmiştir.

Çekoslovakya ile Yugoslavya 14 Ağustos 1920 de aralarında bir ittifak yaptılar. Bu ittifaka göre, Macaristan’ın taraflardan birine saldırması halinde birbirlerinin yardımına koşacaklardı. Romanya bu ittifaka hemen katılmadı. Çünkü bu ittifakın Rusya ve Bulgaristan’ın bir saldırısı ihtimalini de kapsamasını istedi ve Çekoslovakya da bunu kabul etmedi. Fakat 1921 Martında eski İmparator Karl, Macaristan’da hükümdarlığı ele geçirmek için teşebbüste bulununca, bu durum Romanya’yı da korkuttu. Bu sebeple, Romanya ile Çekoslovakya arasında da 23 Nisan 1921 de bir ittifak imzaladı. Buna göre, iki taraf, sadece Macaristan’ın bir saldırısı halinde birbirlerine yardım etmekle kalmayacaklar, lakin Macaristan’a ait bütün gelişmelerde birbirlerine danışacaklardı. Bu ittifakı 7 Haziran 1921 de Romanya-Yugoslavya ittifakı izledi. Bu sonuncu ittifak antlaşması, sadece Macaristan’ı değil, diğerlerinden farklı olarak, bir Bulgar saldırması ihtimalini de kapsamaktaydı. Bu sonuncu antlaşmayı izleyen sekiz ay içinde üç devlet arasında askeri işbirliğini düzenleyen anlaşmalar da imzalanmıştır. Böylece Tuna bölgesinde kendiliğinden bir statükocu ve antirevizyonist blok ortaya çıkmış oluyordu. Bu gelişme Fransa’nın görüşünde de değişiklik yaptı ve Almanya’ya karşı anlaşmalar düzeninin korunmasında Fransa, Küçük Antant adını alan bu ittifaklar sistemine dayandı. 25 Ocak 1924 de Çekoslovakya, 10 Haziran 1926 da Romanya ve 11 Kasım 1927 de Yugoslavya ile imzalamış olduğu ittifak antlaşmaları ile Fransa Küçük Antant’ı kendisine bağladı ve bundan sonra Fransa ile Küçük Antant, bir blok halinde bütün milletlerarası gelişmelerde birlikte hareket ettiler. Fransa’nın Küçük Antant devletleriyle imzalamış olduğu ittifaklarda, antlaşmalarla tesbit edilen Avrupa düzeninin korunması, temel amaç olarak yer almıştır.

 

10) Baltık Memleketleri

 

A) Finlandiya

 Finlandiya XII’ci yüzyıldan XIX’uncu yüzyılın başlarına kadar İsveç’in egemenliği altında yaşamıştır. 1807 Tilsitt Antlaşması ile Napolyon Rusya’yı Finlandiya üzerine serbest bırakınca, Rusya Finlandiya’yı işgal altına almıştır.  Bolşevik İhtilali üzerine Finler de 1917 Aralık ayında bağımsızlıklarını ilan etmişler ve Bolşevik rejimi de bunu tanımıştır. Fakat bu, Bolşeviklerin bir taktiği idi. Çünkü 1918 Ocak ayında komünistler bir darbe ile Helsinki’de iktidarı ele geçirdiler. Bunun üzerine, Çarlık ordusunun Fin generallerinden Mannerheim komünistlere karşı dört aylık bir mücadele açtı ve sonunda komünistleri memleketten çıkarmaya muvaffak oldu. Krallık ilan edildi ve Alman prenslerinden Friedrich Karl von Hesse Kral oldu. Esasen Mannerheim’in bağımsızlık savaşında Almanlar kendisine yardım etmişlerdi. 1918 yılı sonunda Almanya da yenilince, Alman kuvvetleri memleketten çıkarıldı ve 1919 anayasası ile Finlandiya’da cumhuriyet ilan edildi. Ekim 1920 de yapılan Dorpat (yahut Tartu) Antlaşması ile Sovyet Rusya Finlandiya’nın bağımsızlığını tanıdı ve Doğu Karelia’yı Rusya’ya bırakarak Petsamo sıcak limanını sınırları içine kattı. Bundan sonra Finlandiya kendi iç ve ekonomik gelişmelerine yöneldi ve dış politikada bağımsız ve tarafsız bir politika izlemeye çalıştı. Lakin 1939 dan itibaren Nazi Almanyası ile Sovyet Rusya arasında bir rekabet konusu olacak ve 1940 başlarında Sovyet Rusya’nın işgali altına düşecektir. Esasen Rusya Finlandiya’nın peşini bırakmamış ve komünistler Finlandiya için bir mesele olmuştur. Bundan ötürüdür ki, Finlandiya 1931 yılında Komünist Partisini kanun dışı kılmıştır.

 

B) Estonya, Letonya, Litvanya

 

    Baltığın bu küçük memleketleri uzun yüzyıllar, sırasiyle, Tötonların, Polonya’nın ve İsveç’in egemenliği altında kaldıktan sonra, Deli Petro zamanında Rus egemenliği altına düşmüşlerdir. Buralar halkının etnik orijini Almandı. Lakin bu topraklar 1915-18 arasında Alman işgali altına düştü. Almanya, yenilgi üzerine bu topraklardan çekilince, 1918 yılı sonunda, Estonya, Letonya (Latvia) ve Litvanya bağımsızlıklarını ilan ettiler.

    Sovyet Rusya, iç savaştan sonra, yaptığı anlaşmalarla bu memleketlerin bağımsızlıklarını resmen tanıdı. Bunun için de, Estonya ile 1920 Şubatında Dorpat, Litvanya ile 1920 Temmuzunda Moskova ve Letonya ile de 1920 Ağustosunda Riga antlaşmalarını imzaladı. 1920-34 arasında Estonya’da 12 kadar siyasal parti var olmuş ve 18 kabine gelip geçmiştir.

     Litvanyaya üç büyük komşusu olan Sovyet Rusya, Polonya ve Almanya ile devamlı bir çatışma içinde bulunmuş ve bu devletlere daima kafa tutmuştur. Litvanya’nın Sovyet Rusya ile meselesi, Sovyet rejimine duyduğu antipati idi. Büyük toprak sahipleri Sovyet aleyhtarlığının devamlı bayraktarlığını yapmışlar ve bu yüzden de ilk yıllarda iki taraf arasındaki münasebetler bir gerginlik havası içinde kalmıştır. Lakin Polonya ile Vilna meselesinin çıkması, Litvanya’nın Sovyetlere karşı davranışını yumuşatmış ve Sovyet Rusya’da da Dışişleri Bakanı Litvinov’un barışçı politikası dolayısiyle, 1926 Eylülünde iki taraf arasında saldırmazlık paktı imzalanmıştır. Vilna Litvanya’nın eski başkenti idi. Polonya-Rusya savaşı sonunda Ruslar yenilip buradan çekilince, buranın Litvanyaya geçmesi gerekmekteydi ve Milletler Cemiyeti de bunu düşünüyordu. Lakin 1920 Ekiminde Litvanya Polonyalılarından General Zeligowski Vilna’yı işgal etti. Bu işgale karşı Milletler Cemiyeti bir şey yapamadı ve bir milletlerarası Elçiler Konferansı da 1923 Martında Vilna’nın Polonya sınırları içine katılmasını kabul etti. Vilna, Litvanya-Polonya münasebetlerini zehirliyen bir konu olarak kaldı. Bundan sonra iki devlet birbirlerinin azınlıklarına karşı bir baskı kampanyası açtı. Hatta bu yüzden 1927 de iki devlet arasında neredeyse bir savaş bile çıkacaktır.

    Litvanya’nın Almanya ile olan Memel limanı meselesi ise, Vilna meselesinin aksi yönde gelişti. Memel halkı Almandı ve Almanyaya katılmak istiyordu. Fakat Versay Antlaşması ile Memel Müttefiklere bırakılmıştı ve kaderini onlar tayin edeceklerdi. Litvanya bu kaderin tayinini daha fazla bekleyemedi ve Ruhr’un Fransızlar tarafından işgali sırasında Fransa Memel’deki askerlerini geri çekince, 1923 Ocak ayında, Litvanya da Memel’i işgal ile sınırları içine kattı. Müttefikler de bu işgali tanıdılar. Nüfusu Alman olan Memel’in Litvanya’ya kaptırılmasını Almanlar hiçbir zaman kabullenemediler. Onun içindir ki, Hitler iktidara geldikten sonra “bir millet, bir devlet” politikasını uygulamaya başladığı için, söz konusu edeceği ilk topraklardan biri de Memel olacaktır. Litvanya’nın iç durumuna gelince: Bu memlekette de demokrasi uzun yaşamadı. Hatta Estonya ve Letonya’dakinden daha kısa ömürlü oldu. 1926 Aralık ayında askerlerden Smetona ve Litvanya Üniversitesi tarih profesörlerinden Voldemaras bir darbe ile iktidarı ele aldılar ve bir diktatörlük kurdular. Bunlar 1928 Mayısında yeni bir anayasa ilan ettiler ki, bu anayasaya göre Litvanya’nın merkezi Polonya’nın elinde bulunan Vilna idi. 1929 Eylülünde, Cumhurbaşkanı Smetona, başbakan Voldemaras’ı da tasfiye ve 1930 da memleketten çıkararak, memleketin tek hakimi oldu.

 

11) Birleşik Amerika’nın İnzivaya Çekilmesi

 

    Versay Antlaşması ve ona bağlı belgeleri ve özellikle Milletler Cemiyeti Paktını tasdik etmeği reddetmekle , Birleşik Amerika infirad siyasetine dönüyor ve inzivaya çekiliyordu.

    1920 Kasımında yapılan başkanlık seçimlerini Cumhuriyetçiler kazandılar ve Warren H. Harding başkan oldu. Seçim ,Cumhuriyetçilerin infirad ve inziva politikasının kamuoyu tarafından da kabul ve desteklenmesini ifade ediyordu.

   Birleşik Amerika Milletler Cemiyetine katılmamakla beraber, bu teşkilattan tamamen uzak kalmış değildir. Milletlerarası Daimi Adalet Divanına katıldığı gibi , Milletler Cemiyetinin barış ve silahsızlanma faaliyetleri ile ilgilenmiş ve bu mesellerin görüşmelerine gözlemciler göndermiştir.

 

12) Silahsızlanma Meselesi

 

a-       Washington Deniz Silahsızlanma Konferansı

 

Bu antlaşmalardan birincisi Birleşik Amerika,İngiltere,Japonya ve Fransa arasında, ikinci antlaşma 6 Şubat 1922’de Birleşik Amerika, İngiltere,Japonya,Fransa,Belçika, Çin,İtalya, Hollanda ve Portekiz arasında imzalanan Dokuz Devlet Antlaşması’dır. Üçüncü antlaşma da, yine 6 Şubat 1922’de Birleşik Amerika,İngiltere,Japonya,Fransa ve İtalya arasında imzalanan Deniz Silahlarının Sınırlanması’na ait antlaşmadır.

 

        b-Londra Deniz Silahsızlanma Konferansı

 

Bu konferansa Amerika, İngiltere ve Japonya’dan başka Fransa ve İtalya’da katıldı. Bu suretle deniz silahsızlanmasındaki çabalar büyük ölçüde başarı ile sonuçlanmış bulunmaktaydı. Fakat bu başarılı sonuç kısa ömürlü oldu.

        

c-Briand- Kellog Paktı

 

Fransız Dışişleri Bakanı Aristide Briand, ABD'nin Birinci Dünya Savaşı'na girişinin 10. yıldönümünde (1927) Avrupa'da, Fransa'ya özel bir prestij sağlamak amacıyla, ABD ile Fransa arasındaki ilişkilerde savaşı yasa dışı ilan eden karşılıklı bir taahhütte bulunulmasını önermiştir. ABD Dışişleri Bakanı Kellogg ise, Fransa'ya verdiği yanıtta, Amerika'nın sadece Fransa ile değil, bütün dünya devletleriyle böyle bir taahhüdün yapılmasından ve savaşın yasa dışı ilan edilmesinden yana olduğunu bildirmiştir. Kellogg'un bu önerisini kapsayan Briand-Kellogg Paktı, 27 Ağustos 1928'de ABD, İngiltere, Fransa, Almanya, İtalya, Japonya, Polonya, Belçika ve Çekoslovakya arasında imzalanmıştır. Briand-Kellogg Paktı ile, savunmaya dayanmayan savaş kanun dışı ilan edilmiş ve ülkelerarası ilişkilerde barışçı yollara başvurulması esas alınmıştır. Ancak, Pakt uzun ömürlü olmamış 1930'lardan sonra Almanya, İtalya ve Japonya'nın saldırgan tutumları, Pakt'ın işlevini ortadan kaldırmıştır.

 

      d- Kara Silahsızlanma Meselesi

 

Milletler Cemiyeti, 1926 yılında, genel bir silahsızlanma konferansı hazırlamakla görevli olmak üzere bir silahsızlanma Konferansı Hazırlık Komisyonu kurdu.

    Milletler Cemiyeti, İtalya’nın teklifi üzerine, 1931 yılı Eylülünde, devletlerin bir yıl için silahlanmalarını artırmamalarını öngören bir silahlanma mütarekesini kabul etmiş ve 54 devlet de bu mütarekeye katılmıştır. Silahsızlanma konferansı  2 Şubat 1932’de Cenevre’de açıldı. Lakin konferans , başarısızlığa mahkum bir şekilde başladı. Çünkü şimdi milletlerarası atmosfer çok değişmiş bulunuyordu. Uzakdoğu’da Japonya Mançurya’ya saldırmıştı. Dünya ekonomik buhranı bütün şiddetiyle hüküm sürüyordu.

     Ekim 1933 Silahsızlanma Konferansının fiilen sonu olmuştur. Fakat 1935’e kadar yine bazı çabalar  harcandı ise de bir sonuca ulaşılamadı.

 

D- ORTA DOĞUDA MANDA REJİMLERİ 

Suriye ve Lübnan: San Remo konferansından bir ay önce, 1920 Martında, Şam’da bir eşraf kongresi toplanmış ve bu kongre Filistin ve Lübnan’ı da içine alan büyük Suriye krallığını ilan ederek, krallığa Hicaz Kralı Hüseyin’in oğlu Faysal’ı getirmişti. Lakin San Remo konferansı bunu tanımadı ve Filistin’i Suriye’den ayırdı ve Suriye ve Lübnan Fransız mandasına verildi. Fransa Suriye üzerinde kontrolünü kurabilmek için 90.000 kişilik bir kuvvet sevketmek zorunda kaldı. Çünkü Suriyelilerin uğradığı hayal kırıklığı halkın Fransızlara karşı mücadele açmasına sebep oldu. Bu ayaklanma karşısında Fransız Yüksek Komiseri General Gouraud, 1920 Temmuzunda Şam’a girdi ve Faysal’ı da tahtından kovdu. Bundan sonra Suriye Fransa’nın gayet sıkı askeri idaresi altına girdi. Fransa Suriye’nin kontrolunu eline aldıktan sonra,Arap muhalefetinin bütünlüğünü parçalamak için, Suriyeyi parçalama yoluna gitti. General Gouraud, Fransaya daha sadık ve Fransa ile tarihi bağları olan Lübnan topraklarını, Osmanlı İmparatorluğu zamanındakinin iki misline çıkararak Lübnan’ı Suriye’den ayırdı. Bu ise Arapların kızgınlığını büsbütün arttırdı. Gouraud, geri kalan Suriye topraklarını da eyaletlere ayırarak bir federal sistem kurdu. Fransa, Atraş ailesinin liderliği altında bulunan Dürzi’lerle de 1921 de bir anlaşma yaparak, Suriye federasyonu içinde Dürzi’lere bağımsızlık vaad etmişti. Gerçekten 1922 Nisanında Federasyon içinde Dürzilerin bağımsızlığını tanıdı. Fakat Gouraud’dan sonra Yüksek Komiser olan General Sarrail, bu anlaşmayı reddetti ve Atraş’ları tuzağa düşürerek tevkif etti. Bunun üzerine 1925 yazında Dürziler ayaklandılar. Bu ayaklanma, gerçek bir savaş halinde iki yıl sürdü. Sonunda Fransa ayaklanmayı bastırdı. Fakat uyguladığı politikanın hatasını da görmüştü. Bunun için 1926 Mayısında Lübnan’a ve 1930 Mayısında da Suriye’ye sözde bir bağımsızlık vererek her ikisini de Cumhuriyet olarak ilan etti. Fakat her iki memleketin anayasasında da, Fransa’nın manda rejimi çerçevesi içindeki yetkileri geniş bir yer alıyordu. Bu sebeple, her iki memlekette de milliyetçilerin Fransa’ya karşı mücadelelerinin arkası kesilmedi. 1936 da Faşist İtalya’nın Habeşistan’ı ele geçirmesi Akdeniz’de büyük bir İtalyan tehdidini ortaya çıkardığından ve Nazi Almanya’sı ile Faşist İtalya Ortadoğu memleketlerinde İngiltere ve Fransa aleyhine yoğun bir propagandaya giriştiklerinden, Fransa Suriye ve Lübnan’la münasebetlerini daha yumuşak bir formüle bağlamak için, 1936 Eylülünde Suriye ve 1936 Kasımında da Lübnan ile ittifak antlaşmaları yaparak her iki memleketten çekilmeyi kabul etti. Fakat İkinci Dünya Savaşı patladığında Fransa parlamentosu bu antlaşmaları hala tasdik etmemişti. Bu durum, savaş içinde ve savaş ertesinde Fransa-Suriye münasebetlerinde gerginlikler doğuracaktır.

Filistin: Araplar için bir başka hayal kırıklığı da, Filistin’in Suriye’den ayrılarak İngiltere’nin mandası altına konması ve İngiltere’nin de, Filistin’de bir Yahudi anavatanı kurulması için almış olduğu sempatik davranış oldu. Yahudilerin Filistin’de bir anavatana sahip olma faaliyetleri, yani Siyonizm hareketi, 1880’lerde Rusya’da ortaya çıkan Yahudi aleyhtarlığı (anti-semitizm) karşısında Rusya Yahudilerinin Filistin’e göç etmek zorunda kalmaları ile başlamış ve Budapeşte’li yahudi gazeteci Dr. Theodor Herzl’in 1896 da yayınladığı “Yahudi Devleti” (Judenstaat) adlı eseriyle hızlanmıştır. Herzl 1897 de Dünya Siyonist Teşkilatı’nı kurmuş ve Avrupa ve Amerika’daki nüfuzlu ve zengin Yahudiler, büyük devletler nezdinde teşebbüslerde bulunarak Filistin’de bir Yahudi devleti kurmak için çalışmışlardır. Siyonistler savaş sırasında Başkan Wilson’a da etki yapmışlar ve Wilson’un da Siyonizm davasına kazanılması, İngiltere’yi de bu davaya karşı sempatik ve destekleyici bir durum almaya götürmüştür. Bunun sonucu, Balfour Deklarasyonu adını alan belge, Yahudilerin anavatan davasında bir dönüm noktası olmuştur. İngiltere Dışişleri Bakanı Balfour, 22Kasım 1917 de, Siyonist Federasyonu Başkanı zengin bankacı Lord Rothschild’a gönderdiği bir mektupta İngiltere’nin Filistin’de bir Yahudi anavatanının kurulmasını kabul ettiğini resmen bildirmiştir. Bu deklarasyon, 1918 yılı içinde, sırasiyle, Fransa, İtalya ve Birleşik Amerika tarafından da kabul ve desteklenmiştir. Paris barış konferansında Emir Faysal, Halep’den Mekke’ye kadar uzanacak Arap İmparatorluğu içinde Balfour Deklarasyonuna uygun olarak, Yahudilere mahalli muhtariyet verileceğini bildirdiyse de, Faysal’ın bağımsız Arap devleti bile gerçekleşmedi. Buna karşılık, San Remo konferansında İngiltere’nin Filistin’in mandasını eline geçirmesi ve ilk günden itibaren Yahudilerin Filistin’e göç etmelerine göz yumması, Araplar üzerinde sert tepki yaptı. Araplarla Yahudiler arasında silahlı çatışmalar başladı. Bu çatışmaların en önemlileri 1921, 1929, 1933 ve 1937-39 yıllarında olmuştur. Almanya’da Hitler’in iktidara geçtikten sonra Yahudi düşmanlığı politikasına başlaması ile, Almanya ve İtalya da Filistin’deki Arapları Yahudilere karşı kışkırtmışlar ve Araplara, gizli olarak, para ve malzeme yardımında bulunmuşlardır. 1937 de başlayan çarpışmalar sırasında, 1938 yılında, 3.717 Arap ve Yahudi ölmüş bulunmaktaydı. 1937 de başlayan ayaklanma ancak 1939 Mayısında sona erdirilebilmiştir. Arapların tepkisinde rol oynayan etkenlerden önemli biri de, Filistin’e yapılan Yahudi göçleri olmuştur. Her ne kadar, İngiltere mandater devlet olarak bu Yahudi göçü için bazı sınırlamalar koymuş ise de, 1922 yılında 590.000 araba karşı 84.000 kadar olan Yahudi sayısının, 1932 de 770.000 araba karşılık 181.000’e yükselmesine engel olamamıştır. 1933-35 yılları arasında Filistin’e 134.540 Yahudi göç etmiştir. Bu ani Yahudi göçü, Kudüs Müftüsü Hacı Emin el-Hüseyni liderliğindeki Filistin Araplarını daha da korkutmuş ve bunun içindir ki 1937-39 çarpışmaları hepsinin en şiddetlisi olmuştur. Filistin’deki bu duruma bir çare bulmak ve Araplarla Yahudilerin bir arada yaşamalarını sağlamak amacı ile İngiltere Filistin için, 1930, 1931, 1937, 1938 ve 1939 yıllarında bazı planlar ortaya atmıştır. Mesela 1937 Peel Komisyonunun raporu Filistin’in Araplarla Yahudiler arasında taksimini, bu olmadığı takdirde, muhtariyete sahip kantonlara dayanan bir federal sistemin uygulanmasını tavsiye etmiştir. 1938 Woodhead Komisyonu raporu da taksimi tavsiye etmiş, lakin Filistin’de kurulacak Arap ve Yahudi devletleri arasında bir gümrük birliği kurulmasını ileri sürmüştür. İngiltere hükümeti taksim fikrini kabul etmediği gibi, kendisi tarafından ortaya atılan planlar da Yahudi ve Araplar tarafından reddedilmiştir. 1939 Şubatında Londra’da topladığı Yuvarlak Masa Konferansı da bir sonuç vermemiştir. Bunun üzerine, İngiltere, 1939 Mayısında yayınladığı bir planda, on yıl içinde Filistin’e bağımsızlık vereceğini bildirmiş ve Filistin’e Yahudi göçünü de beş yıllık bir sürede 75.000 sayısı ile sınırlamıştır. Göçün sınırlanması Yahudilerin hiç hoşuna gitmediği gibi, Araplar da bu planı tatmin edici bulmamışlardır. Filistin, İkinci Dünya Savaşına bu şartlar içinde girdi. Filistin meselesinin 1930’lardan itibaren şiddetlenmesinde, 1930 da Irak’ın ve 1936’da da Suriye’nin hukuken bağımsızlıklarını almasından sonra Filistin Araplarıyla yakından ilgilenmelerinin de önemli etkisi olmuştur.
 

 Irak: San Remo konferansı ile Irak’ın manda idaresi de İngiltere’nin eline teslim edilmiştir. Yalnız San Remo konferansı 1916’dakiİngiliz-Fransız anlaşmalarında bir değişiklik yapmış ve Musul bölgesi de İngiltere’nin nüfuz alanı olarak kabul edilmişti. Yalnız Musul petrollerinden bir kısım hisse Fransaya veriliyor ve Fransa, Musul’dan Akdenize uzanacak bir pipe-line’ın Suriye topraklarından geçirilmesini kabul ediyordu. San Remo konferansı sırasında Irak esasen İngiliz askeri kuvvetlerinin idaresi altındabulunuyordu. Emir Faysal Fransızlar tarafından Suriye Krallığından indirilince, Irak halkının arzusunu gözönünde tutan İngiltere,1921 Ağustosunda yaptırdığı bir referandumla Faysal’ı Irak Krallığına geçirdi. Referandumda halk, hemen oyların ittifakı ile Faysal’ı Irak tahtına istemişti. Bundan sonra İngiltere, kabile reislerine para yardımında bulunmak ve onları vergiden muaf tutmak
suretiyle, feodal bir sisteme dayanarak memlekete egemen olmak istedi. Lakin bu idare şekli Iraklı aydınların şiddetli tepkisi ile karşılandı. Bu aydınlar iki gruba ayrılmıştı. Mekke Şerifi Hüseyinle birlikte Türklere karşı savaşan Nuri Said, Cafer Askeri ve Cemil Madfai gibi Faysal üzerinde nüfuzlu olanlar İngiliz taraftarıydılar. Buna karşılık, Yasin Haşimi, Hikmet Süleyman (Mahmut Şevket Paşa’nın kardeşi), Raşit Ali Geylani ve Kamil Çadırcı gibi Osmanlı Devletinde hizmet etmiş olan aydınlar İngiliz aleyhtarı idiler. Bunlar, İngiltere’nin Irak’daki nüfuzuna karşı mücadele etmek için 1930 da İhvan el-Vatani Partisini kurmuşlardır. Daha ilk günlerde beliren Irak milliyetçiliği karşısında İngiltere Irak’da manda sistemini uygulamaktan vazgeçerek, Irakla münasebetlerini antlaşmalar vasıtasiyle düzenlemek istemiş ve 10 Ekim 1922 de Irakla bir antlaşma imzalamıştır. Bu antlaşma İngiltereye Irak’ın iç ve dış işlerinin idaresinde geniş yetkiler vermekteydi. Bu antlaşma Irak milliyetçilerinin baskısını hafifletmeyince, 14 Aralık 1927 de, Irak üzerindeki kontrolunu biraz daha gevşeten ikinci bir antlaşma yaptı. Nihayet 30 Haziran 1930 Antlaşması ile Irak’a tam bağımsızlık verdi. Mamafih bu antlaşma ile İngiltere ile Irak dış politikada daima birbirlerine danışacaklar, bir saldırı halinde İngiltere Irak’a yardım edecek ve Irak ordusunu İngiltere yetiştirecekti. Her şeye rağmen, Irak oldukça kısa bir sürede bağımsızlığa kavuşmuş olmaktaydı. Bundan sonra, 1932 de Irak, Milletler Cemiyetine üye oldu. Kral Faysal 1933 de öldü ve yerine oğlu Gazi geçti. Gazi zamanında Irak’ın iç politikası bazı kaynaşmalar gösterdi. Türkiye’de ATATÜRK reformları Iraklı milliyetçileri de etkiledi ve sosyalizmi ve demokrasiyi savunan Ahali Partisi kuruldu. Bunu bir kısım subaylar da destekliyordu. Bu subaylardan General Bekir Sıtkı ve Hikmet Süleyman 1936 Ekiminde bir hükümet darbesi yaparak askeri bir diktatörlük kurdular. Bu askeri hükümet Türkiye taraftarıydı ve Türkiye ile yakın münasebetler kurarak 1937 de Saadabad Paktı’na katıldılar. Lakin, General Bekir Sıtkı Türkiye’de yapılan manevralara davetli olarak giderken, 1937 Ağustosunda Musul’da rakipleri tarafından öldürüldü. 1938’den itibaren Irak’ın idaresi hararetli bir İngiliz taraftarı olan Nuri Said’in eline geçti. Kral Gazi, 1939 Nisanında bir otomobil kazasında öldü. Oğlu İkinci  Faysal küçük olduğundan, Prens Abdulllah başkanlığında bir naiblik idaresi kuruldu. Irak’ın içerde karşılaştığı önemli diğer meseleler, Kürt meselesi ile mezhep çatışmaları olmuştur. İ’inci Dünya Savaşının hemen ertesinde İngiltere, Kafkaslar, Türkiye, İran ve Irak üzerinde bir baskı aracı olarak bir kürt devleti kurmayı düşünmüş ise de, sonradan kendisi de bu fikri tehlikeli bularak terketmiştir. Lakin Türkiye ile Musul anlaşmazlığı sırasında, 1925 de, Doğu Anadolu’da bir kürt ayaklanmasını kışkırtmaktan da geri kalmamıştır. 1932’de de Irak’da bir kürt ayaklanması çıkmış ise de, şimdi Orta Doğuya iyice yerleşen, İngiltere buna cephe almış ve ayaklanmanın bastırılmasında lrak kuvvetlerine yardım etmiştir. Irak Milletler Cemiyetine üye olarak girerken Kürtlere azınlık haklarını garanti etmiştir. Mezhep mücadelerine gelince: Irak’da Müslümanlığın iki esas mezhebi vardı. Şiiler ve Sünniler. Şiiler Sünnilerden biraz daha fazlaydı. Lakin Kral Faysal’ın Sünni olması ve Sünnilerin daha iyi yetişmiş ve kültürlü olmaları sebebiyle idarenin yüksek kademelerini ellerine alması, lrak’da alttan-alta bir Şii-Sünni mücadelesine sebep olmuştur. Başka bir din meselesi de Süryanilerden doğmuştur. Süryaniler genel olarak güney Anadolu’danIrak’a göç etmişlerdi. Lakin Irak halkı tarafından hoş karşılanmadılar. Bunlara azınlık haklarının tanınmaması, 1933 de büyük bir Süryani ayaklanmasına sebep olmuşsa da, Irak hükümeti bu ayaklanmayı çok şiddetli bir şekilde bastırmıştır. Ürdün: Ürdün, Kral Faysal’ın Büyük Suriye Krallığına dahildi. Lakin Faysal Fransızlar tarafından Suriye’den çıkarılınca, 1922 Eylülünde Milletler Cemiyetinin kararı ile ayrı bir Ürdün Devleti kuruldu ve bu devlet İngiltere’nin mandasına verilerek başına Faysal’ın küçük kardeşi Abdullah getirildi. Ürdün’deki manda idaresi doğrudan doğruya Filistin’deki İngiliz yüksek komiserine bağlı idi. Ürdün’ün politika hayatı hemen hemen olaysız geçmiştir. Çünkü Ürdün’ün ekonomik kaynaklardan yoksunluğu, bu memleketi İngiltereye sıkı bir şekilde bağlanmak zorunda bırakmıştır. 1920’lerde yılda 100.000 Sterlin olan İngiltere’nin para yardımı, 1940’larda yılda 2 milyon Sterlin’e yükselmiştir. İngiltere Ürdünle münasebetlerini, manda rejimi yerine antlaşma münasebeti haline getirmeyi tercih etti ve 10 Şubat 1928 de İngiltere ile Ürdün Emiri Abdullah arasında bir antlaşma imzalandı. Bu antlaşma İngiltere’nin Ürdün’deki yetkilerini çizmekteydi. Ürdün 22 Mart 1946 da İngiltere ile yaptığı bir ittifak antlaşması ile bağımsızlığını kazanmış ve Ürdün Emirliği, Ürdün Krallığı olmuştur. Lakin bu antlaşma Ürdünlüler tarafından hoş karşılanmadığından, 15 Mart 1948 de yapılan yeni bir antlaşma, 1946 antlaşmasının yerini almıştır. Bu antlaşmadan sonra Ürdün’ün yeni adı Haşimi Ürdün Krallığı olmuştur.

 

B) Mısır : Osmanlı Devletinin Birinci Dünya Savaşına katılması üzerine İngiltere, iki Osmanlı toprağı üzerinde egemenlik haklarını kurmuştur. Bunların birincisi, 5 Kasım 1914 de Kıbrıs’ın İngiltere İmparatorluğuna ilhak edilmesi olmuştur. İkincisi de 18 Aralık 1914 de Mısır üzerinde himaye kurmasıdır. Arabi Paşa’dan beri gelişmekte olan Mısır milliyetçiliği için, İngiltere’nin Mısır üzerinde himaye kurması büyük bir şok oldu. Savaş içindeki gelişmeler ise Mısır milliyetçiliğini daha da hızlandırdı. Savaş sırasında Mısır’ın İngiltere için askeri bir üs haline gelmesi ve İngiliz, Avusturya ve Yeni Zelanda askerlerinin adeta istilasına uğraması Mısırlıların gururlarına dokunduğu kadar, Başkan Wilson’un 14 Noktası da Mısırlıların bağımsızlık ümitlerini kuvvetlendirdi. Halbuki savaştan sonra Mısır’ın bu konudaki ümitlerinin hiçbiri gerçekleşmedi. Bunun üzerine Said Zaglül’ün 1919 başlarında kurduğu Vafd Partisi bütün memlekette ayaklanma ve gösterilere başvurarak, İngiltereye karşı milliyetçi hareketin öncülüğünü ele aldı. İngiltere Zaglul ile diğer Vafd liderlerini Malta adasına sürdü. Fakat bu olay, ayaklanmayı yatıştıracağı yerde, büsbütün şiddetlendirdi. Bu durum karşısında ingilizler Zaglul’ü ve arkadaşlarını serbest bırakarak, onlarla, bir antlaşma düzeni  üzerinda görüşmelere girişti. İngiltere’nin Mısır üzerindeki sıkı kontrolundan vazgeçmemesi ve Vafd liderlerinin de tam  bağımsızlıkta ısrar etmeleri dolayısiyle, görüşmeler olumlu bir sonuç vermedi. 1921 yılında yine ayaklanmalar çıktı. Vafd Partisi ile anlaşamıyacağını gören İngiltere, 28 Şubat 1922 de yayınladığı bir deklarasyonla, Mısır’ın bağımsızlığını ilan etti ve Hıdiv İ’inci Fuad da bu deklarasyonu kabul ile Kral (Melik) ünvanını aldı. İngiltere Mısır’ın bağımsızlığını ilan etmekle beraber, Mısır’ın Süveyş Kanalı’nın ve Mısır’daki yabancıların haklarının savunmasını üzerine alıyor ve Sudan üzerindeki kontrolunu elinde tutuyordu. Kral İ’inci Fuad’ın bu deklarasyonu kabul etmesi, Vafd liderliğindeki milliyetçilerle arasının açılmasına sebep oldu ve milliyetçiler mücadelelerini, İngiltere’den başka, Fuad’a da yöneltiler. Bu mücadelede Mısır halkı da Vafd Partisini destekledi. Çünkü 1923’ten 1930’a kadar yapılan bütün seçimleri Vafd Partisi kazandı. Kral Fuad Vafd ile mücadele edemiyeceğini görünce 1930 da parlamentoyu feshedip, monarşik diktatörlük kurdu. Bu arada İngiltere de 1927-28, 1929 ve 1930 da olmak üzere üç defa Vafd ile görüşmelere girişerek anlaşmaya çalıştı ise de başarı kazanamadı ve 1930 da görüşmeleri kesti. 1935 de İtalya’nın Habeşistan’a saldırması ve 1936’da da bu toprağı ele geçirmesi, gerek Kral Fuad’ın, gerek İngiltere’nin durumunda değişiklik meydana getirdi. Habeşistan’a yerleşen İtalya Nil’in kaynaklarına egemen oluyor ve dolayısiyle Mısır üzerinde bir tehlike yaratıyordu. Esasen İtalya ve Almanya Mısır’daki ve Orta Doğu’daki arap milliyetçilerini İngiltere ve Fransaya karşı devamlı olarak kışkırtmaktaydılar. 1935 yılı sonunda Kral Fuad 1923 anayasasını tekrar yürürlüğe koydu ve dört ay sonra da öldü. Yerine 16 yaşındaki oğlu İ’inci Faruk geçti. 1936 seçimlerini Vafd Partisi ezici bir çoğunlukla kazandı. Bu sefer Vafd ile İngiltere arasında yapılan görüşmeler olumlu sonuç verdi ve İngiltere ile Mısır arasında 26 Ağustos 1936 da bir ittifak antlaşması imzalandı. On yıl için imzalanan bu antlaşma ile İngiltere Mısır’dan çekiliyor, lakin kendisinin imparatorluk yolu olan Süveyş Kanalı’nda devamlı olarak asker bulundurmak hakkını alıyordu. Ayrıca, Mısır’ın bir saldırıya uğraması halinde İngiltere Mısır’ı savunacaktı. 1937 Mayısında Mısır’da kapitülasyonlar kaldırıldı ve Mısır Milletler Cemiyeti’ne üye oldu.

 

C) Arabistan : Yarımadası Birinci Dünya Savaşının ertesinde Arabistan yarımadasındaki en önemli gelişme Vahhabi devleti Suudi Arabistan’ın kurulması olmuştur. Müslümanlığın fanatik kolunu teşkil eden Vahhabiler, Suud ailesinin liderliğinde, yarımadanın batı kısmındaki Necd’e egemen bulunuyorlardı. Vahhabi’ler XİX’uncu yüzyılın başlarında Osmanlı Devletine karşı ayaklanmışlar ve Mısır Valisi Mehmet Ali Paşa sekiz yıllık bir mücadeleden sonra Vahhabileri kontrol altına almaya muvaffak olmuştu. Lakin, Osmanlı İmparatorluğunun zayıflaması ile bu kontrol da zayıfladı ve Necd Sultanı Abdülaziz İbni Suud, XX’inci yüzyılın başından itibaren, komşu kabilelerle mücadele ederek topraklarını genişletmeye başladı. İngiltere 1915 Aralık ayında Abdülaziz ile yaptığı bir anlaşma ile, Necd’in hayırhah tarafsızlığı karşılığında, bu yeni sınırları tanıdı. İngiltere’nin arzusu, Abdülaziz’in İngiltereyi Basra’da rahatsız etmemesiydi. Savaşla beraber, Necd Sultanı Abdülaziz ile Mekke Şerifi Hüseyin arasında bir rekabet başladı. Hüseyin, İngiltere ile yaptığı anlaşmalara dayanarak 1916 Ekiminde kendisini “Arap Memleketlerinin Kralı” ilan edince, bu rekabet daha da şiddetlendi. Savaştan sonra, Hüseyin’in bir oğlunun Irak, diğer bir oğlunun Ürdün ve kendisinin de Hicaz Kralı olması, Haşimi ailesine arap dünyasında büyük bir ağırlık sağlıyordu. Abdülaziz bundan da hoşlanmadı. Nihayet, 3 Mart 1924 de Türkiye’de Hilafetin ilgası üzerine Hicaz Kralı Hüseyin’in 7 Mart 1924 de kendisini Halife ilan etmesi bardağı taşıran damla oldu. Abdülaziz 1924 Ağustosunda Hicaz’a savaş açtı. Ekim ayında Suud kuvvetleri Mekkeye girdi. Hüseyin, oğlu Ali lehine tahttan feragat ederek, İngilizlerln yardımı ile Kıbrıs’a kaçtı. 1931’de de öldü. Oğlu Ali Abdülaziz’e karşı bir süre dayandıysa da, 1925 Aralık ayında Cidde’nin de Suudların eline geçmesiyle bütün Hicaz Abdülaziz’in eline düşmüş oluyordu. Abdülaziz İbni Suud, 1926 Ocak ayında kendisini “Hicaz Kralı ve Necd Sultanı” ilan etti. 1932’de de bütün bu topraklar üzerindeki Suud egemenliği Suudi Arabistan Krallığı adını aldı. Hicaz’ın Suud egemenliği altına düşmesinden sonra Suudi Arabistan’ın Irak ve Ürdün ile olan münasebetleri, sınır anlaşmazlıkları yüzünden, bir süre iyi gitmedi. İbni Suud İngiltere’den çekindiğinden bu iki devlete karşı herhangi bir harekete girişmekten çekindi. Nihayet İngiltere’nin İbni Suud ile 20 Mayıs 1927 de Cidde anlaşması’nı imzalıyarak, Suud’u Necd Sultanı ve Hicaz Kralı olarak tanımasından sonra, Suud’un Ürdün ve Irak ile münasebetleri düzeldi. Suudi Arabistan ile Irak 2 Nisan 1936 da Arap kardeşliğine dayanan bir saldırmazlık antlaşması imzalamışlardır. Suudi Arabistan 1933 ve 1936 da Amerikan petrol şirketi Aramco’ya (Arabian-American Oil Company) petrol imtiyazları vermiştir ki, bu Birleşik Amerikan’ın Orta Doğu’ya girmesinin başlangıcını teşkil eder. Arap yarımadasında Osmanlı Devletine en fazla sadakat gösteren Yemen olmuştur. Osmanlı İmparatorluğu yıkıldıktan sonra Yemen’in bağımsızlığı fiili bir durum olarak ortaya çıkmıştır. Fakat savaş ertesinin ilk yıllarından itibaren Yemen İngiltere ile çatışmıştır. Savaş sırasında İngiltere’nin Yemen’e ait Hudeyde limanını işgal etmesi bu çatışmanın başlangıcını teşkil eder. Yemen İmam’ı Yahya 1925 yılında Hudeyde’ye taarruz edip burasını sınırları içine kattı ve İngiltere buna karşı koyamadı. Fakat İmam Yahya’nın bu sefer Aden üzerindeki emelleri iki devletin münasebetlerinin düzelmesini engelledi. İngiltere ile Yemen arasındaki bu durumdan İtalya faydalandı ve 2 Eylül 1926 da Yemen ile İtalya arasında bir dosluk ve ticaret antlaşması imzalandı. Bundan sonra İtalya-Yemen münasebetleri gayet iyi bir şekilde gelişti. İtalya Yemen’e silah yardımı ve teknik yardımda bulundu. Yemen ise İngiltere’ye karşı İtalya’yı oynama politikası izliyordu. İtalya Habeşistan’a yerleştikten sonra İtalya ile Yemen arasında 15 Ekim 1936 da 25 yıllık bir antlaşma daha imzalandı. Bununla Yemen, İtalyan doktor ve mühendislerine Yemen’de yerleşme hakkı veriyordu. Bu anlaşma ile İtalya, Kızıldeniz’in Hind Okyanusuna açılan kapısı olan Mendep Boğazına egemen bir hale geliyordu. Çünkü Boğazın öbür kıyısı Eritre de İtalya’nın elindeydi. Arap yarımadasında Suudi Arabistan Krallığının kuruluşu Yemen’i kuzeyden bir tehdit karşısında bıraktı. Bu sebeple Yemen 11 Şubat 1934 de İngiltere ile yaptığı bir dostluk antlaşması ile, İngiltere ile olan münasebetlerini düzeltme yoluna gitti. Bu antlaşma ile İngiltere ilk defa olarak Yemen’in bağımsızlığını resmen tanıyordu. İngiliz-Yemen antlaşmasından bir ay sonra Yemen ile Suudi
Arabistan arasında savaş patladı. Bu savaşta Yemen yenilince, kuzeydeki büyük komşusuna karşı daha yumuşak ve ihtiyatlı bir politika izlemeye başladı. Birinci Dünya Savaşında Yemen tarafsız kalmakla beraber İtalya-Almanya blokuna karşı daha sempatik bir durum aldı. Çünkü 1934 antlaşmasına rağmen, İngiliz-Yemen münasebetleri iyi bir çerçeveye girememişti.

 

Ç) İran : 1907 Anlaşması ile İran, İngiltere ile Rusya arasında nüfuz bölgelerine paylaşılmıştı. Rusya’da Çarlığın yıkılması üzerine, İngiltere tek başına İran üzerinde nüfuz kurma yoluna gitti ve İran’a 9 Ağustos 1919 da bir antlaşma imzalatmaya muvaffak oldu. Bu antlaşma ile İngiltere, İran’ın idare ve askeri teşkilatını düzenleme görevini üzerine alıyor ve ayrıca İran’a teknik ve mali alanlarda yardım  vaadediyordu. Fakat bu antlaşma İran milliyetçilerini kızdırdı ve İran Meclisi antlaşmayı tasdik etmedi. İngiltere İran üzerinde baskı yapamadı, çünkü savaştan bıkan İngiliz kamu oyu, hükümetin Doğuda peşpeşe olaylarla karşılaşmasını istemiyordu. Sovyet Rusya’nın ilk yıllardan itibaren uygulamaya başladığı kendi sınırlarını çevreleyen devletlerle tarafsızlık ve saldırmazlık paktları imzalama politikası, İran’ı da içine aldı ve 26 Şubat 1921 de İran ile Sovyet Rusya arasında bir dostluk antlaşması imzalandı. Bu antlaşma ile Sovyetler İran’ı bağımsızlık ve toprak bütünlüğüne saygı göstermeyi taahhüt ediyorlardı. İngiltere’nin, yukarıda belirttiğimiz davranışı karşısında İran, bu antlaşma ile Sovyetlerle münasebetlerini yakınlaştırmayı tercih etti. Bu antlaşmanın özellikle 6’ncı maddesi önemlidir. Bu maddeye göre, bir üçüncü devlet veya onun müttefiki, Sovyet Rusya’ya karşı İran’ı tehdit eder veya İran topraklarını bir harekat üssü haline getirir ve İran da buna engel olamazsa Sovyet Rusya İran topraklarına askerini sokmak hakkını kazanıyordu. Tabii bu hüküm birinci planda İngiltere’ye yöneltilmişti. 1 Ekim 1927 de Sovyet Rusya ile İran arasında bir tarafsızlık ve saldırmazlık paktı da imzalanmıştır. Bu antlaşma da, 1921 antlaşmasının hükümlerini teyid etmiştir. 1923 yılında İran Harbiye Bakanı Ahmet Riza Han, bir hükümet darbesi yaparak başbakanlığı eline geçirdi. İran Şahı Ahmet’in dışarda bulunduğu bir sırada da, 1925 Ekiminde, Şah Ahmet’i tahttan indirerek, Kaçar ailesinin İran’daki egemenliğine son verdi. İran Meclisi Aralık 1925 de Ahmet Riza Han’ı İran Şehinşahı ilan etti. Riza Şah, son İran hükümdarı Muhammed Riza Pehlevi’nin  babasıdır. Riza Pehlevi’nin bu hükümet ve monarşi darbeleri ile amacı kendisine örnek aldığı Atatürk gibi, İran’da geniş ve köklü reformlar yaparak memleketi batılılaştırmaktı. Gerçekten, İran’da pek çok reformları ve batılılaşma hareketlerini gerçekleştirdi. Din adamlarının nüfuzunu kıramamakla beraber, özellikle eğitim alanında birçok yenilikler yaptı. Eğitim sisteminde vatanseverlik, milliyetçilik ve batılı düşüncenin yerleşmesine önem verdi. Orduyu düzenledi ve iyi bir disipline soktu. Kapitülasyonları kaldırdı. Ekonomik alanda, devletin müdahalesi ile birçok işler yaptı. Atatürk ve Türkiye ile yakın ve samimi münasebetler kurdu. İran’ın dış politikasına gelince: 1921 ve 1927 antlaşmalarına rağmen Sovyet-İran münasebetleri iyi bir şekilde gelişmemiştir. Her ne kadar 1921-33 devresinde Sovyetler İran’ın dış ticaretinde en geniş yeri işgal etmiş iseler de, Sovyetlerin İran’daki komünist kışkırtma ve faaliyetleri İran’da bir güvensizlik doğurmuş ve siyasal münasebetlerin daha fazla gelişmesine imkan vermemiştir. Öte yandan, İran’ın İngiltere ile münasebetleri de güvensizlik havasından kurtulamamıştır. Üstelik Abadan petrolleri 1932 yılında İran ile İngiltere arasında şiddetli bir anlaşmazlık konusu olmuştur. Petrollerden daha yüksek bir hisse almak isteyen Riza Pehlevi, 1901 tarihli imtiyaz anlaşmasını feshedince, iki devletin münasebetleri gerginleşmiş ve İngiltere Basra körfezine donanma göndermiştir. Nihayet Milletler Cemiyetinin aracılığı ile anlaşmazlık çözümlenmlş ve 29 Nisan 1933 de İran ile Anglo-Persian Petrol Şirketi (APOC) arasında yapılan bir anlaşma ile, İran’ın petrollerden alacağı hisse arttırılmıştır. 1933 de Almanya’da Hitler’in iktidara geçmesi ve Hitler’in hem Batılılara ve hem de Sovyet Rusya’ya cephe alması üzerine, İran dış politikasını Almanya’ya kaydırdı. Almanya ile İran arasında ekonomik münasebetler de genişliyerek, Almanya, İran’ın dış ticaretinde Sovyet Rusya’nın yerini aldı. Almanya’nın 1941 de Sovyev Rusyaya saldırması üzerine, İran, İngiltere ile Sovyet Rusya’nın işgaline uğrayacaktır.

 

D) Afganistan: Afganistan 1880 Temmuzunda İngiltere ile imzaladığı bir anlaşma ile bu devletin nüfuz ve himayesi altına girmişti.1907 İngiliz-Rus anlaşması ile İngiltere Afganistan’daki bu durumunu Rusyaya da kabul ettirmişti. İ’inci Dünya Savaşından sonra Afganistan kendisini İngiltere’nin nüfuz ve vesayetinden kurtarmaya muvaffak oldu. Bir takım taht mücadelelerinden sonra 1919Şubatında Afganistan tahtına geçen Emir Amanullah koyu bir İngiliz düşmanıydı. Amanullah, Emir olur olmaz, 1919 Mayısında İngiltereye karşı Cihad-ı Mukaddes ilan edip, ordusu ile Hindistan’a yürüdü. Amanullah’ın hareketi İngilterere için tehlikeli bir dert oldu. Ancak 140.000 kişilik bir kuvvet kullandıktan ve 16 milyon İngiliz lirası harcadıktan sonra Amanullah’ı Hindistan’dan çıkardı. Fakat 8 Ağustos 1919 da yapılan Ravalpindi Antlaşması ile de, Afganistan’ın tam bağımsızlığını tanıyarak bu memleketten çekilmek zorunda kaldı. Amanullah bundan sonra Sovyetlere yaklaştı. 28 Şubat 1921 de Sovyet Rusya ile bir dosluk  antlaşması imzaladı. Bu antlaşma ile Sovyetler, bir yandan Afganistan’ın bağımsızlığını tanıyorlar ve öte yandan da Afganistan’a her yıl bir milyon altın ruble yardımda bulunmayı kabul ediyorlardı. Amanullah Sovyetlere yaklaşmakla beraber, Afgan-Sovyetmünasebetleri düzenli blr şekilde gelişemedi. Sovyetlerin Türkistan, Uzbekistan, Türkmenistan, Hive ve Buhara’yı bolşevikleştirmek için kullanmış oldukları sert usuller, buralardaki Türk halkların ayaklanmalarına sebep oldu ve birçok Türkler Bolşeviklerden kaçarak Afganistan’a sığındılar. 1922 yılında Enver Paşa’nın liderliğinde çıkan bu ayaklanmalara Amanullah büyük bir ilgi gösterdi ve hatta kendi liderliği altında bir Orta Asya Konfederasyonu kurmak için harekete geçti. Tabiatiyle bu durum Sovyet-Afgan münasebetlerini bozdu. Fakat Enver Paşa öldürüldüğü gibi, Sovyetler de Orta Asya’da durumu kontrolleri altına aldılar. Bundan başka iki devlet arasında sınır anlaşmazlık ve çatışmaları da eksik olmadı. Bununla beraber, Sovyetler Afganistanla aralarını bozmamak ve ekonomik yardım yoluyla Afganistan’ı nüfuzları altına almak için özel bir çaba harcadılar. 10 Nisan 1927 de Sovyet Rusya ile Afganistan arasında da bir tarafsızlık ve saldırmazlık antlaşması imzalandı. Afgan hükümdarı Amanullah da, Riza Şah’ın İran’da yaptığı gibi, Atatürk’ü kendisine örnek alarak memleketi batılılaştırmak için 1923’den itibaren faaliyete geçti. Memlekette birçok reformlar yaptı. Özellikle eğitim ve kültür reformlarına önem verdi. Bu reformlar için Almanya ve Türkiye’den uzmanlar getirtti. Bunun sonucu olarak Afganistan ile Almanya arasındaki siyasal münasebetler de gelişti ve Sovyet nüfuzuna karşı Afganistan Almanyaya dayandı. Hitlerle beraber Almanya ile Afganistan arasındaki münasebetler daha arttı. Amanullah, 1926 da Emir’lik ünvanını bırakıp Kral ünvanını aldı. Lakin yapmış olduğu reformlar, memleketteki koyu dindarcılığın tepkisi ile karşılaştı ve 1928 Kasımında mollalar ve muhafazakar kabileler ayaklandılar. Amanullah memleketten kaçmak zorunda kaldı. Habibullah Gazi muhafazakar unsurların temsilcisi olarak idareyi eline aldı ve Amanullah’ın bütün reformlarını kaldırttı. Lakin Habibullah’ın idaresi de diktatörlüğe dayandığından, yeniden ayaklanmalar çıktı ve nihayet Muhammed Nadir Han 1929 Ekiminde Afganistan Krallığını eline geçirdi. Muhammed Nadir, genel olarak Amanullah’ın yolundan gitti. Yalnız, reformlara devam etmekle beraber, bunları mollaları ve dindarları ürkütmeden yaptı. Türkiye ve Almanya ile yakın münasebetlere o da devam etti. Muhammed Nadir, 1933 Kasımında şahsi düşmanlarından biri tarafından öldürüldü. Fakat
memlekette herhangi bir karışıklık çıkmadan, hükümdarlığı oğlu Muhammed Zahir Şah üzerine aldı. 1941 de İran’ın İngiltere ve Sovyet Rusya tarafından işgali üzerine Afganistan da bu iki devletin baskısı altında kaldı ve bu baskı üzerine memleketteki bütün Alman uzman ve teknisyenlerini çıkarmak zorunda kaldı. İİ’inci Dünya Savaşından sonra Afganistan tekrar Sovyet nüfuzu altına düşmüştür.

E-JAPONYA : MEİJİ RESTORASYONU

 

     İlk Batılılar Japonya kıyılarına 16.yüzyılda Muromaçi döneminde ulaştılar. Ülkeye ateşli silahları tanıtan Portekizli tacirler 1543'te Japonya'nın güneybatısında küçük bir adaya yerleştiler. Sonraki birkaç yıl içinde bunları, Saint Francis Xaviar önderliğinde Cizvit misyonerleri ve İspanyol gruplar takip etti. Hollandalı ve İngiliz tacirler de Japon topraklarına yerleştiler.
    Avrupalıların bu akınlarının Japonya üzerinde çok derin etkileri oldu. Bu misyonerler özellikle Japonya'nın güneyinde çok sayıda kişinin inanç değiştirmesine sebep oldular. Şogunluk Hrıstiyanlığın birlikte geldiği ateşli silahlar kadar patlayıcı bir potansiyel teşkil edebileceğini fark etti. Sonunda Hrıstiyanlık yasaklandı ve Togukava Şogunluğu, Nagasaki Limanı'ndaki küçük Dejima adası içinde yaşayan bir avuç Hollandalı tüccar, Nagasaki'de yaşayan Çinliler ve arasıra Kore Lee Hanedanlığı'ndan gelen resmi elçiler dışında yabancıların ülkeye girişini yasakladı. Yaklaşık 250 yıl boyunca Japonya'nın dış dünya ile tek bağlantısı bu insanlardı. 18. yüzyılın sonlarından itibaren açılma yönünde giderek artan baskılar 19. yüzyılın ortalarında meyvelerini verdi. 1853 yılında Amerika Birleşik Devletleri'nin dört gemilik bir filosu Tokyo Körfezi'ne demir attı. Bir sonraki yıl aynı ziyareti gerçekleştiren Amerikan filosu bu ikinci ziyaretinde, bu kez iki ülke arasında bir dostluk anlaşmasına imza attı. Bunu, hemen Rusya, İngiltere ve Hollanda izledi. Bu Japonya'nın içe kapalı geçirdiği dönemin bittiğini haber veriyordu. Dört yıl sonra dostluk anlaşmasını ticaret anlaşmalarını izledi. Bu aşamada kervana Fransa da katıldı.
     İkili anlaşmalar feodal dönemin de sonunu getirdi. Ülke önce kargaşaya sürüklendi. 10 yıl kadar süren kargaşanın ardından Tokugava Şogunluğu tarihe karışırken, 1868 tarihi itibariyle Meiji Restorasyonu dönemi başladı. Hakimiyet İmparatora geçti.
Meiji dönemi Japonya'nın modern tarihinin de başlamasını haber verir. Bu dönemde Japonya Batı'nın yüzyıllar içinde kurduğu modern sanayileri, politik kurumları, kısacası modern bir toplumu 20-30 yılda yaratıverdi. Başkent Kyoto'dan bir önceki başkent olan Edo'ya taşındı. Ancak adı Tokyo olarak değiştirildi. Tokyo, "doğu başkenti" anlamındadır. Yüzyılların birikimi çok geçmeden kendini gösterdi. Ülke her bakımdan gelişmeye ve genişlemeye başladı. Bu gerektiğinde savaş anlamına da geliyordu. 1894-1895 yıllarında Çin ile yapılan savaşı Japonya kazandı ve Tayvan'ı ele geçirdi. Japonya 1904-1905 yıllarında Rusya ile yapılan savaşı da kazandı Güney Sahalin'i eline geçirdi. Aynı yıl Kore'nin yönetimini aldı, bu ülke 1910'da ilhak edildi.Bundan iki yıl sonra da İmaparator Meiji öldü. Bundan sonraki dönemde ülke büyümesini sürdürmekle birlikte ekonomik durgunluklar, siyasi çalkantılar ülkeyi kaosa sürükledi.
      Egemen güçler arasındaki çekişmeler, ülkeyi İkinci Dünya Savaşı'nın tam ortasına taşıdı. 1945 Ağustos'unda İmaparator'un emriyle halk silahlarını bıraktı, ülke teslim oldu. Ülke altı yıl kadar müttefiklerin kontrolünde kaldı. Bu dönemde ülkenin ekonomik ve toplumsal yapısını değiştirecek, reform nitelikli bir dizi yapılanmaya gidildi. Tarım alanları yeniden paylaştırıldı. Zaibatsu denilen aile şirketleri dağıtıldı. İşçilere ve kadınlara çeşitli haklar tanındı, 1947'de liberal bir anayasa ilan edildi. 1951 San Francisco Barış Antlaşması ile Japonya dış ilişkiler kurma hakkını yeniden kazandı. Bu tarihten itibaren yaklaşık 15 yılda ülke yeniden uluslararası rekabet gücüne ulaştı. 1964 Tokyo Olimpiyatları ülkenin uluslararası arenaya kabul edilişinin ve ülkenin yeniden ayağa kalkmasının tescili niteliğindeydi. Bütün dünyayı etkileyen sosyal olaylar Japonya'da kurumların geliştirilmesi sonucunu doğurdu. Bundan sonraki dönemin en önemli olayları ise 1972'de Okinava'nın Amerikan yönetiminden tekrar Japonya'ya geçmesi ve Çin ile bir uzlaşmaya varılmasıdır. Bu tarihten sonra Japonya özellikle uluslararası ekonomik ve mali piyasa v kuruluşların baş aktörlerinden biri haline geldi.

İMPARATOR MEİJİ DÖNEMİ

*Meiji ,japon imparatorudur. Meiji restorasyonu diye bilinen japonya'nın dışa açıldığı, batılı yaşama adapte olduğu dönemin imparatoru. küçük yaşta tahta geçmiştir, son samuray filminde konu edilen imparator kendisidir. abdulhamid'le diplomatik ilişkileri başlatmıştır. filmdeki gibi korkak görünüşlü değildir. ismi mutsuhito olup meiji diye anılır. *asıl adı mutsuhito. 1867-1912 arası japon imparator. ikinci abdülhamid gibi batılılaşmaya ve modernleşmeye çok önem vermiş bir hükümdar. beş maddelik ant'ı imzalamış:
*feodal toprak düzeninin kaldırılması : iltizamın kaldırılması gibi
*yeni okul sistemi kurulması: modern okullar
*kabine sistemi kurulması
*meiji anayasası
*parlemento kurulması
*meiji japonyasında batılı kıyafetlerinin kullanımı devlet memurları, askerleri ve saray mensupları için zorunlu hale getirlimiş, güçlü ordu, zengin ekonomi, medeniyet ve aydınlanma sloganları reform programını temsil hale gelmiştir.
*kıyafet değişikliği ilk bakışta fazla önemli gibi durmasa da aslında çok önemli bir değişikliktir. bu meiji japonyasında kıyafet değişikliği batılılaşma politikası olarak görülmüştür. kıyafet değişikliği olarak kimonoların değişime uğraması erkek kimonosunun kalkıp pantalon ceketin gelmesi, saçların değişime uğraması örnek verilebilir
yalnız kadınlardaki değişim erkeklere oranla biraz daha yadırganan bir kavram olmuştur. çünkü kadının bir anne ve ev kadını görüntüsü bu değişimle değişmiştir
*meiji japonyasında birey tam olarak hem tam japon hem de batılı formlarını ayrı ayrı bazen de aynı işlevler için kullanılmasından oluşan iki karakterlilik yaşamaktadır. fakat tam batılılık söz konusudur şöyle ki gündüz kimono giyen bir kadın akşam diskoda mini etek giymektedir ayrıca japon kıyafetleri resmi ve töresel törenlerde hala kullanılmaktadır.

F-1929 Dünya Ekonomik Bunalımı

       1929'da başlayan (etkilerini ancak 1930 yılının sonlarında tam anlamıyla hissettiren) ve 1930'lu yıllar boyunca devam eden ekonomik buhrana verilen isimdir. Buhran, Kuzey Amerika ve Avrupa'yı merkez almasına rağmen, dünyanın geri kalanında da (özellikle de sanayileşmiş ülkelerde) yıkıcı etkiler yaratmıştır.

Büyük Bunalım en çok sanayileşmiş şehirleri vurmuş, bu kentlerde bir işsizler ve evsizler ordusu yaratmıştır. Bunalımdan etkilenen birçok ülkede inşaat faaliyetleri durmuş; tarım ürünü fiyatlarındaki %40-60'lık düşüş, çiftçileri ve kırsal bölge nüfusunu kötü etkilemiştir. Talebin beklenmedik düzeyde düşmesi nedeniyle madencilik alanı buhranın en fazla etkilendiği sektörlerden biri olmuştur. Büyük Bunalım farklı ülkelerde farklı tarihlerde sona ermiştir.

Büyük Bunalım Öncesi Yeryüzündeki Genel Durum

     1929 Bunalımı temelde Amerika’da borsanın çöküşüne ithaf edilse de; o yıllarda yeryüzündeki ekonomik koşullara, krizin büyüklüğü ve etkisine bakıldığında Büyük Dünya Bunalımı adını almayı hak ettiği açıkça görülmektedir. Bunalım dünyada 50 milyon insanın işsiz kalmasına, yeryüzündeki toplam üretimin %42 oranında ve dünya ticaretinin de %65 oranında azalmasına neden olmuştur. 1929 yılına kadar dünyada oluşan diğer krizlere bakıldığında dünya ticaretinin en fazla %7 oranında düştüğü düşünülürse 1929 bunalımının ne derece etkili olduğu tahmin edilebilir.

    Dünyayı bu denli etkileyen büyük bunalımı sebep ve sonuçları ile anlayabilmek için öncelikle I. Dünya Savaşı sonrasında dünyada oluşan ekonomik ve sosyal koşulları göz önünde bulundurmak gerekir.

I. Dünya Savaşı dolaylı ya da doğrudan tüm dünyayı etkilemekle beraber, savaş sonrasında oluşan dünya tablosundaki en önemli figürler gerek yaşadıkları değişimler gerek dünya ekonomisine etkilerinden dolayı Amerika, İngiltere ve Almanya oldu.

Savaşa kadar dünyada hegemonik güç sayılan İngiltere, kanayan bir ülke durumuna geldi. Savaş sonrası Amerika’dan alınan borçla yeniden kurulan altın standardıyla değer kazanan pound, İngiliz ihracatının azalmasına sebep oldu. Daha az ihracat daha fazla altının dışa akımına bu da yeniden borçlanmaya neden oldu.

O yıllarda Almanya ise Amerika’nın savaş sonrasında geri istediği tazminat sorunuyla karşı karşıyaydı. Ekonomisi durma noktasına gelen Almanya, tazminat sorununa çözüm olarak para basmayı denedi. Bu para Amerika tarafından kabul edilmediği gibi Almanya’da hiperenflasyona neden oldu. Daha sonra tazminat sorunu 1924 yılında Amerika’nın önerdiği Dawes Planı ile çözülmeye çalışıldı. Bu planda Amerika Almanya’ya yeniden yapılanması için kredi verecek; yapılanmasını tamamlayan Almanya daha sonra tazminatını ödeyecekti.

Büyük Bunalım Öncesi Amerikan Ekonomisi

Amerika ise 1924-29 yılları arasında bir stabilizasyon devresi geçirdi. Edindiği ihracat fazlası ile dünyanın net kreditörü konumuna geldi. Bu esnada ülkede otomobil, yapı, elektrik gibi yeni endüstriler gelişmeye başladı. Yeni gelişen endüstrilere talebin fazla olması borsanın spekülatif olmasına sebep oluyordu. Öyle ki 1928 yılında, Amerika verdiği kredileri New York Borsası için geri çekmek durumunda kaldı.

1920’lerde borsa dışındaki ekonomik göstergeler oldukça iyi durumdaydı. Üretim ve işlilik oranı yüksekti. Ücretler çok fazla yükselmiyordu ve fiyatlar istikrarlıydı. Bir çok insan hala aşırı derecede fakirdi ancak halkın büyük çoğunluğu hiç olmadığı kadar rahat ve varlıklıydı. Ancak o yıllarda Amerikalılarda minimum fiziksel eforu sarfederek zengin olma isteği hakimdi. İnsanların bu ruh hallerinin ve spekülasyonun ne derece hakim olduğunun kanıtı, 1926 yılında Florida’da meydana gelen gayri menkul patlamasıydı. Bu olay klasik bir spekülatif balonun tüm özelliklerini kendi içinde barındırıyordu.

Krizin Sebepleri

    Büyük kriz öncesindeki atmosfere bir göz attıktan sonra krizin sebepleri ve gelişimi üzerinde durmak gerekir. Dünyayı etkileyen pek çok olay üzerinde olduğu gibi bu olayın da sebepleri üzerinde çok sayıda araştırmalar ve değişik yorumlar yapıldı ancak bunların genelinde yer alan ortak birkaç sebebi şöyle sıralayabiliriz:

Birincisi; Amerika’daki şirketlerin mali güçleriydi. 1870li yıllarda Amerika’da irili ufaklı pek çok şirket varken I. Dünya Savaşı’nın getirdiği zorluklar karşısında küçük şirketler birleşmek zorunda kalmış ve savaş sonrasında tekeller oluşturmuşlardır. Öyle ki 1929 yılına gelindiğinde Amerikan ekonomisinin %50’si üzerinde söz sahibi olan holding sayısı 200 kadardı. Bu da tek bir holdingin bile iflasının ekonomiyi sarsmaya yeteceğini gösteriyordu.

    İkinci bir sebep de bankaların kötü yapılanmış olmasıydı. Bankaların sermaye esaslarını, rezerv ve kredi oranlarını belirleyen yasalar yoktu. Örneğin şirketlerin mali tablolarının güvenilirliğini sağlayan yasalar yoktu. Bu yüzden yatırımcı senedini aldığı firma hakkında yeterince bilgiye sahip olamıyordu. Yine ticari bankaları yatırım bankalarından ayıran yasalar da mevcut değildi.

     Üçüncü bir sebebin de, başkan Hoover yönetiminin ekonomi alanındaki tecrübesizliği olduğu söylenebilir. Bu düşüncenin savunucularına göre başkan Hoover yönetimi 20lerde hüküm süren liberal ekonomi anlayışına göre ekonomiye devlet müdahalesi yapmamayı uygun görmüştü. Ancak 29 krizine müdahale etmemenin toplumsal maliyeti çok büyük olmuştu. Daha sonraları başkan müdahaleye karar verdiğinde ise hem çok geç olmuştu hem de müdahale başarılı değildi. Örneğin devlet bütçesini dengelemek için devlet harcamalarını kısması ve vergileri arttırmasının işsizliğe sebep olduğunu ve bunun da insanların satın alma gücünün azalmasına ve fiyatların düşmesine neden olduğu savunuldu. Hükümetin tecrübesizliğinin bir diğer göstergesi de altın standardına bağlı kalmakta ısrar edişiydi. Hükümet altına bağlı olmayan para basmayı reddederek sıkı bir para politikası izledi ve piyasada para bulunmayınca ekonomik faaliyetler durdu, reel sektör küçüldü. Bu da daha fazla işsizlik, daha az gelir demekti.

     Vurgulanması gereken son sebep ise; başta da belirtildiği gibi Amerika’nın dünya üzerindeki net kreditör olmasıydı. Bunun yanında I. Dünya Savaşı sonrası Almanya ve İngiltere’den istediği tazminatların altın olarak ödenmesini talep ediyordu. Ancak yeryüzündeki altın stoğu yetersizdi ve varolan stoğu da zaten Amerika kontrol ediyordu. Bu sebeple de bahsedilen tazminatların ve kredilerin mal ve hizmet olarak ödenmesi denendi ancak bu da Amerika’nın kendi mal ve hizmet sektörünü vurdu. Son çare olarak gümrük duvarları koyma yoluna gidildi ancak bu da yalnızca dış ticareti küçülttü. Sonuçta Amerika hesapsızca vermiş olduğu kredileri geri alamadı.

Krizin Patlak Verişi: Kara Perşembe

     New York Borsası 1928 yılının başından 29 yılı Ekim ayının başına kadar olan süreçte gittikçe yükseliyor ve yüksek fiyat/kazanç oranı getiriyordu. Ancak 3 Ekim 1929 tarihine gelindiğinde, yukarıda sayılan sebepler doğrultusunda borsanın ilerlemesi durmuş hatta birkaç büyük holdingin hisse senetleri düşmüştü. Bu düşüş 21 Ekim günü yabancı yatırımcıların kağıtlarını ellerinden çıkarmalarıyla hızlandı ve “Kara Perşembe” olarak anılan 24 Ekim 1929 Perşembe günü borsa dibe vurdu. 1929 yılının fiyatlarıyla 4.2 milyar dolar yok oldu. 29 Ekim 1929 gününün fiyatlarına bakıldığında bir yıl öncesinin karının bile sıfırlandığı görülür. 21-29 Ekim 1929 tarihleri arasındaki fark Dow Jones sanayi ortalamasının 328’den 230’a düştüğünü gösterir. Bu süreçte 4.000 kadar banka batmış, binlerce insanın mal varlığı yok olmuştur. Bu insanlar açlığa sürüklendi ve sebze ve meyve yetiştirip satarak yaşamaya çalıştılar. Piyasadaki para bir anda yok olduğu için insanlar ihtiyaçlarını karşılamada takas yoluna giderek bir nevi değiş-tokuş ekonomisine geri döndüler. İnsanlar maddi varlıklarıyla beraber sosyal konumlarını ve ruh sağlıklarını da kaybettiler. Bunalımın etkileri II. Dünya Savaşı’na kadar yaklaşık 10 yıllık bir periyodda devam etti.

Roosevelt ve "New Deal"

    Amerikan halkı bu büyük çöküşün faturasını Hoover yönetimine çıkardı. Bir sonraki seçimde Hoover’ın başkan seçilmeyeceği aşikardı. Onun yerine adını verdiği programla ekonomik sistemde köklü değişiklikler vaadeden Roosevelt seçildi. Roosevelt “ New Deal” ı 1930-37 yılları arasında uygulama fırsatı buldu. Başa geldiği 1933 yılı bunalımın etkilerinin en fazla hissedildiği yıllardan biriydi. Ekonomide karlılık çökmüştü. Büyük bir talep eksikliği yaşanıyordu çünkü insanların satın alma gücü çok düşmüştü. Roosevelt böyle bir dönemde hem sosyal hem ekonomik anlamda bir reform niteliği taşıyan programıyla ve büyük yetkilerle başa geçiyordu. Amerikan ekonomisi tarihinde ilk kez devlet müdahalesine maruz kalıyordu.

    Roosevelt işe bankacılık sektörüyle başladı. O sıralarda sektörde likidite düşük olduğundan altın ve döviz kuru bizzat başkanlık tarafından kontrol ediliyordu. İlk kez Merkez Bankası kuruldu. Mevduatlar devlet güvencesine alındı. Bankacılık sisteminin düzeltilebilmesi için 500 kadar yeni düzenleme yapıldı. Reel sektörde de karlılığın arttırılmasına karar verildi. Devlet kendi kontrolü altında olmak kaydıyla sanayicilerin yüksek fiyat uygulamalarına izin verdi ve yine bu amaca uygun olarak üretim sınırlandı. Talep sorunun çözmek için de, devlet yüksek sayılabilecek bir düzeyde minimum reel ücretleri belirledi. Çalışma saatleri azaltılarak işsizlik sorunu çözülmeye çalışıldı. Tarımda da bir takım yeni programlamalar yapıldı. Ancak bu programlar bazı yönlerden birbirleriyle çelişir durumdaydı. Devlet bir taraftan fiyatları yüksek tutmak için üretim kotası koyarken diğer taraftan da ne üretirlerse üretsinler belli yükseklikte bir fiyata bunları almayı vaad ediyordu. Bu da çiftçilerin daha fazla üretim yapmak istemelerine neden oluyordu. Roosevelt’in devlet harcamaları politikası ise bir denge politikasıydı. Devlet müdahalesine karşı olan sanayicileri küstürmemek için özel sektörün ilgilenmediği büyük yatırımlar gerektiren alanlarda harcama yapılıyordu. Bu sektörlerde açılan iş alanlarıyla da işsizliğin azaltılmasına ve talebin arttırılarak düşük talep sorununun çözülmesine çalışılıyordu.

Genel anlamda “New Deal” programına bakıldığında çok da başarılı bir program olmadığı görüşü hakimdir.Devlet harcamalarının ekonomiyi canlandırmaya yetmediği,devletin ekonomideki payının da artmadığı ve yeni yatırımların yetersiz kaldığı bilinir.

Bunalım Sonrasında Almanya

Depresyonu yenerek tam istihdama ulaşan ilk sanayi ülkesi, Almanya'dır. Almanya, enflasyonsuz orijinal finansman yöntemleriyle iç piyasayı canlandırmayı başarmıştır. Ancak dünya pazarları Almanya' nın ihracatına açık değildi. Alman fabrikalarına sürüm alanları temin etmek ve hammadde bulmak gerekiyordu. Güney Amerika, Orta Avrupa, Balkanlar ve Türkiye serbest dövizle mal almakta ve satmakta güçlük çekiyorlardı. Almanya,direkt serbest döviz transferi olmaksızın malın malla mübadelesini gerçekleştirmek imkanını sağlayan bir counter-trading modelini benimsedi serbest döviz piyasalarında ihracat mallarına uygun fiyatla alıcı bulamayan memleketlerin müşterisi durumuna geçti. Tarım ekonomilerinin ihracat mallarını yüksek bedelle satın aldı ve onlara kendi sanayi ürünlerini sattı. Planlama ve benzeri yöntemlere başvuran ABD ile Fransa gibi demokrasiler ılımlı çözümlere yönelirken, Almanya'da işsizler nazi totalitarizminin çılgınlıklarına kapıldılar. Böylece bunalım, İkinci Dünya Savaşı'nın başlıca nedeni olacaktı.

Türkiye'ye Etkileri

  Türkiye 1929 bunalımı karşısında, kalkınmasını sağlayabilmek için ihracat ve ithalatını artırmak zorundaydı,Türkiye Cumhuriyeti bunu sağlayabilmek için çeşitli politikalar izledi.

   Türkiye 1933' de dış ödemelerde uygulamasına başlanan kliring ve takas sistemini uyguladı. Bilindiği gibi, kliring sistemi malını alanın,malını alma ilkesine dayanır. Bu sistemde ithalat ihracata bağlandığından, ihracat teşvik edilmiş olur. Nitekim,Türk Hükümeti mümkün olduğu kadar bütün ülkelerle kliring ve takas anlaşması yapmaya çaba harcadı ve Türkiye ile ticaret ve ödeme anlaşması yapan ülkelerden,ithalata öncelik tanıdı. Ayrıca ihraç mallarının standardizasyonuna önem verilerek ,ihracat bu yönden de teşvik edildi 10 /06/1930 tarih ve 1705 sayılı Kanun ile Hükümete tedbir alma yetkisi verilerek,ihraç edilen fındık ve yumurtadan başlayarak ,ihraç mallarında kalite konturulüne gidildi. Önceleri çeşitli merciler tarafından yürütülen bu iş 1934' te kurulan Türkofis' e devredildi. Ofise,kontrol ve teftiş görevi yanında piyasa araştırmaları yapma uluslar arası ticaret ve ödeme anlaşmalarını hazırlama görevi de verildi.

   Halen dünyada yaşanmış olan en büyük kriz 1929 Krizi’dir. Bu krizin dünyayı en az I. Ve II. Dünya Savaşları kadar etkilediği de açıktır. Büyük bunalımın yol açtığı 1930’lar dünya tablosuna bakıldığında ekonomik krizlerin bazen insanlık tarihini etkileyecek boyutlara varabileceği rahatlıkla görülebilir. Bu yüzden ekonomik krizlere yalnızca ekonomik değil aynı zamanda sosyal hatta politik bir olgu olarak da bakılmalıdır.

 

G- Birinci Dünya Savaşı'ndan Sonra Meydana Gelen Siyasal Gelişmeler

 

Bazı Büyük Devletlerde Rejim Değişikliklerinin Meydana Gelmesi

İtalya'da Faşist Rejimin Kurulması

Faşist Parti, hangi siyasal, toplumsal ve ekonomik ortamda kurulmuştur?

İtalya, Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra büyük bir ekonomik çöküntü içine girmişti. Savaşta istediklerinin çoğuna kavuşamamıştı. Ülkede sosyalizm ve komünizm gibi akımlar güçlenmişti. Bunun yanında toplumsal ve ekonomik sorunların giderek artması, 1919'da Benito Mussolini önderliğinde kurulan Faşist Parti'nin büyümesine de yol açmıştı. Paris Barış Konferansı'nda küçük düşürüldüğü öne sürülen İtalya'yı güçlendireceğini, Roma İmparatorluğu'nu yeniden kuracağını ve ülkedeki sol muhalefetle mücadele edeceğini belirten Faşist Parti, 28 Ekim 1922'de Napoli'den Roma üzerine yürüyerek büyük bir atılım gerçekleştirmiştir. Faşist Partisi'nin "Kara Gömleklileri" tarafından gerçekleştirilen bu olay üzerine hükümet istifa etmiş ve başbakanlığa Mussolini getirilmiştir.

Faşist yönetimin iç ve dış politikadaki amaçları nelerdir?

Mussolini'nin kurduğu faşist yönetim, aşırı ulusalcılığı (milliyetçiliği) esas aldığından, kısa bir süre sonra demokrasiyi ortadan kaldırmıştır. Ülkedeki diğer ırklardan olan kişileri zorla İtalyanlaştırmaya çalışmıştır. Roma İmparatorluğu'nun yeniden kurulması için de, Akdeniz çevresinde sömürgeler elde etmeye yönelmiştir. Mussolini'nin Anadolu'yu da içine alan bu yayılma politikası, Türk-İtalyan ilişkilerinde gerginlik yaratmıştır. Ancak, İtalya'daki faşist yönetim 1930'lu yıllarda taleplerini arttırarak saldırgan politikasını sürdürmüştür.

Almanya'da Nazizmin Kurulması

Almanya'nın Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra siyasi, toplumsal ve ekonomik

yapısı nasıldır?

Almanya, Birinci Dünya Savaşı'ndan yenik çıkması nedeniyle 1918'den sonra büyük çapta iç sorunlarla karşı karşıya gelmişti. 1918 yılının Kasım ayı başlarında çıkan bir askeri ayaklanma sonucu İmparatorluğa son verilmiş ve cumhuriyet ilan edilmişti. Sosyalist ve komünist hareketler de büyük bir atılım içine girmişlerdi. Bu önemli siyasal değişiklik, Almanya'nın karşı karşıya bulunduğu siyasi, sosyal ve ekonomik sorunları çözememişti. Hatta, sorunları daha da arttırmıştı. Özellikle, 28 Haziran 1919'da ağır koşullar taşıyan Versailles Antlaşması'nın imzalanması, siyasi yelpazenin sağında ve solunda bulunan tüm Almanların tepkisine yol açmıştı. Alman kamuoyu, barış antlaşmasının gerektirdiği ödemelerin yapılmasını, savaş donarımları nedeniyle Danimarka'ya bırakılan Schleswig'in elde çıkarılmasını, Eupen ve Malmedy'in Belçika'ya verilmesini büyük bir öfkeyle izlemiştir. Buna karşılık, Cumhuriyet yönetiminin iç ve dış politikadaki başarısızlığı, ekonomik önlemler almadaki yetersizliği işsizlik sorununu büyütmüştü. 1922 yılında Alman Markı'nın değerinin düşmesi halkın yaşamını zorlaştırmıştı. Örneğin, bir somun ekmek alabilmek için milyonlarca marka ihtiyaç duyulmuştur. Bu arada Fransızların 1923 yılında, savaş tazminatının ödenmemesini bahane ederek Ruhr bölgesini işgal etmesi, kamuoyunun Versailles Antlaşması'na olan tepkisini daha da çoğaltmıştır.

Alman Nasyonal-Sosyalist İşçi Partisi'nin iç ve dış politikadaki amaçları nelerdir?

     İşte, bu toplumsal ve ekonomik çalkantılar içinde Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra terhis edilen onbaşı Adolf Hitler, 1919'da küçük bir siyasal topluluk olan Alman İşçi Partisi'ne üye olmuş ve liderliğini ele almıştır. Hitler, 24 Şubat 1920'de Münih'te ilk kitle toplantısını gerçekleştirerek Parti'nin programının esaslarını belirlemiştir. Bu toplantıda Parti'nin adını Alman Nasyonal-Sosyalist İşçi Partisi (Nazi Partisi) olarak değiştirerek aşırı ulusalcı (milliyetçi) ve ırkçı bir politika benimsemiştir. Zengin sermaye kesiminin desteğini arkasına alan Hitler, örgütlenmeye hız vermiş ve taraftarını arttırmaya çalışmıştır. Bununla birlikte, işsizliğe çare bulunacağını, Almanya'nın büyümesini sınırlayan Versailles Antlaşması'nın ortadan kaldırılacağını ve şiddetli bir şekilde Yahudi düşmanlığının körükleneceğini öne sürerek güçlenmeye devam etmiştir.

    Alman Nasyonal-Sosyalist İşçi Partisi 1930 seçimlerinde başarılı olduktan sonra, 1932 seçimlerinde de Alman Parlamentosu'nun (Reichstag) 608 üyeliğinden 230'unu kazanarak, ülkenin en büyük partisi haline gelmiştir. Bu siyasal gelişmelerden sonra Cumhurbaşkanı Hindenburg, 30 Ocak 1933'te Hitler'i Başbakanlığa atamıştır. Böylece, demokratik bir ortamda ırkçı söylemler benimseyen Nasyonal-

Sosyalist İşçi Partisi iktidara gelmiştir. Öteden beri Alman liberalleri, sosyalistleri ve komünistleri, nasyonal sosyalizmin (nazizm) bir zafer kazanabileceğine inanmamışlardı. Ancak, 30 Ocak 1933 akşamı Hitler'in başbakanlığını kutlayan "kahverengi gömlekli" nazizm yanlısı gençler, "yozlaşmış burjuva kültürü" olarak nitelendirdikleri Sigmund Freud'un psikanaliz metinlerini, Thomas Mann'ın, Jack London'ın, Ernest Hemingway'in, Marx'ın, Engels'in ve Albert Einstein gibi değişik siyasal görüşteki yazarların kitaplarını yakarken acı gerçekle yüzyüze gelmişlerdir.

Hitlerin kurduğu Nazizmin uygulamaları nelerdir?

        Hitler, 3 Şubat 1933'te Alman ordusunun komutanlarıyla yaptığı görüşmede iç ve dış politikaya yönelik düşüncelerini açıklamıştır. Hitler'e göre, ilk yapılması gereken politik güçün tekrar ele geçirilmesiydi. Buna göre iç politikada; halihazır durumun tam tersine döndürülmesi, amaca aykırı düşen herhangi bir düşünce tarzının faaliyetine göz yumulmaması, kendiliğinden bu yola dönmeyenin zorla bu yola getirilmesi, marksizmin kökünün kurutulması, gençliğe ve halka savaşın tek çözüm olduğu fikrinin yerleştirilmesi ve en sert şekilde otoriter devlet yönetiminin sağlanması gerekiyordu. Dış politikada ise; Versailles Antlaşması'nın ortadan kaldırılması ve bunun için müttefikler sağlanması yoluna gidilmesi gibi amaçlar belirlenmişti. Hitler, bu amaçlarına ulaşmak ve kendisine bağlı bir parlamento oluşturmak için meclisi feshederek seçimlere gitmiştir. Fakat, 5 Mart 1933'te yapılan seçimlerde Nasyonal Sosyalist Parti (Nazi Partisi) çoğunluğu elde edememiştir. Ancak, Hitler baskıyla Alman Parlamentosu'ndan (Reichstag'tan) dört yıl süreyle olağanüstü yetkiler almıştır. Böylece, Hitler diktatör olma konusunda önemli bir adım atmıştır. İlk iş olarak sendika ve siyasal partileri kapatmıştır. Kendisi gibi düşünmeyen kişileri ya öldürtmüş ya da toplama kamplarına göndermiştir. 2 Ağustos 1934'te Devlet Başkanı von Hindenburg'un ölümü üzerine bu makamı da şahsında birleştirerek "Führer" olmuştur. Tüm bu gelişmelerin sonucunda Almanya'da tek partili totaliter devlet kurulmuş olmaktaydı.

         Hitler, totaliter devleti anlayışını yerleştirdikten sonra Almanya'nın sınırları dışında kalmış bulunan bütün Almanların birleştirilmesini ve bir tek devlet altında toplanmasını, doğuda "yaşam alanı" oluşturulmasını esas almıştır. Amaçlarına ulaşmak için Versailles Antlaşması'nın sınırlayıcı hükümlerini ortadan kaldırmış, Alman ordusunun toplam kuvvetini arttırmış, Locarno Antlaşması'ndan ayrılmış ve askersiz bölge olan Ren Bölgesini işgal etmiştir. Almanya'da Nasyonal Sosyalist Parti'nin iktidara gelmesi ve statükonun değiştirilmesine yönelik faaliyetlerde bulunması, devletler arasında yeni ve önemli anlaşmazlıklar ortaya çıkarmıştır.

 Japonya

       Japonya, 1920'li ve 1930'lu yıllarda Uzakdoğu'nun en güçlü devleti idi. Özellikle 1930'lardan sonra militarist bir anlayışla yönetilen Japonya, yayılmacı bir politika izlemeye başlamıştı. 1931'de Mançurya'yı işgal ettikten sonra Çin'e yönelmiştir. Nitekim, 1932'de Çin'le savaşa tutuşarak, bu ülkenin orta bölgelerine doğru ilerlemeye başlamıştır. Japonya'nın yayılmacı politikası, Uzakdoğu'daki güçler dengesini alt-üst etmiştir. Bu bölgede çıkarları olan İngiltere ve A.B.D. gibi devletler, Japonya'nın bu tutumuna seyirci kalmışlardır. Ancak, Japonya'nın 1937'de Çin'e ikinci kez saldırmasından sonra, bu ülkeye karşı çıkmışlardır. Japonya'yı durdurmak için Çin'e yardıma başlamışlardır. Fakat, Uzakdoğu, Japonya'nın emperyalist tutumu nedeniyle kendisini İkinci Dünya Savaşı'na girmekten kurtaramamıştır.

 

H-İki savaş arası dönemde dünyada meydana gelen bilimsel, teknolojik ve kültürel gelişmeler

 

1920
  Soğutucular gündelik yaşamda.Üretilmeye başlayan elektrikli buzdolapları yiyeceklerin saklanmasında yeni bir çığır açtı. ABD’de düzenli radyo yayınları başladı.Aynı yıl ingiltere’de de radyo yayınları başlamıştı.
1921
   Hermann Rorschach,kendi adıyla anılan ve yansıtma tekniğine dayanan psikolojik testler uygulamaya başladı.
Kanadalı bilim adamları Frederick G. Banting ve Charles H. Best, pankreas özütünden insülin elde ettiler.Bu buluş,şeker hastalığı tedavisinde çığır açtı.
   Robot sözcüğü ilk kez kullanıldı.Çek oyun yazarı Karel Capek, Rossum’s Universal Robots (Rossum’un Evrensel Robotları) adını verdiği oyununda verilen emirleri düşünmeden yerine getiren makineleşmiş insanlardan söz ediyordu. Robot sözcüğü Çek dilinde angarya iş anlamına geliyordu.
1922
Tutankamon’un mezarı bulundu. Mumyanın bulunduğu odaya ilk kez ingiliz kazıbilimci (arkeolog) Howard Carter girdi. Mısır’da 19. sülale döneminde "Amarna kralları" olarak bilinen Ahenaton, Smenhkare,Tutankamon ve Ay’ın adları firavunlar listesinden silindiği için mezarın yeri unutulmuştu.Bu sayede özgün haliyle, bozulmadan bulunan mezar, birçok arkeolojik bulgu sağladı.
1923
   Arthur Compton, X ışınlarının elektronlarla çarpışması durumunda dalga boylarının değiştiğini belirleyerek bunun nedenini açıkladı.Bu buluş elektromanyetik dalgaların hem dalga hem de parçacık niteli¤i taşıyan ikili yapısına ilişkin görüşü doğrulamıştır.
   İsviçreli psikolog Jean Piaget,çocukların derslerde yaptığı yanlışların gelişigüzel olmadığını, belli yaş gruplarında özgün yanlışların yapıldığını ortaya koydu.Böylece çocuğun yetişkinliğine değin bir dizi zihinsel gelişim evresinden geçtiği sonucuna ulaştı.
1924
Fransız fizikçi Louis de Broglie, ışığın hem dalga hem de parçacık davranışı gösterdiğini kanıtlayan deneysel bulgulardan yola çıkarak, parçacıkların da parçacık özelliklerine ek olarak dalga özelliklerine sahip olabileceği düşüncesini ileri sürdü.
1925
Alman fizikçi Werner Heisenberg, kuantum mekaniğinin matris biçimini geliştirdi.Heisenberg tutulduğu saman nezlesi nedeniyle dinlemeye çekildiği Helgoland adasında, harmonik olmayan salınıcıda kesikli enerji durumlarının açıklanmasıyla ilgili bir problemi çözerek atomun kuantum mekaniğinin geliştirilmesine yönelik programlı araştırmaların başlangıcını oluşturdu.
1926
    Robert Goddard ilk başarılı roket deneyini gerçekleştirdi.Massachussets’e bağlı Auburn kenti yakınlarında bir çiftlikte gerçekleştirdiği deneyde, Goddard’ın bir rampadan ateşlediği sıvı yakıtlı roket 30 m yükseldi ve 2,5 saniye havada kalarak 60 metre yol aldı.
    Rus bilim adamı Vlademir Vernadski, canlı süreçlerin atmosfere katkılarını inceledi ve atmosferdeki azot, oksijen ve karbondioksiksitin canlılarca üretildiğini belirledi. Biyosfer kavramını ortaya atan da Vernadskidir.
1927
   George Paget Thomson, bir elektron demetinin kristal yapılı bir maddeden geçerken kırılıma uğradığını belirledi.Böylece Louis de Broglie’nin,bir parçacığın, Planck sabitinin parçacık momentumuna bölünmesiyle elde edilen dalgaboyunda bir dalga davranışı göstereceği yolundaki öngörüsünü doğruladı.
    Büyük patlama kuramı ortaya atıldı. Belçikalı gökbilimci Georges Lemaître’in
ortaya attığı kurama göre evren başlangıçtaki bir "süperatomun" genleşmesi sonucu oluşmuştur. Bu kuram sonradan George Gamov tarafından geliştirildi.
     Sesli sinema filmi yapıldı.1895 yılında Lumiere kardeşlerin ilk filmi göstermelerinden beri sessiz sinema gündemdeydi.1927’den sonraysa sessiz filmler yerlerini yavaş yavaş sesli filmlere bıraktılar.
1928
   C vitamini keşfedildi.Özellikle uzun gemi yolculuklarında ortaya çıkan ıskorbit hastalığının tedavisinde C vitaminin etkili olduğu anlaşıldı.
   Alexander Fleming, penisilini buldu.Bu antibiyotik ilaçla tedavide yeni bir dönem başlattı.
1929
   Ünlü gökbilimci Edwin Hubble, Evren’in genişlediği fikrini ortaya attı.Hubble’a göre Evren, gökadaların birbirlerinden uzaklaşma hızları ile birbirlerine olan uzaklıkları arasındaki oran sabit kalacak şekilde genişlemektedir.
1930
   Plüton gezegeni keşfedildi. Astronom Clyde Tombaugh, Lowell gözlemevinde çalıştığı sıralarda çektiği bir dizi fotoğrafta küçük gezegenlerden daha yavaş hareket eden bir gökcismi saptadı.Bu gök cismi uzun süredir orada olduğundan kuşku duyulan Plüton gezegeniydi..
   İngiliz fizikçi Paul Dirac,antimadde kavramını ortaya attı.Dirac, elektronların  enerji düzeyleri konusundaki çalışmaları sırasında elektronun karşıt parçacığının varlığını ileri sürdü.Bu çalışma, elektrik yükü dışında her yönüyle elektronun özdeşi olan bir parçacığın laboratuarda üretilmesiyle sonuçlandı. Bu maddeye pozitron adı verildi.

1931
   Alman bilim adamı Ernst Ruska ilk elektronik merceği geliştirdi.Bu mercek elektronları ışık gibi odaklayan bir elektro mıknatıstan oluşuyordu.Ruska, seri halde birkaç elektron merceği kullanarak ilk elektron mikroskopunu 1933 yılında yaptı.
  Avusturyalı fizikçi Wolfgang Pauli, nötrinoların varlığı tezini ileri sürdü. Pauli, Nötrinonun varlığını, radyoaktif beta bozunumuna ilişkin varsayımla enerjinin ve momentumun korunumu yasalarının uyum içinde olmasını sağlamak amacıyla öngörmüştü.Nötrino adı bu parçacığa ünlü italyan fizikçi Enrico Fermi tarafından verildi.
   Karl Jansky, Güneş Sistemi’nin dışından gelen radyo dalgaları keşfetti. 1928 yılında New Jersey’de bulunan Bell Laboratuarlarında çalışmaya başlayan Jansky, burada telefon haberleşmesini etkileyen çeşitli parazitlerin kaynağını araştırmakla görevlendirildi.Yönlendirilebilir doğrusal bir anten kurarak biri dışındaki tüm girişim kaynaklarını belirledi.Aylar süren çalışmalardan sonra 1931’de, bir türlü saptanamayan bu girişim kaynağının yıldızlar olduğunu buldu.Birkaç ay sonra da bu kaynağın Yay takımyıldızı doğrultusunda olduğunu keşfetti.
1932
   James Chadwick atomun içinde elektrik yükü olmayan bir parçacık olduğunu keşfetti.Bu parçacığa nötron adını verdi.  ABD’li bir fizikçi olan Edwin Herbert Land,fotoğrafların banyo ve baskı işlerinin tek aşamada yapılmasını sağlayan bir yöntem geliştirdi.Bu çalışmaları sonucunda geliştirdiği ve Polaroid 3 kâğıdı olarak adlandırdığı kutuplayıcı kısa sürede yaygın kullanım alanı buldu.
1933
    A. N. Kolmogorov, olasılıklar hesabının aksiyomatik kuramının temellerini attı. Bu, günümüzde de kullanılan olasılık kuramının başlangıcıdır.
1934
   ABD’li kimyacı Wallace Carothers naylonu buldu. 1938’de ticari üretimine geçilen naylon, bileşim yoluyla hazırlanan ilk sentetik polimer lifi olmuş ve yapay elyaf sanayisinin doğuşunu hazırlamıştır.
    Frederick ve Irene Joliot-Curie, çeşitli elementleri polonyum atomundan salınan alfa parçacıkları (artı yüklü helyum çekirdekleri) bombardımanına tutarak ilk yapay radyoaktifliği elde ettiler.
1935
    Japon fizikçi Hideki Yukawa, atom çekirdeğindeki parçacıkları birarada tutan kuvvetin taşıyıcısı olarak mezon adlı parçacığın varlığını öngördü, bu parçacığın niteliklerini kuramsal olarak belirledi.
   ABD’li deprembilimciler Charles Richter ve Beno Gutenberg, deprem ve öteki sismik olayların büyüklüklerini belirlemek için bir ölçek hazırladı.
   Radarın bulunuşu.ingiliz bilim adamı Robert Alexander Watson-Watt,uçaklara radyo dalgaları gönderip, yansıyan dalgayı alarak ve dalgaların gidiş dönüş süresini ölçerek uçağın varlığını ve uzaklığını 110km mesafeden belirleyebilen bir sistem geliştirdi. Bu, o güne değin yapılmış ilk pratik radar sistemiydi.
1938
    Fisyonun bulunuşu. Otto Hahn,Strassman’la birlikte uranyumun ürünlerinden birinin,daha hafif olan radyoaktif baryum elementi olduğunu buldular ve bunun, uranyum atomunun daha hafif iki atoma bölündüğünü kanıtladığını anladılar.
1939
   Igor Sikorsky,1939 yılının başında yapımına başladığı VS-300 helikopterinin yapımını eylül ayında bitirdi ve ilk başarılı helikopter uçuşunu gerçekleştirdi.
   DDT (diklorodifeniltrikloroetan) ilk kez böcek ilacı olarak kullanıldı.ilk kez
1874 yılında üretilen DDT’ nin böcek öldürücü etkisi ilk kez isviçreli kimyacı Paul Hermann Müller tarafından keşfedilmiştir.Bu ilacın kullanımı ileriki yıllarda çevreye ve insanlara da zarar verdiği gerekçesiyle yasaklanacaktır.

 

Albert Einstein (14 Mart 1879 - 18 Nisan 1955) , Yahudi asıllı Alman teorik fizikçi.

20. yüzyılın en önemli kuramsal fizikçisi olarak nitelenen Albert Einstein, Görelilik kuramını (diğer adları ile İzafiyet Teorisi ya da Rölativite Kuramı) geliştirmiş, kuantum mekaniği, istatistiksel mekanik ve kozmoloji dallarına önemli katkılar sağlamıştır. Kuramsal fiziğine katkılarından ve fotoelektrik etki olayına getirdiği açıklamadan dolayı 1921 Nobel Fizik Ödülü'ne layık görülmüştür. (Nobel Ödülü'nün ve Nobel Komitesi'nin o zamanki ilkeleri doğrultusunda, bugün en önemli katkısı olarak nitelendirilen Görelilik kuramı fazla kuramsal bulunmuş ve ödülde açıkça söz konusu edilmemiştir.)

Buluşları

Einstein'ın fizik alanındaki çalışmaları modern bilimi büyük ölçüde etkiledi.

Bu teori üç bölüme ayrılır:

  1. Newton mekaniğinin yasalarını değiştiren ve kütle ile enerjinin eşdeğerli olduğunu öne süren Özel Görelilik (1905);
  2. Eğrisel ve sonlu olarak düşünülen dört boyutlu bir evrene ait çekim teorisini veren Genel Görelilik (1916);
  3. Elektro-manyetizma ve yerçekimini aynı alanda birleştiren daha geniş kapsamlı teori denemeleri.

İlk iki teorinin geçerliliği atom fiziği ve astronomi alanında yapılan deneylerle çok başarılı bir biçimde sınanmıştır; çağdaş fiziğin temel taşları arasında yer alırlar. Einstein atom ile ilgili olarak: "Ben atomu iyi bir şey için keşfettim, ama insanlar atomla birbirlerini öldürüyorlar." demiştir.      

SANAT

 Fotoğraf:

Teknolojik gelişmelerin sanat dünyasına bir diğer önemli etkisi de ‘fotoğraf’ın bulunuşu olmuştur. 1820’lerde Fransa’da icat edilen fotoğraf, 1850’lerde ticari bir iş haline geldi. Burjuvazinin küçük portre resimlere olan büyük ilgisi, fotoğrafın gelişimine zemin oluşturdu. Önceleri fotoğrafın, sanatın yerini aldığını düşünen sanat çevrelerinin bir kısmı, fotoğrafa şiddetle karşı çıktı. Mesela Ingres, bu gelişmeyi, sanat alanının endüstriyel ilerleme tarafından istila edilişi olarak yorumladı. Fotoğraf, gerçekliğin kitlesel biçimde yeniden üretimi ise resim ne işe yarayacaktı? Yine de akademik çevreler, tek vücut halinde bir düşmanlık içine girmediler, bilimi ve ilerlemeyi kabul ettiler. Bazıları ise fotoğrafın resim sanatına katkısı bulunduğunu, resmin nesnelerin salt mekanik kopyalarından farklı bir hal alacağını savundular. 1962 yılında, Paris’te bir firma, korsan fotoğraf basmaktan mahkemelik oldu. Mahkeme ise, korsan fotoğraf basımının, ‘sanatsal mülkiyetin’ çoğaltılması anlamına geldiğini yönünde karar verdi. Sonuç olarak fotoğraf, mahkeme kararıyla bir sanat dalı olarak ilan edildi.
Fotoğrafın empresyonizm üzerinde büyük etkisi oldu. Artık görüntü, tüm gerçekliğiyle anlık olarak dondurulabiliyordu ve ressamların artık belgesel nitelikli resimler yapmalarına gerek kalmamıştı. Bunun üzerine, akademik sanata da karşı çıkan empresyonistler, fotoğrafın yapamayacağı bir şey yapmayı tercih ettiler ve resmi, insan duyum ve algılarının dışa vurumu olarak gördüler. (Bkz: Claude Monet, Rouen Katedrali)
Fotoğraf, aynı zamanda resmin, izleyici gözündeki anlamını da değiştirdi. Resim, bulunduğu mekanla da anlam kazanan, aynı anda iki yerde görülmesinin olanaksız olduğu ve dünya üzerinde bir tane olduğu bilinen bir şeydi. Bunlar, fotoğrafla değişti, resim artık evlere girmeye başladı, günlük hayatın bir parçası oldu.
Fotoğrafın bulunuşu, sanatçıların ve izleyicilerin bakış açısını da değiştirdi. Görünen nesneler, farklı anlamlara gelebilmeye başladı ve bu da resime yansıtıldı. Mesela Empresyonizmde nesneler birbirleriyle sürekli alışveriş içerisindedirler ve hareketlidirler. Kübistlere göre ise görünenler, tek bir gözün karşısına çıkabilecek şeyler değildir, resim, bir nesnenin çevresindeki tüm noktalardan alınabilecek görünümlerin toplamından oluşur.   

Sinema:

Sinema, daha sonrasında televizyon ve video aracılığıyla, 20. yüzyıl sanatına büsbütün egemen olan gelişmelerin en önemlilerindendir. Tarihte ilk kez, hareketin görsel sunumu, dolaysız, canlı icraatten özgürleşti. Yine, tarihte ilk kez öykü, drama veya gösteri, zamanın, mekanın ve seyircinin fiziksel doğasının dayattığı kısıtlamalardan kurtuldu. Fransızlar tarafından icat edilen hareketli fotoğraf, 1890’a kadar teknik açıdan mümkün hale gelemedi. Kısa filmler ilk kez, 1895-96 yıllarında, hemen hemen aynı anda Paris, Londra, ; Berlin, Brüksel ve New York’ta gösterime girdi. Bundan sonra ise, sinemanın etkisi olağanüstü oldu. 1910’lara gelindiğinde ABD nüfusunun yaklaşık %20’si, her hafta gösterime konulan kısa filmleri seyrediyordu. Amerikan film endüstrisi, “beş sentlik” haftalık gösterimlere büyük yatırımlar yaparken inanılmaz kazançlar sağladı. Sinemanın bu başarısı, öncelikle, film piyasasının alt ve alt/orta sınıf halk kitlesini hedef alarak, onları karlı bir biçimde eğlendirmek dışında başka hiçbir şey amaçlamamasından ileri geliyordu. Avrupa sosyal demokrasisi ise sinemanın bu başarısını, kaçış arayışındaki lümpen proleteryanın bir sapması olarak niteledi. Göçmenler ve işçilerin beş sentleriyle servetler edinen Hollywood, 1930’lara kadar sanatsal bir mesaj taşımayan olağanüstü bir araç yaratmış oldu. Üstelik filmler sessiz olduğu için dil engeline takılmadan dünya pazarını rahatlıkla sömürmesini sağladı. Amerikan sinemasının tersine Avrupa sineması, daha elit tabakalara yönelmeyi seçmiş olsa da 1914’lere kadar sanatçıların ilgi duyduğu pek söylenemez. Ancak savaşın ortalarında, sanatçıların ciddi biçimde ilgilenmeye başladıkları sinema, 20. yüzyıl sanatını derinden etkiledi.

 I-  1923- 1938 YILLARI TÜRKİYE CUMHURİYETİ DIŞ POLİTİKASI

 

1-Milli Mücadele Dış Münasebetler (1919-1923)

      a-Afganistanla İlişkiler:Milli mücadelemizi heyecanla izleyen Müslüman Afganlılar,yeni Türk Devleti’ni tanımakla,hem kendilerini ezen İngiliz emperyalizmine karşı güçlenmeyi,hem de bir dayanışma gereğini yerine getirmeyi düşündüler.1Mart 1921’de imzalanan Türk-Afgan Dostluk Antlaşması ile,taraflar birbirlerine diplomatik açıdan yardımla yükümleniyorlar;Afganistan yeni Türk Devleti’ni tanıyor ve Milli mücadeleyi destekliyordu. Ayrıca Hint Müslümanları da milli mücadeleyi maddi ve manevi olarak desteklemişlerdir.

      b-Rusya ile İlişkiler: I.Dünya Savaşı’ndan çekilen Rusya,yapılan ihtilali yerleştirebilmek için  türlü sorunların çözümü ile uğraşıyor,bu arada Çarlık rejimini hala destekleyen geniş çevrelerle önemli bir iç savaş da yürütüyordu. Ortak düşmana karşı mücadele TBMM ile Rusya’yı yakınlaştırmıştır. Ayrıca Rusya,batılıların Andolu’ya ve Boğazlara yerleşmelerinden kuşku duyuyordu. Siyasi yalnızlıktan kurtulmak isteyen ve desteğe ih -tiyacı olan TBMM’de Rusya’ya yanaşmıştır. Moskova büyükelçiliğine Ali Fuat Cebesoy atandı. Ardından Dış işleri Bakanı Bekir Sami Bey başkanlığında bir heyet Moskova’ya gönderildi(11 Mayıs 1921).İlk başlarda şüpheli tavırlar göstermeye başladılar. Ruslar Milli mücadelenin komünist bir ihtilale dönüşmesini umuyorlardı. Bunu sezen Mustafa Kemal arkadaşlarına Komünist Partisi’ni kurdurmuştur. Bu yakınlaşma daha sonra Moskova ve Kars antlaşmalarının yapılmasında etkili olacaktır. 

      c-Fransa İle İlişkiler: Güney illerini İngilizlerden teslim alan Fransızlar,yanlarında Ermenileri getirdikleri için halktan büyük tepki görmüşler bazı illerden çıkarılmışlar ve büyük kayıplar vermişlerdir. I.İnönü Muharebesi’nden sonra yapılan Londra Konferansı’nda sonuç alınmasa da ,Türk –Fransız münasebetleri gittikçe gelişti. Sakarya Muharebesi’nden sonra iki ülke arasında Ankara Antlaşması imzalandı.

      d-İtalya ile İlişkiler:İtalyanlar,İzmir ve çevresi Yunanlılara verildiği için İngilizlere küskündüler. Bu sebeple milli mücadeleye fazla karşı çıkmadılar.  II.İnönü Muharebesi’nden sonra Anadolu’yu boşaltmaya başladılar. Bazı ekonomik ayrıcalıklar istedilerse de TBMM kabul etmedi.

      e- İngilizlerle ile İlişkiler:Milli mücadeleye en fazla direnen ve Yunanlıları sonuna kadar destekleyen tek devlet İngiltere idi. İtalyanların ve Fransızların çekilmesinden sonra yalnız kalan İngiltere,Büyük Taarruz’dan sonra

daha fazla dayanamamış ve Mudanya Mütarekesi’nin imzalanması ile direnmekten vazgeçmiştir.

 

 

      2-Geçici Barış Devrinde Türkiye (1923-1930)

 

 Doğulu Devletlerle Münasebetler

 

Türkiye’nin Doğulu devletler içinde ilk ve yakın münasebetler kurduğu devlet Afganistan olmuş ve iki memleket arasındaki münasebetler daima iyi gelişmiştir. Türkiye ile Afganistan arasında ilk resmi münasebetleri kuran belge, 1 Mart 1921 de Moskova’da imzalanmış olan Dostluk Antlaşması olmuştur. Milli Mücadele sırasında kurulan bu dostluk, Türkiye Cumhuriyetinin milletlerarası münasebetlerdeki yerini almasından sonra daha da gelişmiş ve Atatürk’ün reformları Afganistan’ın Batılılaşma hareketlerinde başlıca ilham kaynağını teşkil etmiştir. Bunun içindir ki, daha Cumhuriyetin ilk günlerinden itibaren Afganistan Türkiye’den öğretmen, subay ve doktor gibi teknik uzmanlar getirtmiş ve ayrıca Türk üniversitelerine öğrenciler göndermiştir. Rusya ile İngiltere arasında daima nüfuz mücadelelerine konu teşkil etmiş olan Afganistan, İ’inci Dünya Savaşından sonra bu tehlikenin yeniden canlanması ihtimaline karşı adeta Türkiye’de bir dayanak aramıştır. 1928 yılı Mayısında Afganistan Kralı Amanullah Türkiyeyi ziyaret etmiş ve 25 Mayıs 1928 de Ankara’da Türk-Afgan Dostluk ve İşbirliği Antlaşması imzalanmıştır. İki devlet arasında “ebedi” dostluk kuran bu antlaşma, esası itibariyle 1921 Antlaşmasından pek farklı değildir. 1928 Kasımında Amanullah’ın hükümdarlıktan düşürülmesi Türk-Afgan münasebetleri üzerinde radikal bir değişiklik meydana getirmiş değildir. İki taraf arasındaki münasebetler samimiyet ve dostluğunu muhafazaya devam etmiştir. Yalnız Almanya’da Nazi Partisinin iktidara gelmesinden sonra Afganistan, Sovyet ve İngiliz tehlikelerine karşı Almanyaya daha fazla dayanmış ve teknik yardım konusunda Almanya Afganistan için daha kuvvetli bir kaynak teşkil etmiştir. Şüphesiz, Türkiye ile Nazi-Almanyası arasında doğrudan doğruya bir çatışma mevcut olmaması da bunda önemli rol oynamıştır. İran ile münasebetlere gelince: Cumhuriyetin kuruluşundan sonra Türk-İran münasebetleri herhangi bir gelişme göstermemiştir. Bunun da sebebi, siyasal nitelikte olmaktan ziyade, Türk-İran sınırında eksik olmayan anlaşmazlıklar ve olaylardır. Bu olaylar, esasında her iki tarafın da, sınır bölgesinde yaşayan kabile ve aşiretler üzerinde sıkı ve yeterli bir kontrol kuramamış olmalarından doğmaktaydı. Türkiye Musul meselesini tasfiye edip Türk-İran sınırını kesin şekline ulaştırdıktan sonra, Türkiye ile İran arasında da, sınır meseleleri konusunda 22 Nisan 1926 da bir Güvenlik ve Dostluk Antlaşması imzalanmıştır. Fakat bu antlaşma sınır meselelerine kesin olarak son verecek kadar yeterli olmadı. Sınır olayları huzursuzluk konusu olmaya devam etti ve hatta bir ara iki devletin münasebetleri adamakıllı gerginleşti. Fakat iki tarafın da iyi niyeti üstün geldiğinden 1928 Haziranında imzalanan bir protokolla 1926 antlaşması daha etkili bir hale getirildiği gibi, 23 Ocak 1932’de de bir Uzlaşma, Adli Tesviye ve Hakem Antlaşması imzalandı ve sınır da kesin olarak tesbit edildi. Bu antlaşmadan sonra ki, Türkiye ile İran arasındaki münasebetler gerçekten bir yakınlık, dostluk ve samimiyet içine girmiştir. 1934 Haziranında İran hükümdarı Riza Şah Pehlevi Ankarayı ziyaret etmiş bu ziyaret samimi gösterilere vesile olmuş ve Riza Şah ile Atatürk arasında kişisel dostluk dahi kurulmuştur. Türkiye’nin Orta Doğu’nun Arap memleketleriyle münasebetlerinde belirli bir gelişme söz konusu olmamıştır. Bu memleketler, manda rejimi altında Batı sömürgeciliğine konu teşkil ettikleri için, resmi münasebetler Türkiye’nin İngiltere ve Fransa ile olan münasebetlerinin etkisi altında kalmıştır. Öte yandan, Atatürk’ün Hilafet’e son vermesi ve din alanında yapmış olduğu reformlar bu memleketlerin fanatik çevrelerinde Türkiyeye karşı bir antipatiye sebep olmuştur. Fakat buna karşılık, yine bu memleketlerin İngiltere ve Fransaya karşı bağımsızlık mücadelesini yürüten aydınları için, Türk Milli Mücadelesi ve Atatürk en kuvvetli örnek ve desteği teşkil etmiştir. Mesela, Irak’da 1936 Ekiminden General Bekir Sıtkı ve Hikmet Süleyman’ın yaptıkları hükümet darbesi böyle olmuş ve bu askeri hükümet kısa ömrü içinde Türkiye ile gayet yakın münasebetler kurmuştur. 3 Buhranlar Devrinde Türkiye 1931-1939 Yukarıdanberi yaptığımız açıklamalar göstermektedir ki, 1923-1930 devresinde Türkiye’nin bütün dış politika faaliyetleri, yeni bir kurtuluşun ortaya çıkardığı meseleleri çözümlemek ve yeni Türkiyeyi milletlerarası çevrede istikrarlı bir düzene oturtmak amacına yönelmiştir. Türkiye yedi yıl bu meselelerle uğraşmış ve nihayet, 1930 yılından itibaren gerçekleştirmek istediği bu düzene kavuşmuştur. Fakat Türkiye bu meselelerden yakasını kurtardığı zaman, milletlerarası münasebetler 1931 yılından itibaren bir buhran devresine giriyor ve özellikle Avrupa’da patlak veren buhranlar ister istemez Türkiyeyi de etkisi altına alıyordu. Bu durum karşısında Türkiye’nin izlediği dış politika gerçekten ilgi çekicidir. Açıktır ki, Lozan Antlaşması Milli Misak’ın gerçekleşmesinde eksiklikler meydana getirmiştir. Revizyonist Avrupa devletlerinin yaptığı gibi, Türkiye bu buhranları bencil çıkarlar için sömürme yoluna gitmemiş, aksine kollektif barış ve güvenliğin hararetli bir savunucusu olarak, anti-revizyonist bir politika izlemiştir. 1935-1936’dan itibaren İtalya’nın Doğu Akdeniz’de ortaya çıkardığı tehlike karşısında da, bu politikaya daha fazla bağlanarak, barışın korunmasında ve saldırganlara karşı tedbir alınmasında Batılılarla işbirliğine özellikle önem vermiştir.

 

 Atatürk,”Yurtta sulh,cihanda sulh” ilkesi doğrultusunda dünya ülkeleri ile siyasi,sosyal veekonomik ilişkilere girişmiştir.Türkiye’ye medeni devletler arasında layık olduğu yere çıkartmaya gayret etmiştir.

                               

 

 

 

1-NÜFUS MÜBADELESİ

 

                                Lozan Antlaşması’na göre,İstanbul’daki Rumlar ile Batı Trakya’daki Türkler dışında, Türkiye’de yaşayan Rumlarla,Yunanistan’daki Türkler karşılıklı yer değiştireceklerdi.Fakat yerleşik”etabli”kavramı konusunda uyuşmazlık çıktı. Yunanistan 30 Ekim 1918’den önce İstanbul’da bulunan her Rum’un yerleşmiş sa- yılmasını istiyordu. Türk hükümeti ise İstanbul’a yerleşmenin Türk kanunlarına göre olacağını ileri sürerek Yunan isteğine karşı çıktı.Türk tarafı İstanbul için “etabli” deyiminin burada sürekli oturanlar için geçerli olduğunu belirtirken,Yunanistan 30 Ekim 1918’den önce geçici de olsa İstanbul’a gelip burada kalanları da mübadele den ayrı tutmak istiyordu.

                                Anlaşmazlık Uluslar arası Adalet Divanı’na götürüldü ise de,divan bu anlaşmazlığı çözüm leyemedi. Bunun üzerine Türk-Yunan ilişkileri gerginleşti. Yunan Hükümeti Batı Trakya’daki Türk mallarına el koyunca, Türk Hükümeti’de İstanbul’daki Rumların mallarına el koydu.

                                İtalya’nın Akdeniz’de yayılmacı bir güç olarak ortaya çıkması Türk-Yunan ilişkilerini düzeltti. 10 Haziran 1930’da yapılan antlaşma ile sorun çözümlenmiştir .Anadolu’da yaşayan İstanbul dışındaki  Rumlar ile İstanbul’a 1912’den sonra gelen Rumlar Yunanistan’a, Batı Trakya dışında Yunanistan’ın değişik bölgelerinde yaşayan Türkler de Türkiye’ye göç etmişlerdir. Kıbrıs meselesinin başlangıcı olan 1954 yılına kadar Türk-Yunan ilişkileri iyi gitmiştir.

 

                                 2-YABANCI OKULLAR SORUNU

 

                                 Lozan Antlaşması’na göre,yabancı okullar Türk kanunlarına ve diğer okulların bağlı oldukları tüzük ve yönetmelik hükümlerine uyacaklardı. Türk hükümeti bu okullardaki eğitim ve öğretim faaliyetlerini düzenleyecekti.

                                 Türk hükümeti,bu okullardaki Türk dilinin,tarih ve coğrafya derslerinin Türk öğretmenler tarafından okutulması ve bu okulların Türk müfettişler tarafından denetlenmesi esasını bir yönetmelikle sapta mıştı.Bazı okullar bu esasa uymak istemediler. Ayrıca Fransa bu okullar üzerinde Milli Eğitim Bakanlığı’nın denetim hakkı olmasını da tepki ile karşıladı.Fakat hükümeti bu konuda geri adım atmadı. Hatta bazı okullar kapatıldı.Geri kalanlarda kapatılma tehlikesi karşısında hükümetin isteğini kabul etmek zorunda kaldılar.

 

                                 3-IRAK SINIRI VE MUSUL SORUNU

 

                                  Lozan Antlaşması’nda Irak sınırı antlaşmanın imzalanmasından  sonra, 9 ay içerisinde çözümlenecekti. Şayet çözülemezse Milletler Cemiyetine gidilecekti.1924 yılında İstanbul’da İngilizlerle ilk kez görüşmelere başlandı. Bu görüşmelerde İngilizler Musul dışında Hakkari’nin de Irak sınırı içine alınmasını istediler. Ekim 1924’e gelindiğinde durum savaşa yol açacak bir konuma gelmişti. Bu sırada, İngilizlerin teşvik ettiği Şeyh Sait İsyanı’da Türk tarafını meşgul etmiş elini kolunu bağlamış ve yapılabilecek bir askeri harekatı engellemiştir. Sonunda, Lozan Antlaşması hükümleri uyarınca sorun Milletler Cemiyeti’ne götürüldü. Ancak burada İngiltere’nin etkinliği  söz konusu idi. Musul Irak’a bırakılmıştır.                                  

                               Sonuçta 5 Haziran 1926’da sorunu kesin olarak çözen antlaşma Ankara’da imzalandı. Buna göre;Musul,İngiliz mandasındaki Irak’a bırakıldı. Irak hükümeti Musul petrollerinin % 10’unu 25 yıl süreyle Türkiye’ye verecekti. Türkiye daha sonra 500 bin sterlin karşılığında bu hakkından da vazgeçmiştir.14 Aralık 1927’de İngiltere, Irak üzerindeki mandasını kaldırmıştır. 

 

         3- Buhranlar Devrinde Türkiye (1931-1939)                       

 

                                        4-MİLLETLER CEMİYETİ VE TÜRKİYE’NİN GİRİŞİ

 

                                  10 Ocak 1920’de Cenevre’de kurulan Milletler Cemiyeti,tüm dünya ülkelerinin barış ve dostluk içinde yaşamalarını temin etmeyi ve yeni bir savaşın çıkmasını önlemeyi hedeflemekteydi. Ancak, Milletler Cemiyeti bir süre sonra kuruluş amacından uzaklaşarak büyük devletlerin çıkarlarını koruyan bir merkez halini almıştır.1930’dan sonra milletler arası işbirliğinin önemi daha çok hissedildiğinden Milletler Cemiyetine ilgi de artmıştır. Türkiye, Milletler Cemiyeti’nin pek faydalı işler yapacağına inanmamasına rağmen ,dünya barışına katkıda bulunmak amacıyla bu cemiyete girdi (18 Temmuz 1932 ).

 

5-BALKAN ANTANTI

 

                                    1933 yılından sonra Faşist İtalya ve Nazi Almanyası’nın güçlenmeye başlaması Balkan devletleri arasında büyük bir endişe doğurdu.İtalya’nın Balkanlar’da,Almanya’nın da genel olarak Doğu Avrupa’da çıkarları vardı.Bu nedenle Balkan devletleri ufak tefek anlaşmazlıkları bir tarafa bırakarak birbirleri ile anlaşmış Türkiye ve Yunanistan’ın yanında yer almaya karar verdiler.Sonuçta 9 Şubat 1934’te Türkiye,Yunanistan,Yugoslavya ve Romanya arasında Atina’da Balkan Antantı imzalandı.Arnavutluk İtalya’dan çekindiği için, Bulgaristan’da I.Dünya Savaşı’nda imzaladığı Neully (Nöyyi) Antlaşması’nın verdiği eziklikle pakta katılmadı.Çünkü Bulgaristan kaybettiği toprakları tekrar kazanabilmek için fırsat kollamaktaydı.

                                    Balkan Antantı’nın esası;sınırların güvence altına alınması,ekonomik ve siyasal işbirliği, anlaşmazlıkların görüşme yolu ile çözümlenmesi ve müşterek yararların üstün tutulması gibi,barış ve karşılıklı saygıya dayanıyordu.Balkan Antantı ile taraflar sınırlarını karşılıklı olarak garanti ettikleri gibi,birbirlerine danışmadan herhangi bir Balkan Devleti ile birlikte bir siyasi harekette bulunmamayı  da taahhüt ediyorlardı.

                                    Almanya ve İtalya’nın etkisiyle Yugoslavya ve Bulgaristan arasında bir antlaşma imzalanması  paktı yaralamıştır.II.Dünya Savaşı’nın başlaması ile pakt dağılmıştır.                                    

 

                                    6-MONTRÖ (MONTREUX) BOĞAZLAR SÖZLEŞMESİ

                                     1930’lı yıllara kadar Milletler Cemiyetinin çabalarına rağmen silahsızlanma görüşmelerinden bir sonuç alınamamıştı.Fakat,dünya tersine bir gidişle özellikle 1933 yılından sonra bir silahlanma yarışı na girmişti.Örneğin,İtalya’nın Habeşistan’a,Japonya’nın Mançurya’ya saldırmaları,Milletler cemiyetinin etkisini azaltıyordu.Buna ek olarak Boğazlar komisyonu üyesi İtalya,On İki Ada’yı tahkim etrmiş, Japonya,Milletler  Cemiyeti’nden çekilmişti.Bütün bu gelişmeler,Boğazlar üzerinde kurulan dengenin Türkiye aleyhine bozulması na neden oldu.Türkiye 23 Mayıs 1933’te Londra Silahsızlanma Konferansı’ndan itibaren,Boğazlar statüsünün yeniden düzenlenmesi için girişimlerde bulunmuştur.Bu girişimler sonucunda 22 Haziran 1936’da İsviçre’nin Montrö şehrinde bir konferans toplanmasına sebep olmuştur.Sonuçta da 20 Temmuz 1936’da Montrö Antlaşması imzalanmıştır.

                                    Montrö Boğazlar Sözleşmesi,Türkiye,İngiltere,Fransa,Sovyetler Birliği, Romanya,  Bulgaristan, Yunanistan,Yugoslavya,Japonya tarafından imzalanmıştır. İtalya ise 2 yıl sonra kabul etmiştir.

                                    Bu sözleşmeye göre;

                                    -Boğazlar komisyonu kaldırılarak,vazifeleri tamamıyla Türk devletine verildi.

                                    -Boğazlarda askersiz bölüm kaldırılarak,Türklerin buralarda diledikleri kadar kuvvet bulundurmaları ve tahkimat yapmaları kabul edildi.

                                    -Ticaret gemilerinin boğazlardan geçişi serbest bırakıldı.

                                    -Savaş gemilerinin boğazlardan geçişine kısıtlamalar getirildi.

                                    -Herhangi bir anda Karadeniz’de mevcut olabilecek donanmalara savaş gemileri zaman ve ağırlıkları bakımından sınırlandırıldılar.            

                                     Montrö Boğazlar Sözleşmesi ile Türkiye büyük bir siyasal zafer kazanmıştır.Çünkü,Türkiye’nin Boğazlarda asker bulundurması ile Doğu Akdeniz’deki durumumuz güçleniyor,Uluslar arası dengede önemimiz artıyor,dünya devletleri ile dostluğumuz daha da değer kazanıyordu.Bu sözleşme Türk-Sovyet ilişki- erinde de ayrılığın ilk adımıdır.Çünkü Türkiye,İngiltere yanlısı bir politika izlemeye başlamıştır.

                                    7-SADABAT PAKTI

 

                                    Türkiye,İran,Irak ve Afganistan arasında Tahran’da 8 Temmuz 1937’de imzalanan Sadabat Paktı İtalya’nın doğu ülkelerini hedef tutan istila politikasından ve bu politikanın meydana getirdiği endişe- den doğmuştur.

                                    Paktın esası karşılıklı saygı esasına dayanıyordu. Pakta katılan devletler birbirlerinin iç işlerine karışmayacaklar,ortak yararları üstün tutacaklar,saldırgan girişimlerde bulunmayacaklar ve Milletler Cemiyeti’ne karşı saygılı olacaklardı.Devletler,sınırların korunmasında saygı göstermeyi ve saldırıyı hedef tutan  bir oluşuma girmemeyi taahhüt etmişlerdi.

                                    8-HATAY SORUNU

 

                                    20 Ekim 1921’de imzalanan Ankara Antlaşması ile Fransızlar Adana,Maraş,Urfa ve Antep’ten çekildiler.İskenderun ve Antakya’yı içine alan Hatay  bölgesi ise Fransızlara bırakıldı. Ankara Antlaşması,İskenderun Sancağı’nı Suriye’den ayırarak ayrı bir statüye bağladı.Buna göre,o zamanki deyimi ile “sancak” Türk kültürüne bağlı kalacak,okullarda Türkçe öğretim uygulanacak ve Türk parası geçerli olacaktı.

                                    8 Eylül 1936’da yapılan antlaşma ile Fransa,Lübnan ve Suriye üzerindeki manda idaresi- ni sona erdirmiştir.Bu ortamda Türkiye 6 Ekim 1936’da Milletler Cemiyetine ve 9 Ekim 1936’da Fransa’ya verdiği nota ile Hatay bölgesine verilecek geniş otonomdan sonra,bağımsızlık talebinde bulundu.Fakat Fransa Hatay’ın Suriye’de kalmasından yana idi.Bu ortamda Türkiye,sorunu Milletler Cemiyetine götürdü.(Aralık 1936).Milletler Cemiyeti’nin önerisi ile Türkiye-Fransa ikili görüşmeleri başladı.Türkiye ile Fransa,1937’de anlaştılar.Bir anayasa hazırlandı ve 15 Temmuz 1938’de Hatay’da milletvekilliği için seçim yapıldı.1 Ağustos’ta seçim sonuçları açıklandı.6 Eylül 1938’de Hatay Cumhuriyeti kuruldu.23 Haziran 1939’da Hatay’ın Türkiye’ye katılmasına imkan veren,Türk-Fransız antlaşması imzalandı.29 Haziranda da ,Hatay Meclisi’nin aldığı kararla Hatay,Türkiye’ye katıldı (30Haziran 1939).

                                    Hatay’ın bağımsızlığı ve Türkiye’ye katılması için büyük çaba gösteren Atatürk,hayatının son aylarında sağlığını bile dikkate almadan tüm vaktini bu sorunun çözümlenmesine ayırmış ve mücadele etmiştir.

 

2. ÜNİTE: İKİNCİ DÜNYA SAVAŞI

1.Statükonun Bozulması ve İkinci Dünya Savaşı'na Yol Açan Olaylar

 

1.1. Almanya'nın Versailles Barış Antlaşması'nı Bozma Çabaları

Hitler, Versailles Barış Antlaşması'nı hangi uygulamalarıyla bozmuştur?

       Hitler, muhaliflerini tasfiye ettikten sonra tüm dikkatini Versailles Barış Antlaşması'nı bozmaya yöneltmiştir. Bu yönde attığı ilk adım, 1934 yılında Avusturya'daki Nazileri kullanarak bu ülkenin ilhak edilmesi girişimidir. Ancak, Avusturya'daki Nazilerin gerçekleştirdiği hükümet darbesi başarısızlıkla sonuçlanınca ilhakı gerçekleştirememiştir. Fakat, Hitler'in temel hedefi Versailles Barış Antlaşması'nı yıkmak ve emperyalist yayılmacılık olduğundan bu çabalarından vazgeçmemiştir.

Nitekim, bu antlaşmanın önemli sorunlarından biri olan Saar Bölgesi'ni 1 Mart 1935'te silah kullanmadan Alman sınırlarına dahil etmiştir. Hitler, özellikle Versailles Barış Antlaşması'yla getirilen silahlanma yönündeki kısıtlamaları kaldırmak istemiştir. Bu çabalarını sürdürürken bir yandan da silahlanma faaliyetine girişmiştir.  4 Ekim 1933'te Silahsızlanma Konferansı'ndan ve Milletler Cemiyeti'nden çekilerek kara, deniz ve hava kuvvetlerini güçlendirmeye çalışmıştır. Gerek asker sayısını arttırmaya gerekse modern silah, araç ve gereç yapımına önem vermiştir.

     Almanya'nın silahlanma politikası İngiltere ve Fransa'yı endişelendirmiştir. Bu ülkeler de silahlanmaya başlamışlardır. Bunun üzerine Hitler, 16 Mart 1935'te Alman halkına yayınladığı bir demeçte, Versailles Barış Antlaşması'yla Almanya'ya dayatılan silahlanma kısıtlanmasını tanımadığını ifade etmiştir. Hatta, Alman Hükümeti'nin de "Alman Reich'ının bütünlüğünü korumak", Almanya'ya karşı "uluslararası saygıyı sağlamak" ve genel barışın garantisi olmak üzere, zorunlu askerlik sistemini getirdiğini açıklamıştır. Aynı gün yayınlanan bir yasayla da Alman Ordusu teşkilatında önemli değişiklikler yapmıştır. Böylece, Almanya Versailles Barış Antlaşması'nın en önemli hükümlerinden biri olan silahlanma hükmünü tek taraflı olarak feshetmiştir. Versailles Barış Antlaşması'nı ortadan kaldırmaya kararlı olan Almanya, 7 Mart 1936'da askersiz hale getirilmiş bulunan Ren bölgesine asker göndermiştir. Fransa karşılık vermek istemişse de bu oldu-bittiyi kabul etmek zorunda kalmıştır.

      Hitler'in amaçlarından biri de Avusturya'nın Almanya topraklarına katılması idi. Daha önce ilhak konusunda başarısız olan Hitler, koşulların olgunlaşması üzerine

      11 Mart 1938'de Alman Ordularını Avusturya'ya göndererek bu ülkeyi işgal etmiştir. 12 Mart 1938'de Viyana ele geçirildikten sonra, 13 Mart'ta da Almanya ile Avusturya'nın birleştiği açıklanmıştır. Bu olay Avrupa'nın güçler dengesini bozarak, Almanya'yı öne çıkartmıştır.

 

1.2. İtalya'nın Habeşistan'ı İşgal Etmesi

     

         XIX. yüzyılın sonlarında siyasal birliğini tamamlayan İtalya, vakit yitirmeden sömürgecilik

faaliyetlerine başlamıştı. Bu bağlamda Habeşistan'ı ele geçirmek istemişse de başarılı olamamıştı. Ancak, Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra nüfusun hızla artması, endüstrinin hammaddeye gereksinim duyması ve 1929 dünya ekonomik bunalımından sonra ülkenin sarsılması, İtalya'nın tekrar el değmemiş zenginliklere sahip bulunan Habeşistan'la ilgilenmesine yol açmıştır. Öte yandan, İngiltere'nin de Habeşistan'ın Tuna Gölü bölgesini ele geçirmek istemesi, İtalya'nın bu ülkeyi kendi topraklarına katma isteklerini kamçılamıştır.

        İtalya lideri Mussolini, 1930'lu yıllarda, Japonya'nın Mançurya'ya saldırması, Almanya'nın

da Versailles Barış Antlaşması'nı geçersiz kılması karşısında Milletler Cemiyeti'nin tepki göstermemesini fırsat bilerek harekete geçirmiştir. 3 Ekim 1935'te İtalyan uçakları Kuzey Habeşistan'daki Adowa ve Adigrat şehirlerini bombardıman ederek Habeşistan'ı işgale başlamışlardır. Milletler Cemiyeti işgalin sona erdirilerek barışın sağlanmasını istemişse de başarılı olamamıştır. Ancak, İngiltere, Habeşistan'daki çıkarları nedeniyle tepki gösterebilmiştir. Bu ülkeyi de Fransa, Almanya ve A.B.D. frenlemiştir. Milletler Cemiyeti'nin etkili olamaması ve büyük devletlerin ortak bir cephe kuramaması, politik koşullar bakımından İtalya'nın işini kolaylaştırmıştır. İtalyanlar engellenemediği gibi, Habeşistan'a askeri yardım da yapılamamıştır. Habeşistan halkı cılız bir direniş gösterebilmişse de başarılı olamamışlardır. Nihayet, İtalya, 9 Mayıs 1936'da Habeşistan'ı ilhak ettiğini ilan etmiştir. İtalyan Kralı'nın da aynı zamanda Habeşistan Kralı olduğu belirtilmiştir. Habeşistan işgali, 1930'lu yıllarda statükonun bozulmasına yol açan önemli olaylardan biri olmuştur.

 

1.3. Berlin - Roma - Tokyo Mihveri'nin Kurulması

İtalya'nın Habeşistan'ı ele geçirmesinin sonuçlarından biri de, Nazi Almanyasının ve Faşist İtalya'nın birbirine yaklaşması ve uluslararası politikada güç birliğine gitmeleridir. Nitekim, 1936 yılında İtalya ve Almanya arasında birçok karşılıklı ziyaretler yapılmıştır. İki devlet birbirlerini her konuda desteklemeye başlamışlardır. Mussolini 1 Kasım 1936'da Milano'da verdiği bir söylevde, bunu tüm çıplaklığıyla ortaya koymuştur: "Berlin - Roma çizgisi bir taksim çizgisi olmayıp, işbirliği ve barış isteyen bütün Avrupa devletlerinin etrafında toplanabileceği bir mihverdir" demiştir.

 

Anti-Komintern Pakt

Bu tarihlerde Avrupa'da bu gelişmeler olurken, Sovyetler Birliği de, Alman nazizminekarşı silahlanmasını hızlandırmıştı. Buna karşılık Almanya'da, bir taraftan Sovyetler Birliği'ne karşı pozisyonunu güçlendirmeye çalışırken, diğer taraftan da Japonya'ya yaklaşmaya başlamıştır. Nitekim, 1936 yılının ortalarından itibaren Almanya ve Japonya, Sovyetler Birliği'ne karşı birleşmişlerder. Bu gelişmelerin sonucunda Almanya ve Japonya, 25 Kasım 1936'da Berlin'de "Anti-Komintern Paktı"nı oluşturmuşlardır. Pakt, açık ve gizli olmak üzere iki kısımdan oluşmaktaydı. Açık kısma göre, taraflar Komünist Enternasyonalinin (Komitern) faaliyetleri ve buna karşı savunma önlemleri hakkında birbirlerine danışacaklar ve temas halinde bulunacaklardı. Ülkelerindeki komünist faaliyetlerine karşı sert önlemler alacaklar ve bu konudaki işbirliğini sağlamak için de devamlı bir komite kuracaklardı. Gizli kısma göre de, taraflardan biri Sovyetler Birliği'nin herhangi bir saldırısına uğrarsa, ortak çıkarları korumak için alınacak önlemler hakkında birbirlerine danışacaklardı. Ayrıca, birbirlerine haber vermeden Sovyetler Birliği ile hiçbir siyasal anlaşma yapmayacaklardı. Pakt'ın süresi Üçüncü Enternasyonal'in devamı süresince olacaktı. Bu Pakt ile, Almanya ve Japonya arasında siyasi rejim temeline dayalı bir ittifak yapılmış ve bununla "Berlin-Tokyo Mihveri" kurulmuştur. Yayılmacılık konusunda Almanya'dan ve Japonya'dan geri kalmayan İtalya da, 5 Kasım 1937'de Roma'da imzalanan bir antlaşmayla Anti-Komintern Paktı'na katılmıştır. Böylece, İkinci Dünya Savaşı'na giden süreçte önemli bir dönüm noktası olan "Berlin-Roma-Tokyo Mihveri" oluşturulmuş olmaktaydı.

 

1.4. Almanya'nın Avrupa'nın Siyasi Haritasını Değiştirmeye Yönelik Çalışmaları

Hitler, 13 Mart 1938'de Avusturya'yı ilhak ettikten sonra "bir ulus, bir devlet" politikasını tam anlamıyla gerçekleştirebilmek amacıyla, Çekoslovakya'yı ele geçirmenin yollarını aramıştır. Zira, Çekoslovakya'nın Südetler bölgesinde 3.5 milyon Alman yaşamaktaydı. Hitler, burayı Almanya topraklarına katmak için bu ülkedeki Nazilerin çıkardıkları karışıklıklardan yararlanma yoluna gitme isteğindeydi. Nitekim, Çekoslovakya sınırına asker yığarak amacına ulaşmaya çalışmıştır. Almanya'nın bu saldırgan tutumu karşısında İngiltere Başbakanı Chamberlain 15 Eylül 1938'de Almanya'da Hitlerle görüşerek soruna çözüm bulmaya çalışmıştır. Hitler, görüşmede Südet Almanları üzerindeki isteklerinden vazgeçemeyeceğini ve gerektiğinde savaşı göze alacağını açıklamıştır. Almanya'nın yayılmacılığı karışısında İngiltere ve Fransa savaş hazırlıklarına başlamıştır. Sovyetler Birliği ise, Çekoslovakya'ya yardım edeceğini belirtmiştir. Buna karşılık İtalya da, Almanya'yı desteklediğini ifade etmiştir. Böylece, Avrupa genel bir savaşla karşı karşıya gelmiştir.

 

Münih Konferansı

        Sorunun gittikçe tırmanması üzerine İngiltere Başbakanı Chamberlain'ın önerisi üzerine Almanya, Fransa, İtalya ve İngiltere arasında 29 Eylül 1938'de Münih Konferansı toplanmıştır. Bu konferansta; Südet bölgesinin Almanya'ya verilmesine, Çekoslovakya'nın yeni sınırlarının saptanması için bir uluslararası komisyonun kurulmasına, saptanan sınırın uluslararası güvence altına alınmasına ve Almanya ile İngiltere'nin birbirlerine karşı savaşmayacaklarına dair noktalar üzerinde durulmuştur.

Almanya, Südet bölgesini almakla egemenlik alanını genişletmişti. Ancak, bunu yeterli görmemiş ve İngiltere ile Fransa'nın şiddetli karşı çıkmalarına rağmen, 15 Mart 1939'da ordusunu Prag üzerine göndererek Çekoslovakya'yı işgal etmiştir. Sovyetler Birliği ve Fransa, Almanya'ya bir nota vererek olayı protesto etmişlerdir. Almanya bu protestoları dikkate almadığı gibi bu kez de 23 Mart 1939'da Litvanya sınırları içinde bulunan Memel'e saldırmış ve ele geçirmiştir.

 

Almanya’nın Polonya’yı  işgali

 

       Adım adım ilerleyen Almanya, "doğuya doğru genişleme" politikası uyarınca, bir Orta Avrupa ülkesi olan Polanya'ya göz dikmiştir. Ve bu ülkeden Dantzing bölgesini istemiştir. Bu amacını gerçekleştirmek için Polonya'ya baskı yapmaya başlamıştır. Bunun üzerine İngiltere ve Fransa, 31 Mart 1939'da Polonya'ya garanti vermişlerdir. Polonya'nın bağımsızlığı tehdit edilir ve Polonya da buna karşı koyarsa, İngiltere ve Fransa bütün güçleriyle Polonya'ya yardım edeceklerdi. Batılı büyük devletlerin Almanya'ya karşı koyması, iki taraf arasındaki ilişkileri gittikçe daha da gerginleştirmiş ve savaşın çıkmasını bir an meselesi haline getirmişti. Nitekim, 11 Nisan 1939'da Alman ordularına verilen talimatta, 1 Eylül'de Polonya'nın işgal edilmesi için tüm hazırlıkların yapılması istenmiştir.

 

1.5. İtalya'nın Arnavutluk'u İşgal Etmesi

     

          Almanya'nın kısa bir süre içerisinde egemenlik alanını genişletmesi, İtalya'nın faşist lideri Mussolini üzerinde olumsuz bir etki bırakmıştı. Bu nedenle, Mussolini kendi gücünü göstermek ve Dalmaçya kıyılarında üstünlük kurmak için Arnavutluk'u işgal etmeye karar vermiştir. Bu kararını 5 Nisan 1939'da Almanya'ya bildirmiş ve destek istemiştir. Almanya, Mussolini'nin bu girişimini şiddetle destekleyeceğini açıklamıştır. Bari ve Brindizi limanlarında hazırlanan İtalya donanması ve askerleri, 7 Nisan 1939'da Arnavutluk'u işgale başlamışlardır. Kısa bir süre içinde Arnavutluk, İtalya'nın egemenliği altına girmiştir. Bu olayla, Doğu Akdeniz ve Balkanların statükosu ağır bir tehdit altına girmiştir.

 

1.6. Sovyetler Birliği-Almanya Saldırmazlık Paktı

 

       İtalya'nın Arnavutluk'u işgal etmesi İngiltere ve Fransa tarafından büyük tepkiyle karşılanmıştı. Bu sert tutum İtalya'yı daha fazla Almanya'ya itmişti. Nitekim, 22 Mayıs 1939'da, Almanya ve İtalya arasında "Çelik Pakt" adı verilen bir ittifak imzalanmıştı. İngiltere de, Almanya ve İtalya'nın gelecek genişleme girişimlerine göz yummayacağını göstermek için Polonya, Romanya ve Yunanistan'a askeri güvence vermiştir.

    Bu arada, Sovyetler Birliği de, Batılı müttefiklerin kendisini herhangi bir saldırı karşısında savunmasız bırakacağı duygusuna kapılmıştı. Bu nedenle, 17 Nisan 1939'da Almanya'ya başvurarak, ideolojik farklılıkların iki devlet arasındaki ekonomik ilişkileri engellememesi gerektiğini söyleyip, bu ilişkileri geliştirmek istemiştir. Hitler, Sovyetler Birliği'nin bu yaklaşımına olumlu yaklaşmıştır. Ancak, Sovyetler Birliği'nde Dışişleri Bakanlığına Molotov'un getirilmesi gelişmelere yeni boyutlar kazandırmıştır. Molotov, Moskova'daki Alman büyükelçisine siyasal bir anlaşma yapılmasının daha uygun olacağını belirtmiştir. Bunun üzerine her iki ülke kendi çıkarları doğrultusunda bir "saldırmazlık paktı" yapılması hazırlıklarına girişmiştir. Nihayet, 23 Ağustos 1939'da "Sovyetler Birliği-Almanya Saldırmazlık Paktı" imzalanmıştır. Pakt'a göre; taraflar birbirlerine saldırmayacaklar, taraflardan biri üçüncü devletle savaşa tutuşursa, diğer taraf bu üçüncü devlete hiçbir şekilde yardım etmiyecekti. Ortak çıkarlar konusunda birbirleriyle ilişki kuracaklardı. Pakt, on yıl yürürlükte olacaktı.

     Bu paktın sonucunda, Sovyetler Birliği'nin, İngiltere'nin ve Fransa'nın askeri heyetleri arasında bir süreden beri sürdürülen görüşmeler de sona erdirilmiştir. İngiltere, Pakt'a karşılık 25 Ağustos 1939'da Almanya'nın ele geçirmek istediği Polonya ile bir ittifak antlaşması yapmıştır. Tüm bu siyasal gelişmeler, dünyayı yeni bir dünya savaşının eşiğine getirmişti. Zira, devletler bloklaşmaya başlamış ve blokların birbirleriyle olan ilişkileri kopma noktasına gelmişti.

2. Savaşın Başlaması ve Yayılması

2.1. Almanya-Polonya Savaşı ve Polonya'nın Paylaşılması

İkinci Dünya Savaşı hangi olayla başlamıştır?

Almanya, Sovyetler Birliği ile saldırmazlık paktı imzaladıktan sonra, Polonya üzerindeki baskısını arttırmıştır. 29-30 Ağustos 1939'da Dantzing serbest şehrinin kendisine verilmesini, Koridor bölgesi için plebisit yapılmasını, seferberliğin kaldırılmasını ve bu konuları görüşmek üzere bir Polonya temsilcisinin 30 Ağustos günü Berlin'de bulunmasını istemiştir. Polonya, bu istekleri kabul etmekle birlikte, temsilcisinin istenilen tarihte Berlin'e gitmemesi üzerine Almanya harekete geçmiştir. Alman birlikleri, 1 Eylül 1939'da savaş ilan etmeksizin Polonya'yı işgale başlamıştır. İngiltere ve Fransa, Almanya'dan işgalin sona erdirilmesini ve birliklerini Polonya'dan geri çekmesini istemiştir. Ancak, bir yanıt alamadıkları için 3 Eylül 1939'da Almanya'ya savaş ilan etmek zorunda kalmışlardır. Böylece dünyayı altı yıl boyunca kasıp kavuracak İkinci Dünya Savaşı başlamıştır. Almanya, 28 Eylül'de Polonya'nın en önemli kentlerinden biri olan Varşova dahil olmak üzere ülkenin büyük bölümünü ele geçirmiştir. Polonya'nın işgale uğraması Sovyetler Birliği'ni harekete geçirmiştir. Bu ülke, Almanya ile yaptığı saldırmazlık paktında kendisine ayrılan Polonya topraklarını işgale başlamıştır. Bunun üzerine Almanya ve Sovyetler Birliği, 28 Eylül 1939'da Moskova'da ek bir antlaşma yaparak, Polonya'yı aralarında paylaşmışlardır. Sovyetler Birliği, Polonya'nın doğusunu, Almanya'da Varşova dahil batısını almıştır.

2.2. Sovyetler Birliği'nin Baltık Ülkelerini Ele Geçirmesi Sovyetler Birliği, Baltık ülkelerini ele geçirirken nasıl bir strateji izlemiştir?

Sovyetler Birliği, Birinci Dünya Savaşı sonunda kaybettiği Baltık topraklarını tekrar ele geçirmek için bu bölgeye yönelmiştir. 27 Eylül 1939'da Estonya'dan kendisine deniz ve hava üsleri verilmesini istemiştir. Bu isteğin geri çevirilmesi halinde, ülkenin işgal edileceğini bildirmiştir. Bunun üzerine, Estonya, Sovyetler Birliği ile 28 Eylül 1939'da karşılıklı yardım antlaşması imzalamak zorunda kalmıştır. Sovyetler Birliği, bu antlaşmayla Estonya'da deniz, kara ve hava üslerine sahip olduktan sonra, 5 Ekim'de Letonya, 12 Ekim 1939'da Litvanya ile imzaladığı karşılıklı yardım antlaşmalarıyla, bu ülkelerde de üsler elde etmiştir. Baltık Denizi'nin doğu kıyılarını nüfuzu altına alan Sovyet Birliği, Finlandiya'dan da üsler istemeye başlamıştır. Sovyetler Birliği, Finlandiya'nın istekleri kabul etmemesi üzerine, 30 Kasım 1939'da bu ülkeye saldırmıştır. Finliler, ülkelerini başarıyla savunmuşlardır. Ancak, Finlandiya, uluslararası alanda yalnız kaldığından barış görüşmelerini kabul etmek zorunda kalmıştır. 12 Mart 1940'da Sovyetler Birliği-Finlandiya Barış Antlaşması imzalanmıştır. Finlandiya bağımsızlığını korumakla birlikte, Sovyetler Birliği, bu ülkeden önemli ölçüde toprak kazanmış, üs kurma hakkı elde etmiştir. Bu olayla, Sovyetler Birliği, Baltık kıyılarına iyice yerleşmiştir.

 

2.3. Almanya'nın Danimarka ve Norveç'i İşgal Etmesi

Almanya'nın Danimarka ve Norveç'i işgal etmesindeki amacı nedir?

Almanya, Fransa'ya saldırmadan önce, stratejik yönden önemli olan Danimarka ve Norveç'i ele geçirmeye çalışmıştır. Hitler Almanyası, İngiliz donanmasının Norveç kara sularında bulunan bir Alman gemisine saldırmasını bahane ederek, 9 Nisan 1940'da Danimarka ve Norveç'i işgal etmeye başlamıştır. Danimarka kısa bir direnmeden sonra teslim olmuş, Norveç de, Nisan ayının sonuna kadar karşı koymasına rağmen, Almanların işgalinden kurtulama- mıştır.  Norveç Kralı ve hükümeti Londra'ya kaçtı. Hitler, bu işgallerle, Büyük Alman Devleti'nin yanısıra büyük bir Cermen İmparatorluğu amacına da yönelmiştir.

 

2.4. Batı Cephesi'nin Açılması

Almanya, Norveç ve Danimarka'yı işgal ederek doğusunu ve kuzeyini güvenlik altına aldıktan sonra, Batı'ya, Fransa üzerine yönelmiştir. Nitekim, 10 Mayıs 1940 sabahı Alman Orduları Hollanda, Belçika ve Lüksemburg'a saldırmaya başladılar. Lüksemburg hemen işgal edilmiştir. Hollanda ve Belçika kendilerini savunmalarına rağmen, Hollanda 15 Mayıs 1940'da, Belçika da 28 Mayıs'ta teslim olmak zorunda kalmıştır. Bu başarılardan sonra Almanlar, bir yandan İngiliz ve Fransız güçlerini Manş kıyılarında çember içine alırken, bir yandan da Paris üzerine yürümeye başlamışlardır. Bu arada, Almanya'nın kesin olarak başarılı olacağına inanan İtalya da, 10 Haziran 1940'da Fransa'ya savaş ilan ederek, İkinci Dünya Savaşı'na katılmıştır. Almanya, bu olumlu gelişmeler sonucunda 14 Haziran 1940'da Paris'e girmiştir. Bunun üzerine Fransa'da hükümet değişikliği olmuş, Mareşal Petain başkanlığında

kurulan yeni hükümet, 22 Haziran 1940'da Compiegne'de Almanlarla mütareke imzalamıştır. Bu mütarekeye göre; Fransız Ordusu silahsızlandırılarak tutsak edilmiş, Fransa'nın bütün batı kıyıları, kuzeyi ve doğusu Alman işgaline bırakılmıştır.

 

Fransa'nın işgal edilmesinden sonra nasıl bir direniş hareketi başlatılmıştır?

Vichy'ye taşınmış olan yeni Fransız Hükümeti, Almanya yanlısı bir politika izlemiştir. Ancak, Londra'da askeri ateşe olarak bulunan General de Gaulle, Fransız Hükümeti'ni tanımadığını açıklayarak, anavatan toprakları dışında bir direniş gücü oluşturmaya çalışmıştır. Nitekim de Gaulle, Fransa'nın Alman işgalinden kurtarılması için büyük çaba harcayacaktır. Almanya, Fransa'yı savaş dışı bıraktıktan sonra İngiltere'ye yönelmiştir. Ancak, Almanların, çetin İngiliz direnişi karşısında, İngiliz adalarında hava üstünlüğünü ele geçirememesi ve kış mevsiminin gelmesi üzerine bu ülkenin işgalinden vazgeçmişlerdir.Bundan sonra, Batı cephesinde Normandiya çıkarmasına kadar, hava savaşları ve Fransız direniş gruplarının eylemleri etkili olmuştur.

 

2.5. Kuzey Afrika Cephesi

İtalya'nın Kuzey Afrika'da cepha açması, İngiltere'yi nasıl etkilemiştir?

İtalya'nın 10 Haziran 1940'da Fransa'ya savaş ilan ederek İkinci Dünya Savaşı'na katılması, İngiltere'nin güç durumda kalmasına yol açmıştı. Zira, İtalya, Kuzey Afrika'da stratejik bir öneme sahip olan Libya'yı elinde bulunduruyordu. Ayrıca, Akdeniz'de bulundurduğu donanma ile İngiltere'nin sömürgeleriyle bağlantısını önemli ölçüde kesmekteydi. Bu bakımdan, stratejik ve ekonomik yönlerden önemli bir alan olan Kuzey Afrika'nın tümüyle ele geçirilmesi, savaşın gidişatını değiştirilebilecekti. Kuzey Afrika'yı ısrarla ele geçirmek isteyen İtalya, Libya'da topladığı 200 bin kişilik bir orduyla, 13 Eylül 1940'da Mısır'a saldırmıştır. Ancak, kısa bir ilerlemeden sonra durdurulmuştur. Mısır'daki İngiliz kuvvetleri takviye alarak güçlendikten sonra 8 Aralık 1940'da karşı saldırıya geçmiştir. Nitekim, Şubat 1941'de Bingazi, Nisan 1941'de de İtalya'nın elinde bulunan Eritre ve Habeşistan'ı işgal etmiştir.

Kuzey Afrika Cephesi'nde olaylar nasıl gelişmiştir?

İtalya'nın ard arda başarısızlığa uğraması üzerine, Almanya, 1941 yılının Mart ayında Kuzey Afrika savaşlarına katılmıştır. General Rommel komutasındaki Alman orduları, İngilizler karşısında başarı kazanarak İskenderiye yakınlarına kadar ilerlemişlerdir. Ancak, 1942 yılının Ekim ayından itibaren İngiliz karşı saldırısı üzerine Mihver devletleri gerilemeye başlamışlardır. Müttefik devletlerin de Kuzey Afrika'ya asker göndermeleriyle yapılan savaşlar sonucu, Mihver devletleri yenilmişler ve 1943 yılının Mayıs ayında teslim olmuşlardır. Böylece, Müttefikler, Kuzey Afrika savaşlarında başarı kazanarak Akdeniz'in güney kıyılarına egemen olmuşlardır.

 

2.6. Balkan Cephesi

Fransa'nın yenilmesinden sonra, 27 Eylül 1940'da İtalya, Japonya ve Almanya arasında

Üçlü Pakt denilen bir ittifak antlaşması imzalanmıştı. Bu Pakt'la, Almanya ve İtalya Avrupa'da; Japonya'da Uzak Doğu'da istilaya dayalı "yeni düzenler" kuracaklardı. Nitekim, Almanya, Avrupa'daki bazı küçük devletleri anlaşmalarla egemenliği altına almaya başlamıştır.

Bununla birlikte, Almanya, kısa vade de Sovyetler Birliği ile bir çatışmayı da göze almamıştır. Hatta, bu ülkeyi Üçlü Pakt'a alarak dünyanın paylaşılmasına onları da ortak etmek istemiştir. Bu amaçla, 12-13 Kasım 1940'da Sovyet Dışişleri Bakanı Molotov Berlin'e davet edilmiştir. Ancak bu görüşmelerde, Hitler, Sovyetlere İran ve Hindistan'ı alarak Hint Okyanusuna çıkmalarını önermiştir. Oysa, Sovyetler Birliği, Finlandiya, Bulgaristan ve Boğazlar'a dayalı olarak çeşitli isteklerde bulunmuştur. Görüşmelerin başarısızlığa uğraması nedeniyle Sovyetler Birliği ve Almanya'nın arası açılmaya başlamıştır.

Almanya'nın Balkanlara yönelmesindeki temel amaç nedir?

Öte yandan Almanya, İngiltere'yi kısa sürede yenemiyeceğini anlamış, bu nedenle, geniş doğu topraklarını ele geçirerek, hammadde stoklarını arttırmanın yollarını aramaya başlamıştır. Bu yolla, İngiltere'yi yıpratmayı hedeflemiştir. Almanya, bu amaçlarına ulaşmak için öncelikle, Orta Avrupa ve Güney-Doğu Avrupa topraklarını ele geçirmeye çalışmıştır. 20 Kasım 1940'ta Macaristan'ı, 23 Kasım 1940'ta Romanya'yı ve 24 Kasım 1940'ta da Slovakya'yı zorla Üçlü Pakt'a almıştır. Bulgaristan da, karşı koymasına rağmen 1 Mart 1941'de Üçlü Pakt'a katılmak zorunda kalmıştır. Tüm bu gelişmeler üzerine, Yugaslavya, 6 Nisan 1941'de Sovyetler Birliği

ile bir dostluk antlaşması imzalamıştır. Ancak, Almanya, antlaşmanın yapıldığı gün Yugoslavya'yı işgal etmeye başlamış ve 17 Nisan 1941'de de teslim almıştır. Almanya, Yugoslavya'yı İtalya, Macaristan ve Bulgaristan arasında paylaştırmıştır. Fakat, Tito'nun önderliğindeki komünistler ile Mihailoviç'in önderliğindeki ulusalcılar, Almanlarla şiddetli bir gerilla savaşına girişmişlerdir. Bu arada, Mussolini de, Hitler'e bilgi vermeden Yunanistan'ı işgal etmek istemişti. Bunun için, 28 Ekim 1940'da Yunanistan'a ultimatom vererek, bu ülkeden üsler istemişti. Ancak, red edilince Arnavutluk'taki İtalyan kuvvetlerini Yunanistan'a saldırtmıştır. Fakat, İtalyan kuvvetleri başarısızlığa uğramıştır. İşte, bu gelişmelerden sonra, 6 Nisan 1941'de Almanya'nın Bulgaristan'daki kuvvetlerini Yunanistan'a girmeye başlamıştır. Yunanlılar, kendilerini savundularsa da, 25 Nisan'da Atina, 31 Mayıs 1941'de de Girit paraşütcü Alman birlikleri tarafından işgal edilmiştir. Daha sonra da bütün Ege Adaları ele geçirilmiştir. Böylece, Almanlar, Balkanlar da kısa süre içinde önemli başarılar elde etmişlerdir.

2.7. Almanya - Sovyetler Birliği Savaşı

Almanya, Sovyetler Birliği'ni işgal ederken nasıl bir strateji izlemiştir?

Almanya'nın kısa bir süre içinde çeşitli cephelerde büyük başarılar elde etmesi, Hitleri daha büyük amaçlar belirlemesine ve gerçekleştirmeye yöneltmiştir. Nitekim, Almanlar, 22 Haziran 1941'de savaş ilan etmeksizin Sovyetler Birliği'ne saldırmıştır. Alman Ordusu üç koldan Sovyetler Birliği'ne taarruz etmişti. Güney kolu kısa bir süre içinde Odesa'yı ve Kiev'i almış, Kırım ve Sıvastopol'u kuşatmış ve Rostov'a ulaşmıştı. Orta kesim ordusu ise, Smolensk'i ele geçirerek Moskova'ya yönelmişti. Kuzey ordusu da, Baltık ülkelerinden hareket ederek Leningrad üzerine yürümüştü. Ancak, Sovyet halkının direnişi üzerine Almanlar, Leningrad'ta durdurulmuştur. Almanlar yoğun bir saldırı düzenlemesine rağmen Moskova'yı alamamışlardır. Bunda kış mevsiminin gelmesi ve Alman ordusunun kış koşullarına göre organize edilememesi de etkili olmuştur.

Sovyetler Birliği'nin işgal edilmesi, güçler dengesini nasıl değiştirmiştir?

Almanya'nın Sovyetler Birliği'ne saldırması üzerine, Sovyetler ile İngilizler arasında 12 Temmuz 1941'de Ortak Hareket Antlaşması imzalanmıştır. Bununla iki devlet, Almanya'ya karşı birbirini desteklemeyi, bütün güçleriyle birbirlerine yardım etmeyi ve Almanya ile ayrı ayrı mütareke ve barış antlaşması imzalamamayı kararlaştırmışlardır. Bununla birlikte, 4 Aralık 1941'de Sovyetler Birliği ve Polonya arasında Dostluk ve Yardım Paktı adı verilen bir antlaşma imzalanmıştır. Bu antlaşmaların yapılması ve A.B.D.'nin savaşa girmesinden sonra, İngiltere ve Sovyetler Birliği arasında 26 Mayıs 1942'de bir ittifak antlaşması yapılmıştır. Antlaşmada; İngiltere ve Müttefiklerinin Sovyetler Birliği - Almanya savaşına katılması, savaş sonunda barışın korunması için birlikte hareket edilmesi, A.B.D. ile sıkı işbirliği yapılması ve karşılıklı her türlü yardım yapılması gibi noktalara yer verilmişti.

Sovyetler Birliği, İngilizlerle ittifak antlaşması yaptıktan sonra hangi değerleri öne çıkarmıştır?

    Bu antlaşmayla müttefikler, Sovyetlerin Doğu Avrupa'da Almanları durdurması ve baskı altına almasını hedeflemişlerdir. Sovyetler Birliği de, Alman saldırılarına karşı önemli sayılacak siyasi ve askeri destek sağlamıştır. Bununla birlikte, Sovyet lideri Stalin de, Alman saldırılarını durdurmak için kapitalist ülkelerdeki düzeni yıkmayı hedefleyen Üçüncü Enternasyonelin lağv edilmesini sağlamış, Bolşevik ilkeleri bir yana bırakmış, ulusalcılığı ve dini ön plana çıkarmıştır. Halkı da, faşizmle mücadeleye çağırmıştır. Sovyet yöneticileri, içte ve dışta sağladıkları destekle uzun süre Alman kuşatmasına karşı koymuşlardır.

 

2.8. A.B.D.'nin Savaşa Girmesi

A.B.D., İkinci Dünya Savaşı'nın başlarında nasıl bir politika izlemiştir?

   A.B.D., Avrupa'da başlayan savaş karşısında tarafsız kalmıştı. Ancak, Müttefik devletlere değişik zamanlarda askeri yardımlarda da bulunmuştur. Bununla birlikte, İkinci Dünya Savaşı'nın çıkmasıyla A.B.D. ve Japonya arasındaki ilişkiler de gerginleşmeye başlamıştı. Zira, Uzakdoğu'da Japonya ve A.B.D.'nin çıkarıyla çatışmaktaydı. Japonya, 1937'de başlattığı Çin Savaşı'nı sürdürmekte kararlı idi. A.B.D.'de Çin'e mali yardımda bulunarak, Japonya'nın yayılmacılığını önlemek istemiştir.

A.B.D. hangi olayla savaşa girmiştir?

   Tüm bu gelişmelerin yanında, Japonya'daki militarist yönetim, Almanların Rusya'da ilerlemesinden ve Anglo-Saksonların Pasifik'te zayıf bulunmasından cesaret alarak, eskiden beri özlemini duyduğu Büyük Pasifik İmparatorluğu'nu kurmak için harekete geçmiştir. Nitekim, Japonya, 7 Aralık 1941'de Hawaii Adalarında Pearl Harbour'da demirli bulunan Amerikan Pasifik donanmasına saldırmış ve bu donanmanın büyük kısmını yok etmiştir. Bu olayın sonucunda Japonya, 8 Aralık günü A.B.D. ve İngiltere'ye, 11 Aralık'ta da Almanya ve İtalya, A.B.D.'ne resmen savaş ilan etmiştir. Hatta, dünyanın değişik bölgelerinde bulunan birçok devlet de, içinde bulundukları bloklara uygun, birbirleriyle savaşa girmişlerdir. Böylece, savaş tam bir dünya savaşına dönüşmüştür.

    Japonya, savaşın ilk anlarında büyük başarılar kazanmışlardır. Pasifik'te birçok bölgeyi ve Hindiçini'ni işgal etmişlerdir. Ancak, Müttefikler, 1942 yılının sonlarında Japonya'nın yayılmasını durdurmuşlardır. A.B.D., 12-13 Kasım 1942'de Salomon adaları açıklarında Japonya donanmasını ilk büyük yenilgiye uğratmıştır. Bu olayla, Uzakdoğu'da savaş Japonya'nın aleyhine dönmeye başlamıştır.

 

3. Savaş Sırasında Önemli Siyasal Buluşmalar

3.1. Atlantik Bildirisi

Almanya'nın Sovyetler Birliği'ne saldırması, bunun üzerine Sovyetler Birliği'nin de 12 Temmuz 1941'de İngiltere, 1 Ağustos'ta da A.B.D. ile birer antlaşma imzalaması savaşın gidişatında önemli bir dönüm noktası oluşturmuştur. A.B.D. Başkanı Roosevelt ve İngiltere Başbakanı Churchill, 1941 yılının Ağustos ayının başlarında savaşla ilgili gelişmeleri görüşmek üzere Atlantik'te (Atlas Okyanusu'nda) bir savaş gemisinde biraraya gelmişlerdir.

 

Atlantik Bildirisi'nde hangi ilkelere yer verilmiştir?

    Roosevelt ve Churchill, görüşmelerden sonra, 14 Ağustos 1941'de "Atlantik Bildirisi" adı verilen bir metin yayınlamışlardır. Bildiride iki devlet; topraklarını genişletmek istemediklerini, her ulusun kendi istediği hükümet şeklini seçme hakkına uyacaklarını, küçük-büyük tüm devletlerin aynı koşullar altında dünya ticaretine katılmalarını istediklerini, Nazi diktatörlüğünün tam olarak yıkılmasından sonra, bütün ulusların sınırları içinde güvenle yaşama olanağı sağlayacak bir barışın yapılmasını, böyle bir barışla bütün insanlara engel çıkartılmadan bütün deniz ve okyanuslarda dolaşma olanağının sağlanmasını ve bütün ulusların kuvvet kullanmaktan vazgeçme yolunu tutmaları gerektiğine inandıklarını belirtmişlerdir. Görüldüğü gibi, bildiriye özgürlük ve demokrasi ilkeleri yön vermiştir. A.B.D.'nin savaşa katılmasından sonra, Almanya'ya karşı savaşa giren 26 devletin de imzasıyla, 1 Ocak 1942'de, Atlantik Bildirisi esas olmak üzere "Birleşmiş Milletler Bildirisi" yayınlanmıştır. Bu bildiride, Atlantik Bildirisi'ndeki ilkeler aynen kabul edilmiştir. Ayrıca, zafer elde edilinceye kadar işbirliği yapılacağı açıklanmıştır. Böylece, savaştan sonra kurulacak olan Birleşmiş Milletler Örgütü'nün nüvesi oluşturulmuştur.

 

3.2. Kazablanka Konferansı

Kazablanka Konferansı'nda hangi konular üzerinde durulmuştur?

    A.B.D. Başkanı Roosevelt ve İngiltere Başbakanı Churchill arasında, 14-24 Ocak 1943 tarihleri arasında Kazablanka kentinde yapılmıştır. Sovyet lideri Stalin de davet edilmişse de katılamamıştır. Bu konferansta, A.B.D. kuvvetlerinin, 1942 yılının Kasım ayında Fas ve Cezayir'e çıkması üzerine, Kuzey Afrika savaşlarının gidişatı ve sonrası hakkında stratejik ve diplomatik sorunlar ele alınmıştır. Konferansın sonunda; Sovyetler Birliği üzerindeki baskıyı hafifletmek için Sicilya'ya çıkartma yapılması, Balkanlarda ikinci bir cephenin açılması, bunun için de Türkiye'nin savaşa katılmasını sağlamak üzere hazırlıklara girişilmesi, Mihver

Devletleri'nin kayıtsız şartsız teslimine kadar mücadeleye devam edilmesi gibi kararlar

alınmıştır.

3.3. Washington Konferansı

    12-16 Mayıs tarihleri arasında Roosevelt ve Churchill arasında gerçekleştirilen konferansta, savaş sorunları görüşülmüştür. İtalya'nın işgal edilmesi, Türk hava alanlarından yararlanılması, ikinci cephenin Fransa'da açılması, savaş sonrasında kurulacak barışın korunması sorumluluğunun A.B.D., İngiltere, Sovyetler Birliği ve Çin'e verilmesi kararlaştırılmıştır.

3.4. Quebec Konferansı

Quebec Konferansı'nda hangi öneriler kabul edilmemiştir?

    Roosvelt ve Churchill, 14-24 Ağustos 1943 tarihleri arasında Kanada'nın Quebec kentinde tekrar biraraya gelmişlerdir. Görüşmelerde, Almanya'nın silahsızlandırılmasını ve kontrol altına alınmasını öngören bir plan kabul edilmiştir. Ayrıca, Churchill, Türkiye'nin savaşa sokulmasını ve ikinci cephenin Balkanlarda açılmasını önermiştir. Ancak, bu öneriler kabul görmemiştir. Daha önce, Fransa'da açılması planlanan ikinci cephenin Normandiya kıyılarında olmasına ve bunun hazırlanması sorumluluğunun da A.B.D.'ne bırakılmasına karar verilmiştir.

3.5. Moskova Konferansı

Moskova Konferansı'nda hangi kararlar alınmıştır?

    Bu konferansta; A.B.D., İngiltere, Sovyetler Birliği ve Çin dışişleri bakanları 19 Ekim 1943'te Moskova'da Kremlin Sarayı'nda biraraya gelerek, savaşta meydana gelen son gelişmeleri görüşmüşlerdir. Konferans, 1 Kasım'da yayınlanan ortak bildirilerle sona ermiştir. Bildirilerde; Müttefik devletlerin düşmanın kayıtsız-koşulsuz teslim olmasından sonra, barışı sürdürebilmek için bütün barış seven devletlerin eşit haklarla katılabilecekleri bir örgüt kurulmasına, İtalya'daki savaş suçlularının mahkemeye verilmesine, Avusturya'nın savaştan sonra bağımsız bir devlet olmasına ve Alman savaş suçlularının yargılanmak üzere ilgili devletlere teslim edilmesine karar verildiği açıklanmıştır. 

3.6. Kahire Konferansı

Kahire Konferansı'nda hangi kararlar alınmıştır?

    22-26 Kasım 1943'te Roosevelt, Churchill ve Çin Devlet Başkanı Çan-Kay,Şek'i arasında yapılan konferansta, Uzakdoğu'daki savaş gelişmeleri ele alınmıştır. Ayrıca, savaş sona erdiğinde Japonya ile yapılacak barışın esaslarının neler olması gerektiği üzerinde durulmuştur. Ancak, bu konularda kesin bir sonuca varılamamıştır. Bununla birlikte, konferansa katılan üç devlet, 26 Kasım 1943'te yayınladıkları ortak bildiride; Japonya'yı Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra ele geçirmiş olduğu bütün toprakları boşaltmaya zorlamak, Kore'nin bağımsızlığının tanınması gibi konularda da hemfikir olduklarını belirtmişlerdir.

3.7. Tahran Konferansı

Tahran Konferansı'nda hangi kararlar alınmıştır?

    İran, 1941 yılında Sovyet Birliği'ne kolay yollardan yardım ulaştırabilmek için İngilizler ve Sovyetler tarafından işgal edilmişti. Stalin, üç büyük Müttefik devlet adamının buluşmaları gündeme gelince, Kızıl Ordu birliklerinin işgali altında bulunmayan bir yere gitmeyeceğini açıklamıştır. Bunun üzerine, Roosevelt, Churchill ve Stalin, Tahran'da biraraya gelmişlerdir. 28 Kasım-1 Aralık 1943 tarihleri arasında yapılan konferansta; İran'a yardım yapılması, Türkiye'nin savaşa sokulması, Yugoslavya'daki direnişçilere her türlü desteğin verilmesi, Normandiya'da ikinci cephenin açılması, Polonya sınırının saptanması, kesin zafere kadar savaşın birlikte sürdürülmesi ve savaştan sonra barışın korunması için bir uluslararası örgütün

kurulması kararlaştırılmıştır.

3.8. Yalta Konferansı

     Fransa, 6 Haziran 1944'de Normandiya çıkarmasından sonra Alman işgalinden kurtarılmıştı. Bundan sonra,  Almanya'nın teslim olması gündeme gelmişti. Bu durumda, hem gelecek barış hakkında daha esaslı bir anlaşmaya varmak, hem de Sovyetler Birliği'nin Japonya'ya savaş açmasını sağlamak amacıyla üç büyük Müttefik devlet başkanı 4 Şubat - 11 Şubat 1945'te Kırım'ın Yalta kentinde biraraya gelmişlerdir. Roosevelt, Churchill ve Stalin, Yalta Konferansında; Sovyetler Birliği'nin Almanya teslim olduktan sonra Japonya'ya savaş açması ve buna karşılık daha önce bu devlete bıraktığı toprakları ve Kuril adalarını alması, Sovyetler Birliği'nin Çin ile bir dostluk ve ittifak antlaşması imza etmesi, üç büyük Müttefik devletin ordularının Almanya'nın birer bölgesini işgal etmesi, merkezi Berlin olmak üzere her üç devletin komutanlarından oluşan bir "Merkez Kontrol Komisyonu" nun kurulması, Fransa'nın da Almanya'ya işgal birlikleri göndermesi, Alman militarizmi ve nazizminin yok edilmesi, Almanya'nın savaş tazminatı ödemesi ve Birleşmiş Milletler Örgütü'nün kurulması için 25 Nisan 1945'te San Fransisco'da bir konferans toplanması gibi konular üzerinde durmuşlardır.

Yalta Konferansı, Müttefik Devletler üzerinde ne gibi etki yaratmıştır?

    Yalta Konferansı, üç büyük Müttefik devlet arasında öteden beri süregelen anlaşmazlığı belirginleştirmiştir. Roosevelt, Birleşmiş Milletler Örgütü konusunda alınan karardan memnun kalmıştır. Ancak, Churchill, Sovyetler Birliği'ne çok fazla ödün verildiğini düşünmüştür. Müttefikler arasındaki bu farklı tutum ve davranışlar, savaş sırasında meydana getirilmiş olan ittifakın yara almasına yol açmıştır. Hatta, Müttefikler arasında işbirliğini sona erdirmiştir. Ancak, ideolojileri ve devlet yapıları farklı üç büyük Müttefik devlet, savaş tümüyle sona ermediği için bir süre daha birlikte hareket etmişlerdir.

3.9. Potsdam Konferansı

    Almanya'nın teslim olmasından sonra, Avrupa'da ortaya çıkan sorunları görüşmek üzere, üç büyük Müttefik devlet, 17 Temmuz - 2 Ağustos 1945 tarihleri arasında Berlin yakınlarında Potsdam'da bir toplantı yapmışlardır. Potsdam Konferansı'nda A.B.D.'ni (Roosevelt 12 Nisan 1945'te öldüğü için yerine geçen) Başkan Yardımcısı Harry S. Truman, İngiltere'yi konferansın ilk günlerinde Churchill ve daha sonra (Churchill, 1945 yılı Temmuz ayında yapılan genel seçimi kaybettiği için) İşçi Partisi lideri ve yeni Başbakan Clement Attlee, Sovyetler Birliği'ni de Stalin temsil etmişlerdir. Konferansın en önemli konusunu barışın nasıl sağlanacağı oluşturmuştur. Bilindiği gibi, Almanya, Müttefikler tarafından dört bölgeye ayrılmış ve her bölge bir Müttefik devlet tarafından işgal edilmişti. Ancak, bu bölgelerin sınırları kesin olarak saptanamamıştı. Ayrıca, Müttefik devletler, gerek Almanya, gerek Avrupa'nın çeşitli sorunları konusunda farklı görüşlere sahip olmuşlardır. Bu nedenle, Müttefikler, A.B.D. ve İngiltere bir tarafta, Sovyetler Birliği de diğer tarafta olmak üzere

ikiye ayrılmışlardı.

Postdam Konferansı'nda Almanya'nın geleceği hakkında ne gibi kararlar alınmıştır?

Üç büyük Müttefik Devlet, anlaşmaya vardıkları konularda, konferansın bitiş tarihi

olan 2 Ağustos 1945'te bir deklarasyon yayınlayarak açıklamışlardır. Buna göre;

• Almanya'nın kontrolünün A.B.D., İngiltere, Sovyetler Birliği ve Fransa işgal

bölgelerinin komutanları aracılığıyla yapılması,

• Almanya'nın silahsızlandırılması ve askerlikten arındırılması,

• Almanya silahlı kuvvetlerinin, Nazi birlik ve örgütlerinin tümüyle kaldırılması,

• Alman savaş endüstrisinin ortadan kaldırılarak yeniden düzenlenmesi ve

Alman ekonomisinin Müttefikler tarafından kontrol edilmesi,

• Savaş suçlularının tutuklanması ve kontrol edilmesi,

• Almanya'nın savaş tazminatı ödemesi,

• Almanya'da demokratik bir düzenin kurulması,

• Barışla ilgili düzenlemelerin yapılması için A.B.D., İngiltere, Sovyetler Birliği,

Çin ve Fransa dışişleri bakanlarından oluşan bir "Dışişleri Bakanları Konseyi"

nin kurulması,

• Oluşturulan konseyin Romanya, Bulgaristan, Macaristan ve Finlandiya barış

sözleşmelerini hazırlamakla yükümlü olması.

Postdam Konferansı'nda Türkiye hangi konuyla ilgili olarak ele alınmıştır?

Potsdam Konferansı'nda bu ana konuların yanısıra; Sovyet Birliği'nin Japonya'ya savaş açması, Avusturya ve başkenti Viyana'nın dört işgal bölgesine ayrılması, İtalya ile koşulları ağır olmayan bir şekilde barış yapılması, İran'ın derhal boşaltılması, Sovyetler Birliği'nin Boğazların Türkiye ile birlikte kendi kontrolüne verilmesine karşılık, Boğazlardan geçişin tam serbest olması gibi konular da tartışılmıştır. Konferans'ta alınan kararlar ve tartışılan konular, Avrupa'nın siyasi, sosyal ve askeri geleceğinin belirlenmesinde önemli olmuştur. Yapılacak barış antlaşmalarının temel koşullarını da belirlemiştir. Potsdam Konferansı, üç büyük Müttefik Devletin İkinci Dünya Savaşı'nda yaptıkları son büyük konferans olmuştur. Bu konferans, bu devletler arasındaki anlaşmazlığı arttırmış ve dünya başlıca iki nüfuz alanına veya iki bloka ayrılma dönemine girmeye başlamıştır.

 

4. Savaşın Sona Ermesi

4.1. Avrupa'da Savaşın Sona Ermesi

4.1.1. İtalya'nın Savaştan Çekilmesi

Müttefik Devletler, Mareşal von Rommel'in komutasındaki Alman birliklerini Elalameyn önünde durdurmuştur. Bunun üzerine, İngilizler, Mareşal Montgomery'in emri altındaki birliklerle 1942 yılının Ekim ayında karşı saldırıya başlamış ve Alman von Rommel'i ard arda yenilgiye uğratmıştır. 8 Kasım 1942'de de, General Eisenhower yönetimindeki Amerikan ve İngiliz birlikleri Kuzey Afrika'da karaya çıkmış ve kısa sürede bu bölge ele geçirilmiştir.

İtalya'nın yenilmesi iç politikasında ne gibi değişiklikler yaratmıştır?

Müttefikler, bu gelişme üzerine, İtalya'yı işgal etmek ve Mihver Devletlerine karşı güneyden bir cephe açmak için 10 Temmuz 1943'te İtalya'nın kuzeyine doğru ilerleyerek bu ülkeyi işgal etmişlerdir. Bunun üzerine, gerek İtalya'nın savaşın başlangıcından itibaren ard arda başarısızlığa uğraması, gerek ülkenin işgal edilmesi, halkın rejime karşı bir hoşnutsuzluk duymasına yol açmıştı. Nitekim, 24 Temmuz 1943'te toplanan Büyük Faşist Konseyi, Mussolini'yi iktidardan düşürmüştür. Yeni hükümetin başına Mareşal Bodoglio getirilmiştir. Mareşal Bodoglio'nun yaptığı ilk iş, Mussolini'yi hapsetmek ve Faşist Partisi'ni lağv etmek olmuştur. İtalya yöneticileri, bu gelişmelerden sonra 3 Eylül 1943'te Müttefiklerle bir mütareke yaparak savaştan çekilmiştir. 13 Ekim 1943'te de Almanya'ya savaş ilan etmişlerdir.

İtalya'nın savaştan çekilmesi, Almanya'yı alabildiğine zor durumda bırakmıştır. Akdeniz bölgesi, Müttefiklerin egemenliği altına girmiş ve Yunanistan ile Yugoslavya'da Almanlara karşı ulusal kurtuluş hareketleri büyük ivme kazanmıştır.

4.1.2. Almanya'nın Teslim Olması

Müttefik Devletler, 1944 yılında hava üstünlüğünü sağlamışlardı. Özellikle de, 6 Haziran 1944'te Fransa'nın Normandiya kıyılarına çıkarma yaparak "ikinci cephe" yi açmışlardır. 9 Ağustos 1944'te Paris'i Alman ordularından kurtarmışlardır. Fransız direniş hareketinin ünlü ismi General de Gaulle, hükümet kurarak Fransa'ya yeniden hayat kazandırdı. Bu askeri gelişmeler üzerine Almanya için kurtuluş olanağı kalmamıştı. Doğudan ve batından Müttefik Devletler tarafından işgal edilmeye başlanmıştır. Hitler, Müttefikler, Berlin'e girdikten sonra 30 Nisan 1945'te intihar ederek, yerini Amiral Doenitz'e bırakmıştır. Berlin, 2 Mayıs 1945'te ağırlıklı olarak Sovyet askerlerinin yeraldığı Müttefikler tarafından tamamıyla ele geçirilmiştir. 4 Mayıs'ta Hollanda, Kuzey-Doğu Almanya ve Danimarka'daki Alman orduları teslim olmuşlardır. Bunun üzerine, 7 Mayıs 1945'te Alman delegeleri Reims kentindeki Eisenhower'in ana karargahında Almanya'nın kayıtsız-şartsız teslim belgesini imzalamışlardır.

Almanya'nın teslim olmasından sonra Nasyonal Sosyalist İşçi Partisi'nin ileri gelenlerinin

büyük bir kısmı kaçmış, bir kısmı da Müttefikler tarafından yakalanmıştır. Böylece, beş buçuk yıl Avrupa'yı kan ve gözyaşına boğan savaş Avrupa coğrafyasında sona ermiştir.

4.2. Uzakdoğu'da Savaşın Sona Ermesi: Japonya'nın Teslim Olması

Müttefikler, 1942 yılında Pasifik'te Japon yayılmasını durdurmuşlardır. 1943 ve 1944 yıllarında da deniz ve hava üstünlüğünü ele geçirmişlerdir. 1945 yılının başlarından itibaren Japonya'nın işgali altında bulunan Çin, Endonezya ve Pasifik'te çeşitli yerlerde saldırıya geçmişlerdir.

Japonya'nın teslim olmasını hızlandıran olay nedir?

Müttefik güçleri, Japonya'ya son darbeyi Temmuz-Ağustos 1945'te vurmuşlardır. Nitekim, A.B.D. 9-10 Temmuz 1945'te Japonya'nın başkenti Tokyo'yu havadan bombalamıştır. Japonya'nın gücü tükenmiş olmasına rağmen, Müttefiklerin teslim olma önerisini geri çevirmiştir. Bunun üzerine A.B.D., Japonya'yı kayıtsız-şartsız teslim olmaya zorlamak için, 6 Ağustos 1945'te ilk atom bombasını Hiroshima'ya, ikincisini de 9 Ağustos 1945'te Nagasaki'ye atmıştır. Sovyetler Birliği, 13 Nisan 1941'de Japonya ile tarafsızlık antlaşması imzalamasına rağmen, teslim olma noktasına gelen bu ülkeye 8 Ağustos 1945'te savaş ilan etmiş ve Mançurya'yı işgale başlamıştır.

Japonya, 10 Ağustos 1945'te yenilgiyi kabul ettiğini A.B.D.'ne bildirmiştir. Yapılan görüşmeler sonucu 2 Eylül 1945'te Tokyo Koyu'nda demirli bulunan A.B.D.'ne ait Missouri adlı savaş gemisinde Japonya'nın teslim belgesi imzalanmıştır. Bu olayla da Uzakdoğu'da savaş sona erdiği gibi, yaklaşık kırk milyon insanın hayatına mal olan İkinci Dünya Savaşı da Müttefiklerin zaferiyle bitmiştir.

  Özet

Birinci Dünya Savaşı'nın sonunda imzalanan barış antlaşmaları sorunları çözmemiş ve yeni sorunları ortaya çıkarmıştır. Güçler dengesi yeniden biçimlenmişti. Dünya barışının korunması amacıyla, Milletler Cemiyeti kurulmuş, Avrupalı büyük ülkelerin de yer aldığı bazı Avrupalı devletler karşılıklı güvenliğin sağlanması için Locarno Antlaşmasını, A.B.D. ile Fransa Dışişleri Bakanlarının öncülüğünde de savaşı yasa dışı ilan eden Briand- Kelogg Paktı imzalanarak yürürlüğe sokulmuştu. Ancak, barışın korunmasına yönelik bu çabalar yeterli olmamıştır. İtalya'da faşist rejiminin kurulması ve bu rejimin yayılmacılığa yönelmesi, Almanya'da Nasyonal Sosyalist İşçi Partisi'nin iktidara tırmanarak Versailles Barış Antlaşması düzenini ortadan kaldırmaya çalışması ve Büyük Germen İmparatorluğunu kurmak istemesi, Japonya'nın da Uzakdoğu'da güçler dengesini alt-üst ederek militarist temellere dayalı bir imparatorluk kurma tutumuna girmesi, İkinci Dünya Savaşı'nın çıkmasına yol açan en önemli gelişmeler olmuştur. Almanya, İtalya ve Japonya'nın katılımı ile Anti Komintern Paktı'nın kurulması, İkinci Dünya Savaşı'na giden süreçte önemli bir dönüm noktası olmuştur. "Berlin-Roma-Tokyo Mihveri" dünyanın savaşın eşiğine getirmiştir. İkinci Dünya Savaşı, Alman birliklerinin 1 Eylül 1939'da Polonya'ya saldırısıyla başlamıştır. Bu olay üzerine İngiltere ve Fransa, Almanya'ya savaş ilan etmişlerdir. Sovyetler Birliği, Baltık ülkelerini ele geçirmiştir. Almanya ise, Norveç ve Danimarka'yı işgal ettikten sonra, Avrupa içlerinde ilerleyerek Hollanda, Belçika ve Fransa'yı işgal ederek, bu ülkeleri kendi topraklarına katmıştır. Bununla birlikte, Almanya ve İtalya, Kuzey Afrika'da da yayılmaya çalışmışlardır. Japonya'nın da, A.B.D.'ni bir ani baskınla savaşa sürüklemesi sonucu, savaş tüm dünyaya yayılmıştır. Mihver Devletleri'nin yayılmacılığına karşı İngiltere, Sovyetler Birliği ve A.B.D. ittifak yapmışlardır. Müttefik Devletler, gerek savaş sırasında gerçekleştirdikleri siyasal buluşmalarla gerek ordularını seferber ederek, Mihver Devletlerini yenilgiye uğratmışlardır. Mihver Devletlerinin tüm cephelerde teslim olmasıyla, dünyaya beş buçuk yıl felaket yaşatan İkinci Dünya Savaşı sona ermiştir

 

4.3.İkinci Dünya Savaşı’nın sonuçları

 

2 Eylül 1945’te dünya, insanlık tarihinin altı yıl süren en ağır çatışmasından altüst olmuş olarak çıktı. Yıkım ve kayıplar çok önemliydi, yaşanan sarsıntı çok derindi ve yeni bir başlangıç umudu savaş boyunca yaşanan şokla doğru orantılıydı. İkinci Dünya Savaşı, 1930’lu yıllarda uluslararası siyaset sahnesine hakim olan Avrupa güçlerinin çöküşünü hazırlamıştı. Toplama kamplarının ve Holokostun ortaya çıkması, Japonya’ya karşı atom bombasının kullanılması insanları ciddî ahlakî sorularla karşı karşıya bırakmıştı. Tüm umutlar galip devletler, özellikle de hakim iki yeni güç, yani Amerika Birleşik Devletleri ve Sovyetler Birliği arasında sağlanacak birliğe bağlanıyordu.

 

Ölüler ve yıkıntılar

İnsan kayıplarının ağır bilançosu

Savaşın hemen ertesinde ilk göze çarpan, insan kayıplarının boyutları oldu. Avrupa ve Asya’da, çarpışma ve bombardımanlarda en az 45 milyon insan hayatını kaybetmişti. Bunlara Holokost kurbanları ve genel sağlık koşullarının bozukluğu nedeniyle ölen­ler de eklenince, İkinci Dünya Savaşı 60 milyona yakın insanın ölümüyle sonuçlanmış oluyordu.

Büyük yıkımlar

 Savaş, ardında boyutlarının 2 trilyon dolara ulaştığı tahmin edilen maddî zarar bırakmıştı. Alman kentlerinin % 70’i yerle bir olmuştu. Yugoslavya’da, binaların % 20’si yıkılmıştı. Avrupa’da, fabrikaların, limanların ve demiryolu hatlarının yıkılmış olması üretimi ve ticareti olumsuz yönde etkiliyordu. Tarım ve sanayi üretimi 1939’a göre % 30 ile 70 arasında düşüş göstermişti.

 

Ölüm ve yıkımların nedenleri

Bu ağır bilançonun üç önemli nedeni vardı:

-  Bu savaşta, çarpışmalara 1914-1918 savaşından üç kat daha fazla asker katıldı. Esas olarak Avrupa’yla sınırlı kalan 1914-1918 savaşıyla karşılaştırıldığında, bu savaş gerçek anlamda bir dünya savaşı oldu. Hava bombardımanları ve çarpışmaların şiddeti yıkım­ların büyüklüğünü açıklar.

-  Sivil halklar hava savaşının tam içinde yaşadılar. Almanya’da, insanî kayıplar›n yarısını sivil halktan ölenler oluşturuyordu. Karne uygulaması ve işgal edilen ülkelerin ta­lan edilmesi, zayıf düşen sivil halkın ölüm oranını fazlasıyla artırdı ve verem gibi has­talıkların yeniden ortaya çıkmasına neden oldu.

-  Son olarak, savaş topyekûn bir savaştı: işgal altındaki Avrupa’da ya da Çin’de, sivil halktan esir alınanlar topluca öldürüldü ya da bazı kasabaların halkları bulundukları bölgelerde katledildi. Nazizm, muhaliflerini düzenli biçimde ortadan kaldırmak üzere toplama kamplarını kullandı, toplu öldürme kamplarında Yahudilerin tamamını yok et­meyi hedefledi. Bu düzenin yaklaşık 10 milyon sivil kurbanından 5,5 - 6 milyonu Yahu­diler oldu.

Kıtlık

a.    Yenilen ülkelerde

Yaşamak için normal bir insanın bir günde alması gereken kalori mik­tarı 2.000 olarak belirlendiği halde, yokluk döneminde Almanlar için bu rakam ortalama 700 ile 800 arasında değişiyordu. [...] 1946 yılının sonunda, yalnızca Hamburg’daki hastaneler açlık nedeniyle ödem geçiren 10.000 hasta tedavi etmişti.

b.    Galip ülkelerde

İngiltere bugün gereksinim duyduğu gıda maddelerini, sanayii için gerekli hammaddeyi istediği gibi satın alamıyor. Bunun için gerekli olanaklara sahip değildi. Savaş yılları boyunca, ülke dışında o kadar çok yatırım tasfiye etmesi ve o kadar çok borçlanması gerekti ki, 1938 yı­lı rakamlarına göre ithalatın %23’ünü tek başlarına karşılayan gelir­lerinin bir ağırlığ kalmadı...

Manevî sarsıntının boyutları 

 

İkinci Dünya SavaşI’nın sonunda, daha önce eşine benzerine rastlanmamış bir ma­nevî sarsıntı yaşandı. Uluslararası anlaşmalar ve insan hakları daha önce hiç böylesine ayaklar altına alınmamıştı. Savaş esirleri ile ilgili uluslararası sözleşmelere Almanlar da, Sovyetler de, Japonlar da uymadı. Müttefik ordularının Polonya ve Almanya’daki ya da Pasifik’teki ilerleyişi, Nazi ve Japon kamplarının kurtarılmasını da beraberinde getirdi. Nazi toplama kamplarında yaşanan dehşetin ve SS doktorlar ya da Mançurya’da Japon­lar tarafından esirler üzerinde uygulanan sözde tıbbî deneylerin ortaya çıkarılması dün­yayı derinden sarstı.

 Japonya’ya karşı atom bombası kullanılması zihinlerde kuşkular uyandırdı: Bir bomba, tek başına bir bombardıman uçağı filosunun öldürebileceği kadar insanı öldü­rüyordu. İnsan artık bütün insanlığı yok edebilecek olanaklara sahipti. Fransız düşünü­rü Albert Camus’nün daha 1945 ağustosunda sözünü ettiği atom bombası korkusunun başlangıcıydı bu.

   Bu tür manevî sarsıntılar, insanları değerlerinin kırılganlığı konusunda sorular sor­maya yöneltti. Müttefikler, Mihver devletlerinin sorumlularını yargılamaya daha 1943’te karar vermişlerdi. 1945 kasımından 1946 ekimine kadar, 6 Nazi örgütü ve Nazi rejiminin 22 yöneticisi Nürnberg’de toplanan uluslararası bir mahkeme tarafından yar­gılandı. Bunlar, komplo düzenlemek, barışı yıkacak eylemlerde bulunmak, savaş suçu işlemek ve bunların yanısıra, yepyeni hukuksal bir kavram olan insanlık suçu işlemek­le suçlanıyorlardı. Benzer bir mahkeme de, Tokyo’da 1946’da Japon yöneticileri yargıla­mak için kuruldu.

 

4.4 Birleşmiş Milletler

Birleşmiş Milletler , 24 Ekim 1945'te kurulmuş dünya barışını, güvenliğini korumak ve uluslar arasında ekonomik, toplumsal ve kültürel bir iş birliği oluşturmak için kurulan uluslararası bir örgüttür. Birleşmiş Milletler kendini "adalet ve güvenliği, ekonomik kalkınma ve sosyal eşitliği uluslararasında tüm ülkelere sağlamayı amaç edinmiş global bir kuruluş" olarak tanımlamaktadır. Uluslararası İlişkilerde, kuvvet kullanılmasını ilk olarak evrensel düzeyde yasaklayan ilk antlaşma BM Sözleşmesidir.

Örgütün, kurulduğu yıllarda 51 olan üye sayısı şu an itibariyle üyeliği kaldırılan Vatikan ve değiştirilen Çin Halk Cumhuriyeti son katılan üye Karadağ dahil 192'ye ulaşmıştır. Türkiye kurucu üyeler arasında yer almaktadır. Örgütün yönetimi New York'ta bulunan genel merkezinden yürütülür ve üye ülkelerle her yıl düzenli olarak yapılan toplantılar yine bu genel merkezde gerçekleştirilir.

Örgüt yapısal olarak idari bölümlere ayrılmıştır; Genel Kurul, Güvenlik Konseyi, Ekonomik ve Sosyal Konsey, Yönetim Konseyi, Genel Sekreterlik ve Uluslararası Adalet Divanı. Örgütün en göz önündeki merciisi Genel Sekreterdir.

Birleşmiş Milletler fikri ilk olarak, II. Dünya Savaşı'nın bitiminde savaşın galibi ülkeler tarafından, ülkeler arasındaki anlaşmazlığı ortadan kaldırarak ileride meydana gelebilecek ve kendi güvenliklerini tehdit edebilecek bir savaşın önüne geçebilmek amacıyla ortaya atılmıştır. Örgüt yapısının halen bu amacı koruduğunu BM Güvenlik Konseyi'nin varlığı ve çalışmalarıyla ortaya koymustur. Güvenlik Konseyi her türlü kararı veto yetkisine sahip beş ülkeden oluşmaktadır. Bu ülkeler ABD, Rusya, Çin Halk Cumhuriyeti, Birleşik Krallık ve Fransa'dır.

Kuruluşu

BM kuruluş anlaşmasının imzalanması

Birleşmiş Uluslar (United Nations) terimi ilk olarak Franklin D. Roosevelt tarafından 2. Dünya Savaşı sırasında müttefik ülkeler için kullanılmıştır. İlk resmi kullanımı ise 1 Ocak 1942 yılında Birlemiş Milletler'in beyannamesinde ve Atlantik Bildirisi ndedir. Bu tarihten sonra müttefik devletleri kendilerini "United Nations Fighting Forces" olarak adlandırmışlardır.

Birleşmiş Milletler fikri Moskova, Tahran ve Kahire'de müttefiklerin toplantıları sırasında 1943 yılında çıkmış olup Fransa, Çin, İngiltere, ABD, SSCB'nin temsilciliğiyle oluşmuştur. Bu ve bundan sonraki konuşmalar örgütün amaçları, üye alımları ve yapısını belirlemek amacıyla olmuştur.

27 Nisan 1945 yılında, Birleşmiş Milletler müzakereleri uluslararası anlamda San Francisco'da başlamıştır. Hükümetlerin yanı sıra, bazı farklı örgütlerde bu müzakelere katılmıştır.

Örgüt Yapısı

Genel Kurul

Genel Kurul, üye devletlerden oluşur. Her üyenin Genel Kuruldaki temsilcileri 5 kişiden çok olamaz. Genel Kurulun Görevleri Şunlardır:

  • Silahsızlanma ve silah denetimi konusunda önerilerde bulunmak.
  • Barış ve güvenliği etkileyecek görüşmeler yapmak, her konuda önerilerde bulunmak.
  • Ülkeler arasındaki iyi ilişkileri bozucu sorunların, barışcıl yollarla çözümü için önerilerde bulunmak.

Güvenlik Konseyi

Siyasal alanda bir yürütme organıdır. Konseyin 5 daimi üyesi olan ABD, Çin, İngiltere, Fransa, Rusya'nın veto hakkı bulunmaktadır. 10 geçici üye ise iki yıllık bir süreç için seçilirler. Seçimlerinde coğrafi denge esas alınır. 15 üyesi olan bu kurulun görevleri şunlardır:

  • Birleşmiş Milletler'in amaç ve ilkelerine uygun biçimde barış ve güvenliği korumak.
  • Uluslararası bir anlaşmazlığa yol açabilecek her türlü çekişmeli durumu soruşturmak.
  • Uluslararasında çekişmeli konularda anlaşma koşullarını önermek.
  • Silahlanmayı denetleyecek planlar hazırlamak.
  • Barışa karşı bir tehlike veya saldırı olup olmadığını araştırarak, izlenecek yolu önermek.
  • Saldırganlara karşı askeri birlikler kurularak önlemler almak.

Ekonomik ve Sosyal Konsey

Genel kurulca seçilen 54 üyeden oluşur. Üyelikleri sona erenler yeniden seçilebilirler. Başlıca görevleri şunlardır:

  • Birleşmiş Milletler'in ekonomik ve sosyal çalışmalarını yürütmek.
  • Uluslararası ekonomik, sosyal, kültürel konularda raporlar hazırlamak.

Konseye bağlı başlıca kuruluşlar şunlardır:

Uluslararası Adalet Divanı

Uluslararası Adalet Divanı, Birleşmiş Milletler'in yargı organıdır. Ülkeler, istedikleri davayı Adalet Divanı'na götürürler. Divan 15 yargıçtan oluşur. Yargıçlar, Genel Kurul ve Güvenlik Konseyi'nce seçilirler. Görev süreleri dokuz yıldır. Divanda bir devletten iki yargıç bulunamaz. Uluslararası Adalet Divanı, Hollanda'nın bir kenti olan Lahey'dedir.

Dil

Arapça, Çince, Fransızca, İngilizce, İspanyolca ve Rusça örgütün resmî dilleridir.

Genel Sekreterlik

Genel Sekreterlik, Birleşmiş Milletler'in öbür organlarının çalışmaları için gerekli ortam ve koşulları sağlar. Ortaya konan program ve politikaları uygular. Uluslararası barış ve güvenliği bozucu olaylar konusunda raporlar hazırlayıp Güvenlik Konseyi'ne sunar.

 

İnsan Hakları Bildirisi (İngilizce: Universal Declaration of Human Rights ya da kısaca UDHR), Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Komisyonu'nun Haziran 1948'de hazırladığı ve birkaç değişiklik yapıldıktan sonra 10 Aralık 1948'de, Genel Kurulun Paris'te yapılan oturumunda kabul edilen bildiridir. 30 maddeden oluşur. İmzalanmasında, II. Dünya Savaşı'ndan sonra devletlerin, bireylere tanınan hak ve özgürlüklerin güvence altına alınması konusunda birleşmesi de etkili oldu. Eleanor Roosevelt bu beyannameyi "Bütün insanlık için bir Magna Carta (Magna Karta)" olarak tanımladı. Beyannamenin imzalandığı 10 Aralık, Dünya İnsan Hakları Günü olarak kutlanır.

Bildirinin hazırlanması ve imzalanması

Önemi ve içeriği

Bu bildiriyle, yalnızca demokratik anayasalarla tanınan temel medeni ve siyasi haklar değil, ekonomik, toplumsal, kültürel haklar da genel tanımlarla belirli hale gelmiştir. İlk grup haklar arasında, yaşama, özgürlük ve kişi güvenliği gibi haklarla birlikte, keyfi tutuklama, hapis ve sürgünden korunma, bağımsız ve tarafsız mahkemelerde adil ve kamuya açık olarak yargılanma hakkı ile düşünce, vicdan, din, toplanma ve örgütlenme özgürlükleri bulunur.

Sosyal güvenlik, çalışma, eğitim, toplumun kültürel yaşamına katılma haklarıyla bilimsel ilerlemenin ürünlerinden yararlanma hakkı ise, bildiriyle getirilen yeniliklerdendir.

Genel hatları

İnsan: Bütün insanlar özgür, onur ve hakları yönünden eşit doğarlar. Akıl ve vicdana sahiptirler. (madde 1)

İnsan haklarının özellikleri:Herkes, ırk, renk, cins, dil, din, siyasal ya da her hangi bir başka inanç, ulusal ya da toplumsal köken, varlıklılık, doğuş ya da herhangi bir başka ayrım gözetilmeksizin bu Bildirge'de açıklanan bütün haklardan ve bütün özgürlüklerden yararlanabilir. Bundan başka, ister bağımsız ülke uyruğu olsun, isterse bağımlı, özerk olmayan ya da başka bir egemenlik kısıtlamasına bağlı ülke uyruğu olsun, bir kişi hakkında, uyruğu bulunduğu devlet ya da ülkenin siyasal, adli ya da uluslararası durumu bakımından hiçbir ayrım gözetilmeyecektir(madde 2). Ayrıca bu haklar hiçbir şekilde başkalarına ya da kurumlara aktarılamaz.

İnsan Hakları:En başta yaşam ve özgürlük olmak üzere sağlık, eğitim, yiyecek, barınma ve toplumsal hizmetler de içinde olmak üzere sağlığına ve esenliğine uygun bir yaşam düzeyine kavuşma; yasanın koruyuculuğundan eşit olarak yararlanma; Barışçıl amaçlar için toplanma ve dernek kurma; evlenme, mal ve mülk edinme; çalışma, işini seçme özgürlüğü; din, vicdan düşünce ve anlatma özgürlüğü hakları İnsan Hakları Evrensel Bildirgesinin temellerini oluşturur.

Maddelerde Kesinlik:Bu Bildirge'nin hiçbir unsuru, içinde açıklanan hak ve özgürlüklerin bir devlet, topluluk ya da bireyce ortadan kaldırılmasını amaçlayan bir etkinlik ya da girişime hak verir biçimde yorumlanamaz(madde 30)

1948 sonrası

İnsan Hakları Bildirisi kabul edildikten sonra insan haklarını geliştirme koruma ve uygulama konusunda yeni anlaşmalar yapılmış ve bildiriler yayımlanmıştır. Bunlardan belli başlı olanlar:

Genel Kurulunun 9 Aralık 1948 tarihli ve 260 A (III) sayılı  Kararıyla kabul edilmiş ve imzaya ve onaya veya katılmaya sunulmuştur.

Birleşmiş Milletlerin ‘Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi

Bu sözleşme  12 Ocak 1951 tarihinde kabul edilöiştir.Başlangıç bölümünde : “ Sözleşmeci Taraflar,
Birleşmiş Milletler Genel Kurulu'nun 11 Aralık 1946 tarihli ve 96(I) sayılı kararında soykırımın, Birleşmiş Milletlerin ruhuna ve amaçlarına aykırı olan ve uygar dünya tarafından lanetlenen, uluslararası hukuka göre bir suç olarak beyan edilmesini dikkate alarak, tarihin her döneminde soykırımın insanlık için büyük kayıplar meydana getirdiğini kabul ederek,insanlığı bu tür bir iğrenç musibetten kurtarmak için uluslararası işbirliğinin gerekli olduğuna kanaat getirerek “ ifadesinden sonra maddeler açıklanmaktadır. 19 maddeden oluşmaktadır.

 

5. 1 İkinci Dünya Savaşı'nda Türkiye'nin Politikası

Türkiye'nin Fransa ve İngiltere'ye yakınlaşmasının nedenleri nelerdir?

Genç Türkiye'nin yöneticileri, Osmanlı İmparatorluğu'nun Birinci Dünya Savaşı'na sürüklenerek nasıl ortadan kalktığını, Türk Ulusu'nun nasıl yok olma tehlikesiyle karşı karşıya kaldığını unutmamışlardı. Bu nedenle, ülkeyi yeni bir savaşın dışında tutmaya çalışmışlardır. Ancak, Almanya'nın 1930'lu yıllarda komşularına saldırması, İtalya'nın 7 Nisan 1939'da Arnavutluk'u işgal etmeye başlaması karşısında tedirgin olmuşlardır. Bunun üzerine Türkiye, İngiltere ve Fransa'ya yakınlaşmıştır. Nitekim, 12 Mayıs 1939'da Türkiye ve İngiltere arasında, Türk-İngiliz Yardım Deklarasyonu, 23 Haziran 1939'da da benzer bir antlaşma Türkiye ve Fransa arasında imzalanmıştır. Türkiye, bu antlaşmaları Alman nazizmine ve İtalyan faşizmine karşı yapmasından dolayı, Sovyetler Birliği'nin bir zorluk çıkarmıyacağını düşünmüştür. Fakat, 23 Ağustos 1939'da Almanya-Sovyetler Birliği Dostluk Antlaşması'nın yapılması ve Polonya'nın Almanya tarafından işgal edilmesi, Türkiye'yi bir tehdit altında bırakmıştı. Hatta, Sovyetler Birliği'nin Karadeniz'e kıyısı bulunmayan devletlerin savaş gemilerinin boğazlardan geçirilmemesini ve boğazlarda Sovyet askeri bulundurmak istediğini Türkiye'ye bildirmesi tehlikenin boyutlarını arttırmıştır. Türkiye, bu gelişmeler üzerine İngiltere ve Fransa ile eski antlaşmalarını açık bir ittifaka dönüştürmeye çalışmıştır. 19 Ekim 1939'da Türkiye, İngiltere ve Fransa, Ankara'da karşılıklı yardım antlaşması imzalamıştır. Buna göre;

• Bir Avrupa devletinin Türkiye'ye saldırması ve savaş çıkması halinde Fransa ve İngiltere'nin Türkiye'ye yardım etmesi,

• İngiltere ve Fransa bir Avrupa devletinin saldırısına uğrarsa, Türkiye'nin bu iki devlet yararına tarafsızlık politikası izlemesi,

• Bu antlaşmanın uygulanması sonucunda tarafların savaşa girmesi halinde, mütarekenin ve barışın birlikte imza edilmesi gibi.

      Türkiye bu antlaşma ile, Sovyetler Birliği'nden tamamıyla ayrılmış ve Batılı devletlere

yakınlaşmıştır. Türkiye, savaşın tüm dünyada genişlediği bir dönemde, 18 Haziran 1941'de Almanya ile on yıl süreli bir dostluk antlaşması yaparak manevra yapma alanını genişletmiştir. Fakat, bu tarihlerde Almanya'nın Sovyetler Birliği'ne saldırması dengeleri alt-üst etmiştir. Bu kez de Sovyetler Birliği, Türkiye'nin savaşa girmesini istemiştir. Nitekim, 30-31 Ocak 1943'te Churchill ve İsmet İnönü, Adana'da buluşarak Türkiye'nin savaşa girip girmeme konusunu tartışmışlardır. Adana Konferansı da denilen bu buluşmada, Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, Türkiye'nin savaşa girecek silah ve malzemeye sahip olmadığını ve İngiltere'nin bu donatımı tamamlaması halinde savaşa gireceğini ileri sürmüştür. Savaş devam ettikçe Müttefik Devletlerin Türkiye'yi savaşa sokma konusundaki ısrarlarını arttırmışlardır. Nitekim, İsmet İnönü, Roosevelt ve Churchill, 4-6 Aralık 1943'te İkinci Kahire Konferansı'nda biraraya gelerek, Türkiye'yi savaşa sokma konusunu tartışmışlardır. Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, Türk Ordusunun donatımının tamamlanması halinde 1945 yılının Şubat ayında savaşa girileceğini belirtmiştir. Türkiye, savaşın Almanya'nın aleyhine gelişmeye başladığı dönemde 2 Ağustos 1944'te Almanya ile siyasal ilişkilerini kesmiştir. 23 Şubat 1945'te de Almanya ve Japonya'ya savaş ilan etmiştir. Türkiye, bu tutumuyla da Birleşmiş Milletlerin kurucu üyeleri arasında yer almıştır. Kısaca, Türkiye, İkinci Dünya Savaşı'nda tarafsız bir politika izlemiş, fakat bu politikasını

denge esasları üzerine oturtmuştu.

 

5.2 Seferberliğin bedeli

 

A. Gerileyen ekonomi

Savaş sırasında Türkiye, savaştan önce girişmiş olduğu iktisadi büyüme hamlesini sürdüremedi. Savaş boyunca dış ticaret fazlası dolayısıyla ülkenin altın ve döviz re­zervleri önemli miktarda arttı. Ancak bu artışın ülke ekonomisine önemli ve kalıcı bir katkısı olmadı. Bunun bir nedeni, demiryolu yapımı veya yeni sanayi işletmeleri gibi yatırımlar için gereken ithalatın savaş yüzünden yapılamamasıydı. Böylece, İkinci Beş Yıllık Sanayi Planı uygulanamadığı gibi, daha önce kurulmuş sanayi de, gene ithalat ya­pılamadğı için, geriledi. Savaş bittiğinde Türkiye ekonomisi, 1934’te bulunduğu gelişme düzeyinin altına düşmüştü.

B. Tarımda küçülme

 Ülke ekonomisinin gerilemesinde tarımın rolü de büyüktür. Hattâ oransal olarak sa­vaş döneminin en önemli gerilemesi tarımda görülür. Bunun başlıca iki nedeni vardır. Birinci neden, savaş boyunca bir milyon civarında kişinin silâh altında olmasıdır. Nü­fusunun % 80’inden fazlası kırsal kesimde yaşayan ve tarım üretiminin hâlâ ilkel tek­niklerle sürdürüldüğü bir ülkede bu durum, daha çok el emeğine dayanan tarım üreti­minin düşmesi demek oluyordu. Nitekim üretim düşmekle kalmadı, ekilen toprakların da önemli bir bölümü âtıl kaldı. Savaşın başlangıcından sona erdiği yıla kadar Türki­ye’nin buğday üretimi neredeyse yarı yarıya düştü.

 Tarımsal üretimdeki düşüşün ikinci bir nedeni de, yönetimin uyguladığı satın alma politikasıdır. Savaş başladığında özel herhangi bir önleme başvurmayan Türkiye, 1940 yılının başlarında çıkarılan Millî Korunma Kanunu’na dayanarak üreticileri tedirgin eden bir dizi uygulamaya girişti. Tahıl ürününün, yerinde tüketim ve tohumluk için ye­terli miktar ayırıldıktan sonra kalanının Toprak Mahsulleri Ofisi’ne satılması zorunlu­luğu getirildi. Satışlar hükümetin belirlediği ve zamanla piyasa fiyatlarının çok altın­da kalan fiyatlardan olacaktı. Bu karar küçük toprak sahiplerini çok zor bir duruma dü­şürdü, çünkü herşeyin fiyatının arttığı bir ortamda, fiyatı sabit kalan ve miktarı da za­ten düşük olan ürünleriyle geçinemez oldular. Bunların hepsi, iş bulmak için kentlere göç ederken tarlalarını zengin komşularına satmıyorlar, böylece ekilen alanın küçülme­sine katkıda bulunuyorlardı.

 Savaş sırasında Türkiye köylülüğünün çektiği ekonomik sıkıntının bir başka göster­gesi de, nüfus artış hızındaki gözle görülür yavaşlamadır.

C. Yatırımların yeni çehresi

 Olanaksızlıklar nedeniyle doğrudan doğruya ekonomi alanında yapılamayan devlet harcamalarının bir bölümü, savaş sırasında insan faktörünün geliştirilmesine ayırıldı. Örneğin, 1939-1945 döneminde eğitime yapılan yatırımlar, aynı alanda Cumhuriyet’in ilânından savaşın çıktığı yıla kadar yapılmış olan toplam yatırımdan daha fazla oldu.

Toplumsal sorunlar

Darlık yıllarında...

   Hükümetin 1941 başından itibaren uyguladığı satın alma politikası nedeniyle iki so­run çıktı ortaya: Büyük kentlerin iaşesi ve karaborsa. Tahıl ürününün düşük fiyatlar nedeniyle hükümete teslim edilmeyip el altından satılması, önce ordusunu sonra da memurlarını beslemeyi düşünen iktidarın belediyelere yeterince un verememesi gibi bir sonuç yarattı. Böylece 1942 yılında büyük kentlerde karne uygulamasına geçildi. Bu uygulamayla birlikte hükümet, daha küçük yerleşim birimlerinde oturabilme imkânı olanları propaganda yoluyla yer değiştirmeye teşvik etti. Un darlığı nedeniyle, kentler­de ayrıca pasta, poğaça, kurabiye ve her çeşit börek gibi yaygın yiyecekler de vitrinler­de görünmez oldu.

Vergi yükü

    İkinci Dünya Savaşı dönemi, Türkiye’de ayrıca bir vergi adaletsizliği dönemidir. Za­ten geçim sıkıntısı çeken halk, gönderdiği mektup için bile dolaylı vergi veriyordu. Ama biri tarım sektörünü, diğeri de sanayi ve ticaret sektörünü ilgilendiren iki yeni vergi, sa­vaş sırasında Türkiye halkının büyük bir bölümünün CHP iktidarından soğumasına ne­den oldu.

      Savaşa girme olasılığı nedeniyle rezervlerini kullanmamaya gayret eden iktidar, en­flasyon istemediği için de para basmıyordu. Nakit para gereksinimini karşılamak için iç borçlanmaya gidildi, ama 1941 yılı haziranında çıkartılan tasarruf bonoları yeterli olma­dı. Bunun üzerine, biraz da fırsatçılığı cezalandırmak için, 1942 kasımında Varlık Ver­gisi Kanunu çıkarıldı. Gerek tahakkuk ettirilen miktarların tespit biçimi gerekse itiraz hakkı tanınmaması nedeniyle, Varlık Vergisi tümüyle hukuk dışı bir vergiydi. Ayrıca bu uygulamanın, resmen azınlık olarak tanımlanmasalar da, tam anlamıyla ülke insanı muamelesi de görmeyen gayrimüslimlere, müslümanlara oranla daha ağır bir vergi yükü tahakkuk ettirildiği için, ciddî bir ayrımcılık boyutu vardı.

 

3. ÜNİTE: SOĞUK SAVAŞ DÖNEMİ
SOĞUK SAVAŞ DÖNEMİ

BİRİNCİ BÖLÜM

Soğuk Savaş, Sovyet Bloğu ülkeleri ile Batılı güçler arasında 1945'den 1990'a kadar devam etmiş olan uluslararası siyasi ve askeri gerginlik.

İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra Doğu ve Batı bloklarının zaman zaman savaş çıkarma tehditleri; bütün dünyada gerginlik yaratmıştır. Bu dönemde, insanlarda nükleer kıyamet paranoyası doğmuş, dünya devletleri ise bu iki bloktan birinin yanında yer almaya çalışmışlardır. Gerginlik hiçbir zaman "taraflar arasında" sıcak savaşa dönüşmemiş olsa da taraflar her anlamda birbirlerini yıpratmaya çalışmışlardır. Genel kabule göre, soğuk savaş Sovyetler Birliği'nin dağılması ve Berlin Duvarı'nın yıkılması ile sona ermiştir.

 

DÖNEMİ ŞEKİLLENDİREN FAKTÖRLER

           II. Dünya Savaşı tarihin gördüğü en yıkıcı savaşlardan biri olmuştur. Ülkeler yanmış, yıkılmış ve milyonlarca insan ölmüştü. Milletler arası mücadeleler, büyük devletlerin çatışması ve mahalli savaşlar, insanlığı zaman zaman üçüncü bir dünya savaşının eşiğine kadar getirmiştir. Böyle bir sıcak savaş patlak vermemiştir, fakat barış da olmamıştır. Dünya bir “soğuk savaş” atmosferi içinde, heyecanlı on beş yıl geçirmek zorunda kalmıştır. [1]

           Nasıl ki, I. Dünya Savaşından sonraki dünya, 19. yüzyılın dünyasından çok farklı olmuş ise, 1945’ten sonraki dünya da, 1918 in dünyasından çok farkı bir yapıda olmuştur. Bu farklılıklar ve ve yeni dünyamızı şekillendiren faktörleri şu noktalarda toplamak mümkündür.

           1) Bir kere, II.  Dünya Savaşından sonra ortaya çıkan ve bu güne kadar devam eden milletler arası politikanın yapısı çok değişmiştir. Savaştan sonra dünya politikasına iki yeni kuvvet, Süper- Devlet adı verilen, Birleşik Amerika ile Sovyet Rusya hakim olmuştur ve bu iki kuvvetin üstünlüğü günümüzde de devam etmektedir. II. Dünya Savaşı’ndan  sonra milletler arası politikanın yapısı değişmiş ve ikili bir yapı ortaya çıkmıştır.

           2) Sovyet Rusya’nın sivrilmesinin bir mühim neticesi de, ilk defa olarak milletler arası münasebetlere doktrin ve ideoloji unsurunun  girmesidir. Sovyet sistemi, dünya proleter ihtilali gibi, komünizmi bütün dünyada  hakim  kılmak isteyen bir doktrine dayandığından, savaştan sonra  Sovyet dış politikası tamamen bu hedefe yönelmiş ve bu da milletlerarası  politikaya  doktrin ve ideoloji unsurunun girmesine sebep olmuştur.

           3) Günümüz dünyasının en mühim gelişmelerinden biri de, sömürgeciliğin tasfiyesidir. Bir-iki  yer istisna edilirse, Asya ve Afrika’daki sömürgelerin hepsi bugün bağımsız olmuşlardır. 1956 yılında Afrika’da bağımsız  devlet sayısı 6 iken, bugün bunların sayısı 50 yi aşmaktadır.

           Sömürgelerin bağımsızlıklarını  kazanmaları ise, daha ileride göreceğimiz üzere, milletler arası politikaya  Üçüncü Blok , üçüncü dünya  veya Bağlantısızlar Blok’u denen yeni bir kuvvetin girmesi neticesini vermiştir.

           4) II. Dünya Savaşı’nın en mühim neticelerinden biri de, milletler arası politikanın  “alan genişlemesi”dir. 1945’e gelinceye kadar, milletler arası münasebetlerin yoğunlaştığı başlıca alan  Avrupa idi. Halbuki bugün artık böyle değildir. Çin Halk Cumhuriyeti ve Hindistan gibi geniş ülkeli ve kalabalık nüfuslu iki ülkenin ortaya çıkışı ve Japonya’nın Asya’da büyük bir ekonomik kuvvet olarak tekrar sivrilmesi ile Asya gayet  mühim bir milletlerarası politika alanı haline gelmiştir. Nihayet, Üçüncü Dünya Ülkelerine de Asya- Afrika- Latin Amerika grubu dendiğini de  unutmayalım.

           5)Milletlerarası münasebetlerin alan genişlemesi, sadece dünyanın düzeyi  üzerinde olmayıp, günümüzde bu münasebetler yukarıya doğruda bir alan genişlemesi yaparak, uzaya intikal etmişler. Bir zamanlar nasıl sömürge sahibi olmak büyük devlet olmanın şartı gibi telakki edilmiş ise, şimdide uzayın derinliklerine  el atabilmek, büyük kuvvet olmanın şartı gibi görünmektedir.

           6)Günümüz dünyası’nın, bilhassa II.Dünya Savaşından sonra ortaya çıkan en mühim meselelerinden biri de, ekonomik meselelerdir. Denebilir ki, tarihin hiçbir döneminde ekonomik meseleler, milletlerarası  münasebetlerde bugünkü  kadar ağırlık kazanmıştır. Bugün bütün dünya ülkeleri, siyasal kuvvet dengesi, güvenlik ve barış gibi meselelerden beklide çok daha fazla olarak, ekonomik kalkınma, ferah, daha iyi bir yaşama seviyesi  gibi meselelerle yoğun bir şekilde meşgul olmaktadırlar. [2]

 

İKİNCİ BÖLÜM

Rus Emperyalizminin Canlanması

           İkinci Dünya Savaşı sonunda   Birleşik Amerika ile Sovyet Rusya’nın iki büyük kuvvet olarak ortaya çıkmalarında, milletler arası politika arenasında meydana gelmiş olan boşluklar şüphesiz en büyük rolü oynamıştır. Savaştan önce milletler arası kuvvet dengesinin temel unsurlarını teşkil eden devletler, 1945 in dünyasında artık mevcut değildir. Komünizmin evrensel tatbikçisi olarak ortaya çıkmış bulunan Sovyet Rusya için bu öyle bir manzarada ki, belki tarihinin hiçbir döneminde böyle bir fırsat önüne tekrar çıkmayacaktır. Bu sebeple savaşın hemen ertesinde Sovyet Rusya’nın  üç istikamette faaliyete geçtiğini görüyoruz. Bu üç istikametten biri Avrupa, ikincisi Orta Doğu ve üçüncüsü  de Uzak Doğu veya Asya’dır. [3]

2.1. Sovyetlerin İran’a  Yerleşme Çabaları

           Almanya’nın 22 Haziran 1941 de Sovyet Rusya’ya saldırması üzerine, İngiltere  ve Amerika Rusya’ya askeri yardım yapmaya karar verdiler. Yalnız bu yardım hangi yoldan yapılacaktı. Almanya 1940 Nisanında Danimarka ve Norveç’i işgal etti için Kuzey Denizi ile Batlık Denizi’nin girişi Almanya’nın kontrolü altında idi. Buradan yardım yapmak imkansızdı. Ege Denizi de Almanya’nın kontrolünde idi.

           Geriye bir tek Basra Körfezi  ile Kuzey İran kalıyordu. Amerika ve İngiltere  bu yoldan Sovyet Rusya’ya yardım yapmaya karar verdiler. İran bu sırada Almanya taraftarı bir politika takip ettiğinden, Rusya’ya yapılacak yardımın kendi topraklarından geçirilmesine izin vermedi ve bunun üzerine Sovyet Rusya ile İngiltere İran’a asker sevk edip bu ülkeyi işgalleri altına aldılar. Lakin bu işgalde iyi bir görüntü vermediğinden, Sovyet Rusya ve İngiltere 29 Ocak 1942 de İran’la bir ittifak antlaşması  imzaladılar. Güya İran bu ittifak çerçevesinde Sovyet ve İngiliz askerlerinin toraklarında bulunmasına ve Sovyetlere yapılan yardımın  kendi topraklarından geçirilmesine izin vermekteydi.

           Savaş resmen 2 Eylül 1945 de, yani Japonya’nın teslimi ile, sona erdiğine göre, İran’ı boşaltma işinin de en geç 2 Mart 1946 ya kadar tamamlanması gerekmekteydi. Gerçekten, savaş biter bitmez Amerika ve İngiltere askerlerini İran’dan çekmeye başladılar. Sovyetlerde bir hareket görülmediği gibi, 1945 Kasımında İran Azerbaycan’ında  Cafer Pişaveri  adında bir komünist Tudeh Partisi üyeleri ile birlikte 12 Aralık 1945 de  Tebriz valisini indirip, Muhtar Azerbaycan Cumhuriyetini ilan etti. İran hükümeti bu ayaklanmayı bastırmak için Tebriz’e asker göndermek istediğinde, Sovyet askeri bunu engellediler. [4]

           Yine aynı anda, Sovyetlerin ve Komünistlerin yardımı ile daha güneyde Mehabad’da  da bağımsız bir Kürt Cumhuriyeti kuruldu. İran, Sovyetlerle olan meselesini görüşme yoluyla halletmeye karar verdi. Bu görüşmeler sonunda, gizli olarak İran ile Sovyet Rusya arasında 4 Nisan 1946 da bir anlaşma yapıldı. Bu anlaşma ile Sovyetler İran’dan askerlerini çekmeyi lakin buna karşılık İran’da kuzey İran petrollerini Sovyetlerle beraber işletip  %51 hissesini de Sovyetlere vermeyi kabul ediyordu.

           Anlaşmanın tasdiki tehlikeye girince Sovyetler İran’a  baskı yapmaya başladılar. Amerika’da hem hatasını anlaşmıştı ve hem de şimdi Sovyetlerin savaş sonrası niyetlerini görerek Sovyetlerin karşısına dikilmeye karar verdi. Amerikan hükümeti, 20 Eylül 1947 de yaptığı bir açıklamada, petrol anlaşmasını reddetmesinden dolayı İran beklenmedik neticelerle karşılaşacak olursa, İran’ın toprak bütünlüğünü koruyacağı hususunda teminat verdi.  Bunun üzerine İran Meclisi 22 Ekim 1947 de anlaşmayı ittifakla reddetti. Sadece 2 komünist  milletvekili müspet oy vermişti.

2.2. Türkiye Üzerinde Sovyet Tehdidi

           Daha Potsdam Konferansı sırasında Türkiye üzerinde bir Sovyet tehdidi açık olarak ortaya çıkmıştı. Bu tehdit, bu devletin, Boğazlarda üs istemesi  ve Kars ve Ardahan bölgelerinin Rusya’ya terkini ileri sürmesi ile ağır bir nitelik kazanmıştı. Fakat 1946 yılında, Türkiye üzerindeki bu tehdidin ağırlığı daha da artmıştı.

           Sovyetlere gelince, bu devlet Boğazlar hakkında görüşünü ancak bir yıl sonra bildirecektir. Lakin Sovyetlerin 1925 tarihli Türk Sovyet tarafsızlık ve saldırmazlık ve saldırmazlık paktını 1945 Martında feshetmesinden beri Türk- Sovyet münasebetlerinde gittikçe artan soğukluk, İstanbul’da meydana gelen bir olayla gerginliğe dönmüştür. Bir süreden beri İstanbul’da yayınlanmakta olan birkaç gazete solcu yayında bulunmaktaydılar. Buna sinirlenen İstanbul  Üniversitesi gençliği, 4 Aralık 1945 günü yaptığı büyük bir yürüyüşte, Yeni Dünya, Tan ve Fransızca çıkmakta olan La Turguie gazetelerinin idarehaneleriyle, Beyoğlu’nda bir Sovyet vatandaşına ait bulunan Berrak Kitapevi’ni Türk polisinin de işbirliği yaptığı iddiasını ileri sürüyor ve sorumluluğunun Türk hükümetine ait olduğunu bildiriyordu. [5]

           Türk- Sovyet münasebetlerinin bu gergin durumu 1946 yazına kadar devem etti. Fakat 1946 yazında yeniden şiddetini arttırarak bir buhrana girdi. Potsdam kararına uygun olarak Sovyetler Boğazlar hakkındaki görüşlerini. Türk Hükümetine 7 Ağustos 1946 da verdikleri bir nota ile açıkladılar. Bu suretle Boğazlar konusundaki tartışma sona eriyordu. Şimdi meselenin bir konferansta görüşülmesi gerekmekteydi. Lakin bu konferans bugüne kadar toplanmamıştır ve Boğazlarda Montreux rejimi egemen olmakta devam etmektedir. Fakat olayın önemli tarafı, şimdi Sovyet tehdit ve tehlikesinin Türkiye’nin üzerine en ağır bir şekilde çökmüş olmasıydı. Sovyetler, Türkiye’nin hem bağımsızlık ve egemenliğine ve hem de toprak bütünlüğüne yönelen istekler ileri sürmüşlerdi. Türkiye tarihin en buhranlı zamanlarından birini geçiriyordu.

 

2.3. Yunanistan İç Savaşı

           Yunanistan Osmanlı Devleti’nden bağımsızlığını kazandıktan sonra anayasal bir monarşi ile yönetilmeye başladı ve II. Dünya Savaşı’na kadar sürekli bir devrim ve karşı devrim süreci içine girdi. 1924-35 tarihleri arasında Cumhuriyet rejimi altında yaşayan Yunanistan, bu on yıllık süre içinde kendini karışıklık ortamı içinde buldu ve 1935 deki plebisitle yine anayasal monarşiye döndü. 1936 yılında Metaxas başbakanlığa getirildi. Metaxas parlamentoyu 1938 de feshetti ve kendini ömür boyu başbakan ilan etti. 1941 deki ölümüne kadar süren diktatörlüğü dönemine “Üçüncü Uygarlık” adını vermiştir. Yunanistan II. Dünya Savaşı’na bu siyasi ortamda girmiştir. [6] 

           Yunanistan’dan Alman kuvvetlerinin çekilmesi ile birlikte, Almanlara karşı mücadele eden yunan çeteleri arasında da bir sağ sol çatışması çıkmıştı ve solu EAM’cılar sağı da EDES’ciler temsil etmekteydi. EAM’ın askeri kuvvetini ELAS,yani Milli Halkçı Kurtuluş Ordusu teşkil ediyordu. Kurtuluştan sonra bu mücadele şeklini aldı. Fakat bu arada 1944 sonlarından itibaren Yunanistan’a İngiliz kuvvetleri çıkmaya başlamıştı. 1945 Ocak ayında Yunanistan’daki İngiliz kuvvetleri Yunanistan’ı kontrolü altına almaya başladığı zaman, komünistler ve bilhassa Tito’nun  Yunan Makadonyasını ele geçirmek için kurup Yunanistan’a sevk ettiği Slav Milli Kurtuluş Cephesi (SNOF) da Yugoslavya’ya sığınmak zorunda kalmışlar.

           Yunan iç savaşını sona erdiren iki hadise olmuştur.Birincisi 12 Mart 1947 tarihli Truman Doktrini’dir. Bir yandan Türkiye’nin, diğer yandan Yunanistan’ın uğramış olduğu bu Sovyet baskısı ve oyunları karşısında Amerika Başbakanı Truman’ın Yunanistan’a 300 milyon dolarlık ve Türkiye’ye de 100 milyon dolarlık askeri yardım kararı Sovyetleri gerilemek zorunda bırakmıştır.

           Böylece, Sovyetlerin Yunanistan’ı komünizmin kontrolü altına sokma teşebbüsleri de başarısızlıkla neticelenmiş olmaktaydı. [7]

2.4. Avrupa’da Sosyalist Blokun Kuruluşu

           2.4.1. Sovyet İşgali

           Sovyetler askeri işgal altında tuttukları Avrupa ülkelerinde komünist rejimler kurarak Sovyet Blok’unu oluşturmuştur. İşin aslı, bu ülkelerin Sovyet askeri işgaline girmesini bir bakıma Batılı devletler istemiştir. Çünkü, 1944 yazından itibaren Almanlar Rusya cephesinde geri çekilmeye başladıkları zaman, gerek Amerika, gerek İngiltere, Sovyet’lerin Almanları kendi topraklarından attıktan sonra savaştan çekilmelerinden endişe etmişler ve korkmuşlardır. Onlara göre, savaşın bir an önce sona ermesi için Kızılordu’nun Doğu Avrupa’da ilerlemesi ve Alman işgalindeki toprakları Almanlardan temizlemesi gerekliydi. [8]

           2.4.2. Koalisyon Kabineleri

           1945 Şubatında Kırım’da Yalta’da Amerika, İngiltere ve Sovyet liderleri arasında yapılan toplantı sonunda yayınlanan Kurtarılmış Avrupa Hakkında Demeç, serbest ve demokratik seçimler için gerekli tedbirler alınıncaya kadar, Sovyet işgalindeki ülkelerde geçici hükümetlerin kurulmasını ve bu hükümetlerde bütün siyasi partilerin ve siyasi eğilimlerin temsil edilmesini öngörmekteydi. Esasına bakılırsa, bu ülkelerde hiçbir parti tek başına hükümeti kurabilecek oy gücüne sahip değildi. Gerek bu demeç dolayısıyla, gerek yapılan kurucu meclis seçimlerinin oy neticeleri dolayısıyla, hükümetler bu ülkelerde genellikle koalisyon kabineleri şeklinde kuruldu. Fakat dikkati çeken nokta, bu kabinelerde komünistlerin daima içişleri, adalet ve enformasyon bakanlıklarını almaları idi.

           2.4.3. Komünist Partilerin Hükümetlere Hakim Olması

           Bir süre sonra komünistlerin hükümetleri tamamen ele geçirdikleri görüldü. Çünkü çeşitli hadiseler ve baskılar yüzünden, ara sıra da Sovyetlerin baskısı ile, Komünist partisinin dışındaki siyasi partiler hükümetlerden ayrılarak muhalefete geçtiler. Böylece hükümetler bir süre sonra, tamamen komünistlerden meydana gelmiş oluyordu.

           2.4.4. Muhalefet Partilerinin Tasfiyesi

           Bu merhalenin, bilhassa 1947 yılında, yani 10 Şubat 1947 de barış antlaşmalarının imzasından sonra gerçekleştirildiğini görüyoruz. Çünkü Sovyet işgali altındaki ülkelerde barış anlaşmaları yapıldıktan sonra, artık Sovyet askerlerinin bu ülkelerden çekilmesi gerekiyordu. Halbuki komünist partileri iktidara sahip olmakla beraber, aynı zamanda komünistlerin karşısında da kuvvetli muhalefet partileri bulunuyordu. Sovyetler bu muhalefet partilerini tamamen bertaraf edip komünist rejimleri yerleştirmeden bu ülkelerden çekilmek istemediler ve bu sebeple 1947 Şubatından sonra bu ülkelerde muhalefet partilerinin tasfiyesine girişildi. [9]

2.5. Kominform’un Kuruluşu

           1947 Eylül ayında Sovyet Rusya, Yugoslavya, Bulgaristan, Romanya, Macaristan, Polonya, Çekoslovakya, Fransa ve İtalya komünist partilerinin liderleri Polonya’nın Szklarsa Pareba şehrinde toplandılar ve yayınladıkları belgeler ile 5 Ekim 1947 de Cominform’un kurulduğunu ilan ettiler. Gerek belgelerde, gerek verilen demeçler ve yapılan konuşmalarda, Birleşik Amerika’ya, Truman Doktrini’ne ve Marshall Planına çatılması, Kominform’un kuruluş sebebini açıklayan bir husus olsa gerektir.

           Yayınlanan belgelere göre, kurulan bu milletler arası komünizm teşkilatının amaçları şunlardır: 1. İşçilerin yegane vatanı olarak Sovyetler Birliği’nin savunulması, 2. Birleşik Amerika tarafından temsil edilen emperyalizme karşı mücadele, 3. Bütün dünyayı kapsayacak olan bir Sovyetler Cumhuriyeti’nin kurulması.

           Bu amaçların gerçekleştirilmesi için kullanılacak vasıtalar olarak da, proleter hareketleri, sömürgelerin bağımsızlık hareketinin desteklenmesi ve köylüler arasında propaganda gösterilmekteydi. [10]

           Kominform, 19. yy’da gördüğümüz I. ve II. Enternasyonallerin devamından başka bir şey değildi. Lenin 5 Mart 1919 da III. Enternasyonali , yani Komünist Enternasyonali’ni (Cominterm) kurmuş ve bu teşkilat 1943 Mayısında Stalin tarafından lağvedilmişti. Kominform şimdi bir çeşit IV. Enternasyonal olmaktaydı.

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

BATILILARIN AVRUPA’DA DENGEYİ KURMALARI

3.1. Truman Doktrini

           1946 yılında Sovyet Rusya’nın üç ana istikamette yayılma çabalarına giriştiğini görmekteyiz. İran üzerinden Orta Doğu petrolleri ve Basra Körfezi ile Hint Okyanusu, Türkiye üzerinden boğazlar, Ege denizi, Doğu Akdeniz ve Yunanistan üzerinden de keza Doğu Akdeniz.

           Dikkat edilirse bu üç istikamet geleneksel olarak İngiltere’nin Rusya’ya karşı 19. yy’da en hassas noktaları olmuştu. Fakat II. Dünya Savaşı İngiltere üzerinde öyle bir tahribat yapmıştı ki, artık İngiltere’nin bu bölgeleri savunmak için Sovyet Rusya’nın karşısına çıkacak hali yoktu. İngiltere şunu da görüyordu ki, yeniden canlanan Rus emperyalizminin karşısına dikilebilecek tek kuvvet Birleşik Amerika idi. Bundan dolayı İngiltere 1947 Şubatında Amerikan hükümetine, biri Türkiye diğeri Yunanistan hakkında olmak üzere iki memorandum (muhtıra) verdi. Bu memorandumlarda, Türkiye’nin Batı savunması için ehemmiyeti belirterek Türkiye’ye hem ekonomik hem askeri yardım yapılması gerektiği, İngiltere’nin bu yardımları yapamayacağı ve hatta Yunanistan’da ki askerlerini dahi geri çekmek zorunda bulunduğu ve dolayısıyla sorumluluğun Amerika’ya düştüğü belirtildi. [11]

           Amerika’nın Truman Doktrini ile amacı Sovyet Rusya’nın yayılma alanlarındaki ülkelerden olan Türkiye ve Yunanistan’a destek olarak onların Rus etkisi ve güdümüne girmelerini engellemektir. [12]

           Amerika kararını vermekte gecikmedi. Başkan Truman Amerikan kongresine 12 Mart 1947 günü gönderdiği mesajında, Türkiye ve Yunanistan’a 400 milyon dolarlık askeri yardım yapılması için kendine yetki verilmesini istedi. Bu mesajda Türkiye’nin toprak bütünlüğünün korunmasının Orta Doğu düzeninin korunması için bir zaruret olduğu belirtiliyor ve Türkiye ile Yunanistan’ın durumlarının birbirine bağlılığı şöyle ifade ediliyor: “Eğer Yunanistan silahlı bir azınlığın kontrolü altına düşerse, bunun Türkiye için neticeleri çok ciddi olur. Böyle bir halde karışıklık ve düzensizlik bütün Orta Doğu’ya yayılabilir.”

           Amerikan kongresi 22 Mayısta Yunanistan’a 300 milyon ve Türkiye’ye de 100 milyon dolarlık bir askeri yardım yapılmasını kabul etti.

3.2. Marshall Planı

           Amerika, Batı Avrupa’nın ekonomik sıkıntılarına yardımcı olmak için her şeyi yaptı. Amerika’nın 1945 Haziranı ile 1946 sonu arasında Batı Avrupa’ya yaptığı ekonomik yardım 15 milyar dolar olmuş, fakat bu yardım bütçe açıklarının kapanması, ithalat için kullanılması gibi, paranın verimli olmayan ve gidip de gelmeyeceği alanlara harcanmıştı. Bu işin sonu yoktu. Bu sebeple Amerika Avrupa’ya yapacağı yardım için başka bir formül aradı ve bu formül Dışişleri bakanı George Marshall’ın 5 Haziran 1947 günü Harvard Üniversitesi’nde verdiği bir nutukta açıklandı. Buna göre, Avrupa ülkeleri her şeyden önce kendi aralarında bir ekonomik iş birliğine girişmeliler ve birliklerinin eksikliklerini kendileri tamamlamalılar. Bu genel işbirliği sonunda bir açık ortaya çıktığında Amerika bu açığın kapatılması için yardım etmeli. Bunun içinde önce bir işbirliği programı yapılmalıydı.

           12 Temmuzda İngiltere, Fransa, Belçika, İtalya, Portekiz, İrlanda, Yunanistan, Türkiye, Hollanda, Lüksembourg, İsviçre, İzlanda, Avusturya, Norveç, Danimarka ve İsveç’in katılması ile toplanan 16 lar konferansı 22 Eylülde, Amerika’ya sunulmak üzere bir Avrupa Ekonomik Kalkınma programı hazırladı. Bu program üzerine Amerika 3 Nisan 1948 de Dış Yardım Kanununu çıkardı. Amerika bu kanuna dayanarak daha ilk yılında 16 lara 6 milyar dolarlık bir ekonomik yardım yaptı. Bu yardımlar daha sonraki yıllarda da devam edecektir. [13]

3.3. Batı Avrupa Birliği

           Komünistlerin Çekoslovakya’da iktidarı ele geçirmeleri, Sovyet Rusya’nın niyeti bakımından Batılılar için bir alarm oldu.

           Bu durum içinde, İngiltere ve Fransa ile, Benelux grubu denen Belçika, Hollanda ve Lüksembourg arasında, 4 Mart 1948 de Brüksel’de başlayan toplantı, 17 Mart 1948 de Batı Avrupa Birliği’ni kuran bir antlaşmanın imzası ile sona erdi. Bu antlaşmaya göre, beş devlet aralarındaki her türlü işbirliğinden başka, taraflardan biri Avrupa’da bir silahlı saldırıya uğradığı taktirde, diğerleri her türlü vasıtalarla onun yardımına gideceklerdi.

3.4. Berlin Buhranı

           1948 yılı gelişmeleri içinde en mühim hadise Berlin Buhranı dediğimiz ve Sovyetlerin Batılıları Berlin’den çıkarmak için giriştikleri teşebbüs neticesinde ortaya çıkan buhrandır.

           II. Dünya Savaşından sonra, Almanya’nın tümünde yapıldığı gibi, Berlin şehri de dört işgal bölgesine ayrılmıştı. Fakat ne var ki, Berlin şehri Almanya’nın Sovyet işgal bölgesi içinde bulunuyordu. Batılıların Berlin de ki işgal bölgeleri ile Almanya’da ki işgal bölgeleri arasındaki ulaşım, Sovyet işgal bölgesinden geçerek yapılmakta idi. Batılıların Sovyet işgal bölgesindeki Berlin de bulunmaları Batılılara bir çok yararlar sağladığı kadar, Sovyetlerinde canını sıkmakta idi. Bu durum Sovyetlerin kendi işgal bölgeleri içindeki hareket serbestisini kısıtlamakta idi. [14]

           Sovyetler nihayet Batılıları Batı Berlin’den atmaya karar verdiler ve Batı Almanya ile Batı Berlin arasındaki her türlü ulaşıma önce kısıtlamalar koydular ve 1848 Mart ayından itibaren de bütün ulaşımı kestiler. Ayrıca Berlin’in elektrik santraline el koyarak Batı Berlin’in elektriğini dahi kestiler. Batı Berlin’de 2 milyon kadar insan yaşamaktaydı ve bunların beslenmesi gerekiyordu. Bu durum Sovyetlerle müttefikler arasında büyük bir gerginlik doğurdu. Amerika gücünü ortaya koyarak, kurduğu bir “hava köprüsü” ile her gün Batı Berlin’e günde 3-4 bin ton yiyecek ve yakacak taşımaya başladı. Amerika havalarda üstün olduğu için Sovyetler karşı çıkmaya cesaret edemedi. Amerika ve Batılılar Batı Berlin’den çıkmamaya kararlı idi.

3.5. NATO’nun Kuruluşu

           Marshall Plan’ı ve Truman Doktrin’i, Sovyetlerin Orta Doğu ve Avrupa’da girişmiş oldukları yayılma faaliyetlerine karşı Birleşik Amerika’nın almış olduğu ilk tedbirlerdir. Fakat 1948 Berlin Buhranı Amerika’ya şunu gösterdi ki, dünyanın yeni bir barış düzenine kavuşturulması için artık Sovyetlerle bir işbirliği yapma imkanı kalmamıştır. Çünkü şimdi Sovyetler, bir barış düzeninin kurulmasından ziyade mümkün olduğu kadar geniş alanları komünist kontrolü altına sokmanın çabası içindedir. İşte bu netice, Amerika’yı Sovyetlere karşı “Durdurma” politikası takibine götürmüştür. Yani Amerika bundan sonra Sovyet yayılmasını durdurmak için gerekli tedbirleri alacaktır ki, bu tedbirlerin en etkilisi 4 Nisan 1949 da kurulan NATO veya Kuzey Atlantik İttifakı olacaktır. [15]

           4 Nisan 1949 da on Batı Avrupa ülkesi ile Amerika Birleşik Devletleri ve Kanada’nın katılımı sonucu, toplam on iki ülkenin imzaladıkları bir anlaşma ile kurulmuştur NATO. 1952 yılında Türkiye ve Yunanistan, 1955 yılında Federal Almanya, 1982 yılında İspanya örgüte üye olmuşlardır. Nihayet 1997 Madrid Zirvesi ile birlikte de Çek Cumhuriyeti, Macaristan ve Polonya örgüte üye olmuşlar, böylece üye sayısı on dokuza ulaşmıştır. [16]

           Vandenberg Kararı, Amerika’nın 1823 den beri tatbik etmekte olduğu Monroe Doktrini’ni veya İnziva politikasını resmen terk etmesinden başka bir şey değildi.

           Amerika, dış politikasında bu esaslı değişikliği yaptıktan sonra, Batı Avrupa Birliği’ni daha müessir ve geniş bir ittifak sistemi haline getirmek için Kanada ve Batı Avrupa ülkeleri ile temasa geçti ve bu temaslar ve müzakereler sonunda 4 Nisan 1949 da 12 Batılı ülke arasında, kısa adı ile NATO denen Kuzey Atlantik İttifakı kuruldu. Antlaşmanın başında, bu ülkelerin, milletlerin, demokrasi ilkeleri ile kişi hürriyetleri ve hukuk üstünlüğüne dayanan hürriyetlerini ve ortak savunmaları ile barış ve güvenliklerini kurmak için birleşmiş oldukları belirtiliyordu. İçlerinden birine yapılmış bir saldırı hepsine yapılmış sayılacaktı.

3.6. Beş Barış Antlaşması

           1945-49 döneminin Avrupa gelişmelerini kapamadan önce, yine bu dönemde, yenilmiş olan beş devletle yapılmış olan barış antlaşmalarından da kısaca söz etmek gerekir.

           1945-48 arasında ki devrede Batılılarla Sovyetler arasında yapılan çeşitli konferanslardan sonra, II. Dünya Savaşı’nın yenilen devletlerinden beşi ile 10 Şubat 1947 de barış antlaşmalarının imzası mümkün olabilmiştir. Kendileriyle barış antlaşması yapılan devletler şunlardır: İtalya, Romanya, Bulgaristan, Macaristan ve Finlandiya.

           İtalya barış antlaşması ile İtalya, batıda Fransa’ya küçük bir toprak bıraktı. İtalya-Avusturya sınırı eskisi gibi kabul edildi. Güney Tirol ve Brenner Geçidi İtalya’nın elinde kaldı. Trieste bölgesi, Serbest Bölge haline getirildi. Lakin hem İtalya hem de Yugoslavya Trieste’ye göz koyduğundan, bu bölge iki devlet arasında anlaşmazlık konusu oldu. Nihayet 1954 yılında Trieste, İtalya ile Yugoslavya taksim edildi. Barış antlaşması ile İtalya bütün sömürgelerini kaybetti. Habeşistan tekrar bağımsız oldu. Trablusgarp da, Libya adı ile 1951 Aralık ayında bağımsızlığını kazandı. İtalya, Sovyetler Birliği, Yugoslavya, Yunanistan, Habeşistan ve Arnavutluğa, toplam olarak 360 milyon dolar tamirat borcu ödeyecekti. İtalya’nın ödeyeceği tamirat borcunun, Habeşistan’a 25 milyon dolar olmasına karşılık Yugoslavya’ya 125 milyon dolar olması, barış antlaşmalarının adil olmadığını gösteriyor. [17]

DÖRDÜNCÜ BÖLÜM

UZAK DOĞU ÇATIŞMALARI (1950-1954)

4.1 Çin Halk Cumhuriyeti

Binlerce yıl süren hanedanlar ardından, 20. yüzyılın başında cumhuriyet yönetimine geçen Çin'de 1949'da Komünist Parti ve Mao Zedong öncülüğünde Çin Halk Cumhuriyeti ilan edildi.

Bu tarihe kadar ülkeyi yöneten Çan Kay-Şek'in yönetimden isimlerle Tayvan'a kaçması, günümüzde hala süren Tayvan sorununun da başlangıcı oldu.

Mao Zedung dönemi

Çin Halk Cumhuriyeti Çan Kay Şek liderliğindeki Kuomintang'ın yenilmesiyle, Mao Zedong tarafından 1 Ekim 1949'da kuruldu. Mao her yönden sosyalist bir devlet kurmak için çalışmaya başladı. Stalin'in ölümüyle ülkede bir süre daha özgürlükçü bir atmosfer hakim oldu. Ama zamanla Mao eleştirilere kapalı ve yoldaşlarına güvenmez bir çizgi çizmeye başladı. 1958 yılında başlattığı modernleşme hareketi ve endüstri ile ziraati birleştirmeyi öngören düzenlemeleri büyük başarısızlığa uğrayan Mao politik açıdan zor durumda kaldı. Bu başarısızlığı 1960'larda partinin Maoistler ve pragmatistler olarak ikiye ayrılmasına neden oldu. Mao bir süre arka plana çekilse de halk arasında bir kült olmaya devam etti. Fakat ülkenin kurucusu devrimi tamamlamak istiyordu ve hala özellikle ordu tarafından destekleniyordu. Bu nedenle "kültürel devrim" adıyla yeni bir dizi çalışmayla politik hayata aktif olarak geri döndü. Zamanla çevresindeki hemen herkesle arası açılsa da, 1976 yılında ölene kadar kültürel devrimine devam etti.

Kültürel devrim

Mao kültürel devrim üzerine düşüncelerini "Küçük Kırmızı Kitap" başlığıyla yayınladı. Bu kitap, ordunun da desteğiyle, kısa sürede milyonlarca kopya olarak çoğaltılarak halka dağıtıldı. Ona göre "kapitalist yol"u seçen herkese karşı bir çeşit savaş açan Mao, edebiyat ve sanat alanında da yoğunlukla propaganda içerikli sosyalist gerçekçilik akımını savundu.

Mao'dan sonra

Zhou En Lai Başbakan oldu. Zhou, 8 Ocak 1976 yılında 78 yaşında öldüğünde, Çin Komünist Partisi içinde " ılımlılar" ve "radikaller" olmak üzere iki kutup oluştu. Radikalleri; 82 yaşındaki Mao Tse-Tung'ım eşi Chian Chin yönetiyordu. Chou ölünce, Başbakanlığa Deng Şaoping'in gelmesi beklenirken, Hua Kuo-feng Başbakan oldu. Mao, 9 Eylül 1976'da 72 yaşında ölünce, eşi Chiang yönetiminde etkinliğini devam ettirmek istedi. Ancak, Başbakan Hua, hem parti başkanlığını ve hemde Askeri Komite Başkanlığını ele geçirdi. Bunun sonucu olarak Mao'nun eşi ve üç taraftarı tutuklandı. Bu, radikallerin mücadeleyi kaybetmesi demekti.

Çin Milli Kongresi, Şubat 1978'de, 1985 yılına kadar gerçekleştirilecek Dört Modernizasyon Programını kabul etti. Bu program ile; Tarım, Endüstri, Bilim, Teknoloji ve Savunma alanlarının, 1985'e kadar çağdaş şartlara kavuşturulması öngörülmekteydi. Fakat, programın maliyeti 600 milyar doları bulmaktaydı. Bu maliyet Çin'i yabancı sermaye teminine yöneltti. Komünist Partinin Mart 1978'de Deng Şaoping'i Başbakan yardımcılığına seçmesi sonucu Çin, önce Japonya yanaştı ve iki devlet arasında Şubat 1978'de 60 milyar dolarlık bir ticaret antlaşması imzalandı. Bu antlaşma, Çin ve Japonya arasında 1937'den beri devam eden savaş halini de sona erdirmiş oldu. Ağustos 1978'de Çin ile Japonya arasında " Barış ve Dostluk" antlaşması imzalandı ve Ekim 1978'de de Deng Şaoping Japonya'yı ziyaret etti. Böylece, Mao'nun ölümünden iki yıl sonra Çin, batıya açılmaya başladı. 1978 yılından itibaren de Amerika ile yakınlaşmaya başlayan Çin, bu ülkeden silah satın alımını başlattı.

4.2. Kore Savaşı

           1945 Mayısında Amerika ile Sovyet Rusya arasında yapılan bir anlaşmaya göre, savaş bittikten sonra Kore, Amerika, Rusya, İngiltere ve Çin’in ortak vesayeti altına konacaktı. 1945 Temmuzunda ki Potsdam Konferansı’nda da Sovyet Rusya Uzak Doğu Savaşına katılmaya karar verince, askeri harekat bakımından Kore toprakları 38. enlem çizgisi ile ikiye ayrıldı ve bu çizginin kuzeyi Sovyet, güneyi de Amerikan askeri harekat sahası olarak kabul edildi. Sovyetlere göre Amerika’yı Asya kıtasından atmak zamanı gelmişti. Hem bu yapıldığı taktirde, Amerika’nın Japonya’dan da atılması kolaylaşabilirdi.

           İşte bu sebeplerden dolayı, Moskova’nın talimatı ile Kuzey Kore kuvvetleri 25 Haziran 1950 sabahından itibaren Güney Kore’ye karşı saldırıya geçti. Bu açık saldırganlık karşısında Amerika, Birleşmiş Milletleri harekete geçirdi. Güvenlik konseyi, Birleşmiş Milletler Antlaşması hükümleri gereğince, Güney Kore’nin yardımına gönderilmek üzere, çeşitli milletlerin askerlerinden meydana gelen, fakat esas yükü Amerika’nın sırtlandığı bir Birleşmiş Milletler Kuvveti teşkil etti. Bu kuvvetin komutanlığına Amerikalı general MacArthur getirildi. [18]

           Türkiye, Birleşmiş Milletler kuvvetine bir tugaylık bir kuvvetle katıldı. Milli Mücadeleden beri muharebe alanlarına girmemiş olan Türk askeri, Kore Savaşı’nda gerçekten destan denebilecek kahramanlık örnekleri vermiştir. Kore’de akan Türk kanı ve Türk kahramanlığı, Türkiye’nin 1951 yılında NATO’ya alınmasında çok mühim bir rol oynamıştır.

           Kore Savaşı’nı sona erdirecek mütareke görüşmeleri, 1951 yılı Temmuzunda başladı. Mütareke teklifi Kuzey Kore’den geldi. Mütareke görüşmeleri iki yıl sürdü ve bu görüşmeler sırasında da çarpışmalar devam etti. Nihayet, Sovyet lideri Stalin’in 1953 Martında ölmesi ve içerideki iktidar mücadelesi dolayısıyla, Sovyet Rusya mütarekeye razı oldu ve mütareke anlaşması 27 Temmuz 1953 de Panmunjom’da imzalandı. Gerek mütareke görüşmelerine, gerek mütarekenin imzasına “gönüllüler” adına Çin Halk Cumhuriyeti de katılmıştır.

           Panmunjom mütarekesi ile Kuzey ve Güney Kore arasında sınır yine 38. enlem çizgisi oluyordu. Değişen bir şey yoktu. Fakat Sovyetler de Amerika’yı Kore’den çıkaramayacaklarını anlamışlardı.

Kore Savaşı'nda Türkiye

Sovyet baskısına karşı müttefikler arayan ve bu sebeple NATO'ya girmek isteyen Türkiye, bu isteklerini daha kolay elde etmek ve Amerika'ya yakınlaşmak amacıyla Kore Savaşı'na bir tugay yollamıştır.
Tuğgeneral Tahsin Yazıcı komutasındaki 259 subay, 18 askeri memur, 4 sivil memur, 395 astsubay, 4414 erbaş ve er olmak üzere 5090 kişilik 1. Türk tugayı, 17 Eylül 1950'de İzmir'den hareket ederek 12 Ekim 1950'de öncü takım Pusan limanına ulaştı ve 17 Ekim'de ana birliği de Pusan'dan karaya çıktı. Aynı gün Pusan'dan hareket ederek 20 Ekim'de Taeg'a varıp Birleşmiş Milletler ordularına iştirak etti. 10 Kasım'da Taeg'dan hareket ederek 21 Kasım'da Kunuri'ye vararak Amerikan 9. Kolordusu'nun sağ kanadında konuşlandırıldı.

Kore Savaşı'nda çok kiritik noktalarda görevler üstlenen Türk Tugayı 6 Ocak 1951'de Chonan'da 20 gün ihtiyatta kaldıktan sonra savunma mevziinin bir bölümünü elde geçirmekle görevlendirildi. Bu görev için 24 Ocak'ta Chonan'dan hareket eden Türk Tugayı'nın yapacağı muharebenin mahiyeti, düşman mevziine cepheden taarruz etmekti ve netice süngü ile alınacaktı. Sonuçta 26 Ocak 1951'de Kumyangjangni kasabası, 156 rakımlı tepe ve 25 Ocak 1951’de de düşmanın direniş gösterdiği 185 rakımlı tepe ele geçirildi. Bu başarılı muharebelerinden dolayı Türk Tugayı'na Amerikan Kongresince Mümtaz Birlik Nişanı ve beratı verildi. Ayrıca Türk Silahlı Kuvvetlerine Güney Kore Cumhurbaşkanlığı Birlik Nişanı verildi.

 

4.3 SEATO’nun kuruluşu

Vietnam Savaşı Amerikayı, Kore Savaşından sonra almaya başladığı savunma tedbirlerini daha da kuvvetlendirmeye sevketti. Bu savaş, güneydoğu Asya'nın karşı karşıya bulunduğu tehlikeyi açıkça gösterdiği gibi, bölgenin stratejik ehemmiyetini de arttırmıştı. Bu bölge komünizmin kontrolu altına düştüğü takdirde, Sovyet Rusya ve Çin Singapore ve Malacca Boğazına da hakim duruma geçerlerdi ki, bu da Pasifiğin savunması açısından büyük mahzurlar ortaya çıkarırdı. 

  Amerika'nın bu bölgeyi korumak istikametinde attığı ilk adım, şimdi tam bağımsızlıklarını kazanmış bulunan Tayland, Laos, Kamboçya ve Güney Vietnam'a askeri ve ekonomik yardımlarını arttırmak oldu.   İkinci adım, SEATO veya Manilla Paktı denen Güney-Doğu Asya Antlaşma Teşkilatı (South East Asia Treaty Organization)nın kurulmasıdır. Bu kollektif savunma sistemi,  Eylül 1954 de, Amerika İngiltere ve Fransa ile, Uzak Doğu ülkelerinden Yeni Zelanda, Avustralya, Filipinler, Tayland ile Pakistan'ın katılması ile kurulmuştur. İttifakın sorumluluk alanı, imzalayan ülkelerin Asya toprakları ile 21'inci enlemin güneyinde kalan Güney Batı Pasifik bölgesi idi ki İngiltere'nin Singapore'daki deniz üssü de bu savunma alanı içine bu suretle girmiş oluyordu. 

  SEATO'nun imzası ile Amerika Sovyet Rusya ve müttefiki Çin etrafında, Avrupa'nın Atlantik kıyılarından Pasifiğe kadar uzanan bir ittffaklar çemberi meydana getirmiş oluyordu. Zira, bu arada 1952 yılında Türkiye ile Yunanistan da NATO'ya katılmışlardı. Arada bir Yugoslavya kalmıştı, fakat 9 Ağustos 1954 de Türkiye, Yunanistan ve Yugoslavya arasında da Balkan İttifakı imzalanarak bu boşluk da kapatılmıştı. 

  Batılılar bununla da yetinmediler, Avrupa'da NATO'yu kuvvetlendirmek için ek tedbirler aldılar. Amerika, İngiltere ve Fransa, 23 Ekim 1954 de Federal Almanya ile imzaladıkları antaşmalarla Almanya'daki işgal statüsüne son verdiler ve Batı Almanya bu şekilde tam egemenliğine kavuştu. Yalnız, Batı Almanya'nın savunmasını sağlamak amacı ile bu üç devlet bu ülkede asker bulundurmak hakkını elde ediyorlardı.

  Bu anlaşmaların yapıldığı aynı gün, yani yine 23 Ekim 1954 de, NATO Konseyi de Batı Almanya'yı NATO'ya katılmaya davet etti. Gerekli işlemler tamamlandıktan sonra, Batı Almanya 5 Mayıs 1955'ten itibaren NATO'nun 15'inci üyesi oldu. 

  Şimdi Uzak Doğu'da da bir tek boşluk kalmıştı. Amerika bu boşluğuda kapatmak için, 2 Aralık 1955 de Milliyetçi Çin (Formosa) hükümeti ile de bir ittifak imzaladı. SEATO antlaşması gibi, bu ittifakın da süresi yoktu. 

  Bu arada şunu da belirtelim ki, Almanya'nın NATO'ya katılması üzerine Sovyet Rusya da kendi uydularını etrafına toplayarak Varşova Paktı dediğimiz Varşova Güvenlik Paktı'nı kurdu. Bu ittifak Sovyet Rusya, Arnavutluk, Bulgaristan, Doğu Almanya, Polonya, Romanya ve Çekoslovakya arasında 20 yıl için imzalanmıştı. Antlaşmanın giriş kısmında, ittifakın sebebi olarak, Batı Almanya'nın NATO'ya girişinin, "yeni bir savaş tehlikesini arttırdığı ve barışsever devletlerin milli güvenlikleri için bir tehdit teşkil ettiği" belirtilmekteydi.

 

           Avrupa’da NATO’nun ve dolayısı ile Doğu ve Batı blokları arasında dengenin kurulması üzerine, bu iki blok arasındaki çatışmalar ve soğuk savaş gelişmeleri, Avrupa’dan Uzak Doğuya intikal etmiştir. Yani Sovyetler yayılma faaliyetlerini Uzak Doğu’ya intikal ettirmiştir.

 

4.4. Hindiçini Savaşı

           II. Dünya Savaşı’ndan sonra nasıl İngiltere tekrar Orta Doğu’ya yerleşmek istemişse, Fransa’da Hindiçin’deki sömürge düzenini tekrar sürdürmek istedi. Halbuki Orta Doğu gibi, Güney-Doğu Asya’da da şartlar çok değişmişti. Savaş sırasında bu topraklar Japonya’nın işgaline uğramıştı. Japonya, buralarda Fransa’nın izlerini silmek için sarı ırk milliyetçiliğini ve buralar halkının bağımsızlık duygularını her vasıta ile tahrik etmişti. Kaldı ki, müttefikler de savaş sırasındaki demeçlerinde, sömürgelere bağımsızlık vaadini ifade eden şeyler söylemişlerdi.

           Hindiçini 1945 den 1954 e dek Fransız sömürge yönetimine karşı mücadele etti. Dien Bien Phu’da aldıkları yenilgiden sonra 1954 de Fransızlar buradan çekildiler. [19]

           Fransa’nın çekilmesinden sonra Güney Vietnam Amerika’nın kanadı altına sığınacak ve bu da 1960 lardan itibaren Amerika’yı Vietnam’da bir maceraya sürükleyecektir. [20]

 

BEŞİNCİ BÖLÜM

SOSYALİST BLOKTA SARSINTILAR

5.1. Sovyet Rusya’da İktidar Mücadelesi

           Stalin’in ölümünün ertesi günü, yani 6 Mart 1953 günü, yayınlanan bir bildiri, Georgi Malenkov’un Başbakan ve Beria, Molotov, Bulganin ve Kaganoviç’in de Başbakan yardımcıları olduğunu açıklıyordu. Böylece Stalin’in yerine göz koyanlar, hemen bir iktidar mücadelesi içine girmemişler, adeta geçici bir anlaşma ile Kolektif Liderlik denen toplu idareyi tercih etmişlerdi. Fakat mücadele, Stalin’in 9 Martta yapılan cenaze töreninden sonraki günlerde ve önce alttan, sonrada açık bir şekilde başlayacaktır.

           Georgi Malenkov, daha Stalin’in sağlığında onun halefi olarak bilindiğinden, Başbakanlığa gelmesi sürpriz yaratmadı. Lavrenti Beria ise Stalin’in İçişleri Bakanı olarak yıllarca Sovyet gizli polis teşkilatını idare etmiş ve bu teşkilatı, Partinin hizmetinde iyi kullanmıştı. Stalin’in halefi olarak adı geçenlerden biri de o idi. Molotov ise, 1939-49 yılları arasında Sovyet dışişleri bakanlığı yapmış ve savaştan sonra Sovyetlerin emperyalist politikasının yürütülmesinde Stalin’in sağ kolu haline gelmişti. Fakat 1949 da Dışişleri bakanlığından alınmıştı. Şimdi Stalin’in ölümü ile tekrar ön plana geçiyordu. Nikolay Bulganin de orduda siyasal komiserlik yapmış, mareşal rütbesine sahip sivildi. Şimdi onun da hem Başbakan Yardımcısı ve hem Savunma bakanı olması, Stalin’in yerinde onun da iddiasının olduğunu gösteriyordu. Lazar Kaganoviç’e gelince, o da Stalin’in yakın adamlarından biri olarak bilinmekteydi.

           Yine aynı bildiride, Moskova Komünist Partisi Genel Sekreteri Nikita Sergeyeviç Kruşçev adında birinin de Parti Merkez Komitesi üyeliğine getirildiği açıklanıyordu. İşte iktidar mücadelesini kazanan adam bu olacaktı. [21]

 5.2. Çekoslovakya’da  Pilsen Ayaklanması

           Stalin’in cenaze töreninde Çekoslovakya’yı, Komünist Partisi Lideri ve 1948 Şubat darbesinin kahramanı, Klement Gottwald temsil etmişti. Fakat cenaze törenin de soğuk aldığı için pnömoni oldu ve Prag’a dönünce, Stalin’den altı gün sonra, 14 Mart 1953 de öldü. Bunun üzerine, Malenkov’un yakın adamı ve liberallerden Antonin Zapotocky Cumhurbaşkanı oldu. Villiam Siroky Başbakan ve Antonin Novotny de Komünist Partisi lideri seçildi. Novotny, 49 yaşında olmakla beraber Parti’nin en eskilerindendi ve komünist dünyası’nın “Bolşevik” lerinden yani en bağnaz komünistlerindendi.

           Para reformu 30 Mayıs 1953 tarihli bir kararname ile yapılmıştı. Fakat, yeni hükümetten ekonomik şartların daha iyiye götürülmesini beklerken böyle bir durumla karşılaşınca, 1 Haziran dan itibaren ortalık karıştı. 1 Haziran sabahı Pilsen’deki Lenin fabrikalarında çalışan 5000 işçi sokaklara döküldü ve gösterilere başladı. Bunun arkasından, Ostrava’daki çelik fabrikaları işçileri ile Prag’daki makine endüstrisi işçileri de gösterilere başladı. Fakat esas ayaklanma Pilsen’de idi. Pilsen’de işçiler belediye binasını basarak yağma ettiler. Ellerine geçirdikleri hoparlörlerle “hür seçim istiyoruz” diye bağırıyorlardı. Göstericiler, Stalin ve Gottwald’ın resimlerini ayaklar altında parçaladılar. Ellerine geçirdikleri Rus bayraklarını paramparça ettiler. Güvenliği sağlamakla görevli milis kuvvetleri, göstericileri dağıtacakları yerde, onlarla bir oldular.

           İşçilerin bu ayaklanması devam ederken, yaz aylarında köylüler kolektif çiftçilere hücum edip toprakları kendi aralarında paylaşmaya başladılar. [22]

 5.3. Doğu Berlin Ayaklanması

           1953 baharında ekonomik şartlar doğu Almanya’da da kötüleşmekte idi. Yiyecek maddeleri karneye bağlandığı halde, hükümet gereken yiyeceği karne ile veremeyecek duruma geldi. Doğu Alman halkı komünizmden kurtulmak için her gün yüzlerce insan Batı Berlin’e kaçıyordu. Bir yandan Stalin’im ölümü, öte Yandan komünist Partisi içindeki görüş ayrılıklarından cesaret alan Doğu Berlin’de ki işçiler 16 Haziran  sabahı ayaklandılar. Başlangıçta birkaç yüz kişi olan bu inşaat işçilerine, birkaç saat içinde katılmalar oldu ve geniş bir ayaklanma haline gelen Gösteriler o gün bütün Doğu Berlin’e yayıldı. İşçiler, çalışma şartlarının hafifletilmesini ve fiyatlarının düşürülmesi yanında, hükümetin istifasını ve gizli ve serbest seçim istiyorlardı. [23]

           17 Haziran sabahından itibaren durum daha da kötüleşti. O günün sabahından itibaren Doğu Berlin’in kenar mahallelerinde toplanan kalabalık şehrin merkezine doğru yürümeye başladı. Genel grev ilan edilmişti. Binlerce insan şehrin merkezindeki hükümet binasına saldırdı. Meşhur Brandenburg Kapısı üzerindeki kızıl bayrak indirilerek yakıldı.

           Bu durum karşısında şehirde bulunan iki Sovyet zırhlı tümeni harekete geçti. Halk taş ve sopalarla Sovyet tanklarına karşı koydu. Tanklar halkın üzerine ateş açtı. Lâkin 17 Haziran akşamı saat 19.00 sıralarında Sovyet kuvvetleri şehri hâkim olmuşlar ve ayaklanmaları bastırmışlardı.

5.4. 20. Kongre

           Stalin’den sonrakilerin hiç biri kişisel diktatörlerin kurma yetenek ve gücüne sahip olmadıkları için, önce kolektif liderlik kavramını ortaya atmışlar, ondan sonra da iktidar mücadelesine girişmişlerdir. Bu mücadelede Kruşçev galip çıkmıştır. Fakat bir başkası da çıkabilirdi. Ne var ki, bu oldukça uzun süren iktidar mücadelesi Stalin’in yakın çalışma arkadaşları ile, yine Stalin devrinin önde gelen isimlerinden pek çoğunu sahneden silmişti. Şimdi yeni liderin ve ekibinin kendisini kabul ettirme meselesi ortaya çıkıyordu. Halbuki bir “Stalin Putu” mevcut olduğu sürece, bu iş kolay olmazdı. O halde önce bu “Put”un yıkılması gerekirdi. İşte Sovyetler Birliği Komünist Partisinin 20. kongresinin görevi bu oldu. “Put” yıkıldıktan sonra, Sovyet Rusya’nın iç ve dış politikasının tatbikatında da bir takım değişiklik yapmak kolaylaşmıştır.

           Sovyetler Birliği Komünist Partisinin kongreleri umumiyetle dört veya beş yılda bir yapılırdı. 19. kongre 1952 Ekiminde yapılmıştı. 20. kongre ise 14-25 Şubat1956 günlerinde yapıldı. Kongrenin en mühim hadisesi, Kruşçev’in 25 Şubat 1956 günü bir gizli oturumda yaptığı konuşma olmuştur. Gizli oturuma sadece parti delegeleri alınmış, yabancı komünist partilerinin temsilcileri alınmamıştır.

           Kruşçev bu uzun konuşmasında Stalin’in yaptıklarını anlatırken, delegeler zaman zaman Stalin aleyhine gösteri yapmışlar ve tepkiler göstermişler ve konuşmanın sonunda da Kruşçev’i ayakta uzun uzun alkışlamışlardır. Bununla beraber, Stalin aleyhtarlığı kamu oyuna, basın ve yayın organları tarafından yavaş yavaş yayılmaya çalışılmıştır. [24]

5.5. Polonya’da Poznan Ayaklanması

           Stalin’in ölümü ilk mühim tesirini  Polonya üzerinde gösterdi. Polonyalılar geleneksel olarak milliyetçi ve dinlere bağlı bir milleti. 20. yy Polonyalıların en büyük korkusu Almanlardı. Fakat savaştan sonra Stalin’in Polonya’da kurduğu komünist rejimin baskısı çok  daha ağır oldu. Bu sebeple Stalin’in ölümüne en fazla sevinenler Polonyalılardı.

           Şehrin merkezine gelindiğinde, göstericiler emniyet müdürlüğünü, radyo binası ve hapis haneyi bastılar. Oralardaki silahları ellerine geçirdiler. İlk ateşi kimin açtığı bilinmez, ama şimdi güvenlik kuvvetleri ile göstericiler arasında karşılıklı ateş başlamıştı. Güvenlik kuvvetleri göstericilerle başa çıkamayınca öğleden sonra tanklar şehre girmeye başladı. Akşam olduğunda ayaklanma bastırılmıştı. Lâkin,44’ü işçilerden olmak üzere 54 ölü ve 300 yaralı ile 320 kişi de tutuklanmıştı.

           Ayaklanma bastırılmakla beraber, yeni bir demokratizasyon dönemini de beraberinde getirdi. Komünist Parti merkez Komitesi  18- 28 temmuz arasında yaptığı toplantılarda, halkın siyasi ve ekonomik sıkıntılarını hafifletmek amacı ile bir çok kararlar aldı. 4 Ağustos ta da  Gomulka tekrar Parti üyesine kabul edildi. Yine Ağustos ayında hükümet, Aralık ayında Parlamento için yeni seçimler yapılacağını ilan etti. Katolik Kilisesinin faaliyetine müsaade edildi.

           Eylül başında üniversiteler açıldığında tam bir kaynaşma içinde idi ve öğrenciler Stalin ve komünizm aleyhtarı gösteriler yapıyorlardı. Aydınlar, proletarya diktatörlüğü yerine sosyalist demokrasisi, proletaryanın yerine aydınların liderliğini, milletler arası komünizm yerine, sosyalist ülkeler arasında eşitlik ve kardeşlik istiyorlardı. [25]

5.6. Macar Milli Ayaklanması

           Nagy başbakan olur olmaz komünist rejimin birçok sert tatbikatını hemen yumuşattı. Köylülerin kolektif çiftliklere girmek mecburiyetini kaldırdı ve köylüye toprak mülkiyetini tanıdı. Tüketim malları üretimine hız vererek, halkın ekonomik sıkıntılarını karşılamaya çalıştı. Din konusunda daha geniş bir müsamaha gösterdi. Bunlara benzer daha bir çok yumuşama tedbirleri alan Nagy kısa sürede halkın sevgisini kazandı.

           Fakat Nagy’ın bu yumuşak komünizmi bu sefer Sovyet liderlerini korkuttu. “Şovinizm” ve “küçük burjuva demagojisi” yapmakla suçlanan Nagy, 1955 Nisanında Başbakanlıktan alındığı gibi, Komünist Partisi Merkez Komitesi üyeliğinden de çıkarıldı.

           Nagy’ın azli, halk ve bilhassa aydınlar tarafından tepki ile karşılandı. Aydınlar, yazarlar ve öğrenciler arasında birdenbire bir hürriyetçilik akımı başladı. Bu akımın merkezi Petöfi Kulübü idi. Petöfi Kulübü 1955 yılında genç aydınlar tarafından kurulmuştur. Bu kulübün faaliyetleri her gün artarken, üyelerde sık sık Nagy’ı ziyaret ederek kendisi lehine açık ve gizli sempati gösterileri yapıyorlardı.

           Poznan ayaklanması Macar halkı tarafından nasıl hararetle desteklendi ise, 20 Ekimde Gomulka’nın Polonya’da işbaşına getirilmesi de büyük heyecan uyandırdı. 23 Ekim günü Budapeşte’de büyük gösteriler başladı. Kalabalık birkaç saat içinde 200.000 kişiyi bulmuştu. Göstericiler eski Başbakan Nagy’ın evinin önüne gitti. Nagy balkona çıkıp “yoldaşlar” diye halka hitap etmek istediği zaman, halk “biz yoldaş değiliz” diye bağırdı. Halkın ellerinde taşıdığı bayrakların ortası delikti. Çünkü bayraklardaki orak-çekiç’i çıkarmışlardı.

           Bu durum karşısında Macar Komünist Partisi, 24 Ekim sabahı Nagy’ı tekrar başbakanlığa getirdi. Nagy hemen radyoda yaptığı bir konuşmada, kamu hayatının daha geniş şekilde demokratize edileceğini ve sosyalizmin inşasında Macar milli karakterinin göz önünde tutulacağını bildirerek, halktan silahlarını bırakmasını istedi. Halk bu isteğe uymadı, çünkü bu sırada, güya hükümetin isteği üzerine Sovyet tankları Budapeşte sokaklarını tutmuşlardı.

           Macar milli ayaklanmasının en hazin tarafı, Batı’nın bu hadise karşısındaki tutumudur. Bu tutumun iki veçhesi vardır. Birincisi, Batı basın ve yayın organlarının bu iki haftalık süre içinde yaptıkları yayınlarda, sanki her ana Batılı ülkeler ve bilhassa Amerika’nın Macar milliyetçilerinin yardımına geleceklermiş gibi bir intiba vermeleri ve Macarları komünizme ve Rusya’ya karşı kışkırtmaları idi. Halbuki gerçekte böyle bir şey söz konusu değildi.[26]     

ALTINCI BÖLÜM

ORTA DOĞU ÇATIŞMALARI (1955-1959)

           Stalin’in ölümünden sonra sosyalist blok içinde bu sarsıntılar ve çatışmalar olmakla birlikte, 1955 yılından itibaren Soğuk Savaş veya Doğu-Batı çatışmaları Orta Doğu bölgesine intikal etti. Sovyetler bir yandan blok içi meselelerle uğraşırken, öte yandan da Orta Doğu bölgesinde Batı Blok’u ile çatışma içine girmekten kaçınmadılar. Bu da 1960 yılına kadar sürecek bir dizi buhranlar, bunalımlar dönemini açacaktır.

           Yalnız yine belirtelim ki, Avrupa’da NATO’nun kurulması üzerine Doğu-Batı çatışmalarını Uzak Doğu’ya aktaran Sovyet politikası olduğu halde, Orta Doğu çatışmaları için aynı şeyi söylemek mümkün değildir. Orta Doğu hadiseleri ve gelişmeleri, Sovyet Rusya’nın kontrol ve iradesi dışında ortaya çıkmış, fakat bu gelişmeler, Rusya’ya ta Deli Petro zamanından beri Orta Doğu’ya girmek için aradığı fırsatı vermiştir.

           Orta Doğu gelişmelerinin başlangıç ve ağırlık noktasını, bir bakıma mihverini, 1848 yılında İsrail’in bağımsız bir devlet olarak kuruluşu teşkil eder. İsrail Devleti’nin kuruluşuna karşı Arap Dünyası’nın tepkileri ve maalesef peş peşe yaptığı hatalar, Orta Doğu’da buhranların ve krizlerin günümüze kadar uzamasına sebep olmuştur. Bu sebeple, önce İsrail Devleti’nin kuruluşunu ele almak zorundayız.

6.1. İsrail’in Kuruluşu ve Arap-İsrail Savaşı (1948-49)

           I. Dünya Savaşı sonunda İngiltere’nin mandasına verilen Filistin, Yahudilerle Araplar arasındaki çatışmalar yüzünden İngiltere’nin başına dert olmuştu. İki savaş arası dönemde İngiltere’nin Araplarla Yahudileri uzlaştırmak için harcadığı çabalar bir netice vermediği gibi, Filistin topraklarını bu iki millet arasında taksim etmek istemesi de bir çözüme ulaşmadı.

           Yalnız ne var ki, İngiltere Filistin’de ki durumun daha kötüye gitmesini önlemek için 1939 yılında, Filistin’e yapılacak Yahudi göçlerini çok sınırladı. Fakat bu sefer Avrupa’nın çeşitli yerlerinden Yahudiler Filistin’e kaçak olarak girmeye başladılar. Bu kaçak göçleri Haganah adlı gizli bir teşkilat organize ediyordu. Filistin’de ki İngiliz kuvvetleri bu kaçak göçleri önlemeye çalışınca İngiliz askerleri ile Yahudiler arasında silahlı çatışmalar çıktı. Bu çatışmalarda Irgun adlı Yahudi tedhiş teşkilatı aktif bir rol oynamakta idi.

           B.M. kararı üzerine İngiltere yaptığı bir açıklamada, 15 Mayıs 1948 den itibaren Filistin’de ki bütün kuvvetlerini çekeceğini ilan etti ve Nisan 1948 den itibaren kuvvetlerini çekmeye başladı. Bu çekme işinin tamamlanmasından bir gün öncede, David Ben Gurion başkanlığında 14 Mayıs 1948 günü Tel-Aviv’de toplanan Yahudi Milli Konseyi, İsrail Devleti’nin kuruluşunu ilan etti. [27]

           Orta Doğu’da güçlükle sağlanabilen barış, İsrail’le komşu Arap ülkeleri arasında 1948-49 da, 1956 da ve 1967 de patlak veren üç savaş ile bozuldu. Her üç savaşta da Yahudiler Arapları yendi. [28]

           İsrail Devleti kurulur kurulmaz, Mısır, Ürdün, Suriye, Lübnan ve Irak orduları 15 Mayıs’tan itibaren İsrail’in üzerine yürümeye başladılar. Birinci Arap- İsrail savaşı başlamıştı. İşin ilginç tarafı, Amerika yeni İsrail devletini 14 Mayıs günü tanıdığı halde, Sovyet Rusya Arap İsrail savaşının çıkmasından iki gün sonra tanıdı. Yani Sovyetler açıkça Araplara karşı cephe almış oluyorlardı. Kaldı ki, bununla da yetinmediler. İngiltere ve Amerika, savaş çıkar çıkmaz Filistin kıyılarını abluka altına alıp,  Filistin’e silah sevkıyatına  ambargo koydukları halde, Sovyetler, kurdukları bir hava köprüsü vasıtası ile Çekoslovakya’dan Yahudilere hafif toplar ve otomatik silahlar sevk etmeye başladı.

           Arap - İsrail savaşı bir yıl kadar sürdü, İsraillin ancak 75.000 kişilik muntazam bir ordusu olmasına ve beş Arap devletinin saldırısına uğramasına rağmen, Araplar her yerde ağır yenilgiye uğradılar. İçlerinde en iyi dövüşeni Ürdün ordusu oldu.

           Savaş çıktığı andan itibaren Birleşmiş Milletlerde bir ateşkes sağlamak için taraftar arasında aracılık çabalarına girişti. Bu çabalara, Arapların beceriksizliği ve yenilgileri de eklenince, Arap ülkeleri için İsrail ateşkes imzalamaktan başka çare kalmadı. İsrail Mısır ateşkes anlaşması 24 Şubat 1949 da Rodos’ta, İsrail- Lübnan ateşkes anlaşması 23 Mart 1949 da Ras-en-Nakura’da, İsrail-Ürdün ateşkesi 3 nisan 1949 da Rodos’ta ve İsrail-Suriye ateşkesi de 20 Temmuz 1949 da Manahayim’de imzalandı. Irak’ın İsrail ile sınırı olmadığı için her hangi bir ateşkes anlaşması imzalaması da söz konusu olmadı. [29]

6.2. İngiliz-İran Petrol Anlaşmazlığı: 1951-1954

           İran petrollerinin bulunduğu 20.yy başından beri bu petrolleri Anglo-Iranian Oil Company adlı bir İngiliz şirketi işletmekteydi. Bu işletme hakkını düzenleyen en son anlaşma şirket ile İran hükümeti arasında 29 Nisan 1933 de imzalanmıştı. II.Dünya Savaşından sonra İran bu anlaşmanın değiştirilmesini istedi. Çünkü şirketin İran’a ödediği para çok azdı, İran bu paranın arttırılmasını istedi ve 17 Temmuz 1949 da, 1933 anlaşmasına ek bir anlaşma imzalandı. Bu anlaşma şirketin İran’a ödeyeceği parayı çok az arttırmıştı. Halbuki bu sırada Amerikan şirketlerinin  Venezuela ve Suudi Arabistan ile anlaşmalarda, üretimden elde edilen

Kâr yarı yarıya  paylaşılmakta idi.

           Bu anlaşmanın İran  m illi Meclisince  tasdik edilmesi gerekiyordu. Fakat Meclisteki Milli Cephe grubu ile onun lideri Dr. Musaddık bu anlaşmaya karşı çıktılar.Dr. Musaddık’a göre, İran petrolleri devletleştirilmeliydi. Dr. Musaddık çabaları sonucu İran Meclis’i 28 Aralık 1949 da, anlaşmayı tasdik etmeyip, reddetti. Bunun üzerine bütün İran da petrolün millileştirilmesi için gösteriler başladı. Bu gösterileri komünist Tudeh Partisi ile, aşırı sağcı Molla Kâşani’nin fanatik Şiileri destekliyordu.

           Müzakereler arasında, Başbakan Ali Razmara, 3 mart 1951  yaptığı bir konuşmada, “teknik, ekonomik ve politik sebeplerle” millileştirmenin mümkün olamayacağını söyledi.  Fakat dört gün sonra camiden çıkarken öldürüldü. Bu şartlar altında İran Şahı Dr. Musaddık’ı 28 Nisan 1951 de Başkanlığa getirmekten başka çare göremedi. Meclis de 30 Nisan da İran petrollerinin millileştirilmesini öngören kanunu kabul etti. Bir ferman ile kanun İran Şahı tarafından da tasdik edildi.

           1952 Mayısında İran da yapılan seçimlerde de Dr. Musaddık’ın Milli Cephesi ile Tudeh’çiler Mecliste çoğunluğu almışlardı. Bu ise, Dr. Musaddık’ı büyük oyununu oynamaya şevketti: 1953 Şubatında Şah’ın tahtından feragate zorladı ve Şah da bu isteği kabul zorunda kaldı.  Şimdi Dr. Musaddık İran diktatörü idi. 

           Şahın tahtından feragati ve daha sonra da ülkeden ayrılıp  Roma’ya kaçmak zorunda kalışı, bir yandan Ordu’yu harekete geçirirken, öte yandan Molla Kâşani’nin de Musaddık aleyhine dönmesine sebep oldu. Çünkü Musaddık her gün biraz daha komünist Tudeh partisinin kontrolüne giriyordu. Bu sebeple, General Zahibi liderliğinde Ordu’nun 19 Ağustos 1953 de giriştiği darbe başarılı oldu ve Musaddık düşürülerek tutuklandı. Üç gün sonra da İran Şahı halkın sevgi gösterileri arasında ülkesine döndü. [30]

           Başbakanlığa getirilmiş olan  General Zahidi, petrol anlaşmazlığının çözümü için Amerika’nın aracılığını istedi ve Amerika’nın aracılığı ile, Anglo- İranian  Oil Company ile Amerikan petrol şirketlerinin oluşturduğu bir komisyon ve İran arasında 5 Ağustos 1954 de anlaşma imzalandı. Konsorsiyomda Anglo-İranian şirketinin hissesi %40, Hollandaya ait Royal Ducth  Shell şirketi %16,  Fransız Petrol şirketi %6 ve geriye kalan 5 Amerikan Şirketinin her biri de %8 er hisseye sahip olacak ve İran  petrolleri bu şirketler tarafından ortak olarak işletilecekti. [31]

 

6.3. Bağdat Paktı ve  Doğurduğu Neticeler

           Sovyet Rusya’nın Orta Doğu’ya sızmasını önlemek maksadı ile Orta Doğu ülkeleri arasında bir ittifak kurma fikri, esasında Amerika’dan gelmiş, fakat fikir Türkiye tarafından gerçekleştirilerek, 1956 Şubatında Türkiye ile Irak arasında Bağdat’ta bir ittifak anlaşması imzalanmıştır. Nisan 1955’te İngiltere, Eylül 1955’te  Pakistan ve Kasım 1955’te İran Bağdat Paktına katılarak, ittifak  genişletilmiştir.

           Bu gelişmeye rağmen, bu ittifak için başlangıçta düşünülen fikir gerçekleşmemiştir. Oda, bu ittifaka, Irak’ın dışında kalan “Arap” ülkelerinin katılması idi. bu olmadığı gibi, Orta Doğu üçe bölündü. Birinci grup, Pakta katılan Irak, İran ve  Pakistan; ikinci grup Bağdat Paktına şiddetle cephe alan Mısır,Suriye,Suudi Arabistan ve Yemen; üçüncü grupta, her iki grubun dışında kalan Ürdün ve Lübnan. Bu bölümde, Sovyet Rusya’nın Orta Doğu’ya girmesini kolaylaştıracaktır. Halbuki, Bağdat Paktı Orta Doğu’yu Sovyet Rusya’ya karşı birleştirmek amacı ile yapılmak istenmişti.

           Nasır  Arap dünyasını kendi liderliği altında birleştirmek istiyordu. Halbuki Bağdat Paktı ile bu liderlik Türkiye’ye geçmiş gibi görünmekteydi. Bağdat Paktı Nâsır’ın tasarılarını alt-üst etmişti. [32]

6.4. Eisenhower Doktrini

           Başkan Eisenhower, 5 Ocak 1957 de Kongreye gönderdiği ve Eisenhower Doktrini adını alan mesajda bütün bu hususları açıkladıktan sonra, Kongre’den  şu hususlarda kendisine yetki verilmesini istiyordu. 

           1) Bağımsızlığını korumak için ekonomik kalkınma çabası içine giren Orta Doğu ülkelerine ekonomik yardım yapmak.

           2)  Bunlardan isteyen ülkelere askeri yardım yapmak.

           3) Bu ülkelerin istemeleri şartı ile “milletler arası komünizmin kontrolu altında bulunan  bir ülkeden gelecek açık silahla saldırılar karşısında”, Amerikan silahlı kuvvetlerinin kullanılması.  

           Bu amaçlarla Başkan  Eisenhower,  Kongreden, üç yıl süre ile, her yıl 200 milyon Dolar harcama yetkisi istemekteydi.

           Eisenhower Doktrini iki bakımdan Amerikan dış politikası için mühim bir gelişmeyi ifade etmekteydi. Birincisi, Amerika’nın  orta doğu ile bağlantı alanını bir hayli genişletmesidir. Her ne kadar Amerika Orta Doğu ile ilgisini ilk defa Truman Doktrini ile göstermiş ise de, Truman Doktrini sadece   Türkiye ve Yunanistan’a ve yine sadece askeri yardım yapılmasını öngörmekteydi. Halbuki Eisenhower Doktrini, bütün bir Orta Doğu bölgesini içine alıyor ve Amerikan askerinin kullanılması sureti ile bölgedeki ülkelerin komünizme karşı savunulmasını da üzerine alıyordu.

           Eisenhower Doktrini karşısında Orta Doğu ikiye ayrılmıştır. Bu doktrini kabul ettiğini ilk ilan eden, 6 Ocak’ta Lübnan’a olmuştur. Lübnan bu hareketi ile şimdiye kadar takip ettiği tarafsızlık politikasını terk etmiş oluyordu. Lübnan’ın arkasından Pakistan, Irak, Türkiye ve Yunanistan  Eisenhower Doktrini kabul ettiklerini açıkladılar. Bunlardan sonra Afganistan, Lidya, Tunus ve Fas en sonunda İsrail bu Doktrini kabul ettiklerini bildirdiler. [33]

           Buna karşılık, ilk şiddetli tepki Mısır’dan geldi. Arkasından Suriye bu tepkiye katıldı. Bu iki devleti ise Ürdün ve Suudi Arabistan takip etti ise de birkaç hafta sonrada Suudi Arabistan tutumunu değiştirerek, Eisenhower Doktrini “iyi ve müsbet” bulduğunu bildirdi. Çünkü Suudi Arabistan, İsrail konusunda bu devletlerle beraber gitmeye hazırdı; lâkin Sovyetler konusunda bu devletlerle bir adım bile atmamaya kararlı idi.

           Tabiat ile Sovyetlerde büyük tepki gösterdiler. 7 Ocak’ta yayınladıkları resmi bildiride, Eisenhower Doktrini, “Orta Doğu ülkelerini esaret altına alma amacını günden bir tedbir”, “Amerikan tekelci kapitalizminin militarist çevrelerinin Orta Doğu işlerine  kaba bir mücadelesi” olarak nitelemişlerdir. Bunun arkasından 11 Şubatta Amerika, İngiltere ve Fransa’ya verdikleri notlarda, Orta Doğu için bir barış planı ortaya attılar. Buna göre, bölgede  ittifak blokları kurulmayacak, yabancı askerler geri çekilecek, yabancı üsler tasfiye edilecek ve bölgenin içişlerine karışılmayacaktı. Bölge  ülkelerine silah satılmayacaktı.

           Sovyetlere verilen cevapta, bu plan reddedildiği gibi bölgeyi silahlandıran ilk devletin kendisi olduğu
ve içişlerine karışmadan söz eden Sovyetlerin önce Macaristan’dan elini çekmesi gerektiği bildirildi.          

 

YEDİNCİ BÖLÜM: SAVAŞTAN SONRA YENİ DEVLETLER VE SÖMÜRGECİLİĞİN SONU

 A-SÖMÜRGECİ DEVLETLERE KARŞI ULUSAL BAĞIMSIZLIK HAREKETLERİ VE YENİ DEVLETLER:
İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra, dünya güçler dengesinde yeni siyasi değişiklikler olurken, sömürgelerde de önemli gelişmeler meydana gelmeye başladı. Bunun sonucunda da sömürge imparatorlukları yıkılarak, yerlerine o güne kadar çoğunun adı siyaset alanında duyulmamış olan devletler kuruldu. Kısa süre içinde kurulan bu devletlerin sayısı, 1945 yılına kadar var olan devletlerin sayısını geçti. Bunda, sömürgeci devletlerin savaş sırasında yıpranmaları ve eski güçlerini kaybetmeleri önemli rol oynadı ise de; asıl büyük etkiyi, sömürgeci devletlerin egemenliği altındaki toplumlarda gelişen ulusçuluk (milliyetçilik) hareketlerinin hızlı güçlenmesi yaptı.
İkinci Dünya Savaşı sırasında, Asyalı ve Afrikalıların birçoğu, Mihver Devletlerine karşı ulusların bağımsızlığı ülküsü adına çarpıştı. Savaşa katılanlar zafer kazanmış, kurtuluş düşüncesini benimsemiş olarak yurtlarına döndüler. Bunların ve öğrenimlerini Avrupa'da yapanların bağımsızlık için çalışmaları, sömürgelerde, sömürgecilere karşı güçlü bir akım meydana getirdi.
1945 yılında, harita üzerinde de olsa, dünyanın büyük bir bölümü sömürge olarak Avrupa'ya bağlı görünmekteydi. Fakat, sömürgecilerin bunları ellerinde uzun süre tutabilmeleri, özellikle bu bölgelerde meydana gelen ulusçuluk, toplumların uyanması ve dünya siyaset alanındaki gelişmelerden dolayı, oldukça zordu. Bunun diğer nadenleri de; altı yıl süren İkinci Dünya Savaşı'nda Avrupa'nın bütün üretimini ve zenginliğini harcamış olması ve bir çöküntü içine düşmüş bulunması, bu arada dünya kamuoyunda toprak ilhaklarının iyi karşılanmamaya başlanmasıydı.
Bunların sonucu olarak 20. yüzyılın başlarından itibaren, sömürgelerde gelişen ve gittikçe güçlenen ulusçuluk akımı; İkinci Dünya Savaşı'nın sömürgeci devletlerde meydana getirdiği yıpranmadan da yararlanarak, 1945'ten
82sonra pek çok ulusun bağımsızlığa kavuşmasına, yeni devletlerin kurulmasına ve sömürgeciliğin yıkılmasına neden oldu. Bu süre içinde sömürgeci devletler, kendilerine bağlı olan sömürgelerin bazılarının bağımsızlıklarını âdeta tek taraflı tanırken, diğer yerlerde bağımsızlığın kazanılması uzun ve çok sert mücadeleleri gerektirdi.
1. Güney Asya'daki Gelişmeler: a. Hindistan - Pakistan:
Hindistan Yarımadası'nda, sömürgeci İngiltere'nin egemenliğine karşı ilk hareketler, İngiltere'de okuyan Hint aydınlan tarafından başlatıldı. 20. yüzyılın başlarında, yerel yönetimlerde Hintliler söz sahibi olmaya başladılar. Hindistan'ın kurtuluşunu sağlama çalışmaları, 1917'de Gandhi (1869-1948)'nin ortaya çıkması ve ulusçuluğun daha da güçlenmesi ile hızlandı.
       Gandhi, bağımsızlık mücadelesini sessiz bir savaşla, protesto yöntemleriyle yürütmekten yanaydı. Örnek olarak, İngiliz mallarını boykot etme, "Silahsız itaatsizlik" kampanyaları gibi... İngilizler, Gandhi'nin siyasi düşüncelerinden ve giriştiği hareketlerden dolayı, onu birçok defa hapse attılar. Ancak Gandhi, her hapse girişinde açlık grevi yaparak, bütün dünyanın dikkatini üstüne çekerek, hapisten kurtuldu. İngiltere, gelişen olaylar üzerine, 1935 yılında Hindistan'a yeni bir anayasa verdi. Bununla, eyaletlerde bütün yönetim yetkileri Hintli yönetilcilere ve bakanlara bırakıldı, 30 milyon kadar Hintliye seçim hakkı tanındı.
     Bu sıralarda Hindistan'daki Müslümanlar da, Hindu egemenliğinin kültürlerini ve özgürlüklerini zedelediğini ileri sürmeye ve Hintlilerden ayrı bir devlet kurmak istediklerini belirtmeye başladılar. 23 Mart 1940'da Lâhor'da toplanan "Müslümanlar Birliği Cemiyeti Kongresi", Hindulardan tamamen ayrı bağımsız bir Pakistan Devleti kurulmasını kararlaştırdı. Bu hareketin önderliğini ise Muhammet Ali Cinnah yapmaktaydı. İngiltere, Hindistan'daki bu bağımsızlık hareketlerini yıllarca oyaladı ve İkinci Dünya Savaşı'nda da Hintlilerden geniş ölçüde asker alarak yararlandı. Savaştan sonra, 1945'te, Anayasa yapılmasını, Kurucu Meclis kurulmasını ve Pandit Nehru başkanlığında da bir geçici hükümet kurulmasını kabul etti. 1946'da, Hint Yarımadası'nda Hindistan ve Pakistan adlarıyla iki bağımsız dominyon kurulmasını kararlaştırdı. İngiliz Parlamentosu, hükümetin bu kararını 18 Temmuz 1947'de onaylayarak yürürlüğe koydu. Bunun üzerine İngilizler, 14 Ağustos 1947'de, Hint Yarımadası'nın kuzeyinden askerlerini çektiler. Bu suretle, Hindistan'ın Müslüman çoğunluğa sahip bölgeleri, İngiliz Uluslar Topluluğu (Commonwealth) içinde ve dominyon statüsünde Pakistan adıyla bağımsız bir devlet oldu. Ancak bu devlet, Kuzey Hindistan'ın Doğu ve Batısında, birbirlerinden çok uzakta bulunan iki bölümün birleşmesinden meydana geliyordu. (Pakistan'ın bu durumu 1971 yılına kadar sürdü. Bu tarihte, Pakistan ile Bangladeş olmak üzere iki ayrı devlete ayrıldı).
      İngiltere, 15 Ağustos 1947'de de, Hint Yarımadası'nın diğer bölgelerinden çekildi. Böylece Hindistan bağımsızlığını kazandı ve İngiliz Uluslar Topluluğu'nun bir üyesi oldu.
b. Seylan ve Birmanya:
    
İngilizler, Seylan'ı 18. yüzyılın sonlarında ele geçirmişler ve 1815'te de sömürge olarak imparatorluklarına katmışlardı. İngiltere, bu ülkeye 1931'de bir anayasa ve genel seçim hakkı verdi. 1947'de bağımsızlığını tanıdı. Seylan, 1956'da bir cumhuriyet oldu ve İngiliz Uluslar Topluluğu'na üye olarak katıldı.
     Birmanya,19. yüzyılın başlarında İngiliz ticaret kumpanyalarının (şirketlerinin) etkisi altına girmiş, 1848'de İngiltere'nin Hindistan'a bağlı bir sömürgesi haline getirilmişti.
Birmanya'da 1939'dan itibaren İngiltere'ye karşı bağımsızlık taraftarları mücadeleye başladılar. Bunlardan bazıları Japonya'ya kaçtı. 1942'de ülke Japonya'nın işgali altına girdi. Japonların sert yönetimi karşısında Birman-yalı bağımsızlık taraftarları, bu defa Hindistan'a sığındılar. Bunlar, 1945'te İngiliz orduları ile Birmanya'ya döndüler. 4 Ocak 1948'de yürürlüğe giren bir anlaşmayla Birmanya, İngiliz Uluslar Topluluğu'nun dışında, bağımsız bir devlet haline geldi.
c. Fransız Çinhindi:
Fransızlar, Çinhindi'nin doğusuna, yani Vietnam, Laos ve Kamboçya' ya 19. yüzyılın ortalarında yerleşmeye başlamışlar ve 1884'te ülkenin işgalini tamamlayarak egemenliklerini kurmuşlardı.
Vietnam'da Fransızlara karşı bağımsızlık hareketleri ilk defa 193O'da başladı ve bundan sonra da devam etti.                         Ancak, Fransızların karşı koymasıyla ülkenin durumunda bir değişiklik olmadı. İkinci Dünya Savaşı sırasında Japonya burayı işgal etti. Bu arada Vietnam'da Komünist Partisi kuruldu. Japonya, Mart 1945'te, Vietnam'daki Fransız yönetimine son verdi. Ancak, aynı yılın Ağustos ayı içerisinde Japonya'nın yenilgiyi kabul etmesi üzerine, burada bir boşluk meydana geldi.
     Fransa, savaştan sonra eski sömürgelerini, bu arada Çinhindi'ndeki Vietnam, Laos ve Kamboçya'yı yeniden kontrol altına almak için harekete geçti.Bunun üzerine, 1946'dan itibaren Fransızlar ile Vietnamlılar arasında büyük bir mücadele başladı. Fransızlar, Amerika Birleşik Devletleri'nin yardımına rağmen büyük kayıplara uğradılar ve bir sonuç elde edemediler. Bunun üzerine Nisan 1954'te; Amerika Birleşik Devletleri, Fransa, İngiltere, Sovyetler Birliği, Çin Halk Cumhuriyeti ile, Vietnam, Laos, Kamboç temsilcilerinin katılmasıyla toplanan Cenevre Konferansı'nda, 20 Temmuz 1954'te, bir ateşkes anlaşması imzalandı ve ülke iki bölüme ayrıldı. Kuzeyde, Hanoi başkent olmak üzere Vietnam Demokratik Cumhuriyeti, güneyde ise, Güney Vietnam Cumhuriyeti kuruldu. Böylece Fransa bu bölgeden çekilmiş oldu.
       Bu gelişmeler üzerine Amerika Birleşik Devletleri Güney Vietnam'ı desteklemeye başladı. Biraz sonra da Çinhindi'nde yeni ve büyük olaylar başladı. Özellikle 1965'ten itibaren gelişen ve dünya kamuoyunda büyük yankılar uyandıran Vietnam Savaşı, Nisan 1975'te, Amerika Birleşik Devletleri'nin buradan çekilmesine ve Saygon Hükümeti'nin Vietkong'a kayıtsız şartsız teslim olmasına kadar sürdü.
d. Malezya - Endonezya:
İngilizlerin, Doğu'daki önemli merkezlerinden Singapur, 1942'de Japonlara teslim olunca, Malezya da kısa zamanda Japon işgali altına düştü. Fakat bu, halk tarafından tepkiyle karşılandı. Japonya'nın yenilmesi üzerine, İngilizler yeniden buraya gelince 1948'de Malezya Federasyonu kuruldu. Fakat, Malezyalılardan sayıca daha fazla olan Çin göçmenleri bunu kabul etmediler ve bir ayaklanma başladı. Bunun sonucunda, Ağustos 1957'de, Malezya'da bağımsız bir devlet kurularak, İngiliz Uluslar Topluluğu'na alındı.
Endonezya, Mart 1942'ye kadar bir Hollanda sömürgesi idi. Bu tarihte Japonlar Endonezya adalarını ele geçirdiler. 1945'e kadar süren bu işgal sırasında, ülkede ulusçuluk hareketleri daha da güçlendi. Japonlar yenilgiden sonra iktidarı ve bütün silahları bunlara bıraktılar. 17 Ağustos 1945'te de, Sukarno liderliğindeki Endonezyalılar, bir cumhuriyet kurarak bağımsızlıklarını ilan ettiler. İkinci Dünya Savaşı sona erince, Hollandalılar adaları yeniden işgale başladılar. Bunun üzerine Endonezya ile Hollanda kuvvetleri arasında dört yıl süren savaş çıktı. Sonunda Hollanda, 2 Kasım 1949'da imzalanan bir and-laşmayla Endonezya'nın bağımsızlığını tanıdı. Bunun arkasından 15 Ağustos 1950'de Endonezya Cumhuriyeti kuruldu.
2. Ortadoğu'daki Gelişmeler:
Birinci Dünya Savaşı'ndan önce genellikle Osmanlı İmparatorluğu'nun egemenliği altında bulunan Ortadoğu, 1918'den sonra İngiltere ve Fransa'nın eline geçmiş bulunuyordu. Ancak, daha önce belirtildiği gibi, 20. yüzyılın başlarından itibaren bölgede, gelişen ulusçuluk hareketleri ve diğer nedenler sonunda, İkinci Dünya Savaşı'na kadar veya bu savaşın hemen sonrasında pek çok bağımsız devlet kurularak, sömürgeci devletlerin egemenliğine son verildi.
3. Kuzey Afrika'daki Gelişmeler:
19. yüzyılın birinci yarısına kadar, tümüyle Osmanlı İmparatorluğu sınırları içinde bulunan Kuzey Afrika; daha sonra çeşitli tarihlerde Fransa, İngiltere, İtalya ve İspanya'nın egemenliği altına girmişti. Ne var ki, bu devletler, daha başlangıçtan itibaren yerli halkın şiddetli tepkisiyle karşılaşmışlardı. Bölgede gelişen ulusçuluk hareketleri ise, ulusal bağımsızlık hareketlerini daha da hızlandırdı ve sonuçta bağımsız devletlerin kurulmasına yol açtı.
a. Tunus:
Kuzey Afrika'da bağımsızlık hareketlerinin ilk başladığı yerlerden biri Tunus olmuştur. 1881 yılından beri Tunus'u elinde bulunduran Fransa'ya karşı, ülkede ulusal bağımsızlık hareketi, 1932 yılında Habib Burgiba başkanlığında fiilen başlamıştır. Tunuslular, 1947'den başlayarak kademeli olarak bağımsızlıklarına kavuşmuşlardır. Sonuçta Fransızlar, 1956 yılında ülkeyi boşaltmak ve Tunus'u bağımsız bir devlet olarak tanımak zorunda kalmışlardı. Tunus Kurucu Meclisi, 1957'de de krallığı kaldırarak cumhuriyeti ilan etmiştir.
b. Fas:
  
19. yüzyılda, İspanya'nın ve Cezayir'e yakınlığından dolayı Fransa'nın etki ve işgaline uğrayan Fas'ta, yabancılara karşı mücadele 1910 yılında başlamıştı. Ancak, bu iki devletin, ülke üzerindeki egemenlikleri devam etti. Fakat gelişen ulusçuluk hareketleri Fransa ve İspanya'ya karşı sürdürülen girişimleri güçlendirdi. 1944'te yeniden ayaklanmalar oldu. 1947'de, Fransız Fası ve İspanyol Fası olmak üzere ikiye ayrılmış bulunan ülkenin birleştirilmesi istendi.
   Fransa Mart 1956'da, bundan bir ay sonra da İspanya, Fas'ın bağımsızlığını tanıdılar ve ülkeden çekilmeye karar verdiler. Eylül 1961'e kadar da İspanyol ve Fransız birlikleri Fas'tan çekildi. Böylece Fas bağımsızlığına kavuşmuş oldu.
c. Cezayir:
    
Fransa, 1830 yılında Cezayir'i ele geçirmiş ve sonradan burayı anavatanın bir parçası olarak ilan etmişti. Bu bakımdan Cezayir, Fransa Birliği içinde denizaşırı bir il sayılıyordu. İkinci Dünya Savaşı'nın başlarına gelindiğinde, Cezayir'de bir milyon Fransız yaşamaktaydı. Pek çok Cezayirli de Fransa'ya yerleşmişti. Böylece Fransa, Cezayir ile çok sıkı bağlar kurmuş bulunuyordu. Nitekim, İkinci Dünya Savaşı sırasında, General de Gaulle, Fransa'yı Alman işgalinden kurtarmak için İngiltere'den Cezayir'e gelerek bir kurtuluş ordusu kurmuş ve bir süre mücadelesini buradan yürütmüştü. Bu orduyu meydana getiren birliklerde çok sayıda Kuzey Afrikalı asker de vardı. Böylece Cezayirliler, Fransa'nın kurtulmasında, Fransızlara büyük yardımda bulunmuşlardı.
   Bunlarla birlikte, daha savaştan önce, Cezayirliler arasında ulusçuluk hareketi güçlenmeye başlamıştı. Bunlar, İkinci Dünya Savaşı'nın başında yıkılan Fransa'nın güçsüz kalması üzerine, bağımsız bir Cezayir devleti kurmak için harekete geçtiler.
   Cezayirliler, 1945 yılında, bağımsızlıklarını elde etmek üzere Fransızlara karşı ayaklandılar. Fakat bu hareket bastırıldı. Bununla beraber olaylar sürdü. Fransa, 20 Eylül 1947'de kabul ettiği "Cezayir'in politik statüsü" ile bu ülkeye birçok özel haklar verdi. Ancak bu, ne Cezayirli Fransızları ne de yerli halkı memnun etti. Bu arada yerli halk örgütlenerek "Ulusal Kurtuluş Cephesi"ni kurdu. 1945'ten itibaren silahlı çarpışmalar çok kanlı bir durum aldı. Cezayirliler, 1958'de Mısır'da Ferhad Abbas başkanlığında Geçici Cezayir Hükü-meti'ni kurdular ve bağımsızlık hareketini sürdürdüler. Fransız Hükümeti'nin, Fransa'yı çok zor duruma sokan bu savaşı sona erdirmek için yaptığı girişimler, başarıya ulaşamadı.
       Cezayir'deki bu gelişmeler, bu defa, Fransa'yı iç bunalıma sürükledi. Kendilerinin Anavatan tarafından terkedildiği kuşkusuna düşen Cezayir Fransızları, 13 Mayıs 1958'de ayaklanarak Cezayir'in Fransa ile birleşmesi ve General de Gaulle'ün iktidara gelmesini istediler. Ordu da bunları destekledi. Bunun üzerine General de Gaulle, olağanüstü yetkilerle bir süre için yeniden iktidara geldi. Arkasında da Cumhurbaşkanı seçildi.
De Gaulle; Fransız halkına, 6-8 Ocak 1961'de yapılan bir referandumla, Cezayir'de halkın geleceğini belirlemesi amacıyla referandum yapılmasını kabul ettirdi. 14 Ocak 1961'de çıkarılan bir kanunla da, Cezayir'de otonom bir hükümet kurulduğu açıklandı. Generalin bu girişimleri ve Cezayir liderleriyle yaptığı görüşmeler, Cezayir'deki Fransızlar ve Anavatan'daki bir kısım halk tarafından tepkiyle karşılandı. Bunlar, 22 Nisan 1961'de Cezayir'de yeniden hükümete karşı ayaklandılar. Fakat de Gaulle bu isyanı bastırdı.
      18 Mart 1962'de, Fransa ile sürgündeki Cezayir Hükümeti arasında Evian Sözleşmesi yapılarak savaşa son verildi. Bununla, Cezayirlilere kendi geleceklerini tayin haki verildi. 8 Nisan 1962'de yapılan referandumla da, Fransa halkı, de Gaulle'ün Cezayir'e bağımsızlık verme planını kabul etti. Bundan sonra 1 Temmuz 1962'de, Cezayir'de bir referandum yapıldı ve halkın çok büyük kısmı bağımsız bir devletin kurulmasını istedi. Bununüzerine, 3 Temmuz 1962'de, Cezayir'in bağımsızlığı ilan edildi. Böylece uzun ve çetin bir mücadelenin sonunda Cezayir Devleti kurulmuş oldu.
d. Libya:
   
1912 yılında İtalya'nın yönetimi altına giren Libya, İkinci Dünya Savaşı sırasında Müttefik Devletler tarafından işgal edildi. Savaştan sonra Trablusgarp ile Bingazi İngiliz, Fizan ise Fransız yönetimi altına girdi.
Libya, 1949 yılında Birleşmiş Milletler'in aldığı bir kararla, Ocak 1952' de bağımsız bir devlet haline geldi. Kurulduğunda Krallık halinde olan Libya'da, 1969'da Cumhuriyet ilan edildi.
4. Afrika'nın Diğer Bölgelerindeki Gelişmeler:
   Afrika'nın Kuzey bölgesinin dışında kalan yerler de; başta İngiltere ile Fransa olmak üzere, Belçika, İspanya, Portekiz gibi sömürgeci devletlerin egemenliği altında bulunuyordu. Belçika Kongosu, Portekiz Angolası, İngiliz Kuzey Rodezyası ve diğerleri gibi.
    Afrika'nın bu bölgelerinde de bağımsızlık için hareketler olmuştur. Ancak bunlar, diğer sömürgelerden daha geç ve çeşitli tarihlerde meydana gelmiştir. Özellikle İspanya, Portekiz ve Belçika sömürgeleri en son olarak siyasi hareketlere girişmişlerdir. Bunda, sömürgeci devletlerin, sömürge halkına karşı izlediği katı yönetim ve bölgenin kalkınmasına olanak tanımamaları önemli rol oynamıştır. Bu da, bu sömürgelerde bağımsızlık hareketlerini oluşturacak düşünce akımlarının ve ortamın geç tarihlerde meydana gelmesine neden olmuştur.
Ancak, İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra, değişen dünya koşulları ve gelişen olaylar sonucunda, siyasi egemenlikten çok ekonomik egemenliğin önem kazanması ve diğer nedenlerden dolayı, Afrika'nın siyasi haritası da değişmeye ve kıtada bağımsız devletler kurulmaya başlandı. Bunların sonucu olarak, başta İngiliz ve Fransız egemenliği altında bulunan birçok sömürge, pek büyük mücadeleye girişmeden bağımsızlığına kavuştu. Buna karşılık bir kısmı, bağımsızlığını kazanmak için yine uzun ve çetin mücadeleler yapmak zorunda kaldı. En son olarak; Kızıldeniz'in girişinde bulunan ve 115 yıldan beri Fransız sömürgesi olan Afars ve İssas'ın 26 Haziran 1977'de bağımsızlığının tanınması ve burada Cibuti Cumhuriyeti adıyla bir devletin kurulması üzerine de, Afrika'da bağımsızlığına kavuşmayan ülke kalmadı.

Afrika Birliği

Afrika Birliği, Afrika ülkelerinin tek çatı altında toplandığı kuruluştur.1963 yılında kurulan 2002'de bu adı alan örügütün temel amacı Afrika ülkeleri arasında dayanışma ve işbirliğini artırmak olan ve merkezi Addis Ababa olan örgüttür.Fas hariç Afrika kıtasında bulunan tüm ülkeler bu birliğe üyedir. Fas 1984 yılında Batı Sahranın işgali yüzünden birlikten çıkarıldı.

B- SÖMÜRGE İMPARATORLUKLARININ YIKILIŞI VE SONUÇLARI:
   
19. yüzyıl biterken; Afrika'nın onda dokuzu, Asya'nın da büyük bölümü, Batılı sömürgeci devletlerin kontrolü altına girmiş bulunuyordu. 20. yüzyılın başlarında bu alan daha da genişletilmişti. Fakat, yine 20. yüzyılın başlarından itibaren, Avrupa dışındaki kıtalarda güçlenen ulusçuluk ve bağımsızlık hareketleri, özellikle İkinci Dünya Savaşı' nın getirdiği ve savaştan sonra gelişen koşullar, sömürgeciliğin yıkılmasına ve bunların yerine çok sayıda yeni bağımsız devletin dünya siyaset alanına çıkmasına neden oldu. Nitekim, sadece 1945'ten 1967 yılına kadar, 36'sı Afrika'da olmak üzere, 69 devlet kuruldu. Bu sayı ise, 1945 yılına kadar var olan devletlerin sayısından fazlaydı. Yıkılan sömürge imparatorluklarından en büyüğü ise Büyük Britanya İmparatorluğu idi.
1. Büyük Britanya İmparatorluğu'nun Yıkılışı:
   
İngiliz İmparatorluğu içinde bulunan bölgeler; dominyon, koloni, himaye, manda, koruma anlaşması gibi değişik hukuki bağlarla anayurda bağlıydı. İngiltere, zamanla sömürgelerinde meydana gelen gelişmeler üzerine, buraları daha yumuşak bağlarla kendisine bağlamak durumunda kalmıştı. 1926'da, İmparatorluğun ve dominyonların meydana getirdiği bütüne "İngiliz Uluslar Topluluğu (Commonwealth)" adı verilerek, yeni bir statü kuruldu. Bunda esas olan, anayurt dışındaki bölgelerin İngiliz tacına sadakatiydi. Bu topluluk; 1931 'de hukuki, 1932'de de eşitliğe dayanan ekonomik bir statüye kavuştu. İkinci Dünya Savaşı'nın getirdiği sonuçlar üzerine, 16 Ağustos 1947'de birbirleriyle ve Londra ile ilişkileri diplomatik yoldan düzenlendi. 1948'de İngiliz Uluslar Topluluğu üyeleriyle İngiltere eşit düzeye getirildi. Nisan 1949'da toplanan Dominyon Başkanları Konferansı da, İngiliz Uluslar Toplulugu'nun o günkü şeklini, İngiliz tacını sembol olarak kabul eden özgür uluslar topluluğu olarak tanımladı.
    Bu suretle İngiliz Uluslar Topluluğu; Büyük Britanya'nın başkanlığı ve koruyuculuğu altında ekonomik, siyasi ve kültürel işbirliğini, isteyerek uygulayan, bağımsız devletler ve dominyonlar topluluğu haline geldi. İngiliz sömürgesi olan bölgelerde bağımsızlığına kavuşan devletler, genel olarak, bu topluluğa katıldılar. İngiliz Uluslar Topluluğu genişledikçe (1969'da üye sayısı 28 olmuştu), üye devletler arasında çıkar çatışmaları ve sorunlar çoğaldı. Bu nedenle zaman zaman topluluğa yeni düzenlemeler getirildi.
Böylece, yakın tarihlere kadar "Güneş Batmaz İmparatorluk" olarak nitelendirilen Büyük Britanya İmparatorluğu, 1945'ten sonra İngiltere'nin dünya devleti olma niteliğini kaybetmesi ile İngiliz Uluslar Topluluğu haline dönüştü. İngiltere bu suretle prestijini kurtarma yoluna gitmekle ve topluluğa dahil olan devletler arasında bir işbirliği gerçekleştirmeye çalışmakla, "mümkün olanı yapmak" politikasını uygulamayı esas almış oldu.
2. Fransız İmparatorluğu'nun Yıkılışı:
   
Sömürge imparatorluğuna sahip olan diğer bir büyük devlet de Fransa idi. Fransa, büyük devlet oluşunun gerçek güvencesini, sahip olduğu sömürge imparatorluğunda görüyordu. Ancak 1940 yenilgisi, savaştan ağır darbeler yiyerek çıkması, bunların sonucu olarak sömürgelerde meydana gelen ulusal kurtuluş hareketleri gibi çeşitli tepkiler, Fransa'nın sömürgeleri üzerindeki kontrolünü zayıflatmış veya bütünüyle ortadan kaldırmıştı. Savaştan sonra ise, sömürgeleri üzerinde - bütün isteğine ve çalışmalarına rağmen - eski egemenliğini yeniden kurmak olanağını bulamadı. Diğer yandan da, Birleşmiş Milletler andlaşmasıyla Fransa da, sömürgelerde yaşayan toplumların kendi kendilerini yönetmeleri için onların yeteneklerinin geliştirilmesine çalışacağını, kabul etmişti. Sömürgelerde de zaten büyük direnme hareketleri başlamıştı.
     Fransa, bu nedenlerle, sömürgeleriyle ilişkilerini ve bağlarını gelişen koşullara göre yeniden düzenlemeyi zorunlu gördü. Bu amaçla, 1946 yılında, Fransa ile sömürgelerinden meydana gelen "Fransız Birliği" kuruldu. Fansız Birliği; denizaşırı illerden, denizaşırı topraklardan, himaye altındaki topraklardan ve vesayet altındaki bölgelerden oluşuyordu. Fransa, bundan sonra sömürgelerini kendisiyle kaynaştırma politikası gütmeye başladı. Buna rağmen, sömürgelerde ulusçuluk ve bağımsızlık hareketlerinin güçlenmesi, Doğu-Batı Blokları çatışması yüzünden sömürge anlaşmazlıklarının çıkması ve bunların uluslararası bir önem kazanması, Fransız Sömürge İmparatorluğu'nun dağılmasına yol açtı. İlk çözülme de 1952-1954'te Çinhindi'nde başladı. Bunları Fas ve Tunus izledi. Bunun üzerine Fransa; Fransız Batı Afrikası ile Ekvator Afrikası'nda yeni bir yönteme başvurarak, 1957'de bu bölgelere otonomi verdi.
   General de Gaulle'ün iktidara gelmesi üzerine de, Fransa'nın sömürge politikasında yeni bir döneme girildi. Bu defa; Fransa ile Fransız Birliği'ne dahil olan Afrika devletlerinden isteyenlerin katılmasıyla, 1958'de "Fransız Topluluğu (Communaute)" kuruldu. Topluluğa üye olan devletler, otonomiden yararlanarak kendi kendilerini yönetecekler, isterlerse topluluktan ayrılabilecekler ve bağımsız da olabileceklerdi. 1960'da, üyelerin topluluktan ayrılmadan da bağımsız olabilecekleri kabul edildi. Bu değişiklik üzerine, aynı yılda Afrikalı üye devletlerden birçoğu bağımsızlık isteyerek Fransız Topluluğu'ndan ayrıldılar. Sonuçta da Topluluk, çok sayıda üyeyle bir isimden ibaret kaldı. Bu suretle de Fransız Sömürge İmparatorluğu yıkılmış oldu.
Böylece, iki büyük sömürgeci devlet olan İngiltere ve Fransa, sömürgeleri üzerindeki siyasi egemenliklerini kaybettikten sonra, buraların ekonomik ve kültürel bağlarla kendilerine bağlılıklarını sürdürmek istemişler, fakat çeşitli etkenler nedeniyle bunda da büyük bir başarı sağlayamamışlardır.
3. Diğer İmparatorlukların Yıkılışı:
Diğer sömürge imparatorluklarına gelince: İkinci Dünya Savaşı, Japonya ve İtalya sömürge imparatorluklarını da ortadan kaldırdı. Fas'ın elinden çıkmasıyla zaten bir zamandan beri küçülmekte olan İspanya Sömürge İmparatorluğu, hemen hemen sona erdi. Aynı şekilde Portekiz, Belçika, Hollanda gibi sömürgeci devletler de, ellerindeki sömürgeleri terk etmek zorunda kalarak, buralardan çekildiler.Böylece genel olarak sömürgecilik sona ererken, bunların yerine kurulan yeni devletler, dünya siyaset alanına çıktılar. Bunlar da, dünya siyasi haritasının ve güçler dengesinin yeniden şekillenmesinde, önemli roller oynamaya başladılar.

 

Demokrat Parti Dönemi Türkiyesi

1.1. Uluslararası Ortam ve Türk-Sovyet İlişkileri

İkinci Dünya Savaşı sonunda Türkiye hangi uluslararası koşullarla karşılaşmıştır?

     II. Dünya Savaşı'nın sonucu yalnızca Avrupa'da hegemonya kurmak isteyen Almanya ve İtalya ile, Uzak Doğu'da hegemonya peşinde olan Japonya'nın yenilgisi anlamına gelmiyordu. Aynı zamanda bu ülkelerin ideolojisi olan faşizmin ve ırkçılığın da yenilgisi anlamına geliyordu. Artık dünyada demokratik-kapitalist ve komünist ideolojiler boy ölçüşecekti. Türkiye 1939'da Batı burjuva demokrasilerinin yanında yer almıştı. O zaman SSCB Almanya ile bir olmuş, Türkiye'ye yönelik yayılmacı emellerini belli etmişti. Daha sonra SSCB, Alman saldırılarına uğrayınca Batı Demokrasileriyle saf tutmuştu. Ne var ki, yayılmacı siyasetini sürdürüyordu. Stalin yönetimindeki Sovyetler Birliği, I. Dünya Savaşı sonunda Çarlık Rusyası toprakları olan ülkeleri geri almak istiyordu. Bu, Finlandiya, Polonya, Çekoslovakya, Romanya, Türkiye'den toprak, Estonya, Litvanya'yı egemenliği altına almak demekti. Türkiye'den istediği topraklar, Osmanlı Devleti'nin Brest-Litovsk Antlaşmasıyla elde ettiği, kendisinin daha önce 1878 Berlin Antlaşmasıyla yitirmiş olduğu yerlerdi. Stalin, Türkiye'den toprak elde etmek dışında, söz konusu bütün öbür yerleri elde edecekti. 19 Mart 1945'te SSCB 1925'te Türkiye ile imzalanmış olduğu Dostluk ve Saldırmazlık Antlaşmasını yenilemeyeceğini, yeni bir antlaşma yapmak istediğini bildirdi. Türkiye yeni bir antlaşma yapmaya hazır olduğu yanıtını verdi. Fakat SSCB'nin Boğazların iki ülke tarafından ortak savunulmasını istediği ortaya çıktı. Sovyetler bunu resmen istemiş, Türkiye de reddetmiştir. Yine bu sıralarda Gürcistan'da bazı profesörlerce Kars ve Ardahan'ın ülkelerine iadesinden, Bulgaristan'da Türkiye ile sınır "düzeltmesinden" söz edildiği görüldü. Sovyetlerin henüz Batılı ülkelerle arası bozulmamıştı. Türkiye'nin savaşa geç katılması, savaş sırasında Almanya'ya krom satması, Stalin'in Batılılar nezdinde Türkiye aleyhinde kullandığı konulardı. Batılıların Sovyetlerle ipleri koparmadıkları sürede Türkiye uluslararası alanda bir yalnızlık dönemi geçirdi. Fakat zamanla Batı ile, özellikle ABD ile bir yakınlık başladı. Nisan 1946 başında Missouri zırhlısının İstanbul'a gelmesi, bu yakınlaşmayı simgeliyordu.

    12 Mart 1947 günü ABD Cumhurbaşkanı Truman, Kongreye, Türkiye ve Yunanistan'ı Sovyet tehdidinden korumak üzere kendi adıyla anılan bir siyaset başlattığı nıbildirdi (Truman Doktrini). Aynı yıl Türkiye-ABD  Askerî Yardım Antlaşması yapıldı. 1948'de yine ABD ile bir iktisadî yardım antlaşması bağıtlandı. Bu, Avrupa'nın komünizme kaymaması için ABD'nin başlatmış olduğu "Marshall Yardımı" çevçevesindeydi. 1949'da Türkiye Avrupa Konseyi üyesi oldu.

1.2. Çok-Partili Hayata Geçiş Kararı

Türkiye'nin çok partili sisteme geçme nedenleri nelerdir?

     İşte bu ortamda İnönü çok-partili siyasal yaşama geçme kararı aldı. Ondan sonra da iktidarda ya da muhalefette, sabırla, inatla, bazan kendi partisindeki eğilimlere meydan okuyarak, dizgenin oturup yerleşmesi için çabaladı. İnönü neden bu kararı aldı? Baş nedeni bütünsel kalkınma anlayışıdır. Hiçbir alanda Avrupa'dan geri kalınmayacaksa, Avrupa'ya siyasal çoğulculuk egemen olduğunda, o çoğulculuğun Türkiye'de bulunması gerekirdi. Tabii bunun dış siyaset bakımından da yararı olacaktı. Sovyet tehdidi altındaki bir Türkiye'nin Batıya sığınabilmesi, Batının siyasal değerlerini paylaşırsa, çok daha kolay olurdu. Yalnız şu var. Avrupa'daki siyasal demokrasi genellikle sosyalist hatta komünist partileri de içeren bir dizgeyken, Türkiye'de bu tür sola kapalı bir dizge olarak kabul edildi. Yalnızca sosyalist ve komünist partilere meydan verilmemekle kalınmadı, keskin ve abartılı bir komünizm düşmanlığı benimsenerek, sosyalist veya benzeri düşüncelere karşı da bir yasaklama ve cezalandırma tavrı güdüldü. Türk Ceza Kanununun 141. ve 142. maddeleri komünizm "propagandasına" 7,5 yıldan 15 yıla uzanan olağanüstü ağırlıkta bir ceza getiriyordu. Ülkede estirilen hava öyleydi ki, mahkemeler bu  cezaları uygulamakta pek duraksama göstermiyorlardı. Bu tutumun ve havanın görünürdeki gerekçesi SSCB'nin 1945'te Boğazlara, Kars ve Ardahan'a gözünü dikmiş olmasıydı. Fakat Türkiye Truman Doktrini, Avrupa Konseyi üyeliği ve kısa bir süre sonra da NATO'ya girerek güvenliğini kat kat sağladığı halde, üstelik SSCB Stalin'in ölümü ardından Türkiye'ye bir nota vererek taleplerinden vazgeçtiğini ve yeniden bir dostluk antlaşması yapmaya hazır olduğunu bildirdiği (1953) halde, Türkiye'de bu hava 60'lara değin sürdü. Hattâ kısmen bugüne dek sürdüğü de söylenebilir. Komünisttir diye, Rusya'ya kaçtı diye Türkiye'nin en büyük şairlerinden birinin, Nazım Hikmet'in şiirleri uzun yıllar tümüyle ortadan kalktı. Bu şiirlerin evinde bulunduğunu söylemeye kimse cesaret edemezdi. Hâlâ okul kitaplarına dönebilmiş değildir Nazım Hikmet. Oysa Sevr Antlaşmasını imzalamış olan Rıza Tevfik'in şiirlerine bu kitaplarda hep yer verilir. Doğrusu da budur. Yıllar boyunca, dünyaca ünlü Rus salatasına "Rus" demeye cesaret edilemedi, Amerikalıları da herhalde hayrete düşürecek biçimde 'Amerikan salatası" dendi. Bu garip, hastalıklı hava bir ölçüde bir aralık (1949-53 yılları) ABD'de estirilmiş olan McCarthy'cilik akımının etkisindeydi. Fakat ondan daha şiddetli olduğu, daha uzun sürdüğü söylenebilir.

Bunun bir nedeni, Atatürk Devrimini, "zihnin sınırsız özgürlüğünü" benimsemeyen ya da ancak kısmen benimseyen kimi insanlarımızın, bu duygu ve düşüncelerini bilinçli, ama çok kez de bilinçsiz olarak aşırı bir komünizm karşıtlığı ile maskelemeleri olabilir. Köy Enstitülerinin komünistlikle suçlanması gibi... Nedeni ne

olursa olsun, siyaset ve düşünce özgürlüğüne konan bu kısıtlama, Türkiye'deki demokrasiyi Batı Avrupa demokrasi ortalamasına göre eksik kılıyordu. Bu da Türkiye'nin saygınlığını azaltmıştır. Oysa Atatürk döneminde Türk siyasal düzeni Avrupa demokrasi ortalamasının altında değil, üstündeydi ve tabii ona göre de saygınlığı vardı.

1.3. Dörtlü Takrir ve Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu

Türkiye'nin çok partili sisteme geçmesinde çok önemli bir yere sahip olan "Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu"nun özellikleri nelerdir?

Şimdi çok-partililiğin adımlarını görelim. İnönü 19 Mayıs 1945 Gençlik ve Spor Bayrımı mesajında "halk idaresinin" geliştirileceğini müjdeliyordu. Zaten savaşın sonu ile Avrupa'da ortaya çıkan demokrasi ortamından cesaret alan CHP içindeki kimi hoşnutsuzlar, kıpırdanmaya başlamışlardı. Bunlardan millletvekili olan dördü, yani Celal Bayar, Adnan Menderes, Fuat Köprülü, Refik Koraltan, 7 haziran 1945 günü CHP grubuna "Dörtlü Takrir" diye tanınmış olan bir önerge verdiler. Önergelerinde, özellikle parti içinde özgür bir tartışma ortamının yaratılmasını istiyorlardı. O sırada Türkiye'de toprak reformuna olanak verebilecek bir yasa tasarısı TBMM'ye sunulmuştu: Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu. İnönü ve Tarım Bakanı Şevket Raşit Hatiboğlu'nun girişimiyle hazırlanan bu yasanın 17. maddesine göre, topraksız ya da az topraklı çiftçiyi topraklandırmak için devlet, büyük toprak sahiplerinin topraklarını kamulaştırabilecekti. Kamulaştırma, gerekirse toprak sahibinde yalnızca 50 dönüm bırakacak kadar kapsamlı olabilecekti. Kamulaştırma bedelleri de gerçek değere göre değil, arazi vergisine matrah olarak beyan edilen değerden ödenecekti (md. 21). Bu hüküm toprak sahibi olan milletvekillerini çok rahatsız etti. Aydın'ın büyük toprak sahiplerinden olan Adnan Menderes, yasa görüşülürken ağır eleştiriler getiren milletvekillerinin başında geliyordu. Fakat İnönü bu konuda çok ısrarlıydı. Atatürk ölümünden hemen önceki bir kaç Meclis açış konuşmasında topraksız çiftçiyi topraklandırmak gereksinmesine değinmişti, ama somut bir adım atılmamıştı (ya da atılamamıştı). Şimdi İnönü bu davayı benimsemiş bulunuyordu. Belki işin toplumsal yararları yanında, çok-partili ortamda köylünün siyasal desteğini elde

edebileceğini de umuyordu. Böyle bir düşüncesi var idiyse, yanılıyordu. Taşraya toprak sahipleri egemendi. Kanun 11 Haziran 1945'te TBMM tarafından kabul edildiği halde, onun mimarı olan Hatiboğlu bundan sonraki hükümetlerde bakan olmadığı gibi, 1948'de kurulan İkinci Hasan Saka hükümetinde Tarım Bakanlığı, Çiftçiyi

Topraklandırma Kanununun hasmı olan Adana'nın büyük toprak sahibi Cavit Oral'a verildi. Söz konusu 17. maddenin hiç uygulanmadığını söylemeye gerek yok. Yalnız bir bölüm hazine toprakları çiftçilere dağıtıldı.

1.4. Demokrat Partinin Kuruluşu

Türkiye'nin ikinci cumhurbaşkanı İsmet İnönü'nün çok partili sistemden bekledikleri nelerdir?

Kimileri Demokrat Partinin (DP) kuruluşunu doğrudan Çiftçiyi Topraklandırma Kanununa olan muhalefete bağlarlar. DP'nin salt bundan kaynaklandığını öne sürmek abartılı olur ama, DP'nin kuruluş ve yaygınlaşma aşamasında bunun önemli bir payı olduğu söylenebilir. İnönü Dörtlü Takriri Grupta reddettirdi (12 Haziran).

Onun isteği, CHP içindeki hoşnutsuzların CHP'den ayrılarak ayrı bir parti kurmalarıydı. Bundan umduğu yararları şöyle tahmin edebiliriz:

• Çok-partili dizgeye geçilmiş olacaktı.

• Parti içindeki muhaliflerden kurtulunacaktı.

• CHP'den ayrılacak kişilerin kuracağı partinin Atatürk Devrimine karşı olması tehlikesi bulunmayacaktı.

Buna karşılık Bayar ve arkadaşlarının CHP'den ayrılmaya hevesleri yoktu. Parti kurmak bir maceraydı. Daha iyisi, CHP'de kalıp ona egemen olmaya çalışmaktı. Atatürk'ün verdiği onca güvenceye rağmen Serbest Fırkanın başına gelenleri biliyorlardı. Bayar, Fethi Okyar'ın durumuna düşmek istemiyordu.

Cumhurbaşkanı İsmet İnönü'nün kendi partisi içinde bir grup milletvekiline bir muhalefet partisi kurdurmak istemesinin nedenleri nelerdir?

Dörtlü Takririn reddedilmesinden sonra Adnan Menderes ve Fuat Köprülü, Vatan gazetesinde demokratikleşmeyi savunan muhalif yazılar yazmaya başladılar. CHP bu davranışı parti disiplinine aykırı bularak bu ikisini üyelikten çıkarttı (21 Eylül). Bayar'ın iki arkadaşına olan desteğini göstermek üzere seçtiği davranış, henüz parti kurma konusunda ikna olmadığını gösterir. CHP'den değil, milletvekilliğinden istifa etti (28 Eylül). Bu, kendisini yüksek bir maaştan yoksun bırakan bir davranıştı. Fakat İnönü ısrarını sürdürüyordu. 1 Kasım 1945'te TBMM'yi açış söylevinde, açıkça, ülkenin bir muhalefet partisine olan gereksinimini dile getirdi. Oysa Temmuz başında Müteahhit Nuri Demirağ tarafından kurulmuş bulunan Millî Kalkınma Partisi vardı. Fakat Demirağ tutucu bir kişi olduğundan, İnönü o partiyi görmezlikten geliyordu. Artık Bayar'ın da aklı yatmaya başlamıştı. 1 Aralıkta parti kuracaklarını açıkladı. 3 Aralıkta CHP'den istifa etti. Ertesi gün İnönü'nün yemek çağrısına gitti ve görüştüler.

Hükümetin muhaliflere yönelik politikası ne olmuştur?

Aynı gün (4 Aralık) "Tan Olayı" oldu. Zekeriya Sertel'in çıkardığı Tan gazetesi sosyalist sola yakınlığı ile tanınıyordu. Bu sıralarda Sertel Görüşler adında bir dergi hazırlığı içindeydi. İlanlar yapılmış ve yazar kadrosu içinde Menderes ve Köprülü'nün bulunacağı duyurulmuştu. O gün bir takım "gençler" Rus ve komünist aleyhtarı

sloganlarla Tan basımevine ve sol yayın satan kitapçılara saldırarak tahrip ettiler. Polisin seyirci kalması, hukuka ve uygarlığa sığmayan bu işin CHP tarafından kışkırtılmış, hatta düzenlenmiş olabileceği iddialarına yol açtı. Belki bu vesileyle DP'ye soldan uzak durması için de mesaj verilmiş oluyordu. 1946'da CHP'nin solundaki 3 partinin kapatılması, bu partinin, solunda mutlak bir boşluk istediğini gösteriyordu. Martta Sosyal Demokrat Partisi, Aralıkta Türkiye Sosyalist Partisi (genel başkanı Esat Âdil Müstecaplıoğlu) ve Türkiye Sosyalist Emekçi ve Köylü Partisi (genel başkanı Şefik Hüsnü Deymer) kapatıldı. Başbakanlığında Recep Peker'in Köy Enstitülerini "daha millî" kılmaktan söz etmesi, sol karşıtı havanın nasıl her kesimi kapladığının işaretidir. 1947'de Dil-Tarih ve Coğrafya Fakültesinde Niyazi Berkes, Pertev Nailî Boratav, Muzaffer Şerif, Behice Boran aleyhinde solcu diye bir cadı kazanı kaynatılmaya başlandı. Öğrenci gösterileri ile başladı ve buna üniversite,

TBMM ve mahkemeler âlet oldular. 1950'de üniversiteden ayrılmak durumunda kaldılar. Berkes Kanada'da, Boratav Fransa'da, Şerif ABD'de iş buldular ve başarılı oldular. Boran'ın da, isteseydi, yurt dışında başarılı olacağı söylenebilir. Böylece gadre uğrayan Alman profesörlerine kucak açmış olan Türkiye, şimdi kendi bilim

adamlarını "yiyordu".

1.5. 1946 Seçimleri

Çok partili sisteme geçildikten sonra Cumhuriyet Halk Partisi'nin geniş halk kitlelerinin

desteğini almak için yaptığı çalışmalar nelerdir?

DP 7 Ocak 1946'da kuruldu. Celal Bayar genel başkan oldu. Türlü nedenlerle hoşnutsuz olanları çevresinde toplayarak, kısa zamanda yayıldı. Adından da anlaşılacağı üzere, DP'nin birinci amacı demokratikleşmeyi sağlamaktı. CHP iktidarı bu yöndeki şikâyetleri karşılamak üzere Türkiye tarihinde ilk kez tek dereceli seçimi getirdi. Gazete kapatma yetkisini hükümetten alarak mahkemelere verdi. Üniversitelere özerklik verildi. Köylü ve işçinin desteğini kazanmak için Toprak Mahsulleri Vergisi kaldırıldı, Çalışma Bakanlığı ve İşçi Sigortaları Kanunları çıkarıldı. İnönü'nün "değişmez genel başkan" sıfatına son verildi, sınıf partilerinin ve sendikaların

kurulabileceği kabul edildi. CHP bir de açıkgözlük yaptı. 1947'de yapılması gereken seçim yerine seçimi öne, 1946'da aldı. 21 Temmuz 1946'da yapılan seçim tek dereceliydi ama yargı denetimi yoktu, oylar açıkta veriliyor, gizli sayılıyordu. (açık oy-gizli tasnif), çoğunluk sistemi uygulanıyordu, yani seçim çevresi sayılan illerde, bir parti tek oy farkla önde olsa bile, bütün o ilin milletvekillikleri onun oluyordu. DP 465 milletvekilliği için ancak 273 aday gösterebilmişti. DP 66 milletvekili çıkarabildi.

Seçimlerin dürüst olarak yapılmadığı ortadaydı. Bu yüzden CHP ile DP'nin ilişkileri kavgalıydı. Tabii TBMM'de iki partinin ilişkilerine de yansıyordu bu.

1.6. Çok-Partili Hayatı Yerleştirme Çabaları

İktidar ve muhalefet partilerinin izledikleri siyasetin özellikleri nelerdir? Bunun topluma olan etkisini tartışınız.

Yeni dönemde İnönü, Şükrü Saraçoğlu yerine Recep Peker'i başbakanlığa getirdi. Peker'in Türk lirasında yaptığı ve "7 Eylül Kararları" diye tanınan devalüasyon büyük yankı uyandırdı, çünkü o devirde para değerinin değişmesi çok olağan dışıydı. 1 ABD doları 1.40 TL'den, 2.80 TL'ye düşürüldü. Peker'in TBMM'de Menderes'e sinirlenerek eleştirilerini "psikopat bir ruhun ifadesi" diye nitelemesi ve Bayar'ın halkı isyana kışkırtmakla suçlaması üzerine, DP Meclisi terk etti. Bunun üzerine İnönü müdahale ederek, Bayar'la görüştü. Ortalık yatıştı. DP ilk Büyük Kongresini Ocak 1947'de yaptı. Kongre Hürriyet Misakı adında bir bildirge yayımlandı. Buna göre DP'nin kimi siyasal talepleri kabul edilmezse DP milletvekilleri TBMM'den ayrılacaklardı. Bu talepler, Anayasaya aykırı yasaların ayıklanması, dürüst seçimleri sağlayacak bir seçim yasası, devlet başkanlığının parti başkanlığı ile aynı kişide birleşmemesi (İnönü'nün durumu) diye özetlenebilir. DP ne denli sert muhalefet yaparsa Recep Peker de aynı sertlik ve hırçınlıkla karşılık veriyordu. Meclisi terk etme tehdidini hükümet "komünist taktiği" diye niteliyordu. İnönü bu durumun çok-partililik için iyi şeyler vaad etmediğini görüyordu. Hakem rolünü üstlenerek Bayar'ı ve Peker'i bir kaç kez dinledikten sonra, iki tarafı uzlaştırmaya çalışan 12 Temmuz Beyannamesini yayımladı. Bu ilişkileri hayli yumuşattı. Fakat Peker hırçınlık yanlısıydı, yani çok-partililiği sindirememişti. Onun için de İnönü CHP içinde Peker'e karşı bir hareket başlattı. Milletvekili Nihat Erim'in başını çektiği bir grup genç milletvekili, CHP grubunda Peker'e karşı oy kullandılar (35'ler hareketi). Peker, yandaşlarıyla birlikte bir kaç gün İnönü ile mücadeleye girecekmiş gibi davrandı, fakat sonra istifa etti.

Yerine Hasan Saka Hükümeti kuruldu (9 Eylül 1947).

Demokrat Parti içindeki parçalanmanın sonuçları ne olmuştur?

CHP içindeki sertlik-uzlaşma yanlıları kavgası DP içinde de, hem de daha şiddetli olarak cereyan etmekteydi. Sertlik yanlıları DP Grubuna egemendiler ve parti yönetimini yumuşaklıkla suçluyorlardı. Aradaki gerginlik ileri bir noktaya varınca Mart 1948'de bir kısım milletvekilinin ve yandaşlarının parti üyeliğine son verildi. Bunlar

önce Mecliste Müstakil Demokratlar Grubunu oluşturdular, sonra da 20 Temmuz 1948'de Millet Partisi (MP) kuruldu. Kurucuları arasında Mareşal Fevzi Çakmak, Hikmet Bayur, Kenan Öner, Osman Bölükbaşı, Sadık Aldoğan vardı. Çakmak genel başkan oldu. MP, DP'yi danışıklı bir muhalefet gütmekle suçluyordu. Fakat DP'nin bu biçimde bölünmesi, 1950 seçimlerinin de göstereceği gibi, tabana fazla yansımadı. Yine de 1950'ye değin DP'nin milletvekili sayısı yarıya inmişti.

1.7. Şemsettin Günaltay Hükümeti ve 1950 Seçimleri

Cumhuriyet Halk Partisi'nin toplumda daha fazla destek bulabilmek için laiklikten verdiği ödünleri ve bu ödünlerin sonuçlarını tartışınız.

Hasan Saka, Recep Peker gibi sertlik yanlısı değildi. Ama DP'nin uğrunda savaşım verdiği demokratikleşmeyi gerçekleştirecek iradeden yoksundu. 1948'de çıkardığı yeni seçim yasası, yargı denetimini içerdiği için, DP, ara ve yerel seçimleri boykot etti. 15 Ocak 1949 tarihinde Saka istifa etti. Yerine Şemsettin Günaltay geldi. Günaltay

bir tarihçiydi. II. Meşrutiyette İslamcı akımın içinde yer almıştı. Güven oyu alırken sağlam bir demokrasi kurma vaadi verdi. Ne var ki, ilk uygulamaları din alanında oldu. Zaten 1948'de imam-hatip yetiştirmek üzere 10 aylık kurslar açılmıştı. (DP iktidarı 1951'de bu kursları okula dönüştürdü.) Günaltay hükümeti CHP grubunun daha önce almış olduğu bir karar doğrultusunda ilkokullara seçimlik din dersi koydu. Aynı biçimde, Ankara Üniversitesine bağlı bir İlahiyet Fakültesi kuruldu.1956'da din dersi ortaokullara (istemeyenler çocuklarını bu dersten muaf tutabiliyorlardı), 1967'de liselere seçimlik olarak kondu. 1974'de ortaokul ve liselere zorunlu ahlak dersi kondu. Bu uygulamalar Atatürk dönemindeki uygulamalardan farklı da olsa, laikliğe aykırı değildi. Laikliğe aykırı olan, 12 Eylül yönetiminin bu dersleri zorunlu kılıp bunu da anayasaya yazdırmasıydı. Bu yüzden çocuğunun din dersine girmesini istemeyen, farklı inançtan bir çok ana babaya yakışıksız bir zorlama getirilmiş

oluyordu. Gerçi din dersi, "din kültürü" diye sunuluyordu, ama öğretmenin anlayışına bağlı olarak uygulamada çok kez din dersine dönüştüğü anlaşılmaktadır. DP 20 Haziran 1949'da İkinci Büyük Kongresini yaptı. Millet Partisinin danışıklı muhalefet suçlamasının baskısı altında olan DP, bu kongrede Millî Teminat Andı diye bir bildirge ortaya çıkarttı. Buna göre, oylara tecavüz edilirse (yani seçim hilesi yapılırsa), halk meşru savunma durumunda kalacaktır. Meşru savunma yasal yollardan yapılacaktır ama, hile yapan yönetim de ulusun husumetiyle karşılaşacaktır. Bu husumet sözcüğünden hareketle CHP, bildirgeye Millî Husumet Andı adını taktı.

Herhalde bu baskının da katkısıyla hükümet, Şubat 1950'de TBMM'ye yeni bir seçim yasası tasarısı getirdi. Tasarı ilk kez yargı denetimini de getiriyordu. Sonunda yasa DP'nin oyları da eklenerek kabul edildi. Tek sakıncası, nispî temsil yerine çoğunluk dizgesini kabul etmesiydi. Bu dizge 50'li yıllarda, yapılan 3 seçimde CHP

aleyhinde işleyecekti.

1950 yılında yapılan seçimlerin sonuçları ne olmuştur?

14 Mayıs 1950'de yapılan seçimlerde DP oyların %55'ini, CHP %41'ini aldı. Görülüyor ki CHP yenilmiş, ancak bozguna uğramamıştı. Ne var ki, çoğunluk dizgesi bu yenilgiyi bozguna dönüştürüyordu. DP milletvekillerinin %85'ini (408 sandalye), CHP ise %15'ini (69 sandalye) almıştı. DP'liler seçim başarılarını yeni bir çağın başlangıcı olarak selamlıyorlardı. Gerçekten de önemli bir noktaya gelinmiş oluyordu. 1945'te sona eren devrimci tek-partili dönemin ardından ikinci genel seçimde iktidar, kavgasız gürültüsüz muhalefet partisinin eline teslim ediliyordu. Bu, DP'nin bir başarısı olduğu denli, başta ve özellikle İnönü ve CHP'nin bir başarısıydı.

2. Demokrat Parti Dönemi

2.1. DP Hükümetinin Başarıları

Demokrat Parti'nin tarımsal alanda yaptığı çalışmalar ve bu çalışmaların toplumdaki etkisi ne olmuştur?

DP dönemi büyük umutlarla başladı. TBMM tarafından Cumhurbaşkanı seçilen Celal Bayar, DP genel başkanlığından istifa etti. Bu görev başbakan olan Adnan Menderes'e verildi. Refik Koraltan TBMM başkanı seçildi. Fuat Köprülü dışişleri bakanlığına geldi. DP muhalefetteyken demokratikleşme vaadinde bulunuyordu, bu vaadlerin içinde grev hakkı bile vardı. Ne var ki iktidara geldikten kısa süre sonra bu vaadler unutuldu. DP bütün gücünü iktisadî kalkınmaya verdi. Zaten o sırada koşullarda buna elverişliydi. 1950'de patlak veren Kore Savaşı dünyada bir takım ham maddelerin ve tarımsal ürünlerin fiyatlarını yükseltmişti. Bu sırada Türkiye'de sayıları gittikçe artan traktör ve diğer tarım âletleri sayesinde tarım üretiminde önemli artışlar elde ediliyordu. Traktör sayısındaki artış:

1924 - 220

1930 - 2000

1948 - 1756

1950 - 9905

1956 - 43727

Ekilen topraklar bu sayede 1948'de 9.5 milyon hektardan, 1956'da 14.6 milyon hektara yükselmişti ki, yaklaşık %50 bir artış demektir. Savaştan sonra ABD'nin özendirmesiyle 1948'de başlayan geniş çaplı karayolu yapımı sürdürülerek, o güne değin piyasaya açılamamış olan bir çok kırsal kesimler bu olanağa kavuşmuşlardır.

1952'de Türkiye'nin NATO üyeliğine kabul edilmesi önemli bir dış siyaset başarısıydı. Truman Doktrini, Marshall Planı ve Avrupa Konseyi üyeliği ardından gelen bu gelişme, Türkiye'nin bir ara yaşamış olduğu yalnızlığa bütünüyle son vermişti. (Kore Savaşına asker gönderme kararı, kimi NATO üyelerinin Türkiye'nin katılmasına yaptıkları itirazları geri almalarını sağlamıştı.) Türkiye ve DP iktidarı için işler çok iyi gidiyordu.

2.2. Halkevlerinin Kapatılması, CHP'nin Malvarlığına Elkonması

Fakat bu iyi gidişe rağmen DP'nin, daha doğrusu-önderlerinin Bayar ve Menderesbir huzursuzluğu, bir hırçınlığı vardı. Nesnel koşulların o denli elverişli olmasına karşın, onların bu ruhsal durumunu anlamak kolay değildir. Ruhbilimsel bir takım nedenlerle belki kendilerini güven içinde hissetmiyorlardı. İktidara geldikten sonra

bile bir gün iktidardan ayrılabileceklerinin rahatsızlığını duyuyorlardı. Oysa 1954 seçimleri 1950 seçimlerine göre daha parlak bir zaferle sonuçlanacaktı. Bu yüzden kimi yazarlar Menderes ve Bayar'da bir "İnönü fobisi (yılgısı)" bulunduğuna hükmetmişlerdir.

Demokrat Parti'nin Cumhuriyet Halk Partisi üzerinde kurduğu baskının sonuçları ne olmuştur?

8 Ağustos 1951'de TBMM Halkevleri ve Halkodalarını devletleştiren bir yasa kabul etti. Halkevleri ve odaları CHP'ye bağlı bir örgüttü. Tek parti döneminde bu durumun belki pek bir sakıncası yoktu. Fakat çok-partililikte hiçbir anlamı yoktu, çünkü bu örgüt bir parti hizmeti değil, bir kamu hizmeti yapıyordu. Halkevleri örgütünün

işlevlerini eskisi gibi sürdürmek üzere Milli Eğitim Bakanlığına bağlanması düşüncesi CHP zamanında nedense gerçekleşmedi. DP iktidarı, örgütü devletleştirirken bunu yapması gerekirken, bütün o kültür yuvaları (478 halkevi ve 4332 Halkodası) bir taşınmaz ve taşınır mal yığını halinde Hazineye intikal ettirildi. Örgütün kültürlendirme işlevi yok edildi. Dolayısısyla halkın aydınlanma sürecine büyük bir darbe indirildi. Bugün hâlâ o karanlık boşluk doldurulabilmiş değildir. Okullarımızın büyük çoğunluğunun hizmet sunan kitaplıklardan, gösteri salonlarından vb. yoksun olduğu düşünülürse, vurulan darbenin ağırlığı daha iyi anlaşılabilir. CHP'nin gücüne bir darbe indirmenin bilincinde olan DP, Türk aydınlanmasına nasıl bir darbe indirdiğinin acaba ne ölçüde farkındaydı? Araştırılması gereken bir konudur. DP'nin Türk aydınlanmasına indirdiği önemli bir ikinci darbe de CHP iktidarının son döneminde başlatılmış olan Köy Enstitülerini yıkma etkinliğinin DP iktidarı tarafından bütünlenmesidir. DP, Şubat 1954'te Enstitüleri klasik ilköğretmen okullarına dönüştürdü.

1953'te DP bir iş daha yaptı. CHP'nin bütün malvarlığını "haksız iktisap" diye nitelendirerek Hazineye geçiren bir yasa çıkarttı (14 Aralık 1953). Bu, ana muhalefet partisinin etkinlik olanaklarını kısmak için bir hareketti. Fakat DP'nin alerjisi CHP ile sınırlı değildi. Her türlü muhalefete karşı olmalıydılar ki, Atatürk ve devrimlerinin

aleyhindeler diye Millet Partisi de kapattırıldı (8 Temmuz 1953).

2.3. 1954 Seçimleri ve Sonrası

1954 seçimlerine yaklaşırken hükümet basından gelen eleştirilere karşı ağır cezalar getiren bir yasa çıkarttı. Mahkemeye çıkartılan gazeteciler iddialarını ispat etmek hakkından da yoksun bırakılıyorlardı. Bu haksızlık bir çok DP milletvekillerini bile isyan ettirdi. 19 DP milletvekilinin "ispat hakkı" uğrunda verdikleri savaşım, Menderes tarafından alay konusu yapılarak sonuçsuz kalınca, bunlar da DP'den ayrıldılar ya da çıkarıldılar. 1955 sonunda Hürriyet Partisini kurdular. 19'ların içinde Turan Güneş, Ekrem Alican, Fevzi Lütfi Karaosmanoğlu, Ekrem Hayrı Üstündağ gibi isimler vardı.

Demokrat Parti'nin plansız iktisadi kalkınmasının sonuçları ne olmuştur? Toplumun bazı kesimleri üzerinde kurduğu baskının hangi yönlerden "siyasi kültürün" gelişmesini engellemiştir?

    2 Mayıs 1954 seçimlerinde DP oyların %57'sini, CHP %36'sını aldı. CHP'nin sandalye sayısı 31'e indi. Bundan sonra işler iyice çığrından çıktı. Bir çoğu siyaset amaçlı, rastgele yapılan yatırımlar, dağıtılan krediler enflasyona, döviz darboğazına, mal kıtlığına yol açtı. Hükümet buna rağmen iktisadî planlama düşüncesini reddediyor, hatta alaya alıyordu. Bu sırada ABD'den 300 milyon dolar kredi istendi, alınamadı. Millî Korunma Kanununun polis ve mahkeme önlemlerine, fiyat denetimlerine, tayınlama yöntemlerine başvuruldu (1955). Bu arada 25 yıl hizmet etmiş memurların "görülen lüzum üzerine" Bakanlık emrine alınması ve emekliye sevkedilmesi uygulaması getirilerek, üniversiteliler ve yargıçlar üzerinde baskı kuruldu, tasfiyeler yapıldı.

   Gazetecilere ağır hapis ve para cezaları verdirildi. 1955 yazında Karadeniz gezisine çıkan CHP Genel Sekreteri Kasım Gülek, Sinop'ta tutuklanarak İstanbul'a getirildi ve bir gün hapiste kaldı. 1956 yazında Rize'de dükkân sahiplerinin elini sıkması, gösteri yürüyüşü sayılarak 6 ay hapse mahkûm oldu.

 

Kıbrıs Sorunu

Kıbrıs Sorunu'nun iç politikaya etkisi nasıl olmuştur?

1954'ten başlayarak Kıbrıs konusu Türkiye'nin gündemine girmeğe başladı. Yunanistan, İngiltere'nin sömürgesi olan adanın kendisine verilmesini istiyordu. Bu durumda Türkiye de adaya talip oldu. Kıbrıs Rumları adanın Yunanistan'a bağlanması (enosis) için kanlı yıldırı (terör) yöntemlerini de kapsayan gösteri ve eylemler yapmaya başlamışlardır. İngiltere konuyu incelemek üzere Londra'da bir konferans topladı (1955). Bu sırada 6 Eylül günü İstanbul'da çıkan bir gazete Atatürk'ün Selanik'teki evine bomba atıldığı haberini verdi. O akşam bütün İstanbul'da Rumların binlerce ev ve işyerlerine, kilise ve mezarlıklarına saldırıldı ve yağma ya da tahrip edildi. Bütün İstanbul'da aynı sıralarda aynı hareketin olabilmesi bir "düzen" olduğu izlenimini veriyordu. Polis önceleri seyirci, sonra da çaresiz kalmıştı. Olay, gece yarısı ordu birlikleri tarafından bastırılabildi. Sıkıyönetim ilân edildi ve işi komünistler yaptı diye bir çok solcular tutuklanıp, aylarca hapis yattıktan sonra aklandılar. Daha sonra Yassıada'daki Adalet Divanı 6/7 Eylül olaylarının Bayar, Menderes, Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu ve İçişleri Bakanı Namık Gedik tarafından düzenlendiğine karar verdi. Londra'da Kıbrıs Konferansında bulunan Zorlu "haklarımızda ne dereceye kadar ısrar edeceğimizi" göstermek üzere "aktif hareket" için "ilgililere verilecek emrin pek faydalı olacağını" bildirerek harekete yeşil ışık yakmış görünüyordu. Yassıada mahkemesine göre, İstanbul'un bir çok semtlerinde ve İzmir'de aynı anda başlayan harekette DP örgütünden yararlanılmıştı. Yunan makamları ise Atatürk'ün evine bomba atmaktan sorumlu bir kaç Türk yakaladılar, bunlar mahkum

oldular. Bunlardan biri daha sonra Türkiye'de valilik yapacaktı. Öyle görünüyor ki, 6/7 Eylül olayı, Tan olayı gibi, ama çok daha geniş çapta, ülkemizde devletin hukuk dışına çıkmasının üzücü bir başka örneğidir. DP, Meclis soruşturması önerisini de reddettirdi. Bir tek Namık Gedik istifa etti.

Türkiye Kıbrıs'ta ne gibi bir statü elde etmiştir?

Kıbrıs konusunda Türkiye'nin iddiasını ortaya koyduğu ilk sıralarda adanın tümü isteniyordu ("Kıbrıs Türktür, Türk kalacaktır"). Daha sonra bunun pek gerçekçi olmadığı düşünülmüş olmalı ki, adanın Türkiye ve Yunanistan arasında paylaşılması istenmeğe başlandı ("Ya taksim ya ölüm"). Sonuç olarak 13 ve 19 Şubat 1959'da yapılan Zürih ve Londra Antlaşmalarıyla Kıbrıs'ın bağımsız olması, fakat Türkiye, Yunanistan ve İngiltere'nin adada özel haklarının bulunması kararlaştırıldı. İngiltere adadaki büyük hava üslerini muhafaza edecek, Türkiye ve Yunanistan birer askerî garnizon bulunduracaklar, her üç devletin müdahale hakları bulunacaktı. Ayrıca, Kıbrıs Anayasası hükümet ve parlamentoda Türklere bazı özel haklar tanıyordu. Federal Almanya'dan bir yargıcın başkanlığındaki Anayasa Mahkemesi bu düzenin işleyişine nezaret edecekti. Başpiskopos Makarios Kıbrıs Cumhurbaşkanı, Dr. Fazıl Küçük yardımcısı seçildiler. Kıbrıs sorunu böylece çözülmüş gibi görünüyordu,

fakat kısa bir süre sonra Rumlar Zürih ve Londra Antlaşmalarının getirdiği düzeni yıkmak için harekete geçeceklerdi.

2.5. 1957 Seçimleri ve DP'nin Demokrasiden Sapması

1957 seçimlerinin sonuçları ne olmuştur?

1957 seçimlerini yine DP kazandı, fakat DP'nin oyları azalmıştı (%48 ve 424 milletvekili). CHP oyların %41'ini almıştı (178 milletvekili). Cumhuriyetçi Millet Partisi (Osman Bölükbaşı'nın partisi), ve Hürriyet Partisi de 4'er milletvekili çıkarmışlardı.

Demokrat Parti dönemindeki iktisadi bunalımın boyutları ne olmuştur?

1958'de iktisadî bunalımın çözümsüzlüğü karşısında Türk hükümeti IMF ve Dünya Bankasının dayatmasını kabul etmek zorunda kaldı (başka türlü dış borç almak olanağı yoktu). 4 Ağustos 1958'de istikrar önlemleri alındı ve dolar 2.80 TL'den 9 TL'ye çıkarıldı. Millî Korunma Kanunu uygulamaları fiilen durduruldu ve enflasyonu dizginleyebilmek için kamu kuruluşlarının ürünlerine zam yapıldı. Önceleri devlet işletmelerini özel kesime devretmeyi düşün DP, özel kesimin devlet işletmelerini almak ya da kendi yatırımlarını yapmaktaki yavaşlığı karşısında daha sonra ya da kendi yatırımlarını yapmaktaki yavaşlığı karşısında daha sonra yaptığı yatırımlarla kamu kesimini genişletmiş bulunuyordu. Ama özel kesimin sanayi yatırımları da zamanla çoğalmıştı. Kurulan sanayiler genellikle ithal ikamesini amaçlıyordu. Örneğin, döviz darboğazı yüzünden musluk, akü, kalorifer gibi mallar ithal edilmeyince, bunlar yerli olarak yapılmaya başlanıyordu. 1958 güzünde DP iktidarı yeni ve daha şiddetli bir baskı dönemi başlattı. Neden buna gereksinim duyduğu incelenmelidir. Bu kez iktisadî bir bunalımın sonucu istikrar önlemleri ve ağır bir devalüasyon fiyatları fırlatmış, halkı perişan etmişti. Öte yandan 1957 seçimlerinde CHP yükselişe geçmiş, çoğunluk dizgesine rağmen Meclise kalabalık bir milletvekili grubu sokmayı başarmıştı. İktisadî durumun kötülüğü hesaba katılırsa, bundan sonraki seçimin CHP tarafından kazanılması, muhtemeldi. Oysa Menderes ve çevresi iktidardan ayrılma olasılığını nedense kabul edemiyorlardı. Bu sırada daha şiddetli bir baskı dönemi başlatmak için gerekçe ya da vesile olacak iki dış örnek de ortaya çıkmış bulunuyordu.

2.6. Orta Doğu Siyaseti ve Irak Devrimi

Demokrat Parti'nin Orta Doğu'da izlediği politikanın amaçları nedir?

Örneklerden biri 14 Temmuz 1958 Irak Devrimiydi. DP iktidarı Orta Doğu devletleriyle yakın ilişkilere girmek istemiştir. Belki bu yakınlığın sayesinde zamanla Türkiye'nin bölgede önder devlet durumuna yükseleceğini ummuştur. Fakat bunu yaparken NATO, ABD ve Soğuk Savaştaki tutumundan hemen hiç bir ödün vermek

de istememiştir. Oysa demokratik-ulusçu Arapların bir numaralı sorunu Filistin sorunuydu. İsrail'in bir numaralı müttefiki ve destekçisi ABD ve Batı Avrupa ülkeleri olduğuna göre, Türkiye'nin ABD ve NATO ittifakından vazgeçmeden bu Araplarla (1952 Cumhuriyet Devriminden beri bu Arapların başını Nâsır ve Mısır çekiyordu)

yakınlık kurmak olanaksızdı. Öbür Araplar saltanatla yönetilen feodal ülkelerdi. Onlar için de Filistin sorunu çok önemliydi. Ama düzenlerini yıkacak olan Cumhuriyetçi demokratik-ulusçu hareketlerden korunmak daha da önemliydi. Dolayısıyla ABD ve Batı Avrupa’yla ilişki kurmaya çok daha hazırdılar. Batı, düzenlerine payanda

oluyordu. Sonuç olarak Batının içinde olan Türkiye ancak Pakistan, İran ve Irak'la "komünizme karşı" Bağdat Paktını kurabildi. İngiltere de paktın üyesiydi. ABD dışardan destek veriyordu. DP önderleri özellikleri Irak Krallık ailesi ve Başbakan Nuri Sait ile çok yakın kişisel ilişkiler geliştirmişlerdi. Iraklı yöneticiler tatillerini

Boğazda geçiriyorlardı.

Türkiye'nin Irak Devrimi karşısındaki tutumu ne olmuştur?

Derken 14 Temmuz 1958'de Irak ordusu darbe yaptı, iktidarı ele geçirdi. Faysal ve Nuri Sait öldürüldüler. DP'li yöneticiler bundan çok etkilendiler. Türk Ordusu Irak ve Suriye sınırında alarma geçirildi. Hatta Menderes'in Irak'a askerî müdahaleye niyetlendiği, fakat ABD tarafından vazgeçirildiği öne sürülmüştür. Lübnan ve Ürdün'ün

başvuruları üzerine ABD'nin askeri birlikleri, Lübnan'a, İngilizlerinki ise Ürdün'e gönderildi. Lübnan'a yapılan askeri çıkarmada ABD İncirlik üssünden de  yararlanmıştı. DP iktidarına göre Irak Devrimi dıştan desteklenen yıkıcı bir faaliyetti. Muhalefete göre ise istibdat ve baskıya karşı bir ayaklanmaydı. Sovyetler Türk hükümetinin tutumunu protesto ettiler. ABD 5 Mart 1959'da Bağdat Paktının kalan üyeleri ile ve bu arada Türkiye ile, birer Karşılıklı İşbirliği Paktı yaptı. Buna göre Türkiye'ye bir saldırı olursa ABD yardıma gelecekti. ABD zaten NATO ittifakı ile Türkiye'ye karşı böyle bir yükümlülüğe girmişti. Değişik olan, Paktın girişinde saldırı

kavramı yanında "dolaylı saldırı" kavramına yer verilmesiydi. Anlaşılan, Türkiye'de bir ayaklanma, bir karışıklık olursa, Türk Hükümetinin isteği üzerine ABD silahlı birlikler gönderebilecekti.

Demokrat Parti yöneticileri Irak Devrimi'nden nasıl etkilenmişlerdir?

Bir çok kaynaklara göre, Irak Devrimi DP iktidarında darbe ya da devrim korkularını başlatmış ya da artırmıştır. Bu, ne kadar doğruysa, ABD ile yapılan ikili antlaşma da DP'li önderlerin güven ve istediklerini yapma duygularını o derecede artırmış olmalıdır. Muhalefet Irak Devrimini doğru bulduğuna göre, benzerini Türkiye'de yapabilir, onun için daha da baskı altına alınmalıdır diye düşünülmüştür.

2.7. Fransa'da Gelişmeler ve Türkiye'ye Etkileri

DP'nin muhalefete karşı yeni bir baskı dönemi açmasında payı olmuş olabilecek ikinci dış örnek, Fransa'da olup bitenlerdi. Orada, II. Dünya Savaşı sırasında Almanlara karşı direnmenin önderliğini yapmış olan De Gaulle, karışık bir siyasal ortamda 31 Mayıs 1958'de başbakanlığa getirilmişti. O, Meclisin ve seçmenin desteğini

alarak gelenekselleşmiş parlamenter düzene son veren, yarı-başkanlık sistemini getiren V. Cumhuriyet Anayasasını yürürlüğe soktu. De Gaulle, savaşta elde etmiş olduğu karizmatik önder durumundan yararlanarak, bir çeşit "demokratik diktatör" oldu. Fransa'daki gelişmeleri örnek almak isteyen Menderes, De Gaulle'ün hangi

koşullarda iktidar olduğunu herhalde görmek istemiyordu. Fransa'nın sömürgesi değil, anavatanın bir parçası yaşanmaktaydı. Yüzbinlerce insan ölmüştü. II. Dünya Savaşında Fransa'yı kurtarmış olan De Gaulle, bu büyük sorunu çözmek, anavatanın bir parçasında barışı sağlamak üzere görevlendirilmişti. Oysa ne Türkiye'nin

böyle bir sorunu vardı, ne de Menderes ve Bayar kurtarıcı sayılabilirlerdi.

Başbakan Menderes, Fransa'daki gelişmelerden nasıl etkilenmiştir?

Menderes 6 Eylül 1958'de Balıkesir'de muhalefeti Irakt'taki Devrimin benzerini yapmak istemekle suçladı ve darağaçlarını hatırlattı. 21 Eylül'de İzmir'de De Gaulle düzenini örnek almak istediğini gösteren sözler söyledi. Devlet görevlilerine baskı yapılırsa demokrasiye paydos deneceğini de belirtti. İnönü bu sözleri yanıtsız bırakmıyordu, fakat iktidarın niyetleri belli olmuştu. Önce bu niyetler Vatan Cephesi biçiminde

somutlaştı. Menderes Manisa'da 12 Ekim 1958 günü muhalefetin "kin ve husumet" cephesine karşı bir Vatan Cephesi kurulması çağrısında bulundu. Ondan sonra ülkenin her yanında Vatan Cephesi örgütleri kurulmaya başlandı. Üyeler aslında DP'ye üye oluyorlar, fakat katıldıkları örgüte Vatan cephesi deniyordu. Vatan

Cephesini kuranlar ve katılanların adları her gün radyoda tek tek okunuyordu. Bu, siyasal gerilimi büsbütün artıran bir kampanyaydı.

2.8. CHP'nin Muhalefet Savaşımı

Cumhuriyet Halk Partisi'nin Demokrat Partisi'nin uygulamaları karşısındaki tutumu ne olmuştur?

Muhalefet bu gelişmeler karşısında ezilmemeye çalışıyordu. 24 Kasım 1958 tarihinde Hürriyet Partisi CHP ile birleşme kararı aldı. 12 Ocak 1959'da toplanan CHP'nin 14. Kurultayı İlk Hedefler Beyannamesi adlı metni kabul etti. Beyannamedeki esaslar CHP iktidara ilk geldiği yasama döneminde gerçekleştirilecekti. Bunlardan başlıcaları, sosyal devlet, basın özgürlüğün, grev ve sendika kurma hakkı, ikinci meclis, anayasa mahkemesi, seçimde nisbî temsil usulü, üniversite özerkliği, yüksek yargıçlar kurulu, devlet yayın araçlarının yansızlığı idi. Bunlar, daha sonra 1961 Anayasasının temelini oluşturacak esaslardı.

Demokrat Parti'nin devlet görevlilerini kendi politikası uyarınca kullanmasının sonuçları ne olmuştur?

DP iktidarı muhalefet önderlerinin yurtta dolaşmasına dayanamıyordu. Daha 1952'de, muhalefet önderlerinin, başta İnönü ve Kasım Gülek, gezilerini önlemek için baskı yapmaya başlamışlardı. Bu baskı kolluk güçlerinin, yönetici, savcı ve mahkemelerin baskısı olabileceği gibi, DP'li partizanlara yaptırılan düşmanca davranışlar

da olabiliyordu. İnönü'nün Ekim 1952'de yaptığı Ege gezisi sırasında İzmir'de kişisel müdahaleler, Akhisar ve Manisa'da protesto gösterileri yapıldı. 8 Ekim 1952 günü İnönü, Balıkesir'e gelecekti. Vali kentin dışında onu karşıladı ve kente girerse olaylar çıkacağını, olanlardan sorumlu olmayacağını, İnönü'yü koruyamayacağını

bildirdi. İnönü kente girmekten vazgeçti. 18 Nisan 1954'de İnönü'yü, Mersin'de açık hava toplantısı sırasında DP'lilerin saldırıları karşısında canını kurtarabilmesi için yüksek bir duvardan aşırtmak gerekmiştir. Daha başka örnekler de verilebilir. Fakat görünen odur ki, sonraki olaylar daha ağırdır. Bunlar da İnönü'yü dövmek, yaralamak, hatta muhtemelen öldürmek düşüncelerinin yer aldığını söyleyebiliriz.

Demokrat Parti'nin toplumu kamplaştırmasının sonuçları ne olmuştur?

Yine bir Ege gezisinde, 30 Nisan 1959'da İnönü'nün Kurtuluş Savaşında karargâhı olan evi ziyaret etmesi, Vali tarafından ne pahasına olursa olsun önlenmek istenmiştir. Valinin bu buyruğunu yerine getirmeyen Emniyet Müdürü ve Jandarma Komutanı o gün görevden alınmışlardır. O gece çevredeki bir takım fabrikalardan DP'li

partizanlar getirildi. Ertesi gün bu kalabalık, istasyona gitmekte olan İnönü'nün otomobilini durdurdu. İnönü otomobilinden inip kalabalığın arasından geçerken başına isabet eden bir taşla yaralandı. Yolda olaylar devam etti. İzmir'de CHP'nin bütün etkinlikleri engellendi, DP'li partizanlar Demokrat İzmir gazetesini yıktılar. İstanbul'da İnönü hava alanından kente gelirken, taşlı, sopalı DP'liler Topkapı'ya yığıldılar (4 Mayıs). Trafik Müdürü arabasıyla yolu tıkamış bulunuyordu. İnönü'nün arabası durunca, çevresi zorbalar tarafından sarıldı. Trafik Müdürü İnönü'yü kendi arabasına alıp götürmek için ısrar ediyordu. Neyse ki görevli olmayan ama durumu izleyen bir binbaşı, olayı seyretmekle yetinen askerlere arabanın çevresini dipçikle açmaları komutunu verdi ve Trafik Müdürünün arabasını yol ortasından çekmesini sağladı. Bu olayların gazetelerde yazılması yasaklandı, basın beyaz sütunlarla çıktı. Topkapı olayında bir cana kastetme durumu olduğu söylenebilir (bu sırada İnönü 75 yaşındaydı). DP'nin önderleri olan Menderes ve Bayar'ın cezaî sorumluluğu kanıtlanamasa

bile, siyasal sorumlulukları olduğu açıktır.

2.9. 27 Mayıs Darbesine Doğru

Tahkikat Komisyonu'nun kurulma gerekçesi ve görevleri nelerdir?

Aynı yıl CHP Genel Sekreteri Kasım Gülek'e karşı Çanakkale'de, Geyikli'de olaylar düzenlendi. 1960 ilkbaharında Yeşilhisar olayı oldu. İnönü'nün oraya gitmek istemesi Kayseri olaylarına yol açtı. Muhalefet gezilerini zorbalıkla, korkutarak, yıldırarak önleyemeyen DP iktidarı, bu kez sorunu kökünden çözmeye kalkıştı. 12 Nisan 1960 günü DP Grubunun yayımladığı bildiri CHP'yi "silahlı ve tertipli ayaklanmalar hazırlamakla", bir kısım basını da bunu yalan ve çarpıtılmış haberlerle desteklemekle suçluyor ve üç ayda işini bitirecek bir Tahkikat (Soruşturma) Komisyonunun kurulması yönündeki kararın alındığını açıklıyordu. 18 Nisanda DP'nin önergesi TBMM'de kabul edildi. Kurulan ve hepsi de DP'li olan 15 kişilik Komisyon ilk iş 3 şeyi yasakladı:

• Partilerin tüm etkinlikleri (fakat soruşturulacak olan yalnızca CHP idi),

• Partilerin tüm etkinlikleri ile ilgili yayınlar,

• TBMM'de Komisyonla ilgili görüşmeler ve bunlar hakkında yayınlar,

İnönü o gün TBMM'de 2 konuşma yaptı. Kendilerinin ihtilalden gelip demokrasiye geçtiklerini, ihtilal yapmalarının olanaksız olduğunu, kurulacak komisyonun gayrı meşru olduğunu, TBMM'nin üstünde bir baskı düzeni getireceğini, bu durumun kendileri dışından kaynaklanan bir ihtilale yol açacağını söyledi. Ve ünlü cümleleri:

   "Bu demokratik rejim istikametinden ayrılıp baskı rejimi haline götürmek tehlikeli bir şeydir. Bu yolda devam ederseniz, ben de sizi kurtaramam... Şartlar tamam olduğu zaman milletler için ihtilal meşru bir haktır." Bu konuşmaları yayımlamak yasaktı. Buna rağmen Ulus ve Demokrat İzmir gazeteleri aynen bastılar, bu ve başka yollardan ülkenin her yanına dağıldı. CHP boyun eğmek niyetinde değildi. İnönü bunu açıkça Mecliste söylemişti. Bir de bunalımdan çıkar yol göstermişti: demokrasinin gereklerine uyarak dürüst bir seçim yapmak. Ama Menderes "ihtilal olabilir" uyarısını, "bunlar ihtilal yapmak istiyor" biçiminde yorumlayarak DP Grubunu daha şiddetli önlemler almaya ikna etti. 27 Nisan 1960 günü çıkarılan ve Tahkikat Komisyonuna olağanüstü yetkiler tanıyan yasa, Komisyonu, her türlü yayınları yasaklamaya, süreli yayınları ve basım evlerini kapatmaya, her türlü siyasal etkinlikler konusunda ve soruşturmanın selameti için önlem ve karar almaya, bu amaçla hükümetin bütün olanaklarından yararlanmaya yetkili kılıyordu. Komisyonun önlem ve kararlarına "her ne suretle olursa olsun muhalefet edenler" 1-3 yıla kadar ağır hapis cezasına, gizli olan soruşturma konusunda

açıklama yapanlar 6 ay ile 1 yıl arasında hapis cezasına çarptırılacaklardı. Komisyonun çalışmaları ceza usulündeki ilk soruşturma niteliğinde olacaktı. Buna karşı İnönü şöyle diyordu: "Biz tedbiri aldık. Bu tedbiri yürüteceğiz diyorsunuz... Gayrımeşru baskı rejimine girmiş olan idarelerin hepsi böyle demiştir... Bu tedbire

teşebbüs eden baskı tertipçileri zannediyorlar ki: Türk Milletinin Kore Milleti kadar haysiyeti yoktur." (Kore diktatörü Rhee, öğrenci ve halk gösterileri karşısında, 21 Nisan 1960'ta istifa etmek zorunda kalmıştı.) Bu konuşma karşısında Meclis, İnönü'ye 12 oturum Meclis'e katılmama cezası verdi.

Demokrat Parti iktidarına karşı toplumun bazı kesimlerinin tepkisi nasıl olmuştur?

Ertesi gün (28 Nisan) İstanbul Üniversitesi öğrencileri büyük bir gösteri yaptılar. Polis çaresiz kaldı, ordu birlikleri çağrıldı. Bir öğrenci öldü. 40 kişi yaralandı. Rektör Sıddık Sami Onar tartaklandı. Hükümet sıkıyönetim ilân etti, Üniversite tatil edildi. Yayın yasağı getirildiği için olaylar kulaktan kulağa abartılarak aktarıldı. Ertesi gün Ankara'da Siyasal Bilgiler ve Hukuk öğrencileri gösterilere başladılar. Polis başa çıkamayınca ordu birlikleri geliyordu. İktidar sertleştikçe sertleşiyordu. Menderes radyoda konuşmalar yapıyor, Ege'ye gidip İzmir'de kendisini karşılayan kalabalıklar karşısında maneviyat yükseltiyordu. Bayar, Prof. Dr. Ali Fuat Başgil'in 30 Nisan'da yaptığı hükümetin istifa etmesi tavsiyesine "Hayır, tenkit zamanı geçti. Şimdi tenkil (örnek ceza, ortadan kaldırma) zamanıdır," diyordu. Oysa ordudan işaretler geliyordu. Emekli olmak üzere izne ayrılan Kara Kuvvetleri Kumandanı Cemal Gürsel, Millî Savunma Bakanı Ethem Menderes'e yazdığı mektupta Cumhurbaşkanı ve hükümetin değişmesi gerektiğini söylüyordu. 21 Mayıs günü Harb Okulu öğrencileri Atatürk Bulvarında yürüyüş yaptılar. Düşünülen tek çare, Harb Okulunun en kısa zamanda tatile göndermek oldu. DP Genel İdare Kurulunun ve DP Meclis Grubunun Menderes'i tuttuğu yoldan geri çevirmek için yaptıkları girişimler de onu etkilemedi. Böylece 27 Mayıs 1960 darbesine gelindi. Millî Birlik Komitesi adında

çoğu genç subaylardan oluşan bir cunta yaptı darbeyi.

 

2.10. Millî Birlik Komitesi

27 Mayıs askeri müdahalesinden sonra meydana gelen gelişmeler nelerdir?

Millî Birlik Komitesinin (MBK) 38 üyesi vardı. Hükümet üyeleri, DP'li mebuslar ve bir çok DP'liler tutuklandılar. Yassıada'da muhakeme edildiler. Hafif ve ağır bir çok cezalar verildi, bu arada 14 idam vardı. Bayar'ın cezası yaşından ötürü hapse çevrildi. Üç kişinin idam cezası MBK tarafından onaylandı: Menderes, eski Maliye Bakanı Hasan Polatkan, eski Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu. MBK, başkanlığına orduda sevilen ve sayılan Cemal Gürsel'i getirdi. MBK bir an önce demokratik bir anayasa yapıp seçimlere gitmek istiyordu. Oysa MBK içinde, başında Alparslan Türkeş'in bulunduğu 14 kişilik bir grup temel bazı reformları yapmadan iktidarı bırakmak yanlısı değildi. 13 Kasım 1960'ta yapılan bir darbeyle 14'ler Komiteden çıkarılıp yurt dışı görevlerine gönderildiler. 6 Ocak 1961'de Kurucu Meclis çalışmalarına başladı. Kurucu Meclis MBK ve Temsilciler Meclisinden oluşuyordu. Temsilciler Meclisi DP dışındaki partiler ve meslek ya da benzeri sivil kuruluşların

temsilcilerinden oluşuyordu. Kurucu Meclisin yaptığı Anayasa 9 Temmuz 1961'de halk oylamasına sunuldu ve %60,4 olumlu oyla kabul edildi. Ekimde nisbî temsil usulüyle seçimler yapıldı. CHP 1. parti olduysa da TBMM'de çoğunluğu olmadığı için, 1965 başına kadar İnönü başkanlığında karma (koalisyon) hükümetler

kuruldu.

 

Özet

İkinci Dünya Savaşı'nda faşizmin ve ırkçılığın ağır bir yenilği alması sonucu, demokrasi düşüncesi tüm dünyaya yayılmıştır. Kuruluşundan itibaren demokratik bir düzeni hedeflemiş olan Türkiye de, hem Sovyet tehdidini ortadan kaldırmak hem de batının siyasal çoğulcu düzenini benimsemek için çok partili hayata geçmiştir.

Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) içindeki bir grup milletvekili "Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu" na duydukları tepkiden ötürü, parti grubuna "Dörtlü Takrir" adıyla anılan bir önerge vermişlerdir. "Dörtlü Takrir"in reddedilmesi sonucu, Celal Bayar, Adnan Menderes, Fuat Köprülü ve Refik Koraltan CHP'den ayrılarak 7 Ocak 1946'da Demokrat Partiyi kurmuşlardır. Çeşitli nedenlerden ötürü CHP'den memnun olmayan geniş halk kesimi bu yeni partinin etrafında toplanmışlardır. Özellikle, politik nedenlerden ötürü aydınlar üzerinde baskı kurulması CHP'nin güç kaybetmesine neden olmuştur. Nitekim, 1950 yılında yapılan seçimlerde Demokrat Parti iktidar olmuştur. Türkiye'de tek parti döneminin yumuşak bir şekilde sona ermesi, dünyada ender görülen

olaylardan biridir. Ancak, Demokrat Parti'nin Atatürk Devrimlerinden ödün vermesi, Hakevlerini kapatması, CHP'nin malvarlığına elkoyması ve muhalifleri üzerinde baskı kurması siyasi kültürün gelişmesini engellemiştir. Hatta, Demokrat Parti'nin ülkede siyasi kamplaşmayı körüklemesi toplumda derin izler bırakmıştır. Anayasa ve kanunlara aykırı eylemler de bulunması da devlet örgütünü yozlaştırmıştır. Demokrat Parti'nin bu olumsuz politikalarına karşı bazı toplumsal güçler örgütlenmeye başlamıştır. Basın mensupları ve üniversite öğrencileri bu anti-demokratik uygulamalara karşı çıkmakta geçikmişlerdir. Toplumun gerginleşmesi ve rejimin tehlikeye düşmesi karşısında bir süreden beri huzursuz olan ordu içindeki bazı subaylar da, 27 Mayıs 1960'ta yönetime

müdahale etmişler ve Demokrat parti'yi iktidardan uzaklaştırmışlardır. 27 Mayıs askeri müdahalesinden sonra yeni bir anayasa yapılmış ve tekrar seçimlere gidilmiştir. Bu seçimlerin sonucunda CHP'nin öncülüğünde bir koalisyon hükümeti kurulmuştur.Yeni anayasa, özgürlükçü bir siyasi yapı hedeflemiş ve toplumun siyasi, sosyal ve ekonomik haklarını genişletmiştir.

 

 

3.Soğuk Savaş Döneminde Dünya’da Meydana Gelen Bilim, Kültür, Sanat ve Spor Alanındaki Gelişmeler

3.1 Uzay Yarışı

Uzay Yarışı, Amerika Birleşik Devletleri (ABD) ve Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (SSCB) arasında 1957'den 1975'e kadar süren, resmî olmayan rekabet. Uzaya uydu ve sonda yollayarak keşfetmek, insan göndermek, Ay'a insan indirmek gibi çabalar içerir. Uzay Yarışı, Soğuk Savaş'ın bir parçasıdır.

Yarışın başlangıcı, II. Dünya Savaşı'ndan kalma roket teknolojisine, savaştan sonra ortaya çıkan uluslararası gerginliğe ve Sovyetlerin 4 Ekim 1957'de Sputnik 1 adlı ilk yapay uyduyu fırlatmasına dayanır. Uzay Yarışı, Soğuk Savaş döneminde SSCB ve ABD arasındaki kültürel ve teknolojik rekabetin önemli bir parçası haline geldi. İki ülkenin birbirini olası bir sıcak savaştan önce moral olarak çökertme çabalarında, uzay teknolojisi araç olarak kullanıldı.

Yapay uydular

Sputnik

4 Ekim 1957'de SSCB Sputnik 1'i başarıyla fırlatıp yörüngesine yerleştirdi ve böylece Uzay Savaşı başladı. Askerî ve ekonomik suçlamalar yüzünden Sputnik Amerika'da korkuya ve politik tartışmalara sebep oldu. Diğer yandan Sputnik'in fırlatılışı Sovyetler tarafından bilim ve mühendislik alanlarındaki gelişimin bir simgesi olarak görülmüştür.

Sovyetler Birliği'nde, Sputnik'in fırlatılışı ve sonrasındaki uzay programları halkın büyük ilgisini çekti. Ülkenin teknoloji alanında kazandığı bu başarılar, savaştan sonra yavaş yavaş yaralarını sarmakta olan halk için büyük cesaret kaynağıydı. Sputnik'in başarıyla yörüngeye oturmasını sağlayan R-7 roketini tasarlayan başmühendis Sergey Korolyov (veya Korolyev) çalışmalarını gizlilik içinde sürdürmüştür.

Sputnik'in başarısından önce ABD kendi teknolojisinin her alanda üstün olduğunu varsayıyordu. ABD, Sputnik'in başarısının ardından, teknoloji alanında kaybetmiş olduğu üstünlüğü tekrar kazanmak için büyük çaba sarfetmiş, yeni von Braun'lar ve Korolyov'lar yetiştirmek umuduyla okul müfredatını yenilemiştir. Bu tepki günümüzde Sputnik krizi olarak bilinir.

Sputnik yüzünden korkan ve cesareti kırılan ABD halkı sonraki projelerden âdeta büyülendi. Okul çocukları bile fırlatılışları takip etmeye başladı, roketlerin maketlerini yapmak hobi oldu. Başkan Kennedy halkı motive etmek ve kuşkuya düşen halkın uzay programlarını desteklemesini sağlamak amacıyla konuşmalar yapmaya başladı.Sputnik'in fırlatılışından yaklaşık 4 ay sonra, ABD ilk uydusu olan Explorer 1'i fırlattı. Bu arada Cape Canaveral'da fırlatılış sırasında birçok başarısızlık yaşandı. Fırlatılan ilk uyduların çoğu bilimsel amaçlıydı. Sputnik ve Explorer 1, ülkelerinin Uluslararası Jeofizik Yılı'na (International Geophysical Year) katkı amacıyla fırlatılmıştı. Sputnik atmosferin üst tabakasının yoğunluğunun belirlenmesinde, Explorer 1 ise uçuş dataları sayesinde James Van Allen'in Van Allen Radyasyon Kemerinin keşfinde kullanıldılar.

Hayvanlı uçuşlar

Birleşik Devletlerin ele geçirdiği Alman V-2 roketleriyle fırlatılan meyve sinekleri ile 1946'da uzaya hayvan gönderen ilk bilimsel çalışma yapıldı. 1957'de SSCB'nin Sputnik 2 uçuşu ile yörüngeye gönderilen ilk canlıysa Laika adındaki köpek oldu. O tarihte geri getirecek yeterli teknolojinin henüz bulunmaması nedeniyle, uzaya ulaştıktan bir süre sonra Laika aşırı sıcaklık ve stresten hayatını kaybetti. 1960'ta ise Belka ve Strelka başarıyla Dünya yörüngesine ulaşıp geri dönebildiler. Amerika Afrika'dan ithal ettiği şempanzelerle uzaya insan göndermeden önce çalışmalar yaptı. Yine Sovyetler 1968 yılında Zond 5'le uzaya kaplumbağalar göndermiş, ayın etrafını dolaşan ilk canlı uçuşu gerçekleştirmiştir.

İnsanlı uçuşlar

Sovyetler Birliği, Vostok serisi uzayaraçları ile uzaya ilk insanı göndermeyi başardı. Yuri Gagarin 12 Nisan 1961'de Vostok 1 aracıyla yaptığı uçuşla Dünya yörüngesine başarıyla ulaşan ilk insan olmuştur. Bu olayın yıldönümü Rusya'da ve birçok ülkede hâlâ kutlanmaktadır.Vostok serisi uzayaraçlarını, Sovyet uzay programının başındaki Sergey Korolyov ve ekibi tasarlamıştır. Vostok'lar önce sınama uçuşlarında uzaya gönderilen köpek ve mankenleri sağ salim dünyaya geri getirmeyi başardı. Beri yandan, ilk Sovyet uzayadamlarının eğitim programı sürdürülüyordu. Tüm hazırlıkların tamamlanması üzerine, 12 Nisan 1961'de içinde Yuri Gagarin'in bulunduğu Vostok 1 uzaya gönderildi. Vostok 1, dünya yörüngesinde 108 dakikada tam bir tur attıktan sonra Gagarin'i Sovyet topraklarına indirdi.Şüphesiz ki insanlı Sovyet uzay programı insanlık tarihinin en önemli ve cesur girişimlerinden biriydi. Vostok projesi, uzay yarışında Sovyetler'in öncülüğünü perçinlemekle birlikte, ABD için tam bir sürpriz değildi. Yakın zamanda yayımlanan tarihî CIA raporları, ABD yönetiminin insanlı Sovyet projesinden uzun süredir haberdar olduğunu iddia etmektedir.
      ABD, Sovyetlerin bu atağı karşısında kendi projesini hızlandırdı ve 25 Nisan 1961'de ilk uzayadamını Mercury-Redstone 3 aracıyla uzaya gönderdi. Ancak Vostok 1'in aksine Mercury 3 aracı yörüngeye giremedi, atmosferin dışına çıktıktan hemen sonra geri döndü. Ayrıca Mercury 3, Vostok 1'e göre daha dar ve küçük bir araçtı. ABD'nin yörüngeye girebilen ilk insanlı uçuşu, ancak bir yıl sonra, John Glenn yönetimindeki Mercury 4 aracı ile gerçekleşti (20 Şubat 1962).Sovyetler, kazandıkları bu ivme ile uzay yarışında başka ilklere de imza attı. Valentina Tereşkova 16 Haziran 1963'te Vostok 6'yla uzaya gönderilen ilk kadın oldu. SSCB'nin Voskhod 2 programında Aleksei Leonov, 18 Mart 1965'te ilk uzay yürüyüşünü gerçekleştirdi. Ancak bu görev neredeyse bir felaketle sonuçlandı. Yetersiz retroroket ateşinden dolayı Leonov'un bulunduğu kapsül hedeften 1.600 km ötede yere inebildi.

       Vostok serisinin ardından, Sovyetler üç insanı aynı anda uzaya gönderebilen Voskhod programına başladı. Ancak Voskhod, üç kişi için genişletilmiş bir Vostok kapsülünden başka bir şey değildi ve ciddi bir teknolojik gelişme göstermiyordu. Ayrıca son derece sıkışık şekilde kabine yerleşen üç uzayadamının güvenlikte olmadığı anlaşıldığından, Voshkod programı iki uçuştan sonra iptal edildi. Sovyetler bu başarıları gerçekleştirirken ABD de boş durmadı ve uzay teknolojisini geliştirdi. Ay'a insan gönderme projesine hazırlık olarak, uzayda yörünge değiştirerek manevra yapabilen Gemini serisi araçları hazırladı ve uzaya gönderdi. Gemini araçları, Sovyet araçlarına göre daha az "ilk" gerçekleştirmiş olmakla birlikte, daha üstün teknolojiye sahipti. Zira Vostok ve Voskhod araçları uzayda manevra yapma ve kenetlenme yeteneğine sahip değillerdi. Sovyet uzayadamları, otomatik işleyen kendi araçlarının yolcusu durumunda iken, ABD'li uzayadamları, araçlarını idare eden pilotlardı. Bu tecrübe ve teknoloji farkı, Ay'a iniş projesinde ABD'ye üstünlük sağlayacaktır.

Ay'a iniş

Uzay Yarışı'nın başlangıcında Sovyetlerin sağlamış olduğu açık üstünlüğe karşı, ABD bir karşılık verme arayışına girdi. 1961'de başkanlık koltuğuna oturan Kennedy, seçim kampanyası boyunca uzay çalışmalarına önem vereceğini açıkça belirtmişti. Ay'a insan indirme ve geri getirme hedefine ulaşmak için başlatılan projeye Apollo adı verildi.

Kennedy ve Johnson halkın görüşünü yönlendirerek Apollo programına 1963'te % 33 olan güveni 1965'te % 58'e çıkardılar. Johnson'ın 1963'te başkan olmasından sonra devam eden desteği, programın başarılı olmasını sağladı.

Kennedy, Sovyet ve ABD astronotlarının aya inişleri ve hava durumu analizi yapan uyduların geliştirilmesi konularındaki programları birleştirmek amacıyla Sovyetlere teklif götürdü. Ancak Kruşçev, o zaman için Amerika'ya göre üstün olan Rus uzay teknolojisinin çalınması konusunda gösterdiği hassasiyet sebebiyle bu teklifi geri çevirdi ve Sovyetler kendi insanlı Ay projelerini yürüttüler.

Bunun üzerine ABD, Ay'a iniş projelerini tek başına geliştirmeye başladı. Bunun için öncelikle uzayda manevra yapabilen araçların geliştirilmesi gerekiyordu. ABD, Gemini serisi araçları uzaya gönderdi ve bu araçların manevra ve kenetlenme konusunda başarı göstermesinin ardından, Apollo Projesi'ne başlandı.

Sovyetlerin insansız uzay roketlerinin Ay'a daha önce ulaşmış olmasına rağmen, 21 Temmuz 1969'da Ay'a adım atan ilk insan ABD'li Neil Armstrong oldu.

Sonuç

Uzay yarışının başarısı, gerçekleştirilen "ilk"lerle ölçülür. Yarışın ilk döneminde Sovyetler "ilk uzay aracı", "uzayda ilk canlı", "uzayda ilk insan" ve "uzayda ilk kadın" gibi unutulmaz ilklere imza attı.ABD yönetimi ise Sovyetler'e karşılık vermek için kararlılığını ortaya koyduğunda, ülkenin geniş kaynakları ve yönetim örgütlenmesinin gerçek potansiyeli ortaya çıkmıştır. ABD sadece Ay'a ilk ayak basan ülke olmakla kalmayıp, bunu 9 yıl gibi görece kısa bir proje sonucunda başarmıştır. Ayrıca nihai olarak ABD uzay araçları Sovyetler'inkinden daha üstün teknolojik seviyeye ulaşmıştır. Bunlar göz önüne alındığında, ABD yarışın galibi olarak görülebilir.Korolyov'un tasarımı olan Soyuz uzayaraçları, uzay yarışı bittikten çok sonra, 21. yy'da da kullanılmaya devam edilerek güvenilirliğini kanıtladı. Özellikle beş Uzay Mekiği'nden ikisinin kazalarda yok olmasının ardından Soyuz, Uluslararası Uzay İstasyonu'nun başlıca personel taşıma aracı haline geldi. Öte yandan, ABD uzayaracı Apollo, görece kısa ömürlü bir ara teknoloji olarak kaldı. Bu açıdan, Sovyetler'in bir "tasarım başarısı" kazandığı söylenebilir.

   Uzay Yarışı için gerekli teknolojinin prematüre, alelacele geliştirildiğini, bu nedenle kaynakların gereksiz yere harcandığını ve personelin tehlikeye atıldığını öne sürenler vardır. Gerçekten de, mesela Ay'a iniş projesi dokuz yıl içinde değil de otuz yılda gerçekleşseydi, harcanması gereken kaynak önemli ölçüde azalabilecekti. Bu görüşe karşı, uzay yarışı sayesinde bilimsel ve teknik gelişmenin hızlandığını ve insanlığa yararlı teknolojilerin erkenden ortaya çıktığını söyleyenler de vardır.

    Uzay Yarışı sırasında gerçekleşen ölümler, bu konudaki teknolojinin acele geliştirildiğini söyleyenleri haklı çıkarmaktadır. Sovyetler, ABD'yi Ay projesinde gereksiz risk almakla suçlamış olmakla birlikte, kaza ve ölümlerin her iki tarafta da olması, Sovyetlerin de yarışı kazanmak uğruna güvenliği geri plana attığını göstermektedir. Uzay Yarışı boyunca görev sırasında meydana gelen ölümlü kazalar şunlardır:

Uzay Yarışı, iki mühendislik yaklaşımının yarışı da olmuştur: ABD, uzay araçlarında karmaşık ve birbirini yedekleyen sistemler oluşturmuştur. Böylece ABD uzay araçları daha geniş yelpazeli görevlere uyum sağlayabilir hale gelmiştir. Nitekim Apollo 13 kazası, birbirini yedekleyen sistemlerin çokluğu sayesinde can kaybı olmadan atlatıldı. SSCB ise nispeten daha basit ve denenmiş sistemlerin tekrar kullanımına dayalı bir yaklaşım geliştirmiştir. Sistemlerin basit olması, hata olasılığını azalttığından ve maliyetleri düşürdüğünden uzay çalışmalarında tercih edilir.

Yarışın bitmesinin başlıca nedenleri şunlardır:

  • Tarafların yarışı sürdürmekteki isteksizliği.
  • 1973'teki petrol krizi sonrasında batı ekonomilerindeki tasarruf gereklilikleri.
  • Sovyet ekonomisinin yaşadığı güçlükler nedeniyle kaynak ayırma zorluğu.
  • Uzay yarışını sürdürmek için gerçekleştirilebilecek hedeflerin gitgide daha zorlaşması ve pahalılaşması.

Uzay yarışı sonrasında taraflar uzay çalışmalarına "kendi yollarında" devam ettiler. Aralarındaki prestij yarışı büyük ölçüde sona erdi. Bununla birlikte, teknolojik yarışın tam olarak sona erdiği söylenemez. Sovyetler ABD'nin uzay mekiği projesinin hayati önemde olduğuna karar vermiş, bu nedenle kaynaklarını kendi mekiklerini geliştirmek için harcamıştır. Ayrıca ABD'nin Yıldız Savaşları projesi de Sovyetler'de büyük endişe yaratmış ve buna karşı kendi uzay savunma sistemlerini geliştirmeye gayret etmişlerdir.

Yakın tarih ve son gelişmeler

Hızını yitirmesine rağmen, insanoğlunun uzayı keşfetme arzusu Uzay Yarışı'nın bitiminden uzun bir süre sonra bile - bugün halen devam etmektedir. ABD, 12 Nisan 1981'de yani Gagarin'in uçuşunun 20.yılında tekrar kullanılabilir bir uzay aracı (Uzay Mekiği) göndererek yeni bir ilki gerçekleştirdi. 15 Kasım 1988'de ise SSCB ilk ve tek hem otomatik hem de tekrar kullanılabilir mekiği fırlattı. Bu iki ülke ve diğer ülkeler halen insansız uzay roketleri, teleskopları ve uydularını uzaya göndermeye devam etmişlerdir.

İkinci bir Uzay Yarışı ihtimali, 20.yüzyılın sonlarında Avrupa Uzay Ajansı'nın Ariane 4 ile ticari amaçlı roket fırlatışlarında lider konuma gelmesiyle baş gösterdi. AUA'nın uzay araştırmalarındaki çabaları Mars'a en geç 2030 yılına kadar insan göndermeyi hedefleyen Aurora programıyla doruk noktasına ulaştı ve bu doğrultuda birçok görev gerçekleştirildi. ABD Başkanı George Bush 2004 yılında Mars'a 2030 yılına kadar insan göndermeyi hedeflediklerini ve Mürettebat Taşıma Aracı (Crew Exploration Vehicle - CEV) adlı yeni bir uzayaracı geliştirdiklerini açıkladı. Böylece önde gelen iki uzay ajansı aynı hedefi seçmiş oluyordu. 2005 yılı itibariyle Rusya ile takım kuran AUA, rakibi NASA'ya nazaran büyük bir avantaja sahip oldu. ABD'nin CEV'ine karşılık AUA ise CEV'in benzeri bir araç olan Kliper'in ilk uçuş denemesini 2011 yılında gerçekleştireceğini açıkladı. Kliper projesi için ancak 2006 yılında fon sağlanabildi.

 

4. ÜNİTE: YUMUŞAMA DÖNEMİ VE SONRASI

II.Dünya Savaşı'ndan Sonra Dünyanın Genel Durumu

1. Giriş

1989'dan sonra Dünya'nın yeni bir döneme girdiğinden, "Yeni Dünya Düzeni"nden söz edilmektedir. 1989'da sona eren düzen, büyük ölçüde İkinci Dünya Savaşı tarafından belirlenmişti. Yani, ABD ve Sovyetler Birliği'nin (iki süper gücün) liderliğindeki bir dünya. Elbette, sözkonusu 50 yılın içinde birtakım değişiklikler olmuş, bazı yeni güç merkezleri de ortaya çıkmıştı. Hatta, "iki-kutupluluk" yerine "çok-kutupluluk"tan söz edilebildiği dönemler de olmuştu. Ancak, bu 50 yılın sonunda bile, hiç

olmazsa askeri açıdan yine de ABD ve SSCB en çok sözü geçen iki devlet olarak döneme

"iki-kutuplu" dedirtebiliyordu. Bu yapı nasıl ortaya çıktı? Hangi gelişmeleri gösterdi? Bu bölümde cevaplandırmaya çalışacağımız sözkonusu sorular önce İkinci Dünya Savaşı'nı ele almamızı gerektirmektedir.

 

4. "Soğuk Savaş"ın Çözülmesi Dönemi (1955-1969)

4.1. Küresel Gelişmeler

4.1.1. Genel Olarak (Doğu-Batı Bloklarındaki Çözülmeler)

Soğuk Savaşın çözülmesine yol açan olaylar nelerdir?

        Soğuk Savaş'ın çözülmesi yolundaki ilk gelişmeler Doğu Bloku'nda görüldü. Daha Mayıs 1953'te Stalin'in ölümü, gerek Sovyetler Birliği içindeki, gerek genel olarak Doğu Bloku'ndaki katılığı sarsıcı bir gelişmeydi. Gerçekten de, bir yandan SSCB içindeki iktidar mücadelesi, öte yandan da Doğu Bloku'nda Doğu Almanya ve Polonya'da görüldüğü gibi ortaya çıkan olaylar bir değişimin yaşandığını göstermekteydi. Ayrıca, Moskova ile Pekin arasında doğmaya başlayan ideolojik görüş ayrılığı da Doğu Bloku'ndaki çözülmede başlıbaşına bir gelişme oldu.

       Batı Bloku içinde de çözülme yaşandı. Batı Avrupa ülkeleri 1948 yılında "Batı Avrupa Birliği" adını alan ittifakı kurduklarında, Atlantik Okyanusu'nun öteki yakasını (ABD ve Kanada'yı) dahil etmedikçe güvenlikte olamayacaklarını görmüşlerdi. O nedenle de ertesi yıl bu ülkelerin bir araya gelen Atlantik'in iki tarafındaki Batı'lı ülkeler şimdi Doğu Bloku'nda görülen çözülmeden etkilendiler. Amerika ile Avrupa arasındaki bağlarda da kaçınılmaz bir çözülme ortaya çıktı. Bu gelişmenin ilk önemli sonucu İkinci Dünya Savaşı ertesinde yeniden canlanan bir fikrin (Avrupa'nın birleşmesi idealinin) dönüm noktası olarak 1957 yılında Avrupa Ekonomik Topluluğu' nun (Avrupa Birliği'nin) temelini atan Roma Anlaşması'nın imzalanmasıydı.

      1958 yılında Fransa'da de Gaulle'in devlet başkanlığına gelmesi Batı Bloku'ndaki çözülme süreci açısından yeni bir dönüm noktası oldu. Fransa'nın ABD'ne kafa tutan tutumu, 1966'da NATO'nun askeri kanadından çekildiğini açıklamasına kadar varacaktır. Fransa, o tarihe kadar Paris'de yerleşmiş bulunan teşkilat merkezinin de başka bir ülkeye naklini isteyecek, bunun üzerine NATO Brüksel'e taşınmak zorunda kalacaktır.

      Soğuk Savaş'ın çözülmesine paralel olarak Doğu-Batı blokları arasında diyalog da başladı.

Elbette Soğuk Savaş'ın çözülmesi kolay olmayacaktır. Zaman zaman bunalımlar da yaşanacaktır. Ancak bunalımların ardından diyalog daha da gelişecek ve somut sonuçlar elde edilebilecektir. Örn.: 27 Kasım 1958'de Sovyetler Birliği Batı'lı ülkelerin Batı Berlin'den çekilmelerini isteyince İkinci Berlin Bunalımı çıkmış, ancak konu daha ileri boyutlara varmak yerine yeniden diyalog yolunu açmıştır. Bu çerçevede, yeni Sovyet lideri Kruşçef de 15-27 Eylül 1959'da ABD'ni ziyaret etmiştir. Bu tür gelişmeler (1960'daki bu iki olayı, 1961'de Berlin Duvarı'nın yapımı : Berlin Duvarı (Almanca: Berliner Mauer) Doğu Almanya vatandaşlarının Batı Almanya'ya kaçmalarını önlemek için Doğu Alman meclisinin kararı ile 13 Ağustos 1961 yılında yapımına başlanan 46 km uzunluğundaki duvar.Batı'da yıllarca "Utanç duvarı" (Schande Mauer) olarak da anılan bu betondan sınır, 9 Kasım 1989'da Doğu Almanya'nın, isteyen vatandaşlarin Batı'ya gidebileceğini açıklamasının ardından tüm tesisleriyle birlikte yıkıldı, 1962'deki Küba Bunalımı(Ekim Füzeleri Bunalımı), ABD’nin Türkiye’ye, SSCB’nin de Küba’ya nükleer başlıklı füze yerleştirmesi ile başlayan, Ekim 1962’de dönemin iki süper gücünü karşı karşıya getiren ve dünyayı nükleer savaş tehditi altında bırakan bunalımdır. , 1968'de Çekoslovakya'nın işgali: 5 Ocak 1968 tarihinde iktidara gelen Alexander Dubček siyasi bir liberalleşme dönemi başlattı. Ancak Prag Baharı adı verilen bu dönem aynı yılın 20 Ağustosunda Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği ve Varşova Paktı müttefiklerinin (Romanya hariç) ülkeyi işgal etmesi ile sona erdi.  vb.) daha sonraki yıllarda da görülmüş, fakat her biri bir Zirve'nin ya da antlaşmanın zeminini de oluşturmuştur. Elbette bu gelişmeler yaşanırken ABD ve Sovyetler Birliği kendi blokları içindeki dayanışmanın tümüyle yok almaması için de çaba göstermeyi ihmal etmediler. 1967 yılında NATO tarafından kabul edilen Harmel Planı ve 1968 yılında Sovyet lideri Brejnev tarafından ortaya atılan Brejnev Doktrini bu amaca yönelikti.

 

4.1.2. "Üçüncü Dünya"nın Ortaya Çıkması

Soğuk Savaş'ın çözülmesiyle ilgili gelişmeleri hem etkileyen hem de etkilenen temel bir olgu da "Üçüncü Dünya"nın ortaya çıkmasıdır. Sömürgeciliğin tasfiyesi sürecinin 1945'ten sonra hızlanmasının sonucu olarak sayıları artış halinde bulunan yeni bağımsız ülkeler 1950'lerin ortalarından itibaren Birleşmiş Milletler'de ağırlık kazanmaya başladılar. 1950'lerin ortalarına gelindiğinde, bir yandan bu ülkelerin sayılarının artmış olması, öte yandan Nasır, Nehru ve Tito'nun yönetimindeki Mısır, Hindistan ve Yugoslavya'nın önderlik konumuna ulaşması iki blok dışında tarafsızlığı savunan üçüncü bir blokun (Üçüncü Dünya) doğmasını sağladı. 1955'te Bandung'da yapılan Asya- Afrika ülkeleri konferansı bu yöndeki ilk büyük adım oldu. 1960'tan sonra bu süreç daha da hızlanacaktır. 1963'te Afrika Birliği Teşkilatı'nın kurulması yeni bir gelişme olacaktır.

4.2. Bölgesel Gelişmeler

4.2.1. Uzak Doğu Gelişmeleri

Vietnam Savaşı niçin ortaya çıkmıştır?

  Soğuk Savaş döneminde Avrupa'da görülmeyen sıcak çatışmanın öteki başlıca bölgelerde görülebilmesine benzer bir durum şimdi de yaşanmaktaydı. Şöyle ki, yine öncelikli olarak Avrupa'da Soğuk Savaş çözülürken, dünyanın diğer başlıca alanlarında yine çatışmalar görülmekteydi.

   Uzak Doğu'da bu durum Vietnam'da ortaya çıktı. ABD, küresel planda frenlediği Sovyetler Birliği'nin dünyanın başka bölgelerindeki etkisine son vermenin şimdi daha kolaylaştığını düşünmekteydi. Oysa, SSCB bu bölgelerde etkisini sürdürmekten vazgeçmediği gibi, Soğuk Savaş'ın çözülmesinden yararlanarak buralardaki durumunu daha da güçlendirmek niyetindeydi. Üstelik, SSCB'ni Batı'yla yakınlaşmaktan dolayı suçlamakta olan Çin, Uzak Doğu'daki komünist rejimlerin savunuculuğunu üstlenmeye çalışıyordu. Çin-Sovyet çekişmesi nedeniyle Moskova, meydanı Pekin'e bırakmak istemediği için Uzak Doğu'da ABD'ne karşı tavrını sert tutmak durumundaydı. Böyle bir tablo içinde ABD, Güney Vietnam hükümetine verdiği destek nedeniyle burada özellikle 1965'ten sonra gittikçe yoğunlaşan bir savaşla karşı karşıya kaldı.

 

4.2.2. Orta Doğu Gelişmeleri

Soğuk Savaşın çözülmesi Ortadoğu'yu nasıl etkilemiştir?

Uzak Doğu'ya benzer biçimde, Orta Doğu'da da Avrupa'dakinin tersine gittikçe yoğunlaşan bir gerginlik dönemine girildi. Küresel planda diyalog içinde bulunan ABD ve SSCB Orta Doğu'da sıkça karşı karşıya geldiler. Mısır lideri Nasır Süveyş Kanalı'nı millileştirme kararını alınca çıkan bunalımın ardından

1956 yılında İngiltere ve Fransa ile İsrail'in bu ülkeye saldırması üzerine SSCB'nin Orta Doğu'ya girişi daha da hızlandı. ABD ise ertesi yıl "Eisenhower Doktrini" ile Orta Doğu'daki varlığına daha kapsamlı bir nitelik kazandırmıştır. Aynı yıl Türkiye ile Suriye arasında ortaya çıkan bunalımın ardında aslında bir tarafta ABD, diğer tarafta ise SSCB yer alıyordu. 1967 yılında çıkan Arap-İsrail Savaşı yeni bir bunalımı oluşturdu. Ancak, bu savaş İsrail'in üstünlüğüyle sona erip yeni bazı Arap topraklarını ele geçirmesiyle sonuçlanınca ilgi çekici bir durum ortaya çıktı. Böyle bir durumda Batı aleyhtarlığının şiddetlenmesi, bunun sonucu olarak da Orta Doğu'daki Sovyet varlığının daha da güçlenmesi gerekirdi. Oysa, kendisiyle yıllar içinde geliştirdikleri yakınlığa güvenerek SSCB'nin yardıma koşacağını uman -fakat Soğuk Savaş'ın çözüldüğünü göremeyen- Arap ülkeleri böyle bir destek bulamayınca hayal kırıklığına uğradılar. Başta Nasır'ın liderliğindeki Mısır olmak üzere birçok Arap ülkesi ABD'yle ilişkilerini düzeltmek gerektiğini gördüler.

 

OPEC ve 1973 Petrol Krizi

  1967 savaşı sonunda nasıl Araplar, Filistin komandolarını İsrail'e karşı bir yıpratma savaşının vasıtası olarak kullanmaya karar verdilerse, 1973 Savaşı'nın sonunda da, "petrolü" İsrail'e karşı değil, fakat Batı'ya karşı siyasi silah olarak kullanmaya karar verdiler ve bunun neticesinde de bütün dünyada bir petrol krizi ortaya çıktı.
   Aslına bakılırsa, 1973 petrol krizi doğrudan doğruya 1973 Arap-İsrail Savaşı'nın sonucu değildir. Bu savaş bu krizi hızlandırmıştır. Yoksa üretici ülkeler için petrol problemleri yıllardan beri oluşma halinde bir mesele idi. Nitekim, OPEC (Organization of Petroleum Exporting Countries), yani Petrol İhraç Eden Ülkeler Teşkilatı, daha 1960 Ağustosu'nda kurulmuştu. Üye sayısı 13'e kadar çıkan bu teşkilatın kuruluş maksadı, özellikle petrol fiyatlarının tesbiti başta olmak üzere, hepsini müştereken alakadar eden meselelerin birlikte çözümünü sağlamaktı.
    OPEC kurulduğunda, hemen bütün petrol üreticisi ülkelerde, petrol kaynakları, Batı teknolojisi gereği, Batılı ve bilhassa Amerikan petrol şirketlerince işletilmektedir. İkinci bir husus da şudur: Bugün, yani 1982 yılı başında varili 34 dolara kadar yükselmiş olan ham petrolün fiyatı, 1970 Ocak ayında, Orta Doğu petrolleri için varili 1.80 ve daha yüksek vasıflı Libya petrolu için de 2.17 dolardır.
     Bununla beraber, OPEC'in 1973 Arap-İsrail Savaşı'na kadar bir şey yaptığı söylenemez. Yalnız şu var ki, 1970'den itibaren, hemen bütün Orta Doğu ülkelerinde, petrol şirketlerine el koyma eğilimi başladı. Mesela Irak, 1972'de Iraq Petroleum Company'yi tamamen millileştirdi. İran da 1973'de hemen hemen aynı şeyi yaptı ve petrol şirketlerini sadece bir idareci haline getirerek, üretimi tamamen İran Milli Şirketi'nin (INOC) eline verdi. Diğer Arap ülkeleri ve bilhassa Basra Körfezi ülkeleri de, yabancı şirketlerdeki hisselerini arttırdılar.
      1967 Arap-İsrail savaşından sonra, petrolün Batı'ya ve bilhassa Amerika'ya karşı bir siyasi silah olarak kullanılması söz konusu edildi. Hatta bu maksatla OAPEC (Organization of Arab Petroleum Exporting Countries), yani Petrol İhraç Eden Arap Ülkeleri Teşkilatı da kuruldu. Fakat petrolün siyasi silah olarak kullanılması mümkün olmadı. Çünkü, her şeyden önce, Batı'nın ve bilhassa Amerika'nın tek petrol kaynağı Orta Doğu değildi. Amerika'nın kendi üretimi olduğu gibi, Venezuela, Nijerya ve Endonezya gibi başka petrol ihracatçısı ülkeler de vardı.
      Petrol ambargosunda dayanışmayı sağlamak zordu. İkincisi, petrolün fiyatının gayet düşük olduğu bir sırada, Arap ülkeleri için mühim bir gelirden yoksun kalmak, kolay göze alınamıyacak bir şeydi. Diğer taraftan, petrolün siyasi vasıta olarak kullanılmasında Batı ve Amerika üzerinde baskı yapabilmek için iki yol vardı: Biri üretimi ve dolayısiyle ihracatı kısmak, diğeri de fiyatları yükseltmek. Üretimi kısmanın iki sakıncası vardı. Önce, üretici ülkelerin gelirlerini azaltırdı, sonra da, bütün Batı endüstrisi enerji bakımından petrole dayandığı için üretimi kısmak sert tepkilere yol açabilirdi.
     İşte bu sebeplerden, 1973 savaşından sonra ikinci yola, yani fiyatların yükseltilmesine başvuruldu. Bu metodun başarılı olduğu söylenebilir. Zira, 1973 Ocak ayında varili 2.59 dolar olan Arap petrolü, 1973 Ekiminde 5.11 ve 1974 Ocak ayında da 11.65 dolara çıktı. Bu, bir yıl içinde dört mislinden fazla bir artış demekti. Bu fiyat artışları bilhassa Batı Avrupa'da ve Japonya'da bir paniğe sebep oldu.
      Ortak Pazar veya resmi adı ile Avrupa İktisadi İşbirliği Teşkilatı (E.E.C.), 6 Kasım 1973'de yayınladığı bir bildiride, Güvenlik Konseyi'nin 242 ve 338 sayılı kararlarını desteklediklerini kuvvet yoluyla toprak kazanılmasını kabul etmediklerini, İsrai1'in 1967'de işgal ettiği topraklardan çekilmesini, bununla beraber, bölgedeki her devletin egemenlik, toprak bütünlüğü ve bağımsızlığı ile, "güvenlikli ve tanınmış sınırlar içinde" barış içinde yaşama hakkına saygı gösterilmesi gerektiğin ilan ettiler.
      Japonya ise, 22 Kasım'da Arapları tutan öyle bir tavır aldı ki, sadece İsrail ile münasebetlerini kesmediği kaldı. İngiltere ise, 6 Ekim 1973'de, Orta Doğu ülkeleri için silah ambargosu ilan etmişti. Fakat Kasım ayında ambargo esas itibariyle İsrail'e yönelik bir şekil aldı. Bilhassa Suudi Arabistan, İsrail'i kesinlikle tutan Amerika ve Hollanda'ya karşı petrol ambargosu tatbik etti ise de, bu ambargo bilhassa Amerika'nın Orta Doğu politikasında hiç bir değişiklik ve tesir yapmadı. Kaldı ki, Amerika'nın bu ambargoya karşı tepkileri de bir hayli sert oldu. Hatta, petrol üreten Arap ülkelerinin petrol politikası, Batı'nın sanayiini çökertecek hale geldiği takdirde, Amerika'nın Basra Körfezi bölgesine bir silahlı müdahale ihtimalinden veya bunun planlamasından dahi söz edildi.
       Arapların bu petrol silahına karşı Amerika'nın başvurduğu ikinci yol da, Avrupa İktisadi İşbirliği ve Kalkınma Teşkilatı (OECD) çerçevesinde, 1974 Ekimi'nde, Amerika, Kanada, Fransa hariç Ortak Pazar ülkeleri, Japonya, İspanya, Türkiye, Avusturya, İsviçre, İsveç ve Norveç'in katılması ile Milletlerarası Enerji Ajansı'nın (İnternational Energy Agency) kurulması oldu.
      Bu kuruluşun amacı, enerji ve fakat bilhassa petrolün sağlanmasında, kullanılmasında bir işbirliğini, dayanışmayı ve ortak planlamayı gerçekleştirmekti. Ortak Planlama çalışmalarında, daha sonra, her üye ülkenin en az 60 günlük petrol stokuna sahip olması prensibi kabul edilmiş ve daha sonra da bu stok miktarı 90 güne çıkarılmıştır. Bundan başka, petrol sıkıntısına düşmeleri halinde, üye ülkelerin birbirlerine yardım etmeleri esası da kabul edilmişti.
       Petrol krizinin 1973-1974'de Batı'da yaptığı ilk şoktan sonra, petrol meselesi, yani her altı ayda bir OPEC ülkelerinin ham petrol fiyatlarına zam yapmaları, normal bir hadise mahiyetini aldı. Başka bir deyişle, Batı'nın sanayileşmiş ve gelişmiş ülkeleri, fiyat artışlarından doğan sarsıntıyı kısa sürede atlattılar. Çünkü, sanayileşmiş ülkelerin korktuğu üretimin azaltılması idi. Yoksa, fiyat artışlarına kolay ayak uydurdular. Zira, artan fiyatların üretici ülkelere sağladığı gelir, yani petrodolar, yine Batı bankalarına ve Batı'nın sermaye ve nakit piyasasına intikal etti.
      İkincisi, Batı'nın sanayileşmiş ülkeleri, artan petrol fiyatlarını kolaylıkla kendi sanayi mamullerine ve teknolojilerine aksettirdiler. Burada bilhassa silah fiyatlarını tekrarlamak gerekir. Halbuki, Batı'nın sanayiine, teknolojisine, silahına ve hatta tüketim maddelerine en fazla ihtiyaç duyanlar, petrol paraları ile ülkelerinin ekonomik kalkınmalarını hızlandırmak isteyenler, bu petrol üreticisi Arap ülkeleri idi. Yani, Arap ülkeleri pahalı sattılar ve aldıklarını da pahalı almaya başladılar. Bu arada olan, gelişmekte olan fakir ülkelere oldu.
      Türkiye de, artan petrol fiyatlarının büyük acısını çekmiştir. Petrol üreten Arap ülkeleri, bilhassa geri kalmış veya gelişmekte olan Müslüman ülkeler için yeterli bir yardım programı da gerçekleştirmediklerinden, Batı'nın zengin ülkelerine vurmak istedikleri darbenin acısı, bu Müslüman fakir ülkelerin sırtından çıkmıştır.

 

4.2.3. Güney Asya Gelişmeleri

Güney Asya'da da çatışma yaşandı. 1965 yılında Hindistan ile Pakistan arasında savaş çıktı. Pakistan genel olarak ABD'ne, Hindistan da daha çok SSCB'ne yakın olduğundan, bu savaş bir bakıma ABD ile SSCB'ni de karşı karşıya getirebilirdi. Ancak, kesin çizgileriyle böyle bir durum olmadı. Çünkü Çin'in de Pakistan'ın yanında yer alması ve Hindistan üzerinde baskı uygulaması ABD'ni belirli bir ölçüde Hindistan'a da yakınlık göstermeye itti. SSCB de çeşitli nedenlerle tarafsız bir tutum izlemek zorunda kaldı.

 

5. "Yumuşama" (Detant) Dönemi (1969-1989)

5.1. Küresel Gelişmeler

Soğuk Savaş'ın çözülmesinin ardından gelen dönem barış yönünde daha da ileri bir aşamaydı. Hatta, denilebilir ki, İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra başlaması umulan barış ortamı yaklaşık çeyrek yüzyıllık bir gecikmeyle doğmaktaydı. "Yumuşama" (Detant) adı verilen bu dönem 1970'lerin sonlarından 1980'lerin ortalarına kadar yeniden Soğuk Savaş'ı hatırlatan gergin bir hava içine girmekle birlikte uluslararası ilişkilerde barış yönünde büyük gelişmeler yaşanmasını sağladı. Esasen, Soğuk Savaş'ı hatırlatan 4-5 yıllık devreye genellikle "Soğuk Barış" adının verilmesi de dönemin belirleyici yönünün barışçı olduğunu ortaya koyuyordu. Bu dönem içinde, Batı Almanya'nın da Doğu Bloku'yla ilişkilerini geliştirmesi barış ortamının arka arkaya ürünler vermesini sağladı.

 

ABD-ÇİN İLİŞKİLERİ

 

    6 Nisan 1971 tarihinde Japonya’nın Nagoya kentinde 31. Dünya Ping Pong Şampiyonası yapılıyordu. ABD milli takımından Glenn Cowan ile Çinli milli sporcu Zhuang Zedong’un turnuva esnasında gelişen dostluğu gazetecilerin dikkatini çekmiş, iki sporcunun fotoğrafları dünya basınında yer almıştı. Çin Halk Cumhuriyeti o yıllarda dünya politikasının dışındaydı. ABD ile Çin arasında 1949 yılından beri tam anlamıyla bir soğuk savaş yaşanıyordu. İki ülke birbirini tanımıyordu, ayrıca Çin Halk Cumhuriyeti Birleşmiş Milletler’e üye değildi.

İki sporcu arasında başlayan dostluk ABD ile Çin arasındaki yakınlaşmayı tetikledi. Fırsatı iyi değerlendiren Başkan Mao ve Başbakan Çu En Lay, Amerikan takımını hemen Çin’e davet ettiler. 10 Nisan günü ABD ping pong milli takımı, yöneticiler ve gazeteciler Hong Kong’dan Çin’e geçtiler ve 17 Nisan tarihine kadar Çin milli   takımı ile gösteri maçları yaptılar, Çin Seddi’ni ziyaret ettiler ve Çin balesi izlediler. Böylece 1949 yılından beri

     ABD ile Çin arasında ilk resmî temas gerçekleşmiş oldu. Bu olay, diplomasi tarihinde “ping pong diplomasisi” olarak bilinir.

Aynı yılın temmuz ayında, ABD Başkanı Richard Nixon’ın Ulusal Güvenlik Danışmanı Prof. Henry Kissinger gizlice Pekin’e giderek iki ülke arasındaki ilk temasları başlattı. Bundan sonra ABD - Çin ilişkileri son derece hızlı gelişme gösterdi. Başkan Nixon ve Henry Kissinger, 21 Şubat 1972 günü Pekin’e ilk resmî ziyaretlerini yaptılar. Nixon - Kissinger ikilisinin Çin ziyareti dünya basınında bir bomba gibi patladı. Tarihî ziyaretin sonucunda 28 Şubat 1972 günü ünlü “Şanghay Bildirisi” yayınlandı ve ABD ile Çin arasındaki en ciddi sorun olan Taiwan meselesi için bir ara çözüm kabul edildi. ABD, Çin Halk Cumhuriyeti yönetimini Çin’in meşru hükümeti olarak tanıdı ve zaman içinde Taiwan’daki askerî varlığını azaltma kararı aldı. Böylece, Çin dünya politikasında önemli bir güç haline geldi.

 

Yumuşama döneminde dünya barışının sağlanması yönünde atılan adımlar nelerdir?

       Bu çerçevede, 17 Kasım 1969'da Helsinki'de ABD ile SSCB arasında başlayan Stratejik Silahların Sınırlandırılması Görüşmeleri 26 Mayıs 1972'de anlaşmayla sonuçlandı. "Stratejik Silahların Sınırlandırılması-I" (Strategic Arms Limitation Treaty-I) (SALT-I), ABD Cumhurbaşkanı Nixon ve SSCB lideri Brejnev arasında Moskova'da imzalandı. İki ülke, üç gün sonra yine Moskova'da, "ABD ile SSCB Arasındaki İlişkilerin Temel İlkeleri" başlıklı bir belge daha imzaladılar. Bu belgede, tarafların aralarındaki barış ve işbirliğini geliştirmelerine yönelik 12 ilke yer alıyordu. Taraflar, 21 Kasım 1972'de de Cenevre'de füzelerin sınırlandırılmasına yönelik SALT-II görüşmelerine başladılar.

Öte yandan, ABD, SSCB, İngiltere ve Fransa Dışişleri Bakanları arasında Berlin'in mevcut durumunu perçinleyen bir anlaşmanın da SALT-I'den bir hafta sonra 3 Haziran 1972'de imzalanması Doğu-Batı ilişkilerindeki yumuşamanın yeni bir gelişmesi oldu.

      22 Kasım 1972'de başlayan Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Konferansı çalışmaları da 1 Ağustos 1975'de Helsinki Nihai Senedi'nin imzalanmasıyla sonuçlandı. Bu belgeyi, NATO ve Varşova Paktı'nın tüm üyeleri ile Arnavutluk dışındaki bütün Avrupa ülkeleri -toplam 35 devlet- imzaladılar.

      Helsinki Nihai Senedi, bir barış antlaşması değilse de, 1945'ten sonra Almanya konusunu ele alan geniş katılımlı bir konferansın sonunda imzalanmış olması bakımından büyük önem taşıyordu. Yumuşama Dönemi böylesine ileri boyutlara varmışken, 1979 yılında -aşağıda değineceğimiz- İran İslam Devrimi'nin ardından ABD ile bu ülke arasında çıkan gerginlik, aynı yılın sonlarında da -yine aşağıda değineceğimiz- SSCB'nin Afganistan'ı

işgali uluslararası ortamı yeniden gerginleştirdi. Bazılarının dediği gibi Soğuk Savaş'a yeniden dönüş olmasa bile ancak "Soğuk Barış" biçiminde adlandırılabilecek bir ortam doğdu. Bu ortam içinde ABD'nde 1980 yılında yapılan Başkanlık seçimini Cumhuriyetçi Parti'nin adayı Reagan kazandı. Reagan, Demokrat Başkan Carter'i 1976'dan beri Sovyetler Birliği'ne karşı pasif davranmakla suçlamış ve ABD ve NATO'yu yeniden eski üstün konumuna getirmek vaadiyle seçimi kazanmıştı. Reagan, ABD'nin savunma harcamalarını arttıracaktır. SSCB'yle Zirve Toplantıları da bir süre yapılmayacaktır.

      Ancak, 1984 Başkanlık seçimini yeniden kazandıktan sonra Reagan SSCB'ne karşı tutumunu tekrar yumuşatacaktır. 1985 yılında SSCB'nde Gorbaçov'un iktidara gelmesi ve "Glastnost" ve "Prestroika"

adını alan açıklık ve yeniden yapılanma (demokratikleşme) politikalarını başlatması Amerikan-Sovyet ilişkilerinin de, uluslararası ortamın da tekrar yumuşama içine girmesini sağladı.

 

5.2. Bölgesel Gelişmeler

5.2.1. Uzak Doğu Gelişmeleri

Yumuşama döneminde ABD'nin Uzakdoğu politikası ne olmuştur?

        Uzak Doğu'daki gelişmeler dönemin genel özelliğine uygun biçimde oldu. Bu dönemdeki iki temel gelişme ABD-Çin ilişkilerinin kurulması ve ABD'nin Vietnam'dan çekilmesidir. ABD Başkanı Nixon'un 1969'dan itibaren "Nixon Doktrini" çerçevesinde daha dikkatli bir Uzak Doğu politikası izlemeye başlaması Çin'le ilişkilerin hızla düzelmesini sağladı.

       Bu ortam içinde Çin 1971 yılında Birleşmiş Milletler'e alındı. Başkan Nixon 21-28 Şubat 1972'de Çin'i ziyaret etti. ABD-Çin ilişkilerinin gelişmesi Sovyetler Birliği'ni de Batı'yla -yukarıda değinilenanlaşmaları

yapmaya teşvik edecek, hatta mecbur bırakacaktır. ABD-Çin ilişkilerindeki bu gelişmelere rağmen diplomatik ilişkiler hemen kurulmamıştır. Nihayet 10 Ocak 1979'da iki ülke arasında diplomatik ilişkiler de kurulmuştur.

Bunun için de önce ABD'nin Vietnam'dan çekilmesi gerekecektir. ABD Çin'le -ve SSCB'yle- yakınlaşmasına paralel olarak 27 Ocak 1973'te Paris'te imzalanan barış antlaşmasıyla Vietnam'dan çekildi.

        Bu tarihten sonra Uzak Doğu'daki "bölge-içi" çatışmalar kendini gösterecektir. Kuzey Vietnam Güney Vietnam'ı ele geçirecek, daha sonra Vietnam Kamboçya'yı ("Kampuchea"yı) işgal edecek, ardından da Çin Vietnam'a saldıracaktır. Kuzey Vietnam'ın Güney Vietnam'ı ele geçirmesine benzer bir gelişmeye Kuzey

Kore de Güney Kore'ye karşı niyetlendiğinde ise ABD Güney Kore'nin yanında yer almaya devam edeceğini açıklayacaktır. Kuzey Kore de bu durumda herhangi bir girişimde bulunamayacaktır.

5.2.2. Orta Doğu Gelişmeleri

Yumuşama dönemi ilk anda Ortadoğu'yu nasıl etkilemiştir?

     Yumuşama Dönemi'nde Orta Doğu'da hemen barış oluşmadı. Tersine, sınırlı da olsa bir barış ortamının doğmasından önce yeniden savaş yaşandı. Ekim 1973'te çıkan Orta Doğu Savaşı'nda Arap ülkeleri bir önceki savaşa (1967 Savaşı'na) oranla önemli askeri, siyasal ve -petrol silahını kullanmaları nedeniyle de ekonomik

başarılar elde ettiler.Savaştan sonra -Uzak Doğu'da olduğu gibi- Orta Doğu'da da barışı sağlamak yolunda

ABD kilit rol oynadı. ABD Dışişleri Bakanı Kissinger, "mekik diplomasisi" yoluyla 1974 ve 1975'de İsrail ile komşuları Mısır ve Suriye arasında anlaşmalar yapılmasını sağladı.

    1967 Savaşı'ndan beri Orta Doğu'daki etkinliği artmakta olan ABD bu gelişmelerle durumunu daha da güçlendirmişti. Öte yandan, Nasır'ın 1970'te ölümü üzerine Mısır'ınyeni lideri olan Sâdat -selefinin öngördüğü biçimde- ABD'yle ilişkilerine yakınlık kazandırmaktaydı. Orta Doğu'da barışçı bir ortamın doğmakta olduğu bu sırada Lübnan'da iç savaş çıktı.

Müslüman ve Hıristiyanlar arasında olduğu kadar, her birinin de kendi içinde hassas dengelere dayanan Lübnan'da 1975 yılında çıkan iç savaş 1976'da sona erdiğinde Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) ülkede egemen duruma gelmişti. Lübnan'da yalnızca iç savaş bitmiş, sorunlar ise sona ermemişti. 1979'daki İran İslam Devrimi üzerine Lübnan'daki Şii terör örgütlerinin faaliyetleri artacak, bu ülke daha da karmaşık hale gelecektir.

     FKÖ ile İsrail arasındaki çatışmalar da 1982'de İsrail'in Lübnan'a karşı harekat düzenlemesine yol açacaktır. Bu harekat sonunda FKÖ Lübnan'ı terketmek zorunda kalacaktır. İlgi çekici husus, FKÖ'ye yeni yerini (Tunus'u) ABD'nin bulması olacaktır. Böylece FKÖ'nün ülkeden çıkarılmasıyla Lübnan'daki "devlet içinde devlet" görünümü ise ortadan kalkmış olmayacaktır. Çünkü, İsrail de Güney Lübnan'a yerleşecektir. Esasen, Suriye de Lübnan üzerindeki geleneksel iddiasına uygun olarak bu ülkedeki askeri varlığını sürdürecektir.

Lübnan İç Savaşı'nın sona ermesi, Ortadoğu'da barışın sağlanmasını nasıl sağlamıştır?

Lübnan İç Savaşı'nın sona ermesinin ardından, Orta Doğu'da ABD çizgisinde barış gelişmeleri yeni bir ivme kazanmıştır. Mısır lideri Sâdat'ın 19-21 Kasım 1977'de İsrail'i ziyaret etmesi görünüşte "büyük bir sürpriz"di. Gerçekte ise, yukarıda sözü edilen sürecin doğal bir sonucuydu. Birçok Arap ülkesi Sâdat'a büyük tepki gösterdiler. Bu durum ise Mısır'ı ABD ve İsrail'le yakınlaşmaya daha da itmiştir. Mısır'a tepki gösterenler ise yaklaşık 15 yıl sonra benzer bir politikaya kendileri de yöneleceklerdir. 5-17 Eylül 1978'de Camp David'de ABD, Mısır ve İsrail liderleri arasında yapılan görüşmelerin sonunda 17 Eylül'de Camp David Anlaşmaları imzalandı. Mısır ve İsrail 26 Mart 1979'da da Washington'da barış antlaşması imzalayarak aralarındaki

ilişkileri düzenlediler.

Mısır ve İsrail arasında imzalanan barış antlaşması Arap ülkelerince nasıl karşılanmıştır?

Aynı gün ABD'nin de İsrail'le bir anlaşma imzalayarak, Mısır-İsrail barış antlaşmasının ihlali veya İsrail'in bir saldırıya uğraması halinde ABD'nin İsrail'e yardım için gerekli diplomatik, ekonomik ve askeri önlemleri almayı kabul etmesi ilgi çekiciydi. Mısır ABD ve İsrail'le girdiği bu yakınlık yüzünden Arap dünyasında yalnızlığa itilecektir. Batı aleyhtarlığının yeniden güçlendiği bu ortamda özellikle Suriye'de Sovyet varlığının da tekrar ortaya çıktığı görülüyordu. Bu ortamda Mısır lideri Sâdat'ın 1981 yılında öldürülmesi Orta Doğu'daki gelişmelerin seyrini etkileyebilirdi. Ancak, öyle olmadı. Sâdat'ın yerine geçen Mübarek Batı'yla ve İsrail'le yakınlığı sürdürmekle birlikte daha mesafeli bir politika izlemiştir. Arap dünyasıyla ise ilişkilerini düzeltmeye çalışacaktır.

Batı ve Doğu Blokları arasında yaşanan Yumuşama Politikası Üçüncü Dünya ülkelerini

nasıl etkilemiştir?

     Öte yandan, Soğuk Savaş'ın çözülmesi döneminde Üçüncü Dünyanın liderlerinden olan Mısır'ın bu konumunun değişmiş bulunması da Orta Doğu'daki gelişmelerin daha ileri boyutlara varmasını önledi. Aslında, değişen Mısır'ın liderliğinden ziyade Üçüncü Dünya'nın kendisiydi. Gerçekten de Yumuşama Dönemi'nin ilk yarısında etkili konumunu sürdüren Üçüncü Dünya hareketi bir yandan Birleşmiş Milletler çerçevesinde "77'ler Grubu" olarak biraraya gelip uluslararası alanda daha adil bir ekonomik düzen için iktisadi girişimlerde bulunuyorlar, öte yandan da ırk ayırım(apartheid) politikası uygulayan Güney Afrika Cumhuriyeti'ne karşı ambargo gibi siyasi nitelikli kararlar aldırabiliyorlardı. Ancak, 1980'lerin başlarından itibaren Üçüncü Dünya hareketi eski gücünü kaybetmeye başladı. Üçüncü Dünya, güçlü bir alternatif olma başarısını gösterememişti. Ne siyasal sistem, ne de ekonomik model olarake başarılı bir uygulama ortaya koyabilmişlerdi. Genellikle tek-ürün ülkeleri olan Üçüncü Dünya, uluslararası ekonomide 1980'lerde ortaya çıkan durumdan da olumsuz yönde etkilendi. Kuzey-Güney uçurumu daha da büyüdü. Özellikle petrol üreten Üçüncü Dünya ülkeleri, Batı'nın alternatif enerji kaynaklarına ve tasarruf önlemlerine yönelmesi sonunda büyük gelir kayıplarına uğradılar.

Bu ülkelerin, gelirlerinin yüksek olduğu 1970'lerde giriştikleri genellikle gösterişli alt-yapı projeleri de aksadı. Dış kaynak ihtiyacı birçok ülkede Dünya Bankası ve Uluslararası Para Fonu'na başvurulmasını gerektirdi. Bunun sonucu olarak söz konusu ülkelerde uygulanması şart koşulan kemer-sıkma önlemleri ise az-gelişmişliğin temel bir sorunu olan gelir dağılımı dengesizliğini daha da bozdu. Bu ülkelerde ortaya çıkan kitlesel tepkiler özellikle köktendinci akımlarının güçlenmesi sonucunu verdi. Sözkonusu akımlar, genellikle laik-milliyetçi çizgideki ülke

yönetimlerini başarısızlıkla suçladılar. Bütün bu gelişmeler Üçüncü Dünya'yı uluslararası alanda daha da etkisizleştirdi.

       İşte, Üçüncü Dünya'nın eski liderlerinden Mısır'ın ABD ve İsrail'le gittikçe artan bir  yakınlığa girmesini yukarıda belirtilen olguyla da bağlantılı olarak değerlendirmek gerekir. Üçüncü Dünya'nın gücünü yitirmesi olgusu bazı başka gelişmeleri de hem etkilemiş, hem de onlardan etkilenmiştir.

       Şubat 1979'da İran'da Şahlık rejiminin yıkılmasından sonra kurulan İslami yönetim küresel ve bölgesel ilişkilere önemli etkilerde bulundu: Bir yandan, eski rejime yakınlığı nedeniyle suçlanan ABD'yle ilişkilerin gerginleşmesi -Büyükelçilik baskını olayı vb. küresel planda ortamı olumzus yönde etkiledi. Öte yandan da bölgesel ortam gerginleşti.

      Bölgesel ilişkilerin gerginleşmesinin sonut göstergesi 22 Eylül 1980'de İran ile Irak arasında savaş çıkmasıdır.

İran ile Irak arasında geçmişten gelen sorunların 1979 İran İslam Devrimi'nden sonra iki yönetimin Sünni-Şii ayrılığı nedeniyle de hızlanması üzerine çıkan savaş 8 yıl sürecektir.

Üçüncü Dünya'nın eski gücünü yitirmiş bulunması, 1969 yılında kurulmuş olan İslam Konferansının da aynı biçimde etkisizleşmesi, savaşı sona erdirmek yolundaki girişimleri de başarısız kılmıştır. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi'nin 598 sayılı kararını 17 Temmuz 1988'de Irak'ın, 18 Temmuz'da da İran'ın kabul etmesi üzerine 20 Ağustos'da bütün cephelerde ateşkesin yürürlüğe girmesiyle sona eren savaş, taraflar arasındaki mevcut sorunlara herhangi bir çözüm getiremeden bitmişti. Hatta yeni sorunlar doğmuştu. Bu çerçevede, Irak lideri Saddam Hüseyin İran'ı dize getirememenin ezikliğini üzerinden atmak istercesine 2 yıl sonra Kuveyt'e saldıracaktır. Bu noktaya 1989 sonrası gelişmelerinde yer vereceğiz. Yumuşama Dönemi Orta Doğu'da genellikle çatışmalarla geçmişti. Ancak, dönemin sonuna doğru Orta Doğu'da barışa doğru umut ışıkları da doğdu.

Filistin sorunu nasıl çözümlenmiştir?

     1970'lerin ortalarında FKÖ'nün göreli olarak ılımlı bir çizgiye yönelmesini izleyen yıllarda bazı Batı Avrupa forumlarında Batı Şeria ve Gazze'yi içine alacak küçük bir Filistin devleti (mini-palestine) konuşulmaya başlamıştı. Ancak, 1980'lerin başındaki "Soğuk Barış" ortamı, genel planda olduğu gibi Orta Doğu bölgesinde de Batı Avrupa'nın manevra alanını kısıtladı. Filistin devleti konusunda arayışlar da durdu.

     Bu ortam ise Filistin hareketini yeniden umutsuzluğa, onun sonucu olarak da sertleşmeye itti. İsrail'e karşı yeniden artan Filistin gerilla eylemleri ise -yukarıda değindiğimiz gibi- 1982 yılında İsrail'in Lübnan'ı işgaline yol açmıştı. İşgalin sonunda Beyrut'u boşaltarak Tunus'a taşınmak zorunda kalan FKÖ birkaç yıl zor bir dönem yaşadı. Sertleşmesine yol açmış olan uluslararası ortam devam ediyordu. Ancak, sertleşmesinin sonucu olan eylem gücü ise kırılmıştı. FKÖ'nün varlığı adeta "fiilden sona ermişti." Ancak, 1980'lerin ortalarından itibaren uluslar arası alanda tekrar yumuşamaya dönüş FKÖ için de yeniden diriliş demekti.

FKÖ lideri Arafat, uluslararası gelişmelerin yeniden sağladığı manevra alanından yararlanarak, önce Filistinlilerin bütün haklarını elde etmeye yönelik geleneksel politikasına dönmeyi denedi. Bu çerçeve içinde, 15 Kasım 1988'de Filistin devletinin kurulduğu ilan edildi.

   Arafat, birçok ülkenin Filistin devletini diplomatik açıdan tanıma kararı da almalarına rağmen bunun yeterli olmadığını gördü. "Devleti olan-ülkesi olmayan" Filistinlilere "ülkeyi" kazandırmanın yolunun ABD'nden geçtiği belliydi. ABD'nin buna onay vermesinin ise Filistinlilerin İsrail'e güvence vermesine bağlı olduğu da anlaşılıyordu. Gerçekten de, Filistinliler İsrail'in ortadan kaldırılmasını artık hedeflemediklerine ilişkin tutum değişikliği içine girince ABD'nin de tavrı yumuşadı. ABD ile FKÖ arasında görüşmeler başladı. Bu gelişme, kısa süre içinde İsrail ile FKÖ arasında da görüşmelerin başlamasını sağladı. Bunun sonucu ise 1990'ların başlarında barış antlaşmasına varılması olacaktır. Bu konuya daha sonra yer vereceğiz.

5.2.3. Güney Asya Gelişmeleri

Orta Doğu'da olduğu gibi Güney Asya'da da Yumuşama Dönemi'nde çatışmalar yaşandı. Bunların biri Hindistan ile Pakistan arasında, diğeri ise Afganistan'da ortaya çıkmıştır. Önce Hindistan ile Pakistan arasındakine temas edelim. 1971 yılında Doğu Pakistan'ın "Bangladeş" adıyla bağımsızlığını almasına varan gelişmeler sırasında Hindistan'ın da bu ayrılık hareketini desteklemesi yeni bir Pakistan- Hindistan savaşına yol açtı. Bu savaş sırasında SSCB Hindistan'ı destekledi. Hindistan'la arası iyi olmayan ve esasen 1962 yılında bu ülkeye karşı bir saldırı harekatı da gerçekleştirmiş bulunan Çin ise Pakistan'ın yanında yer aldı. ABD'de Pakistan'a destek verdi. Böylece, o sırada gelişmekte olan Amerikan-Çin ilişkilerine de paralel olarak bu iki ülke aynı cephede yer almaktaydılar.

Savaştan sonra, yeni bağımsızlığını kazanan Bangladeş'le Hindistan yakın ilişki kurdu. Bu durum Hindistan ile Pakistan arasındaki ilişkileri ise daha da olumsuz bir noktaya götürmedi. Çünkü, 1974 yılında Pakistan da Bangladeş'i tanıyacaktır. Güney Asya'daki diğer çatışma ise Afganistan'da yaşandı. 27 Nisan 1978'de Afganistan'da meydana gelen Sovyet yanlısı darbeden sonra bu ülke hızla SSCB'nin etkisi altına girmeye başladı. İki ülke arasında 5 Aralık 1978'de imzalanan antlaşmadan sonra bu yakınlaşma daha da arttı.

SSCB'nin Afganistan'ı işgali uluslararası sistemi nasıl etkilemiştir? Tartışınız.

Sovyet yanlısı yönetim içeride direnişle karşılaşmıştı. Çıkan iç çatışmalar karşısında Afgan yönetiminin zorlandığını gören SSCB, Aralık 1978'de imzalanan dostluk antlaşmasından yararlanmak suretiyle 24 Aralık 1979'dan itibaren Afganistan'ı işgale başladı.

Ancak, bu defa Sovyetler Birliği Afganistan'daki direnişçilerle çetin bir mücadeleye girişmek zorunda kalacaktır. Bu mücadele yaklaşık 10 yıl süreyle SSCB'ni meşgul edecektir. Nihayet, Gorbaçov sonrası dönemde Sovyetler Birliği ve Doğu Blokunda meydana gelen değişime paralel olarak SSCB Afganistan konusundaki tutumunu

da yumuşatmak zorunda kalacaktır. 21-23 Mart 1988'de Washington'da ABD ile SSCB arasında yapılan görüşmelerin ardından, SSCB'nin Afganistan'dan çekilmesini öngören anlaşmalar 14 Nisan'da Cenevre'de imzalandı. 1989 yılında Sovyetler Birliği Afganistan'dan çekildi. 1979'da Afganistan'a Sovyet askerinin girişi "Soğuk Barış" denilen gergin ortamı yaratan temel bir unsur olmuştu. 10 yıl sonra Afganistan'dan çekilmesi ise dünyanın yeni bir döneme girmekte olduğu bir sırada gerçekleşmekteydi.

Özet

    Birinci Dünya Savaşı sonunda yenilen devletlere imzalattırılan antlaşmalar, barışı sağlamamış, uluslararası sistemde yeni sorunların ortaya çıkmasına yol açmıştır. Nitekim, Almanya'nın Versailles Antlaşmasına duyduğu tepki, İkinci Dünya Savaşı'nın en önemli nedenlerinden biridir.

    Almanya'nın Polonya'ya saldırısıyla başlayan İkinci Dünya Savaşı, kısa süre içinde tüm dünyaya yayılmıştır. Savaş sonrasında ABD ve SSCB aynı grupta yer almasına karşın aralarında sorunlar eksik olmamıştır. İkinci Dünya Savaşı sona erdiğinde iki kutuplu bir dünya doğmuştur. ABD'nin başını çektiği Batı Bloku ve SSCB'nin başını çektiği Doğu Bloku arasında ideolojik nedenlerden dolayı soğuk savaş yaşanmıştır. Bu ayrılık dünyanın tüm bölgelerini etkilemiş ve uluslararası sistem buna göre şekillenmiştir.

   İki blok arasında soğuk savaşın çözülmesi uluslararası sistemde, devletlerarası ilişkileri etkilemiştir.

Ancak, dünyada gerginliğin azaltılması ve barışın sağlanması yönündeki çalışmalar, yumuşama (detant) döneminde mümkün olabilmiştir.

 

6.Olağanüstü bir refah (1945-1975)

 

A. Benzersiz bir büyüme

1930’larda büyük bir bunalım geçiren dünya, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra esaslı bir büyüme dönemine girdi. 20. yüzyılın ilk yarısında yalnızca iki kat artan dünyadaki toplam üretim, 1945-1975 yılları arasında üç katına çıktı. Petrol, elektrik ve otomotiv gibi bazı sektörlerde, on kat, hatta daha fazla arttı.

 

B. Dönüşen ekonomi

Bolluk yılları boyunca, petrol üretimi ve ticareti hiç durmadan arttı. Enerji kaynağı olarak petrol, hızla kömürün yerini aldı. Bu, motorlu taşıt araçları açısından gerçek bir devrimin temelini oluşturuyordu. Dev petrol tankerleri üretildi, daha büyük taşıma ka­pasitesine sahip ve daha hızlı uçaklar giderek yaygınlaştı. Petrol, hammadde olarak ye­ni bir kimya sektörünün atılımına da katkıda bulundu. Büyük miktarda sentetik kumaş ve plastik malzeme üretilmeye başladı ve bunlar dönemin simgesi haline geldi.

Ekonominin bazı sektörleri o dönemde çok hareketlendi. Bunlar›n başında toplu ta­şıma (1964’te Japon hızlı treni Şinkansen’in hizmete girmesi), otomotiv ve genel olarak tüm dayanıklı tüketim malları üretimi (elektrikli ev aletleri, televizyonlar), elektronik ve biyokimya gibi gelişmiş teknoloji kullanan sanayi sektörleri geliyordu. Zengin ül­kelerde tar›m sektöründe yaşanan hızlı modernleşme de randıman ve verimliliğin art­masın› sağladı

 Uzayın fethi de yine bolluk yıllarında gerçekleşti. Sovyetler 1957’de ilk yapay uydu Sputnik’i fırlattılar ve 1961’de ilk kez bir insanı, Yuri Gagarin adında bir kozmonotu uza­ya gönderdiler. 1969’da ise, Amerikalı Neil Armstrong Ay’da yürüyen ilk insan oldu.

 

Büyümenin nedenleri

Daha fazla talep

  Bolluk yılları boyunca, tüketim maddelerine yönelik talep hiç azalmadı. Bu talebi açıklayan en önemli nedenlerden biri, sanayileşmiş ülkelerin çoğunda yaşanan baby-boom, yani nüfus patlamasıdır. Yüksek doğum oranı, tüketimi teşvik edici rol oynadı (yiyecek ve giyecek maddeleri, konut ve okullar).

  Ancak, talepteki bu sürekli artışı açıklayan başka nedenler de vardı.

-  Herşeyden önce, 1950’li yılların sonuna kadar devam eden yeniden yapılanma ih­tiyaçları talep artışını destekledi.

-  Diğer yandan, satın alma gücünün düzenli olarak artması etkili oldu. Ücretler, fordizm düşüncesine uygun olarak, verimliliğin artması ve sendikaların faaliyetleri sa­yesinde yükselişe geçti; hatta bazı ülkelerde asgarî ücret resmî olarak belirlenmeye başladı. Refah Devleti  tarafından yürürlüğe konan sosyal yardımlar da (aile yardımı, emek­li maaşı, sağlık sigortası) giderek ücretlere eklendi. Finansmanı sigorta kesintiler ile sağ-lanan bu yardımlar, kaynakların ailelerin gelirlerine belli oranda düzenlilik getirecek bi­çimde yeniden dağıtılması esasına dayanıyordu. Böylece gelecek kaygısından kurtulan insanlar daha fazla tüketebiliyorlardı.

-  Kredi alma sisteminin gelişmesi de tüketimi teşvik eden nedenler arasındaydı. Enflasyon, bolluk yılları boyunca, borçlananların lehine işledi. Borçlandıkları miktarla­rı daha sonra değerini kaybetmiş bir parayla ödeme olanağı bulan aileler, krediyle elekt­rikli ev aletleri, araba ya da ev satın alma alışkanlığı edindiler.

-  Son olarak, yeni teknolojiler pazarı hareketlendirdi. Geleneksel reklamcılık da yöntemlerini geliştirerek basına, radyo ve televizyona yayıldı. Aynı zamanda ticarî yapılar  modernleşti; Amerika’da on yıllardan beri var olan hipermarketler, 1960’lı yılların na doğru Avrupa’da da ortaya çıktı.

Daha fazla arz

Bolluk yllarında, büyüme hızı hiç kesilmeyen üretim de giderek artan talebi karşıla­yacak duruma gelmişti. Sanayileşmiş ülkelerin çoğu bu sorunla baş edebilmek için dışa açılma yoluna başvurdular. Almanya, Türkiye ve Yugoslavya’dan, Fransa ise Porte­kiz ve Kuzey Afrika ülkelerinden işçi getirtti.

Birinci neden, arzın yeni ürünlere yönelmesiydi.

 İkinci olarak, üçüncü dünya ülkelerinden gelen hammadde ve enerjinin fiyatı hâlâ  üşüktü. Diğer yandan, şirketler de müşterilerinin ih­tiyacını daha yakından tanımaya çalışıyorlar ve bu amaçla pazarlama birimleri oluşturuyorlardı.

Büyümenin etkileri

A. Kentlerde, bürolarda, fabrikalarda ilerleme

   Sanayi ülkelerinde, kentleşme hızı giderek arttı. 1970’lere doğru, bu ülkelerde nü­fusun dörtte üçü kentlerde yaşıyordu. Köyden kente göç, kentsel alanlarda önemli bir inşaat çabasını da beraberinde getirdi. Ekonomik büyümeyi de destekleyen bu çaba, ül­keden ülkeye farklı biçimlere bürünüyordu: Fransa’da blok blok "kulelerden oluşan ye­ni mahalleler inşa edilirken, ABD’de birbirinin aynı müstakil evlerden oluşan geniş ban­liyöler giderek yayılıyordu.

  Sanayileşmiş ülkelerde hizmet sektörü hızlı bir biçimde gelişti. Bu sektörde faaliyet gösteren kurumlar (eğitim kurumları, devlet daireleri, bankalar...) memur, teknisyen ve yönetici kadrolarını arttırdılar. Aylık maaşlı olarak çalışan ve çoğunluğunu kadınların oluşturduğu "beyaz yakalılar"ın sayısındaki bu artış, geniş bir orta sınıfın oluşmasını sağladı. Sanayi sektöründe ise, işçilerin sayısı daha az değişim gösteriyordu. Ancak, üs­tün vasıflı işçiler  karşısında, vasıfsız işçi  sayısı artıyordu. Fabrikalarda tekdüze işlerde kullanılan bu işçiler, genellikle yabancı göçmenler, kente yeni gelmiş köylüler ya da ka­dınlardı.

B. Gerileyen toplumsal gruplar

    Yukarıda sözü edilenlerin aksine, bazı toplumsal grupların nüfusunda bolluk yılları boyunca gözle görülür bir azalma oldu. Üretimi giderek artan petrolün kömür karşısın­da rekabet gücü kazanmasıyla, madenciler işlerini kaybetmeye başladılar. Küçük tüc­carlar da, 1960’lardan itibaren atılım yapan büyük marketlerin kurbanı oldular. Köyler­de ise makineleşme, köylüleri birer şirket yöneticisine dönüştürdü; tarım artık kol gü­cüne çok daha az gereksinim duyduğundan, çoğu toprağı terketmek zorunda kaldı.

Ancak, bu gelişmelerin kurbanları başka sektörlerde kolaylıkla iş bulabiliyorlardı. Gerçekten, bolluk yıllarının toplumunda yoksulluk geriledi. Giderek artan zenginliğin Refah Devleti tarafından bölüştürülmesi ve halkı yönetenlerin tüketimi destekleme ar­zuları bu gelişmeyi açıklayan faktörler arasında sayılabilir. Avrupa’da sosyal güvenlik sistemleri, ABD’de de sonraları geliştirilen yoksullara ve emeklilere yönelik toplumsal koruma programları yoksulluğun gerilemesini sağladı.

C. Yeni yaşam tarzları

    Bolluk yıllarındaki ekonomik büyüme gündelik yaşamları da derinden etkiledi. Bir­kaç onyıl içinde, gelişmiş ülkelerde nüfusun çoğunluğu maddî konfora ulaştı; banyo­su ve tuvaleti olan, merkezî ısıtma sistemi bulunan, telefon ve elektrikli aletlerle dona­tılmış evlerde yaşamaya başladı. Öğrenim süresi, yaşam standardının yükselmesi saye­sinde ve özellikle nitelikli işgücü yetiştirme zorunluluğu nedeniyle uzadı. 1960’lı yıllar­da, gençler arasında hem topluma hem de maddî tüketim alışkanlıklarına yönelik bir tepki hareketi başladı. Bu tepki, Fransa’da 1968 mayısında yaşanana benzer toplumsal hareketlere yol açtı.

Eğlence alışkanlıkları da önemli değişikliklere uğradı. Pikap ve transistor sayesin­de, çoğunlukla Anglo-Sakson kökenli müzikler dinlenmeye başladı. Televizyon da aile yaşantısına kendi ritmini dayatıyordu. Dış dünyaya benzeri görülmemiş bir açılıma be­raberinde getiriyor, ancak köy ve mahallelerdeki geleneksel ilişkileri de alt üst ediyor­du. Otomobilin yaygınlaşmasıyla birlikte, yaplan yolculuklarn sayısı arttı. Orta sınıf­lar, önce yaz aylarında, sonraları giderek kış aylarında, haftasonları ve yılık izinlerde kent dışına çıkma alışkanlığı edindile

 

 

Türkiye'de "Çoğulcu Demokrasi" Denemesi: 1961-1971

1. 27 Mayıs Rejimi

1960 yılının Nisan ve Mayıs aylarında üniversite öğrencilerinin başını çektiği ve yer yer güvenlik güçleriyle çatışmalara kadar varan olaylar, DP iktidarının çöküşünü hızlandırdı. 27 Mayıs 1960 günü bir grup subayın öncülüğünde gerçekleştirilen bir askeri müdahale ile ordu ülkede yönetimi eline geçirdi. Bu tarihten 25 Ekim 1961'e, yani yeni anayasaya göre seçilmiş TBMM'nin ilk toplantısına kadar Türkiye "27 Mayıs dönemi rejimi" denebilecek olağanüstü bir dönemden geçti. Bu, siyasal sistemin yeni bir anayasa çerçevesinde yeniden yapılandırıldığı ve daha sonraki siyasal yaşamda etkileri hissedilen bir dönemdir.

27 Mayıs Rejimini oluşturan ve sürdüren güç nedir?

27 Mayıs günü iktidara el koyan ve kendini Milli Birlik Komitesi (MBK) olarak adlandıran 38 kişilik askeri komite, yaptığı ilk açıklamada en kısa zamanda seçimlerin yapılarak iktidarın devredileceğini vaad etmekteydi. Komite ilk iş olarak çoğunluğu sivillerden oluşan bir bakanlar kurulu kurdu. Dönemin ünlü hukukçularından oluşan bir "bilim kurulu"da anayasa konusunda çalışma yapmakla görevlendirilmiştir. MBK 12 Haziran 1960 günü kabul ettiği bir "Geçici Anayasa" ile de fiili yönetimini hukuksal bir temele oturtmak istedi. Bu metin, 1924 Anayasasını temel almakta, ne var ki TBMM'nin yerine MBK'yı koymaktadır. Milli Birlik Komitesinin Başkanı - Org.Cemal Gürsel- aynı zamanda devlet başkanı olmaktadır. Bakanlar kurulunun başkanlığını da yürütecek olan MBK başkanı Cemal Gürsel, Genelkurmay Başkanlığı görevini de üstlenmektedir.

1.1. Yassıada Mahkemeleri

12 Haziran 1960 tarihli "Geçici Anayasa" düşürülen cumhurbaşkanı, başbakan ve eski iktidar milletvekilleri ile bunların suçlarına katılanları yargılamak üzere 9 kişilik bir özel mahkeme -Yüksek Adalet Divanı- kurmaktaydı. Ayrıca sanıkların sorumluluklarını araştırmak üzere bir Yüksek Soruşturma Kurulu da oluşturulmuştu.

Yassıada Mahkemelerinin verdiği kararlar nelerdir?

Ekim 1960'da İstanbul yakınlarındaki Yassıada deniz üssünde çalışmalarına başlayan Yüksek Adalet Divanı'nda 11 ay süresinde 538 kişi yargılandı. Divan 15 tanesi idam, 31 tanesi müebbed hapis olmak üzere çok sayıda mahkumiyet kararı verdi. Yargılamalar sonucu 135 kişi de beraat etmişti. İdam kararları yurtta ve yurtdışında tepkiyle karşılandı. CHP Genel Başkanı İsmet İnönü dahil olmak üzere pek çok kişi idamların uygulanmaması için çaba harcadı. MBK'da da önceleri böyle bir eğilim vardı. Ne var ki ordu içindeki sertlik yanlısı grupların baskısı sonucu MBK üç kişinin idamını onaylamak zorunda kaldı. İdam cezaları onaylanan eski Başbakan Adnan Menderes, MaliyeBakanı Hasan Polatkan ve Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu 15 ve 17 Eylül 1961 günlerinde idam edildiler.

Yassıada Muhkemelerinde mahkum olanların cezaları nasıl değiştirilmiştir?

Olağanüstü bir mahkeme niteliği taşıyan Yüksek Adalet Divanı tarafından verilen yargı kararları ve infaz edilen idam cezaları Türkiye'de etkileri uzun yıllar sürecek bir çatışmanın odak noktasını oluşturmuştur. Ağır cezalara mahkum edilen DP önde gelenleri 1960'lı yılların ortalarından önce çıkarılan af yasaları ile serbest bırakılmış

olmalarına karşın, yeni Anayasada yer alan yasaklayıcı hükümler nedeniyle siyasal haklarına ancak 1974 yılında yapılan bir anayasa değişikliği sonucu kavuşabilmişler ve bunlardan ancak çok küçük bir kısmı yeniden aktif politikaya dönebilmiştir. Nihayet 1990'lı yıllara girerken idam edilen üç politikacının naaşları İstanbul'da hazırlanan bir anıt mezara konmuş ve böylece bir tür "iade-i itibar" amaçlanmıştır.

1.2. MBK'da Bölünme

MBK'da meydana gelen görüş ayrılığının en önemli nedeni nedir?

MBK'yı oluşturan çoğu küçük rütbeli subayların aralarında tam bir düşünce birliği olduğunu söylemeye olanak yoktur. Komitede zamanla iki eğilimin ortaya çıktığı gözlemlenmektedir. Bir grup demokratik düzene geri dönülmesinde aceleci olunmaması gerektiğini ileri sürüyor ve temel reformları gerçekleştirene kadar iktidarda

kalmayı öngörüyordu. Diğer bir grup ise bir an önce yeni bir anayasanın yapılmasını iktidarın bundan sonra yapılacak seçimleri kazanacak partiye devredilmesini savunuyordu. Birinci grubun MBK'ya verdiği, kamuoyuna da yansıyan "Ülke ve Kültür Birliği" adlı, yasa tasarısı, MBK içindeki bölünmeyi hızlandırmıştır. Komitenin

ılımlı üyeleri, devlet başkanının öncülüğünde MBK'nın "radikal" kanadını tasfiye etmişlerdir. 13 Kasım günü MBK devlet başkanınca feshedilerek 14 üyeyi dışarıda bırakacak biçimde yeniden kurulmuştur. Böylece, yeni anayasanın MBK'nın da içinde yer alacağı bir Kurucu Meclis tarafından hızla hazırlanıp, genel seçimlere gidilmesi yolundaki önemli bir engel aşılmıştır.

2. Yeni Anayasanın Yapılışı

Temsilciler Meclisi'nin genel özellikleri nelerdir?

Yeni anayasayı yapmakla görevlendirilen "Kurucu Meclis", MBK ile Temsilciler Meclisi'nden oluşmaktaydı. Temsilciler Meclisi genel oya dayalı bir seçimle kurulmuş olmamakla birlikte, "temsil" niteliğinin geniş tutulmasına çalışılmış bir organdı. İllerin, siyasi partilerin ve çeşitli kuruluşların (barolar, basın, esnaf ve gençlik kuruluşları, sendikalar vb.) MBK müdahalesi olmaksızın doğrudan seçtiği üyeler bu meclis içinde çoğunluğu oluşturmaktaydılar. Anayasa yapımı süreci içinde Meclisin her iki kanadı arasında anlaşmazlık çıkması halinde de ağır basacak olan Temsilciler Meclisi'ydi. Ne var ki, Kurucu Meclis yasasında yer alan bir kural uyarınca mahkeme kararıyla kapatılmış olan DP üyelerinin bu mecliste temsil edilmeleri engellenmişti. Böylece ülkede önemli bir gücü temsil eden siyasal kadrolar Temsilciler Meclisi'nden dışlanmış olmaktaydılar. Bu durum demokratik anlayış açısından bir sakınca oluşturmakla birlikte, Temsilciler Meclisi'nin CHP eğilimli bir kentli-aydın üstünlüğüne sahne olmasına da olanak vermiştir. Mecliste CHP dışında temsil edilen öteki parti ise Osman Bölükbaşı liderliğindeki Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi'ydi.

Kurucu Meclis'te anayasanın hazırlanması nasıl gerçekleşmiştir?

     Temsil eksikliğinin anayasa bakımından ortaya çıkarabileceği sakıncayı önlemek için, Kurucu Meclisin kabul edeceği anayasa metninin bir de halkoyuna sunulması düşünülmüştü. Anayasanın belli bir tarihe kadar tamamlanamaması ya da halkoyunda  reddedilmesi halinde ise, bu kez genel seçimle oluşacak bir Temsilciler Meclisi'nin göreve çağrılması öngörülmekteydi. 9 Ocak 1961 günü seçilen Temsilciler Meclisi Anayasa Komisyonunun hazırladığı tasarı üzerindeki görüşmeler yeni anayasanın 27 Mayıs 1961 günü Kurucu Meclisce

kabul edilmesi ile tamamlandı. Tasarının Temsilciler Meclisindeki görüşmelerinde hayli gergin tartışmalar yaşandı.

     Aşağı yukarı aynı görüşleri paylaştığı düşünülen bu meclisin üyeleri arasında, ekonomik ve sosyal konularda önemli görüş ayrılıkları ortaya çıktı. Özellikle çiftçinin topraklandırılması ve ormanların devletleştirilmesi gibi amaçlarla özel mülkiyetin sınırlanması konusu ateşli tartışmalara konu oldu. Bir başka deyişle, 1960 sonrası Türkiye’sinde görülen "sol-sağ kutulaşması"nın, yani toplum yapısını değiştirmek isteyenlerle istemeyenlerin birbirlerinden ayrılmaya yönelmelerinin ilk ipuçları Temsilciler Meclisi'nde yaşandı. İki meclis, anayasa mahkemesi, yargı bağımsızlığı gibi kurumsal çözümlerde ise görüşler birbirine çok daha yakındı. Anayasa çalışmaları sırasında Kurucu Meclisin iki kanadı arasında önemli sayılacak görüş ayrılıkları da ortaya çıkmadı. Bir başka deyişle, bir askeri müdahale sonucu yapılmış olmasına karşın, 1961 anayasasına damgasını vuran "sivil" güçler olmakta, Kurucu Meclisin "askeri" kanadının da bu güçlerden farklı bir çizgide bulunmadığı gözlemlenmektedir. 9 Temmuz 1961 günü halkoylamasına sunulan yeni anayasa oylamaya katılanların %61.5'i tarafından kabul edilerek yürürlüğe girmiştir. Anayasa aleyhine kullanılan oyların tahmin edilenden yüksek olmasının başlıca nedeni, bu oylamanın bir "plebisit" niteliği taşıması, yani verilen oyların anayasanın metnini beğenip beğenmemekten çok, DP'nin askeri bir harekat ile düşürülmesinin ve MBK yönetiminin benimsenip benimsenmemesine bağlı olarak kullanılmasıydı.

3. 1961 Anayasasının Getirdikleri

Bir bütün olarak bakıldığında, 1961 anayasasının iki temel amacı bağdaştırmaya çalıştığı söylenebilir. Bu amaçlardan bir tanesi, 1960 öncesi yaşanmış olan demokrasi ve özgürlük sorunlarının ayrıntılı düzenlemelerle aşılması, diğeri ise ekonomik ve toplumsal gelişmenin sağlanmasıdır.

Yeni Anayasa kişi hak ve özgürlüklerine ne gibi yenilikler getirmiştir?

Anayasanın demokrasi ve özgürlük sorunları konusunda getirdiği çözümlerin başında, birey-toplum/devlet ilişkilerinde insanı/bireyi yüce değer saymak ve onun hak ve özgürlüklerini devlete ve topluma karşı anayasal önlemlerle güvenceye kavuşturma çabası gelmektedir. Anayasanın "hukuk devleti" ilkesine, yargı denetimine

ve yargıya/yargıçlara büyük önem vermesi ve bu alanda ayrıntılı hükümler getirmesi bu amacı gerçekleştirmeye yöneliktir. İki meclisli sisteme geçilmesi, Anayasa Mahkemesinin kurulması ve özerk kuruluşların öngörülmesi de yine aynı bağlamda ele alınabilir.

Yeni Anayasaya göre, devlet, ekonomike ve toplumsal gelişme konusunda neler yapabilecekti?

1961 Anayasasının ekonomik ve toplumsal gelişme/kalkınma ile ilgili yaklaşımı ise, devlete "...kişinin temel hak ve hürriyetlerini fert huzuru, sosyal adalet ve hukuk devleti ilkeleriyle bağdaşmayacak surette sınırlayan siyasi, iktisadi ve sosyal bütün engelleri" kaldırmak ve "insanın maddi ve manevi varlığının gelişmesi için gerekli şartları" hazırlamak görevi veren 10. maddede kendini göstermekteydi. Bu çerçevede devletin nitelikleri arasında yer alan "sosyal devlet" ilkesi ve "sosyal adalet" kavramı önem kazanmaktaydı. Gelişmekte olan ülkelerde sosyal devletin öncelikle paylaşılacak toplumsal zenginliğin arttırılmasını gerekli kıldığı göz önünde tutulunca, 1961 Anayasasının Türkiye için öngördüğü "proje"nin, kalkınmanın bedelini belli toplumsal kesimlere yüklemeyen, insan haklarına dayalı "Batı tipi" bir çoğulcu demokrasi projesi olduğunu söylemek mümkün olacaktır. Bir başka deyişle, yeni anayasa kalkınma, demokrasi ve sosyal adaleti birlikte gerçekleştirmeyi hedefleyen "zor" bir denemeyi temsil ediyordu. Böyle zor bir deneme olmasına karşın, 1961 sistemi ile 1977-78 yıllarına kadar ekonomik büyüme ve toplumsal refah ile siyasal demokrasi bir ölçüde birlikte götürülebilmiştir. Fakat bu yıllarda keskinleşen dünya ekonomik bunalımının da etkisiyle, 1961 Anayasası, katılmacı-özgürlükçü ve toplumsal yönleriyle bazı çevreler için "tedirginlik" yaratıcı bir konuma gelmeye başlamış, "kalkınma-refah-demokrasi" üçgeninde giderek artan "sıkışma" ülkeyi bir askeri darbeye doğru sürüklemiştir.

4. 1961 Seçimleri ve Anayasal Rejime Geçiş

1961 seçimlerinin sonuçları ne olmuştur?

27 Mayıs rejiminden 1961 sistemine geçiş kolay olmamıştır. 15 Ekim 1961 seçimlerinden sonra TBMM'nin 25 Ekim'de toplanmasıyla birlikte Kurucu Meclisin -ve tabii MBK'nın- hukuki varlıkları sona ermekle birlikte, ordunun "geçiş" aşamasındaki rolü hissedilir olmaya devam etmiştir. Seçimleri kazanması beklenen CHP 450 üyeli Millet Meclisinde ancak 173 milletvekili (%36.7 oy) sokabilmişti. Seçimlerde bu partiye karşı cephe tutmuş partiler ise çok daha fazla milletvekili çıkarmış durumdaydılar. Özellikle "DP'nin devamı" olma yarışında açık farkla birinci gelen (158 milletvekili) ve anayasaya karşı "hayır" kampanyası yürütmüş olan ve "intikamcı" bir izlenim veren Adalet Partisi'nin 156 üyelik kazanmış olması ordu içinde tedirginlik yaratmaktaydı. Bu nedenle seçimlerle TBMM'nin toplanmasına kadar geçen süre yeni bir askeri harekatın açıkça konuşulduğu bir dönem olmaktadır. Nihayet, AP'nin cumhurbaşkanlığı için aday göstermekten vazgeçmesi, eski MBK başkanı Cemal Gürsel'in cumhurbaşkanı seçilmesi ve CHP Genel Başkanı İnönü başkanlığında bir CHP-AP koalisyon hükümetinin kurulmasıyla bu sorunlar aşılabilmiş ve anayasanın öngördüğü düzene geçilmiştir.

Türk siyasi hayatı 1965 yılına kadar nasıl biri gelişme göstermiştir?

1 Haziran 1962 tarihine kadar görevde kalan Türkiye Cumhuriyetinin bu ilk koalisyon hükümetinin en büyük başarısı bir askeri darbe girişimi atlatılabilmiş olmasıdır. AP'nin hükümetten çekilmesiyle yıkılan bu hükümetin yerine yine İnönü başkanlığında bir CHP-YTP-CKMP hükümeti kurulmaktadır. Bir askeri darbe girişiminin

daha boşa çıkarılmasından sonra dağılan bu hükümetin yerini bu kez CHP ile TBMM'deki bağımsızlardan oluşan 3. İnönü koalisyonu hükümeti almıştır. Bu dönem içinde yapılan yerel ve Cumhuriyet Senatosu kısmî seçimlerinde, AP oylarında büyük bir artış da görülmektedir. Bundan güç alan AP eski liderinin ölümü üzerine genel başkanlığa seçilen Süleyman Demirel'in liderliğinde hükümeti düşürme çabalarını hızlandırdı. Nihayet 1965 yılının Şubat ayında bütçesi reddedilen 3. İnönü hükümetinin istifası sonucu, bir bağımsızın başkanlığında, CHP dışındaki tüm partilerin katıldığı yeni bir hükümet oluşturuldu. Demirel'in de başbakan yardımcısı olarak görev aldığı bu hükümetin kurulması ile birlikte, sivil yönetime geçiş sürecinin tamamlandığı söylenebilir.

5. 1965 Seçimleri ve Tek Başına AP İktidarı

1965-1971

1965 seçimleri AP'nin büyük bir başarı sağlayarak %53 oy ile Millet Meclisinde salt çoğunluğu (240 üyelik) sağlaması ile sonuçlandı. CHP'nin büyük oy düşüşü yaşadığı (134 üyelik) bu seçimlerde, tüm oyların değerlendirilmesine imkan veren seçim sistemi sayesinde %2.2 ile %6 arasında oy alan 4 küçük parti de parlamentoda temsil hakkı kazanabildi.

Adalet Partisi'nin iktidarı döneminde yaşanan gelişmeler nelerdir?

AP iktidarının 1965-69 dönemi, dünyadaki ekonomik konjonktürün de yardımı ile, düşük enflasyon koşullarında düzenli ve hızlı bir büyümenin sağlandığı yıllar olmuştur. Dış ülkelerdeki Türk işçilerinin gönderdiği dövizlerle desteklenen ve popülist bölüşüm politikalarının izlenmesine olanak veren bu dönem, tıpkı Menderes'in ilk yılları gibi, bir "bolluk" dönemi olarak görülmüştür. Dayanıklı tüketim malları üretiminin artışı, tarım ürünleri destekleme fiyatlarının yüksek tutuluşu ve montaj biçiminde de başlasa "ithal ikamesi" yöntemine dayalı sanayileşme politikası, özellikle kırsal alanlarda Adalet Partisine, yıllarca sürecek bir seçmen desteğinin oluşmasında etkili olmuştur.

1969 seçimlerinin siyasi sonuçları ne olmuştur?

1969 seçimlerine, AP dışındaki tüm partiler güçsüz olarak girdiler. Kendi içinde bölünmeler yaşayan CHP ve TİP, bir de "Alevi" seçmen oylarına talip olan Birlik Partisi rekabeti ile karşı karşıya kaldı. "Parlamento dışı" muhalefet yaygınlaşmış, parlamento içi siyasal etkinlikleri küçümseyen radikal gruplar güç kazanmışlardı. 1969 seçimleri bu grupların "seçimli" sisteme yönelik güvensizliklerini arttırıcı sonuçlar verdi. Seçim sisteminin değiştirilmesinden yararlanan AP, 1965 seçimlerine kıyasla 6 puan yitirmesine karşın, TBMM'deki salt çoğunluğunu arttırarak (256 üyelik) iktidarını korumayı başardı. CHP bir puanlık kaybına karşın 143 üyelik kazanmıştı. Seçimlerde parlamentoya giren üç bağımsız üye içinde, AP adaylığı veto edilmiş olan ve 1970 yılında Milli Nizam Partisini kurarak genel başkanlığına gelecek olan Necmettin Erbakan da yer almaktaydı.

Adalet Partisi'nin 1969 seçimlerinden sonra izlediği politikanın özellikleri nelerdir?

Seçimlerde büyük başarı sağlamış olmasına karşın, AP içinde, Demirel'in genel başkan seçildiği 1964 Kongresinden beri süren çatışma da sertleşmekte ve sayısı 40'ı aşan AP milletvekilinin Demirel hükümetinin 1970 bütçesine red oyu vermesi ile doruğa ulaşmaktadır. Sanayicilerle Anadolu tüccarı ve esnafı arasında Adalet Partisi içinde sağlanmış olan çıkar uzlaşmasının, hiç değilse geçici olarak, çöküşü olarak yorumlanabilecek olan bu kopuş, hükümetin istifasına yol açmaktadır. AP'den ayrılan milletvekilleri Demokratik Parti adlı yeni bir partide toplanmaktadırlar. Ne var ki, bir koalisyon hükümeti kurmak ya da seçimlerin yenilenmesini isteme gibi

çözümleri bir yana bırakan Demirel, parlamentodaki küçük partilerden yaptığı milletvekil "transferleri" ile, zayıf bir çoğunluğa da dayansa, kendi başkanlığında yeni bir AP hükümeti kurmayı başarabilmektedir. Ancak, gerek bu hükümetin kuruluş biçimi, gerek parlamento dışında gelişen radikal işçi ve gençlik hareketleri, gerekse de ordu içindeki müdahaleci eğilimler, yeni hükümetin olayların peşinden sürüklenen güçsüz ve prestijsiz bir hükümet olmasına yol açmaktadır. 1970 yılının Ağustos ayında Türk lirasının değerini dolar karşısında 9 liradan 15 liraya düşüren devalüasyon kararı da, ekonomik bakımdan yanlış olmasa bile, hükümetin desteğini arttırıcı bir karar sayılamazdı.

6. Sol'da İlk Adımlar

27 Mayıs 1960'dan ve özellikle de 1961 anayasasının kabulünden sonra sol düşünce üzerindeki baskılar hafiflemişti. Bu durum soğuk savaş yıllarında ağır baskı altında tutulmuş olan solun yayın, dernekleşme ve partileşme bakımlarından hızlı bir gelişim göstermesine olanak verdi.

Yön Hareketi'nin genel özellikleri nelerdir?

1960 sonrası Türkiye'de sol hareket birden fazla çizgi üzerinde gelişti. Bunlardan bir tanesi 1962 yılında yayınlanmaya başlanan "Yön" dergisi etrafında oluştu. Yayın hayatına 1000'i aşkın kişinin imzaladığı bir bildiri ile başlayan Yön dergisi, Türkiye'nin ekonomik ve toplumsal sorunlarının aşılması için köklü reformlar yapılmasını ve "kapitalist olmayan" bir kalkınma modelinin seçilmesini savunuyordu. Bu amaçlara toplumun ara tabakalarına dayanılarak ulaşılabileceğini belirten "Yöncüler", "zinde güçler" olarak nitelendirdikleri gençlik ve orduyu ilerici hamlelere öncülük edebilecek başlıca toplumsal güç olarak görmekteydiler. Yön dergisini 1967 yılının ortalarına kadar çıkaran Doğan Avcıoğlu'nun başını çektiği grup, daha sonra "Devrim" adlı bir dergi çıkaracak ve 12 Mart 1971 müdahalesine kadar ordu içindeki reformcu/devrimci gruplarla dirsek temasını sürdürecektir.

Sosyalist Kültür Derneği'nin temel amacı nedir?

Yön dergisinin çıkışından bir yıl sonra bir grup aydın tarafından kurulan Sosyalist Kültür Derneği de Cumhuriyetin ilk yıllarındaki devrimci atılımları yücelten bir anlayışa dayanmaktaydı. Yöncülerin de içinde yer aldığı kurucuları içinde yetkin bilim adamlarının büyük yer tuttuğu bu dernek, kuruluş amacını "Türkiyenin meselelerini sosyalist bir dünya görüşünden incelemek...tartışmak...ve bu çalışmaların sonuçlarını yaymak" olarak açıklamaktaydı. Dernek sosyalizmi azgelişmiş ülkelerin sosyal adalet içinde hızlı kalkınmalarını sağlayacak tek yöntem saymakta ve Türkiye'yi  ileri bir uygarlık düzeyine ulaştırmayı amaçlayan Ulusal Kurtuluş Savaş'ının doğal bir uzantısı olarak görmekteydi. Marksizmden etkilenmiş olmakla birlikte, 1930'lu yılların "Kadro" hareketi gibi köklerini Atatürk devrimciliği ile kapitalizme alternatif bir devletçilik ve halkçılık anlayışında bulan bu çizginin dışında "klasik" marksist anlayışı ise 1961 yılında kurulmuş olan Türkiye İşçi Partisi temsil etmekteydi.

Türkiye İşçi Partisi'nin güç kazanması ve etkinliğini yitirmesi nasıl gerçekleşmiştir?

   12 sendikacı tarafından kurulan TİP başlangıçta önemli bir gelişme sağlayamamıştı. Parti ancak 1962 yılında Mehmet Ali Aybar'ın genel başkanlığa getirilmesi ve yeni bir parti tüzüğü ve programının kabulü sonrasında canlılık kazanmıştır. Böylece işçi sınıfının partisi olma iddiasını üstlenen ve "insanın insan tarafından sömürülmesi sistemine" son vermeyi amaçlayan TİP, sosyalizmi hedefleyen bir parti kimliğine kavuşmaktadır. Parti halk oyu ile iktidara gelmeyi öngörmektedir. İlk defa 1963 belediye seçimlerine katılan TİP, aydınlar arasında olduğu kadar, sendikacılar ve işçiler arasında da destek bulmuştur. 1965 seçimlerine 52 ilde katılan parti %3 oy almış ve TBMM'ye 15 üye sokmuştur. Böylece Cunhuriyet tarihinde ilk kez TBMM'de sosyalist bir parti ve sosyalist milletvekilleri yer almış olmaktadır. Parti az sayıdaki üyesine karşın, TBMM ve kamuoyunda gündemi belirleme bakımından önemli bir rol oynamıştır. 1967 yılında TİP kurucusu olan sendikacıların Türk-İş'ten ayrılarak Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonunu kurmaları ile birlikte partinin işçi hareketi içindeki etkisinin kurumlaştığı da görülmektedir.

    DİSK kısa zamanda büyük gelişme gösterecek ve Türk-İş'e rakip olabilecek ve mücadeleci bir sendika kimliği kazanacaktır. Ne var ki aynı süreç içinde TİP içinde hiç eksilmemiş olan görüş ayrılıkları da keskinleşmekte

ve parti özellikle SSCB'nin Çekoslovakya müdahalesinden sonra sert iç çatışmalara sahne olmaktadır. 1968-69 yıllarında güç ve yaygınlık kazanan sol gençlik hareketi içindeki nüfuzunu da yitiren TİP, 1966 ara seçimlerinin aksine, 1969 genel seçimlerinde yalnızca iki milletvekilliği kazanabilmiştir. Bunda iç çelişkilerin yanısıra seçim sisteminin değiştirilmiş olmasının da etkisi vardı. TİP 12 Mart döneminde siyasi partiler yasasına aykırılık nedeniyle Anayasa Mahkemesince kapatılmış, yöneticileri de sıkıyönetim mahkemeleri tarafndan ağır hapis cezalarına mahkum edilmiştir. 12 Mart döneminin sona ermesinden sonra bir grup yönetici tarafından yeniden kurulan TİP, bundan sonraki yıllarda kayda değer bir güç oluşturamamıştır.

7. CHP'de Yenilenme: "Ortanın Solu" Hareketi

CHP'nin yeni bir siyasal kimlik üretmesinin nedeni nedir?

1960'lı yılların başında Türk siyasal yaşamında toplumsal ve ekonomik sorunların giderek gündeme egemen olması ve sosyalist düşüncenin özellikle aydınlar arasın- da giderek yaygınlık kazanması CHP'de yeni bir kimlik arayışına yol açmıştır. 1965 seçimleri öncesinde bizzat İnönü, devletçi bir parti olduğundan hareketle, CHP'nin siyasal yelpazedeki yerinin "ortanın solu" olduğunu ilan etmiştir. Ne var ki, seçime bu yeni yaklaşımla giren CHP, özellikle AP tarafından kullanılan "ortanın solu, Moskova'nın yolu" sloganının da etkisiyle, 1965 seçimlerine oranla 10 puandan fazla oy kaybederek büyük bir yenilgiye uğramıştır.

CHP'nin "ortanın solu" politikasını izlemesinin sonuçları ne olmuştur?

    Seçim yenilgisi, parti içinde "ortanın solu" çizgisine yönelik farklı bakış açıları arasında çatışmaya yol açmaktadır. Bu yaklaşımı, "taktik" bir silah ve partinin sola kaçabilecek oylarını muhafaza etmek için bir araç olarak gören grup, uğranılan yenilgiye neden olarak gördükleri "ortanın solu" çizgisinden vazgeçilmesi gerektiğini savunmaktadırlar.

   Bülent Ecevit'in liderliğini yaptığı diğer grup ise, "halk ile bütünleşmeyi" mümkün kılacağına inandıkları bu yaklaşımı bir tür sosyal demokrat siyaset çizgiye dönüştürmeyi amaçlamaktaydılar. İnönü'nün de desteği ile Ecevit'in 1966'da CHP Genel Sekreterliğine seçilmesi çatışmayıkeskinleştirmekte ve "merkezde" kalmayı savunmaları nedeniyle giderek "göbekçi" diye adlandırılan grubun bir bölümü, Turhan Feyzioğlu öncülüğünde 47 milletvekili ile birlikte partiyi terketmektedir. 1960 öncesinin pek çok ünlü politikacısını içeren bu grup, Güven Partisi adıyla yeni bir parti örgütlenmesine yönelmektedir. Böylece CHP'ye ağırlığını koyan "ortanın solu" ekibi, 1972 yılında Bülent Ecevit'in genel başkan seçilmesiyle birlikte CHP'ye tümüyle egemen olacaktır.

 

8. Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisinden (CKMP)

Milliyetçi Hareket Partisine (MHP)

Osman Bölükbaşı ve arkadaşlarının 1962 yılında ayrılıp Millet Partisini kurması ile küçülen parti, MBK'dan tasfiye edilen "14'ler"in lideri Alpaslan Türkeş ve arkadaşlarının partiye katılması ile birlikte, yeni bir canlılık kazanmaktadır. Partide müfettişlik görevi verilen Türkeş, doğrudan ilişkiye girdiği parti örgütlerini yanına çekmeyi başarmakta ve kısa sürede genel başkanlığı eline geçirmektedir. Eski parti kadrosunun önemli bir bölümünün terkettiği ve 1965 seçimlerinde oyların %2.2'sini alarak 11 üyelik kazanan CKMP, genel başkanın "dokuz ışık" adı verilen ve "ülkücülük" ile özetlenen yaklaşımına uygun olarak yenilenmektedir. Nihayet 1969 kurultayında Milliyetçi Hareket Partisi adını alan parti, sağ yelpazenin en ucunda yer tutan, militan özellikleri ağır basan bir lider/başbuğ partisi kimliğine bürünmektedir.

9. İşçi ve Öğrenci Hareketleri

Türkiye'de 1961 Anayasası ile açılan "çoğulcu demokrasi" döneminin önemli bir özelliği de siyasal hayatın çeşitlenmesi olmuştur. Basın-yayın, dernek, toplantı ve gösteri, sendika ve siyasal parti etkinlikleri büyük bir gelişme göstermiştir. Bu ortam içinde iki dinamik güç siyasal yaşamda önem kazanmıştır: 27 Mayıs öncesi DP

iktidarına karşı mücadele deneyimine de sahip olan üniversite gençliği ve sendikal haklarını elde etmek ve korumak için etkili bir baskı grubu oluşturan işçiler.

Öğrenci Hareketlerinin siyasal rejimi nasıl etkilediğini tartışınız.

Gençlik hareketlerinin sürükleyici gücü 1965 yılında sol görüşlü öğrenciler tarafından kurulan Fikir Kulüpleri Federasyonu (FKF) olmuştur. Önceleri sosyalist TİP'e yakın bir çizgide bulunan FKF, 1967 yılında Milli Demokratik Devrim stratejisini savunanların denetimine girdi. Henüz feodal ilişkilerini kıramamış ve emperyalizmin etkisi altındaki bir ülkede devrimci sürecin ilk aşamasının, tüm "milli güçler"in birlikteliği ile "tam demokratik ve gerçekten bağımsız" bir Türkiye yaratmak olduğunu savunan bu görüş, üniversite gençliği arasında büyük destek buldu. 1969 yılında örgütün Türkiye Devrimci Gençlik Federasyonu (Dev-Genç) olarak değiştirildi. Önce FKF ve sonra Dev-Genç, 1968 yılından başlayarak pek çok kitlesel öğrenci hareketine öncülük ettiği gibi, işçi ve köylü eylemlerine destek sağlamayı da kendi görevi içinde gördü. Böylece adeta "parlamento dışı" bir muhalefet odağı haline gelen Dev-Genç hükümet başta gelmek üzere, tüm sistem içi siyasal güçlerde "tedirginlik" yarattı. Dev-Genç'e karşı örgütlenen "ülkücü"lerin de ortaya çıkması ile birlikte, öğrenci hareketleri "öğrenci çatışmaları"na dönüşmeye başladı. 1970 yılının sonlarına gelindiğinde, Dev-Genç içindeki bazı gruplar silahlı eylem yapmak üzere örgütlenme çabası içine girdiler. Böylece 12 Mart askeri müdahalesine giden süreç içinde, kitlesel gençlik hareketi, yerini silahlı küçük eylem grupları ile devlet gücü arasındaki bir mücadeleye bıraktı. İşçi hareketi ise, bu dönemde, Türk-İş'e alternatif olarak 1967 yılında kurulmuş olan Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu aracılığıyla etkili oldu. Türk-İş'in kamu işyerlerinde örgütlü olmasına karşın, DİSK İstanbul başta gelmek üzere özel sektöre ait büyük sanayi kuruluşlarında güç kazandı. Örgütlenme süreci içinde pek çok mücadeleye önderlik eden DİSK Türkiye tarihinin en büyük işçi eylemi olan 15-16 Haziran olaylarına da damgasını vurdu. DİSK'i hedef alan bir yasa değişikliğine karşı İstanbul ve Kocaeli'nde çok sayıda fabrika işçisinin katılımı ile gelişen olaylarda üç kişi de yaşamını yitirdi. İstanbul, Kocaeli, Sakarya ve Zonguldak illerinde sıkıyönetim ilanına neden olan 15-16 Haziran olayları ordunun 12 Mart'ta siyasal yaşama "müdahil" olmasının gerekçelerinden birini oluşturacaktır.

Özet

Türkiye'de 27 Mayıs 1960'da ordunun yönetime el koymasıyla yeni bir dönem başlamıştır. Bu tarihten sonra, ordu adına hareket eden Milli Birlik Komitesi, bir yandan ülkeyi yeniden seçimlere götürme ve yeni bir anayasanın oluşturulmasıyla uğraşırken, diğer yandan ise siyasi tıkanıklığa neden olarak gösterilen Demokrat Parti yöneticilerinin yargılanmasını sağlamıştır. Milli Birlik Komitesi ve Temsilciler Meclisi'nden oluşan Kurucu Meclis, yeni anayasayı yapmıştır. 9 Temmuz 1961 tarihinde yapılan halkoylaması sonucu kabul edilen bu anayasa;

Türk toplumuna yeni siyasal, sosyal ve ekonomik haklar getirmiştir. Özgürlükçü bir siyasal yapının oluşumunu sağlamıştır. Bu nedenle, toplumun değişik kesimleri örgütlenmişler ve hükümetten çeşitli taleplerde bulunmuşlardır. Ancak, buna paralel olarak tolumda farklı siyasal kamplar da oluşmuştur. Sol düşüncenin çeşitli öğrenci ve işçi hareketleriyle kendisini ifade etmesinden sonra, kendilerini "ülkücü" olarak adlandıran başka bir grup da ortaya çıkmıştır. Bu "an" dan itibaren iki grup arasında zaman zaman çatışmalar meydana gelmiştir.

 

Bunalımlı Yıllar (1971 - 1980)

 

1. 12 Mart Dönemi: 1971-1973

      1970 yılı içinde siyasal istikrarsızlık biçiminde ortaya çıkan ve toplumsal olaylar ve şiddet eylemleri ile bunalım niteliği kazanan siyasal ortam, yıllardır sözü edilen askeri müdahale beklentilerinin güçlenmesine yol açmıştı. 1971 yılına girildiğinde bu beklentiler iki ayrı biçimde kendini göstermekteydi. "İlerici" denilen bazı aydınlar ve gençlik gruplarınca desteklenen bir eğilim, ülke sorunlarının "kestirme" bir yoldan çözümünü "zinde güçler" tarafından yürütülecek radikal ve ekonomik ve toplumsal reform/devrim programının uygulanmasında görmekteydiler. Dış politikada ABD ile ilişkilere kuşku ile yaklaşan ve ordu içinde belli bir desteğe sahip olan bu eğilimin oluşumunda Doğan Avcıoğlu'nun "Türkiye'nin Düzeni" adlı çalışmasının önemli payı olduğu söylenebilmekteydi. Öte yandan, ülkede giderek yaygınlık kazanan işçi ve gençlik hareketlerini kendileri açısından tehlikeli bulan büyük sanayici ve tüccar çevreler ise, bu gelişmeleri engelleyecek ve krize girmiş olan ekonomiyi baskıcı yöntemlerle yeniden rayına oturtabilecek bir iktidarın özlemi içindeydi.

"Devrimci" grubun içinde görülen Kara Kuvvetleri Komutanı Faruk Gürler ve Hava Kuvvetleri Komutanı Muhsin Batur'un, Genelkurmay Başkanı Memduh Tağmaç'a yaklaşmaları sonucu bu grubun 8-9 Mart gecesi yapmayı düşündüğü müdahale engellenmiş, bunun yerine üç gün sonra bu kez "emir-komuta zinciri" içinde 12 Mart darbesi gerçekleştirilmiştir.

      12 Mart 1971 günü öğle haberleri sırasında radyodan okunan ve Genelkurmay Başkanı ile kuvvet komutanları tarafından imzalanan bir "muhtıra" ile Türkiye yeni bir dönemi girmiştir.

 

12 Mart Muhtırası'nın üzerinde durduğu konular nelerdir?

12 Mart Muhtırası parlamento ve hükümetin ülkeyi toplumsal ve ekonomik huzursuzluk içine soktuğunu, Anayasanın öngördüğü reformların gerçekleştirilmediğini ve Türkiye'nin geleceğinin ağır bir tehlike içine düşürüldüğünü söylemektedir. Bu durumda TBMM'nin partiler üstü bir anlayışla ve Atatürkçü bir görüşle gerekli reformları gerçekleştirilmesini zorunlu gören Muhtıra, yeni bir hükümetin oluşturulmasını da gerekli görmektedir. Bu hususların gerçekleştirilmemesi halinde TSK'nın idareyi doğrudan doğruya eline alacağını belirten muhtıracılar, bunu kanunların TSK'ya vermiş olduğu "Türkiye Cumhuriyetini korumak ve kollamak" görevinin yerine getirilmesine bağlamaktadırlar.

Siyasal partilerin muhtıraya tepkisi ne olmuştur?

    Muhtıranın verilmesinden sonra Başbakan Demirel istifa etmiştir. Alelacele CHP'den istifa eden Nihat Erim, Cumhurbaşkanı tarafından başbakanlığa atanmıştır. Baskı altında bulunan ve Muhtıranın 'idareye doğrudan el koyma" yaptırımından çekinen AP-CHP yeni hükümete bakan vermeyi ve desteklemeyi kabul etmişlerdir.

Bazı "ilerici" çevrelerce de başlangıçta desteklenen 12 Mart Muhtırasına ve yeni hükümetin kuruluş biçimine, TİP dışında, CHP Genel Sekreteri Ecevit'te karşı çıkmış ve partisinin Erim hükümetine katılmasını protesto niteliğinde olmak üzere CHP genel sekreterliğinden istifa etmiştir. Bu olay İnönü ile Ecevit arasındaki ilişkilerin, bir daha düzelmemek üzere, bozulmasının başlangıcını oluşturacaktır.

    26 Mart günü onaylanan ve 2 Nisan günü güven oyu alan Erim kabinesinde AP ve CHP'lilerin dışında TBMM üyesi olmayan 15 teknokrat kimlikli üye de yer almaktaydı. Başbakan tarafından "beyin takımı" olarak adlandırılan bi kişiler, hükümetin "reformucu" kanadını temsil ediyordu. Erim Hükümetinin programı bir yandan ülkede "huzur ve güveni" sağlamayı vaadediyor, te yandan toprak reformu başta olmak üzere atılacak adımlarla Anayasanın öngördüğü reformların gerçekleştirilmesini öngörüyordu. Ne var ki uygulama böyle olmadı.

1.1. Sıkıyönetim İlanı

Erim hükümetin kurulması ülkede "huzurun" sağlanması için yeterli olmadı. Üniversite öğrencisi ağırlıklı bazı sol grupların oluşturdukları ve silahlı mücadeleyi öngören örgütlenmeler etkinliklerini arttırdılar. Bunun üzerine, 26 Nisan 1971 günü Hükümet ülkenin önemli bir kesiminde sıkıyönetim ilan etti. Bu karar TBMM tarafından

da onaylandı.

12 Mart döneminde siyasal gelişmeler nasıl gerçekleşmiştir?

Esas itibariyle, ordu içindeki mücadelenin "ordu hiyerarşisi" lehine sonuçlanmasının bir ürünü olarak ortaya çıkmış olan 12 Mart Muhtırası ile başlayan süreç sol çevrelere ve işçi hareketine yönelik baskılar biçiminde kendini göstermiş, "reform" yapma iddiaları hızla arka plana düşmüş, 1971 yılının Aralık ayında "beyin takımı"nda yer alan 11 bakanın istifası ile de tamamen terkedilmiştir. Yine aynı süreç içinde "sivil" hükümetin hareket alanı ve etkisi tamamen ortadan kalkmış, siyasal güç tümüyle ordunun üst kademelerinin eline geçmiştir.

Sol'a yakınlıklarıyla bilinen aydınlar, 12 Mart'tan nasıl etkilenmişlerdir?

Sıkıyönetim ilanı ile başlatılan "gözaltı" dalgası, İsrail'in İstanbul başkonsolosunun kaçırılması sonrasında tam bir furya haline dönüşmüş, "sol" görüşlü olduğu düşünülen pek çok öğretim üyesi, aydın, öğretmen ve yazar gözaltına alınmıştır. Sıkıyönetim kısa süre içinde pek de ciddi olmayan silahlı mücadele gruplarını denetim

altına almış ve büyük kapsamlı yargılamalar başlatılmışdır. Ancak yargılamalar bu kesimle sınırlı kalmamış, DİSK ve Türkiye Öğretmenler Sendikası gibi kitle örgütleri ile çok sayıda dernek yöneticisi de "gizli örgüt kurma" ya da bu örgütlere destek olma iddiasıyla tutuklanarak cezaevlerine konulmuştur. Bu dönemde, Türkiye İşçi Partisi ve Milli Nizam Partisi de Anayasa Mahkemesi tarafından kapatılmış, TİP yöneticileri ağır hapis cezalarına mahkum edilmiştir.

1.2. Anayasa Değişikleri

Anayasada değişiklik yapılmasının temel nedeni nedir?

12 Mart Müdahalesinin ilk evrelerinde "anayasanın öngördüğü reformların" gerçekleştirilmemiş olmasının bir eleştiri konusu olmasına karşın, kısa bir süre sonra muhtıracıların ülkedeki bunalımın asıl "suçlu"sunu "1961 Anayasası" olarak görmekte oldukları açıklık kazandı. Başbakan Erim tarafından 1961 Anayasasının Türkiye

için "lüks" olduğu biçiminde dile getirilen bu görüşün temelinde, zamanın Genelkurmay Başkanı Memduh Tağmaç tarafından ileri sürülen, "sosyal gelişmenin ekonomik gelişmenin önüne geçtiği", yani toplumsal grupların demokratik siyaset yoluyla kendi çıkarlarını gerçekleştirme mücadelelerinin siyasal düzen bakımından

bir tehdit oluşturduğu yolundaki inanç bulunmaktaydı. Böylece, Cumhuriyetin kuruluşundan sonra, ilk kez olmak üzere, toplumda o döneme kadar aynı toplumsal/ siyasal değerleri savunmuş olan sivil "ilerici" aydınlar ile ordu tarafından temsil edilen eğilimler arasında açık bir farklılık ortaya çıkmış olmaktadır. Bu farklılaşma

daha sonra, 12 Eylül döneminde, kendini bir kez daha açıkça hissettirecektir.

Anayasa'da ne gibi değişiklikler yapılmıştır?

12 Mart döneminde anayasada yapılan değişiklikler ilki 1971, ikincisi 1973 ylıında olmak üzere iki aşamada gerçekleştirildi. Bu değişikliklerle anayasanın yaklaşık dörtte birine ilişilmiş ve11 geçici hüküm getirilmiştir. Değişiklikler öncelikle anayasının haklar ve özgürlükler düzenine yönelik olmuş ve devleti bireylere karşı koruma mantığı çevçevesinde gerçekleştirilmiştir. Haklar ve özgürlükler bakımından anayasa ile getirilen güvenceler zayıflatılmış, dernek ve sendika kurma hakları sınırlanırken,kamu görevlilerinin sendika kurma hakkı kaldırılmıştır. Yürütme alanında özerk kuruluşlar (üniversite ve TRT) iktidarın denetimine sokan nitelikte düzenlemeler yapılmış, yürütmenin güçlendirilmesi amacıyla Bakanlar Kuruluna Kanun Hükmünde Kararname çıkarma yetkisi tanınmıştır. Yargı alanında yapılan değişiklikler ise, çeşitli yargı kuruluşlarının yetkilerini sınırlama ya da yargı bağımsızlığını zayfılatma biçiminde kendini göstermiştir. Kısaca belirtmek gerekirse, bu değişiklikler, genel olarak, Türkiye Cumhuriyeti'nin nitelik ve ilkelerini ileriye dönük yorumlara açık "proje" niteliğinde bir anayasayla gerçekleştirmeye yönelik olmayan bir anlayışa dayanmış ve anayasının, yerleşik

düzeni korumak amacıyla kullanılmasını sağlamayı amaçlamıştır.

1.3. CHP Lider Değiştiriyor

12 Mart CHP'yi nasıl etkilemiştir?

12 Mart Muhtırası CHP içindeki safları belirginleştirmiş, Ecevit'in istifasıyla birlikte bu parti içinde açık bir iktidar mücadelesi başlamıştır. Partinin Genel Merkez yönetimine Ecevit yanlıları egemen olmaya devam ederken, partili milletvekili ve senatörlerin büyük çoğunluğu İnönü'nün yanında yer almıştı. 1972 yılının Mayıs ayında toplanan CHP olağanüstü kurultayında Ecevit yörüngesindeki CHP Parti Meclisi güvenoyu alınca, İnönü 34 yıldır sürdürdüğü genel başkanlıktan istifa etti. Olağanüstü kurultayda genel başkan seçilen Bülent Ecevit, Haziran sonunda toplanan olağan kurultaya da egemen oldu. Kasım ayında CHP hükümetteki bakanlarını geri çekme kararı aldı. Buna tepki gösteren İnönü partisinden ve milletvekilliğinden istifa ederek, eski Cumhurbaşkanı sıfatıyla Cumhuriyet Senatosu üyeliğine geçti. İnönü'nün genel başkanlıktan istifası sonrasında ve Cumhuriyetçi Parti adlı yeni bir parti kurmuşlardır. Bu parti daha sonra, 1967'de CHP'den ayrılanların kurmuş olduğu Güven Partisi ile birleşerek ve Cumhuriyetçi Güven Partisi adını almış ve 1980 darbesine kadar Türk siyasal yaşamında varlığını sürdürmüştür. Onbir bakanın hükümetten ayrılması sonucu başbakanlıktan istifa eden Nihat Erim bir kez daha hükümeti kurmakla görevlendirilmişti. 2. Erim hükümetinin de ömrü beş aydan kısa sürdü. 1972 yılının Nisan ayı sonunda başbakanlığa getirilen SuatHayri Ürgüplü'nün kurduğu kabinenin Cumhurbaşkanı tarafından kabul edilmemesi üzerine, Erim hükümetinde Milli Savunma Bakanlığını üstlenmiş olan Cumhuriyetçi Güven Partisi üyesi Ferit Melen başbakanlığa getirildi. Melen hükümeti, Kasım ayında CHP'nin hükümetteki bakanlarını çekme kararından sonra da, görevine devam etti. Ancak hükümet böylece "partilerüstü" bir hükümet olmaktan çıkarak bir sağ partiler koalisyonu haline dönüşmüş oldu ve yeni yönetim altındaki CHP de 12 Mart rejiminin uygulamalarının sorumluluğundan sıyrılmış oldu.

2. Cumhurbaşkanlığı Seçimi ve 12 Mart Rejiminin Sonu

Melen hükümeti döneminin en önemli olayı, görev süresi dolan Cevdet Sunay'ın yerine yeni Cumhurbaşkanı seçme işidir.

Yeni Cumhurbaşkanlığı seçimi üzerine yapılan tartışmalar ve bu tartışmaların sonuçları ne olmuştur?

1972 Ağustos ayında Genelkurmay Başkanlığına Org. Gürler'in gelmesi, 1973 ilkbaharındaki Cumhurbaşkanlığı seçiminin parlamento içinde ve dışında bir hesaplaşmaya konu olacağının göstergesiydi. Org. Gürler'in ordu desteğiyle Cumhurbaşkanı adayı olacağı bir sürpriz değildi. Ne var ki, Gürler'in geçmişte ordudaki "radikal"

denen subaylarla işbirliği yapmış olması, kendisini AP açısından kabul edilmez kılmaktaydı. Bu nedenle 1966 yılında Genelkurmay Başkanı Org. Cevdet Sunay'ın devlet başkanı seçilmesinin yolunu açmış olan AP ve bu partinın lideri Demirel'in bu konuda, böyle bir zorlamaya karşı çıkan CHP yönetimiyle bir işbirliğine yönelmesi

şaşırtıcı olmadı. Her iki partiden de "fire" verilmesine karşın, Cumhurbaşkanı tarafından Cumhuriyet Senatosu kontenjan üyeliğine atanarak devlet başkanı adayı olan Gürler, ordunun bir kesiminin TBMM üzerindeki açık baskısına rağmen seçilmek için gerekli oy sayısına yaklaşamadı bile. Gürler'in seçilemeyeceğinin belli olmasından sonra, Cumhurbaşkanı Sunay'ın görev süresinin iki yıl uzatılması yoluyla bunalımdan çıkma taktiği de, bunula ilgili anayasa değişikliğinin reddedilmesi nedeniyle başarısız kaldı. Yeni arayışlar çerçevesinde,

Anayasa Mahkemesi başkanının önce kontenjan senatörü olarak atanması ve sonra Cumhurbaşkanı seçilmesi konusunda AP ve CHP arasında sağlanan uzlaşma da, Sunay'ın atamayı yapmayı kabul etmemesi üzerine, sonuç vermedi. Bunun üzerine AP ve CHP Cumhuriyet Senatosu Kontenjan üyesi emekli Amiral Fahri Korutürk'ün

ismi üzerinde anlaşmaya vardılar. Korutürk 6 Nisan 1971 günü Türkiye'nin altıncı Cumhurbaşanı seçildi.

Cumhurbaşkanlığı seçiminde iki büyük partinin parlamento dışı baskılara karşı birlikte göstermiş oldukları direnç, 12 Mart döneminden çıkışın ve olağan rejime dönüşün en önemli dönüm noktasını oluşturmuştur.

Yeni Cumhurbaşkanının göreve başlamasından sonra Melen görevden çekildi ve hükümeti kurmakla kontenjan senatörü Naim Talu görevlendirildi. Talu'nun başbakanlığında kurulan AP-CGP koalisyonunun başlıca görevi ülkeyi seçime götürmek olarak görülmektedir.

3. 1973 Seçimleri ve Demokrasiye Dönüş

Seçimlere katılan siyasal partilerin yaptıkları propagandaların niteliği nedir?

Olağan döneme kesin dönüşü simgeleyen 1973 seçimleri büyük ölçüde AP ve CHP arasındaki bir mücadele biçiminde geçti. 1950-60 döneminin Cumhurbaşkanı Cella Bayar, ileri yaşına karşın, Demokratik Partinin kampanyasında aktif rol aldı. İsviçre'deki gönüllü sürgününden dönerek Milli Selamet Partisini kuran Erbakan da

canlı bir seçim kampanyası yürüttü. Ama, kampanya döneminin en başarılı ismi kuşkusuz Bülent Ecevit'ti. Bizzat kendisi tarafından kaleme alınan "Ak Günlere" adlı seçim bildirgesi çerçevesinde kampanya yürüten Ecevit, CHP adına bir "düzen değişikliği" programı savunmaktaydı. Ülkenin sağa kaydırıldığı, halkın siyasetteki

ağırlığının azaldığı, sosyal devletin yıpratıldığı ve özgürlükçü demokrasinin gereklerinden uzaklaşıldığı tesbitlerinden yola çıkan CHP seçim bildirgesi "ne ezilen ne ezen ... insanca hakça bir düzen" sloganına dayanıyordu.

Seçim sonuçları ne olmuştur?

Seçimler, 1950'den sonraki dönemde CHP'nin ilk kez birinci parti olduğu bir sonuç verdi. TBMM'de 185 milletvekilliği kazanan CHP'yi 149 üyelik ile AP izlemekteydi. Demokratik Parti ve Milli Selamet Partisi tahminlerin üzerinde oy alarak sırasıyla 45 ve 48 üyelik kazanmışlardı. AP'nin başarısızlığında, geçmişte bu partiye oy vermiş olan seçmenlerin bir kısmının DP ve MSP'ye kayması yanı sıra, AP'nin 12 Mart döneminde

ilkeli bir tavır sergilemiş olan CHP'den farklı olarak, bu dönemin ekonomik ve sosyal politikalarının "gerçek sahibi" olarak algılanmasının da payı olduğu söylenebilir.

3.1. CHP - MSP Koalisyonu

Seçim sonuçlarının açıklanmasından sonra 100 günü aşan bir süre hükümet bunalımı yaşandı. Bunun nedeni, sağ partilerin, siyasal ve kişisel nedenlerle bir araya gelememeleri idi. AP lideri Demirel "millet bize muhalefet görevi verdi" diyerek böyle bir birlikteliği daha baştan bloke etmişti.

CHP ve MSP'nin hükümet ortaklığının siyasal açıdan en önemli özelliği nedir?

Bu arada yapılan yerel seçimlerde CHP'nin sağladığı büyük başarı, bu parti ile MSP arasındaki temasları hızlandırdı. Nihayet bu iki parti Ecevit'in başkanlığında bir hükümet kurma konusunda anlaştı. Böylece Türkiye'de ilk kez islamcı bir parti iktidar ortağı olmakta ve siyasal meşruiyet kazanmaktaydı. Sekiz aya yakın görev yapan CHP-MSP koalisyonu hükümetin meclise sunduğu genel af yasa tasarısının görüşmelerinde bazı MSP milletvekillerinin öteki sağ partilerle işbirliği yaparak 12 Mart döneminde siyasal suçlardan mahkum olmuş kişilerin af yasasından yararlanmalarını engellemesi nedeniyle sarsıldı. Ancak adı geçen yasanın Anayasa Mahkemesince iptal edilmesi sonucu bu kişilerin de aftan yararlanmaları, hükümetin devamına imkan verdi.

3.2. Kıbrıs Harekatı

15 Temmuz 1974 günü Yunanistan'la birleşmeyi savunan EOKA adlı milliyetçi gizli örgüt Kıbrıs Cumhurbaşkanı Makarios'a karşı bir darbe yaparak adada iktidarı ele geçirdi. Yunan askeri cuntası tarafından düzenlendiğine kuşku olmayan bu darbe, Türkiye'de büyük tepki doğurdu. ABD'nin Türkiye'nin adaya bir askeri müdalale yapmasını engellemeye yönelik diplomatik çabalarına karşın, soruna bir çözüm bulunamayacağının belli olması üzerine Türk Ordusu 20 Temmuz'da Kıbrıs'a çıktı. Barış çabalarının sonuç vermemesi üzerine 14 Ağustos'ta ikinci bir askeri harekata girişildi ve adanın yaklaşık %40'ı denetim altına alındı.

Kıbrıs Harekâtı'ndan sonra Bülent Ecevit'in siyasal davranışı ne olmuştur?

Kıbrıs harekatı ülkede büyük bir sevinç yarattığı gibi, Ecevit'in siyasal gücünü de doruğa yükseltti. Bu durumu bir seçim başarısına dönüştürmek isteyen CHP, Hükümet içinde giderek büyüyen "doku uyuşmazlığı"nın da etkisiyle, koalisyonu bozdu.

4. "Milliyetçi Cephe" Kuruluyor

Milliyetçi Cephe Hükümeti hangi partilerin biraraya gelmesiyle kurulmuştur?

CHP'nin ülkeyi erken seçime zorlama stratejisi sonuç vermedi. Güvenoyu alamayan bir "partisiz" hükümet denemesinden sonra, sağ partiler Demirel başkanlığında bir hükümet kurma konusunda anlaştılar. AP, MSP, CGP ve MHP'den oluşan koalisyon, DP'den istifa eden üyelerin de desteğiyle güvenoyu almayı başardı. Hükümetin kuruluşunda ilginç olan nokta, TBMM'de üç üyeye sahip olan MHP'nin 2 bakanlık elde etmiş olmasıydı. Böylece ülkücü diye adlandırılan anlayış, Türk siyasal yaşamında devlet kadroları içinde güç kazanma yolunda, uzunca bir süre devam edecek, yürüyüşüne başlamış olmaktaydı.

"Milliyetçi Cephe" Hükümeti döneminde iç politikada yaşanan gerginliğin boyutları ne olmuştur?

"Milliyetçi Cephe" diye anılan bu hükümet döneminde ülkede çatışmalar hızla tırmanmaya başladı. Daha kısa bir süre önce, Kıbrıs harekatının doğurduğu coşku ile halk arasında yumuşamış olan siyasal ilişkiler hızla sertleşmeye başladı. 1975 kısmî Senato seçimlerinde CHP de sağ grupların saldırıları ile karşılaştı. Buna karşın bu parti oylarını %40'a yükseltti. Bu dönem içinde DİSK'in başını çektiği işçi hareketi de yaygınlık kazandı. 1976 yılında, bu sendikanın önderliğinde 1 Mayıs İşçi Bayramı, cumhuriyetin kuruluşundan bu yana ilk kez kitlesel olarak barış içinde kutlandı. Ne var ki, 1977 yılı kutlamaları böyle olmadı. Miting sırasında Taksim meydanında toplanan kitleye açılan ateşten kaynaklanan kargaşa sonucu 36 kişi yaşamını yitirdi.

1977 seçimlerinde partilere göre oy dağılımı nasıldır?

      Bu olaydan sonra 1977 yılının Haziran ayında erken seçimlere gidildi. Çok gergin bir hava içinde yürütülen seçimlerde CHP %41 oy oranı ile 213 milletvekilliği kazanmasına karşın TBMM'de salt çoğunluk olan 226 sayısının altında kaldı. Oy oranını arttıran AP 189 üyelik, MHP ise 16 üyelik kazanmıştı. Milletvekili sayısı 24'e düşen MSP oy kaybetmiş, DP ise 1 milletvekili ile siyaset sahnesinden silinmişti.

      Koalisyon kurma çalışmalarında sonuç alamayan Ecevit, kamuoyunun baskısı ve Cumhurbaşkanı Korutürk'ün onayıyla bir azınlık hükümeti kurma deneyinde bulundu, ama güvenoyu alamadı. Bunun üzerine başbakanlık ile görevlendirilen Demirel bir AP-MSP-MHP hükümeti kurmayı başardı. 2. Milliyetçi Cephe Hükümeti diye adlandırılan bu hükümet döneminde silahlı siyasal saldırılar giderek yaygınlaştı. Devlet içinde ise MHP ve MSP kadrolaşması hız kazandı.

5. Ekonomik Kriz Kapıyı Çalıyor

Türkiye'nin ekonomik bunalıma girmesinin ana nedenleri nelerdir?

1960 yılında yapılan devalüasyon ve arkasından gelen 12 Mart döneminde işçi haklarının askıya alınarak ücretlerin baskı altına alınması, Türkiye'ye gönderilen işçi dövizlerinin artması, ekonomide bir iyileşme sağlamıştı. Dolayısıyla yarı-askeri yönetimden çıkış, aynı zamanda uygun bir ekonomik konjonktüre denk düşermiş gibi görünüyordu. Ne var ki, petrol fiyatlarında görülen ani artış, 1974 yılından başlayarak tüm dünyayı bir ekonomik bunalıma sürükledi. Türkiye'nin bu ekonomik bunalıma tepkisi, çok gerginleşen siyasi rekabetin yol açtığı sürekli bir seçim ekonomisi içinde, bunalımın ülke ekonomisine yansımasını ne olursa olsun ertelemeye çalışmak oldu. Ham petrol fiyatlarının üç misli arttığı bu yıllarda Türkiye ekonomisi karşılaştığı

döviz kıtlığına karşın, kısa vadeli döviz türünden pahalı borçlanma yöntemiyle ekonomik büyümesini sürdürmeye çalıştı. Böylece dünya ekonomik bunalım içinde debelenir ve ulusal ekonomiler küçülme zorunda kalırken, Türkiye bu yapay yöntemlerle 1975 ve 1976 yıllarında %8 dolaylarında büyüdü. Siyasal güçlükleri popülist iktisat politikaları ile geçici bir refah konjonktürü yaratarak aşmaya çalışan hükümetin bu politikasının tıkanması kaçınılmazdı. Nitekim, genel seçimlerin yapıldığı 1977 yılı ertelenmiş ekonomik bunalımın patlak verdiği yıl oldu.

Ekonomik bunalımın sonuçları ne olmuştur?

Döviz kıtlığından kaynaklanan ithalat zorlukları, yemeklik yağdan benzine kadar uzanan mallarda kuyruk ve karaborsa, 1978'de %53, 1979'da %64'e ulaşan enflasyon, büyümenin durması, Türk lirasının değerini dolar karşısında 25 liradan 47 liraya düşürme zorunluluğu bu dönemdeki ekonomik krizin yalnızca bir kaç göstergesidir.

6. CHP-Bağımsızlar Hükümeti ve Askeri Darbeye Giden Yol

2. MC hükümeti uzun ömürlü olmadı. 1978 yılının Aralık ayında 11 AP milletvekili partilerinden istifa ettiler. Bu milletvekillerinin katkısı ile Demirel hükümeti-Cumhuriyet tarihinde ilk kez olarak-gensoru sonucu düşürüldü. Ocak ayı başında Ecevit, bağımsızlar ile CGP ve DP'nin desteği ile güvenoyu alan bir hükümet kurmayı başardı.

AP'den istifa eden 10 bağımsız üyenin de bakan olarak yer aldığı yamalı bohçaya benzeyen 3. Ecevit hükümeti, terör ve ekonomik bunalım kıskacı içinde düşe kalka yoluna devam etmeye çalışmıştır.

Şiddet olaylarının Türkiye'nin siyasal ve toplumsal yapısını nasıl etkilediğini tartışınız.

Beklentilerin aksine, bu hükümet de ülkede giderek yaygınlaşan şiddet olaylarını engellemede başarılı olamadı. 1978 yılı Nisan ayında Malatya Belediye başkanının bombalı bir suikastta öldürülmesi sonrasında bu kentte alevi ve sünni gruplar arasında kitlesel çatışmalar çıktı. Aynı yılın Aralık ayında ise, Kahramanmaraş'ta çok

daha büyük çatışmalar yaşandı. Sağ grupların tahrikler sonucu başlayan çatışmalarda 100'den fazla yurttaş canını kaybetti. Bunun üzerine hükümet bazı illerde sıkıyönetim ilan etti. Ancak ülke genelinde durumda bir düzelme olmadı. Böylece, 1978 yılı içinde daha önceleri silahlı çatışmalar ve suikastlar biçiminde görülen şiddet olayları, kitlesel çatışma niteliği kazanmaya başlamış olud. Nitekim 1980 askeri müdahalesine giden süreç içinde bu tür kitlesel çatışmalar, Sivas ve Çorum'da da yaşanacaktır. Kişilere yönelik suikastlarda da ünlü yazar, öğretim üyesi

sendikacı ve politikacılar hedef seçilmeye başlandı. Özellikle "sol" eğilimli olduğu bilinen yasal örgüt yönetici ve aydınlara karşı iyi düzenlenmiş silahlı saldırılar yoğunlaştı. Bu kişileri öldüren ya da azmettirenlerden pek azı yakalandı, bazısı yurtdışına kaçtı ya da kaçırıldı. Bu durum, devlet içinde yuvalanmış bazı gizli odakların, toplumun demokrasiden umudunu kesmesini sağlayarak bir askeri müdahaleye ortam sağlamak amacıyla silahlı saldırıları tahrik ve teşvik ettiği, dahası bizzat suikastların düzenleyicisi olduğu yolunda görüşlerin haklı olarak ileri sürülmesine de yol açmıştır. Ne var ki, bu iddialar, aradan geçen onca yıl boyunca, henüz, doyurucu

bir biçimde ve resmen araştırılıp cevaplandırılmış değildir. Bireysel ve kitlesel şiddet, milletvekili ara seçimlerinde başarısız olunması üzerine istifa eden Ecevit hükümeti yerine Kasım 1979'da kurulan Demirel azınlık hükümeti döneminde de artarak devam etmiştir. MSP ve MHP tarafından dışardan desteklenen

bu hükümetin yaptığı en önemli iş Uluslararası Para Fonu tarafından önerilen bir istikrar programını 24 Ocak 1980 günü yürürlüğe koymak olmuştur. Türk toplumu için acı bir reçete niteliği taşıyan ve ekonomide liberalleşmeyi öngören bu program, günümüze kadar sürdürülen bir ekonomi politikasının ilk adımı

olarak önemli bir dönüm noktasını oluşturur. Ne var ki, 1980 yılı koşullarında bu politikanın, dönemin CHP genel başkanı Ecevit'in de açıkça belirttiği gibi, demokrasi koşullarında yürütülmesi mümkün değildi. Gerçekten de, bu tür politikaların siyasal rejimlerde hangi sonuçlara yol açtığını, daha önce Latin Amerika'da görülmüş

olan uygulamalara bakarak tahmin etmek zor sayılamazdı. 1980 yılının önemli olaylarından biri de Cumhurbaşkanlığı seçimidir. Korutürk'ün görev süresinin bitmesi üzerine, TBMM'de yeni Cumhurbaşkanını seçmek için oylamaya geçilmekte, ancak seçim bir türlü gerçekleşememektedir.

12 Eylül askeri müdahalesinin yapılmasına hangi gerekçeler ileri sürülmektedir?

Ekonomik istikrar paketinin yol açtığı toplumsal huzursuzluk ve yaygın şiddet hareketlerinin yanı sıra, bir azınlık hükümeti ile yönetilmeye çalışılan Türkiye'de Cumhurbaşkanlığı seçiminin altı ay süreyle sonuçlanmaması, siyasal bunalımı doruğa çıkarmıştır. Böyle bir ortamda, 12 Eylül günü, Türk Silahlı Kuvvetlerinin yönetime el koymasının hiç kimseyi pek de şaşırtmıştır.

Özet

     1970 yılı içinde Türkiye'de siyasal istikrarsızlığın yoğunlaşması, toplumsal olayların artması ve giderek şiddet eylemlerinin tırmanması üzerine toplumda bir askeri müdahale beklentisi ortaya çıkmıştır. Nitekim, bu askeri müdahale, 12 Mart 1971'de "emir-komuta zinciri" içinde gerçekleştirilmiştir. Ordunun verdiği muhtıra sonucu Başbakan Süleyman Demirel istifa etmiş ve Nihat Erim Başbakanlığa getirilmiştir. 12 Mart Muhtırası'ndan sonra sıkıyönetim ilan edilmiş ve sola yakınlığıyla bilinen aydınla rüzerinde büyük bir baskı kurulmuştur. Yapılan anayasa değişiklikleriyle de temel hak ve özgürlükler kısıtlanmış, Üniversite ve TRT gibi özerk kuruluşlar iktidarın denetimi altına sokulmuştur. 1973 yılında CHP'nin ve AP'nin uzlaşması sonucu Cumhuriyet Senatosu Kontenjan üyesi emekli Oramiral Fahri Korutürk'ün Cumhurbaşkanı seçilmesiyle büyük oranda "12 Mart Dönemi" sona ermiştir.

    1973 seçimlerinden sonra CHP ve MSP koalisyonu kurulmuştur. Ancak, bu koalisyonun bozulmasından sonra ülkede siyasi gerginlikleri artıracak "Milliyetçi Cephe Hükümetleri" oluşturulmuştur. Bununla birlikte, dünyadaki ekonomik krize paralel olarak ülke içinde de yaşam koşullarının giderek ağırlaşması, siyasi tansiyonu arttırmıştır. Yaygın şiddet hareketlerinin artması üzerine ordu, 12 Eylül 1980'de tekrar yönetime el koymuştur.

 

 

 

 

 

 

Türkiye'de Yeniden Yapılanma 1980 - 1995

1. 12 Eylül Rejimi

Milli Güvenlik Konseyi hangi üyelerden oluşmuştur?

12 Eylül 1980 günü siyasal iktidarı ele alan Türk Silahlı Kuvvetlerinin komutanları kendilerine Milli Güvenlik Konseyi (MGK) adını verdiler. Genelkurmay başkanı, kuvvet komutanları ve Jandarma Genel Komutanından oluşan MGK'nın, Genel Sekreterliğini de bir orgeneral üstlenmişti. MGK'nın bütün ülkeye duyurulan ilk bildirisinde şu noktalar dikkati çekmekteydi.

MGK askeri müdahalenin yapılmasına ilişkin hangi gerekçeleri ileri sürmüştür?

• Devletin varlığına, rejimine ve bağımsızlığına yönelik saldırılar iç ve dış düşmanların desteği ile yoğunluk kazanmıştır.

• Buna karşılık devlet işlemez duruma gelmiş, anayasal organlar ve siyasal partiler görevlerini yapamamışlardır.

• Gerici faaliyetler ve sapık ideolojiler tüm kurum ve kuruluşlara sızmış ve ülkeyi bir iç savaş eşiğine getirmiştir.

• Hareketin amacı ülke bütünlüğünü korumak, devlet otoritesini yeniden sağlamak ve demokratik düzenin işlemesine engel olan nedenleri ortadan kaldırmaktır. Parlamento ve hükümeti fesheden MGK, bütün ülkede sıkı yönetim ilan etmiş ve AP, CHP, MSP ve MHP genel başkanlarını da göz altına almışlardır. Aynı gün bir radyo-televizyon konuşması yapan MGK Başkanı Genelkurmay Başkanı Org. Kenan Evren, yeni bir anayasa ile seçim ve siyasi partiler kanunu yapıldıktan sonra yönetimin devredileceğini vaad etmektedir. Yasama ve yürütme yetkilerini üstlenen MGK üyeleri 18 Eylül günü "milletin kayıtsız şartsız egemenliğine, demokratik ve laik Cumhuriyet ilkelerine dayalı yeni bir anayasa" yapma vaadini de içeren bir metinle and içtiler. Bundan iki gün sonra emekli Oramiral Bülent Ulusu başkanlığında yeni bir bakanlar kurulu oluşturuldu. MGK başkanı aynı zamanda devlet başkanı görevlerini üstlenmiş olduğu için, yeni hükümet onun ataması ile göreve başladı.

MGK'nun faaliyetleri için hangi yasal düzenlemeler yapılmıştır?

MGK 27 Ekim 1980'de yayınladığı "Anayasa Düzeni Hakkında Kanun" ile kendi yönetimine hukuksal bir çerçeve oluşturmaya da çalışmıştır. Bu yasanın ilk maddesine göre "öteki maddelerde belirtilen istisnalar saklı kalmak üzere" 1961 Anayasası yürürlükte kabul edilmektedir. Ancak sözü edilen "istisnalara" bakıldığı zaman, MGK'nın Anayasa dahil kendini hiçbir pozitif hukuk normuyla bağlı saymadığı görülmektedir. Gerçekten de anılan yasada, MGK'nın bildiri, karar ve kanunlarının anayasa ile uyuşmaması halinde bunların "Anayasa değişikliği" olarak yürürlüğe gireceği açıkça belirtilmekteydi. Dolayısıyla, devlet iktidarını sınırlayan üstün bir hukukî belgenin bulunmadığı bu dönemde bir anayasa ve anayasal devletten söz edilemez.

MGK sıkıyönetim komutanlarının yetkilerini niçin arttırmıştır?

MGK ilk aylarda hızlı bir yasama faaliyetine girişti. Askeri müdahale öncesinde sıkıyönetim komutanları yetki azlığından şikayet ediyorlar, ancak mevcut sivil yönetim bu taleplere tam cevap veremiyordu. İşte 12 Eylül sonrası MGK'nın yasama faaliyeti bu çerçevede işledi. MGK'nın karar, yasa ve bildirileri ile sıkıyönetim kararları aracılığıyla temel haklar alanında önemli kısıtlamalara gidildi. Basın-yayın alanı denetim altına alınıp, toplantı ve gösteri yürüyüşleri izne bağlanırken, grev hakkının kullanımı engellendi.

12 Eylül döneminde tutuklanan ve gözaltına alınan kişilere yönelik nasıl bir politika izlenmiştir?

Kişi hakları alanında en çok zarar görenlerin başında yaşama hakkı ve kişi dokunulmazlığı gelmiştir. Normal dönemlerde uygulanmaz hale gelmiş olan idam cezaları infaz edilmeye başlanmıştır. Kişi güvenliği 90 güne kadar uzatılan gözaltı süreleri nedeniyle ağır biçimde zedelenmiş, işkence iddiaları yaygınlık kazanmıştır. Yargı yoluna başvuru hakları kısıtlanmış ve adil yargılama ölçütlerinden uzaklaşılmıştır. Pek çok yasal örgüt ve yöneticisi, 12 Eylül öncesi olaylarıyla bağlantı kurularak, sıkıyönetim mahkemelerinde, bazıları yıllarca sürecek yargılamalara tabi tutulmuştur. Böylece askeri yargı alanı giderek yaygınlaşmıştır.

Siyasal partilerin durumu ne olmuştur?

MGK'nın siyasal partilere bakışı da giderek sertleşme yönünde bir değişim gösterdi. AP ve CHP'ye parti olarak dokunulmazken, MSP ve MHP hakkında kamu davası açılması kararlaştırıldı. Bu partilerin yöneticileri Ankara sıkıyönetim mahkemesince tutuklandılar. MGK, aynı yılın Haziran ayında aldığı bir kararla, eski siyasal kadroları alttan alta siyasal faaliyete devam etmekle suçlayarak, bu kişilerin "ülkenin siyasi ve hukuki geçmişi ile geleceği hakkında sözlü-yazılı demeç" vermelerini "makale yazmalarını ve toplantı düzenmelerini" yasakladı.

2. Yeni Anasayanın Yapılması

MGK Başkanı Evren 1981 yılbaşı mesajında demokratik sisteme dönüş tavkvimini açıkladı. Buna göre 1982 sonbaharında yeni anayasa için halk oylaması yapılacak, 1983 sonbaharında ise genel seçimlere gidilecekti. Bu açıklamaya paralel olarak 1981 yılının Haziran ayında Kurucu Meclis Hakkında Kanunu kabul edildi. Kurucu Meclisin görevi Anayasayı ve temel yasaları yapmak, TBMM'nin oluşmasına kadar yasama yetkisini kullanmaktı. Kurucu Meclis, MGK ve Danışma Meclisi (DM) olarak iki kanattan oluşmaktaydı. Üyeleri MGK tarafından belirlenecek olan, Danışma Meclisi MGK karşısında son derece yetkisiz bir konumda olup, Anayasa ve yasaların yapımında son söz hakkı MGK'nın elinde idi.

MGK, Danışma Meclisi üyelerini seçerken neye dikkat etmişlerdir?

160 üyeden oluşan Danışma Meclisine seçilebilmenin koşullarından biri de 11 Eylül 1980 tarihinde herhangi bir siyasal partinin üyesi olmamaktı. MGK böylece siyasal partilerin Danışma Meclisi içinde etkili olmasını önlemek istemekteydi. Danışma Meclisi'nin açılışına bir hafta kala, daha önce yalnızca faaliyetleri durdurulmuş olan siyasal partilerin MGK tarafından feshedilmelerinin amaçlarından biri de buydu. Bu adım MGK'nın çok partili yaşama tamamen yeni parti ve liderlerle dönme niyetini de açığa vurmaktaydı. Danışma Meclisinin oluşumunda tüm siyasi partilerin dışlanmış olması, kuşkusuz her türlü siyasi görüşün dışlandığı anlamına gelmemekteydi. Büyük ölçüde asker ve sivil bürokrasi mensuplarından oluşturulan ve üyelerinin yaş ortalaması 60 dolayında olan DM otoriter/tutucu görüşlerin egemen olduğu bir görünüm sergilemiştir. Danışma Meclisinin Eylül ayı sonlarında kabul ettiği anayasa metni MGK'ya bağlı komisyonlarda yeniden ele alındı ve önemli değişikler yapıldı. Anayasanın halkoyuna sunulması ile ilgili olarak MGK tarafından alınan bir karara göre halkoylamasında "halkın vereceği reyin nasıl olması gerektiği konusunda etki yapacak herhangi bir telkinde" bulunulması yasaklanmaktaydı. Anayasanın MGK başkanı tarafından "devlet adına resmen tanıtılması görevi" çerçevesinde yapacağı tanıtma konuşmalarının eleştirilmesi ve "bunlara karşı yazılı veya sözlü herhangi bir beyanda bulunulması" da yine yasaktı.

Anayasanın yüksek bir oy oranıyla halk tarafından onaylanmasının nedenleri nelerdir?

7 Kasım 1982 günü yapılan halkoylamasında evet oyları % 91.4 ile ezici bir üstünlük sağladı. Bu yüksek kabul oranında, oylamanın demokratik koşullarda yapılmamasının ve anayasanın reddedilmesi halinde ne olacağının belirsiz olmasının belli bir payı olduğu söylenebilir. Gerçekten de pek çok kişinin bir an önce demokratik yönetime dönmek için olumsuz oy vermekten kaçındığı düşünülebilir. Yine de, 1980 öncesi son genel seçimlerde oyların yaklaşık % 90'ını almış üç büyük siyasal partinin (AP, CHP, MSP) anayasaya şu veya bu nedenle açıkça olmasa da karşı çıkmış oldukları düşünülürse, "hayır" oylarındaki bu düşük oranı açıklayıcı asıl nedenin, toplumun siyasal liderlere duyduğu derin güvensizlik ve 1980 öncesi şiddet olaylarının yaratmış olduğu tepki olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.

3. Yeni Anayasanın Getirdikleri

1982 Anayasası'nın genel nitelikleri nelerdir?

Uzun, ayrıntılı ve 1980 öncesi dönemle ilgili tepkisel nitelikli hükümleriyle 1982 Anasayası, siyasal sorunları hukuk eliyle çözme anlayışını yansıtmaktadır. 12 Eylül öncesinde toplumda yaratılmış olan "güven ve istikrar" beklentisine cevap olarak "devlet otoritesinin güçlendirilmesi" anayasının her maddesine sinmiş olan bir amaç olarak görülmektedir. Devlet otoritesinin güçlendirilmesi çerçevesinde Anayasının bulduğu çözümlerden biri, "yürütmenin güçlendirilmesi" biçiminde kendini göstermektedir. Ama yürütme içinde güçlendirilen Bakanlar Kurulu değil, Cumhurbaşkanı olmaktadır. Yürütmenin güçlendirilmesi, yargı gücünün yürütme karşısında gerilemesini de beraberinde getirmektedir. Yürütmenin başı olan devlet başkanı, yüksek yargıç atamalarında yetkilidir. Adalet Bakanlığı yargıçlar üzerinde güç sahibi kılınmış, idarenin yargısal denetimine sınırlar konulmuş, anayasa yargısının alanı daraltılmıştır. Siyasal iktidar ile askeri otorite arasındaki ilişkiler bakımından 1982 Anayasası, ordunun siyasal sistem içindeki etkisini artırıcı bir eğilimi yansıtmaktadır. Milli Güvenlik Kurulunda sivil üye çoğunluğuna son verilmesi ve kurulun kararlarının ağırlığı arttırıcı kurallar bunun bir göstergesi olmaktadır.

Yeni Anayasa da kişi hak ve özgürlükleri nasıl düzenlenmiştir?

Haklar ve özgürlükler alanında ise, anayasanın, sınırlamalar ve yasaklamalara ağırlık veren bir yaklaşımı benimsediği görülmektedir. Anayasa "birey" ile "devlet"i neredeyse birbirlerine "rakip" varlıklar olarak görmekte, bireyin haklarının genişletilmesinin devleti "zaafa düşüreceği" kuşkusunu yansıtmaktadır. 1980 öncesi ortamından kaynaklandığı kuşkusuz olan yaklaşım böyle olunca da, Anayasanın temel haklarla ilgili tüm kaygısı, neredeyse, devlet organlarına haklar ve özgürlükler konusunda keyfiliğe varabilecek sınırlama olanakları sağlamaya yöneliyor.

1982 Anayasasının, bugün Türkiye'nin karşılaştığı sorunları çözüp çözmediğini tartışınız.

1982 Anasayasının yapılışında siyasal partilerin dışlanmış olması ilk bakışta "sahipsiz" bir konuma düşmesi sonucunu vermektedir. Gerçekten de 1983 sonrası parlamentoya giren hemen tüm partiler ve siyasal iktidarlar Anayasanın değiştirilmesi gerektiğini hep söyleyegelmişlerdir. Ne var ki, bu sahipsizlik görüntüsüne ve çokça konuşulmuş olmasına karşın, bu güne dek anayasada köklü değişikliklerin yapılamamış olması tutucu/otoriter siyasal görüşlerin 1982 anayasasının "gerçek" sahipleri olduğunu göstermiştir. Dolayısıyla, 1995 yılında yapılan anayasa değişikliklerinde, demokratikleşmenin yolunu açabilecek bazı değişiklik önerilerinin reddedilmiş olması tesadüfi değildir. Aynı siyasal güçlerin, daha önce 1961 Anayasasına, Türkiye için "lüks" olduğu gerekçesiyle karşı çıkmış oldukları da bu bağlamda hatırlanılmalıdır. Halkoylaması sonucu anayasının kabulü ile birlikte -geçici madde uyarınca- MGK Başkanı Org.Evren yedi yıllık bir süre için Cumhurbaşkanı seçilmiş sayılmaktadır. Evren TBMM çalışmaya başlayıncaya kadar MGK başkanı sıfatını da sürdürecektir. Yine bir geçici madde uyarınca, TBMM'nin göreve başlaması ile birlikte, MGK ortadan kalkacak ve Cumhurbaşkanlığı Konseyi adını taşıyan ve MGK'nın öteki dört üyesinden altı yıl süreli geçici bir kurul haline dönüşecektir.

4. "Geçiş” Dönemi

"Geçiş" döneminde MGK'nun rolü nedir?

1982 Anayasası demokratik düzene dönüş bakımından bir geçiş dönemi öngörmektedir. Anayasa metni seçimlerin ne zaman yapılacağı konusunda bir hüküm getirmemenin yanı sıra yürürlüğe girme bakımından da pek çok istisna içermektedir. Dolayısıyla Anayasanın bütünüyle yürürlüğe gireceği tarih 1983 yılında yapılacak seçimler sonrası oluşacak TBMM’nin çalışmaya başladığı tarih olmaktadır. Bu süre içinde Kurucu Meclis yetkilerini korumakta ve yasama faaliyeti son güne kadar tüm hızıyla devam etmektedir. Böylece, Anayasanın kabulü ile TBMM’nin çalışmayabaşlaması arasında geçen bir yıllık süre içinde MGK, yeni siyasal sistemin oluşumunu tamamen denetimi altında tutabilmektedir. Demokratik sistemin işleyişi bakımından büyük önem taşıyan Siyasi Partiler Kanunu, Dernekler Kanunu, Toplu İş Sözleşmesi, Grev ve Lokavt Kanunu başta gelmek üzere pek çok temel yasa Anayasanın kabulünden sonra MGK tarafından biçimlendirilen yasalardandır. 12 Eylül tarihinden TBMM’nin çalışmaya başlamasına kadar geçen sürede yasaların, Anayasanın geçici 15. maddesi uyarınca, anayasaya uygunluk denetimi dışında bırakılmışolduğu da göz önünde tutulursa, MGK’nın yasama faaliyetini çizdiği yasal çerçevenin ne denli önemli olduğu ortaya çıkar. Halen, MGK tarafından yapılmış olup da, anayasaya aykırı olsalar bile Anayasa Mahkemesince iptal edilmesi mümkün olmayan yasaların sayısının 600’ü aştığı bilinmektedir.

4.1. Çok Partili Siyasal Yaşama “Denetimli” Dönüş

Anayasanın kabulünden bir süre sonra seçim hazırlıkları başlatıldı. Anayasanın geçici maddesi uyarınca eski siyasi kadroların çok büyük bir bölümü, 5 ve 10 yıllık süreler ile siyasetten yasaklanmış durumdaydı. MGK bu kadroların yeni siyasal yaşamın oluşumuna dolaylı yolla da olsa etkili olmalarını engellemekte kararlıydı.

Çok partili yaşama geçilirken ilk kurulan partiler hangileridir?

Yeni düzenin ilk siyasal partileri Mayıs ayı içinde kurulmaya başlandı. Askeri rejimin açıkça desteklediği Milliyetci Demokrasi Partisi (MDP) başvuruda bulunan parti oldu. Emekli bir orgeneralin başında bulunduğu bu partiyi Turgut Özal’ın başında bulunduğu Anavatan Partisi izledi. Askeri yönetim tarafından “sol” muhalefeti oluşturması düşünülen Halkçı Parti’nin (HP) başında ise 12 Eylül yönetiminin Başbakanlık müsteşarlığı görevini yürütmüş olan Necdet Calp vardı. Bu arada, yine bir emekli orgenaralin başkanlığında, AP genel başkanı Demirel tarafından yönlendirildiği bilinen Büyük Türkiye Partisi de siyasal yaşama girdi. Ne var ki, kurulur kurulmaz eski AP’nin devamı olacağı belli olan bu partinin ömrü kısa oldu. Başvurusundan 15 gün sonra parti MGK kararıyla kapatıldı. Demirel başta olmak üzere eski AP yöneticileri ile Halkçı Partiye alternatif olarak kurulmuş olan Sosyal Demokrasi Partisi’nin (SODEP) kuruluşunda görev almış bazı eski CHP yöneticileri Çanakkale’de -dört ay sürecek olan- “zorunlu ikamete” gönderildiler. Buna rağmen parti kurma girişimleri devam etti. Kapatılan Büyük Türkiye Partisi’nin yerini doldurmak üzere, yine Demirel’in desteğiyle, Doğru Yol Partisi kuruldu. MSP’nin boşluğunu doldurmaya talip olan parti ise Refah Partisi oldu.

Siyasal partilerin kurulmasında MGK'nun etkisi ne olmuştur?

Bazı siyasal partiler kuruluşlarını tamamlama bakımından büyük zorluklarla karşılaştılar. Siyasi Partiler Kanununa göre MGK “uygun görmediği” siyasi parti kurucularını veto etme yetkisine sahipti. MGK tarafından uygun görülmüş 30 kurucu üyeye erişemeyen siyasal partiler kurulmamış sayılıyor ve seçimlere girme hakları ellerinden alınıyordu. MDP, HP ve ANAP vetoları küçük zayiatlarla atlatıp kurulmayı başarırlarken, DYP ve SODEP’in kurucuları -genel başkanları dahil olmak üzere- vetoları aşamadılar. Seçime katılabilecek partilerin belli olduğu gün yalnızca üç parti vetoları aşabilmiş ve kuruluşlarını tamamlayabilmiş durumdaydı. Dolayısıyla da seçime yalnızca bu partiler katılabileceklerdi. MGK’nın parti kurucularını olduğu gibi, milletvekili adaylarını da denetleme yetkisi vardı. MGK bu yetkisini de çok kapsamlı bir biçimde kullandı. Seçime girmesine izin verilen partilerin adayları ve bağımsız adaylardan yarısına yakını veto edildi. Öyle ki, sonuçta seçimlere katılmasına izin verilen üç parti de seçmen önüne eksik adayla çıkmak zorunda kaldılar. Bütün bunlar, çok partili yaşamı, MGK’nın denetimi altında oluşmuş siyasal kadrolar eliyle yürütme amacının bir yansımasıydı. Ne var ki, askeri yönetim tarafından açıkça desteklenen MDP’nin seçimlerde ancak üçüncü parti olabilmesi, bu hedefte ilk gediği açtı ve 1987 yılında eski liderlerin siyasete dönmesine imkan veren anayasa değişikliği ile de tamamen gündemden düşmesine yol açtı.

5. 1983 Seçimleri ve “Demokrasiye Dönüş

1983 seçimlerinin sonuçları siyasal açıdan neyi ifade etmiştir?

1983 seçimleri, kendisine başlangıçta pek şans tanınmayan, ANAP’ın büyük başarısı ile sonuçlandı. Oyların % 45’ini alan bu parti, 211 milletvekilliği ile o tarihte 400 üyeli olan TBMM’de salt çoğunluğu sağladı. HP % 30.5 oyla 117 milletvekilliği kazanmış, % 23 oy alan MDP ise 71 üyelikte kalmıştı. Böylece Türk seçmeni kendisini askeri yönetimle özdeşleştirmiş olan MDP’ye ağır bir ders vermişti. Bu sonuç “sivil” görünümlü ancak ordu güdümlü otoriter bir iktidar seçeneğini geçersiz kıldığı için yurt içinde ve yurt dışında, demokrasi adına, olumlu bir etki yapmıştır. 24 Kasım 1983 günü toplanan TBMM 7 Aralık 1983 günü başkanlık divanı seçimlerini tamamlayarak çalışmalarına başladı. Aynı gün MGK’nın varlığı da sona erdi. TBMM’nin bazı beklentilerin aksine, askeri yönetimin başbakanı Bülent Ulusu’yu başkan seçmemesi, siyasal rejimin sivilleşmesi bakımından olumlu bir adım olmuştu.

5.1. ANAP Hükümeti ve Turgut Özal

Seçimlerden hemen önce Cumhurbaşkanı Evren bir radyo-televizyon konuşmasında ANAP ve onun genel başkanına açıkça cephe alıp seçmenleri bunlara oy vermemeye davet etmişti. Bu nedenle, Özal’ın başbakanlıkla görevlendirilip görevlendirilmeyeceği konusunda bazı kuşkular vardı. Ancak bir sürpriz olmadı ve Evren olması gerektiği gibi ANAP genel başkanına hükümeti kurma görevini verdi.

Seçimleri kazanan ANAP Genel Başkanı Turgut Özal'ın siyaset felsefesi neye dayanıyordu?

Başbakan Turgut Özal, mühendis kökenli olmakla birlikte, Türk ekonomisinin yönlendirilmesinde yıllarca görev yapmış bir kişiydi. Demirel tarafından 1965 yılında Devlet Planlama Teşkilatı Müsteşarlığına getirilmiş, 24 Ocak 1980 kararlarının da mimarlığını yapmıştı. 12 Eylül yönetimi ise Turgut Özal’ı başbakan yardımcılığına getirerek, ekonominin yönetimini ona emanet etmişti. Bu görevi sırasında hızlı bir ekonomik liberalizasyon programı uygulayan Özal, bazı banka ve çok sayıda bankerin iflas etmesi ile ortaya çıkan skandal sonrasında görevinden istifa etmişti. Seçim kampanyası sırasında kapsamlı bir özelleştirme görüşü savunan Özal, ANAP’ın öteki eski partilerin devamı olmadığını ısrarla vurgulamıştı. Partisinin 1980 öncesinin “dört eğilimini” birleştirdiğini ileri süren Özal, ekonomik sorunlara çözüm getirebilecek kararlı bir teknokrat görünümü çizmişti. Nitekim, Özal başkanlığındaki ANAP hükümeti ekonominin liberalizasyonu konusunda hızlı adımlar attı ve 1987’ye kadar ki ilk iktidar döneminde ülke ekonomisinde genel bir ferahlamayı sağladı. Bu ANAP’a 1987 seçimlerinden yine en büyük parti olarak çıkma imkanını verecektir.

Turgut Özal Hükümeti demokratikleşme konusunda niçin düzenlemeler yapmamıştır?

Ne var ki, ekonomi alanında cesur sayılabilecek adımları atmadan çekinmeyen Özal ve ANAP hükümeti, demokratikleşme konusunda aynı eğilimi göstermedi. Bunda 12 Eylül yönetiminin kurduğu yapı ile “uyum” içinde olma çabasından çok, Özal tarafından açıkça dile getirilen “önce ekonomi sonra demokrasi” anlayışının payı büyüktür. Bu anlayış, ekonomik büyümeyi demokratik kurallar içinde gerçekleştirmenin “zor” olduğu, ya da soruna öteki yönünden bakarsak, belli bir ekonomik zenginliğe ulaşmadan demokratikleşmeye yönelmenin “lüks” olacağı yönündeki bir kabule dayanmaktadır.

6. “Eski” Siyasetçilerin Dönüşü

1983 seçimlerinin hemen ertesinde eski AP’liler DYP’de toplanmaya başladılar. SODEP’in başkanlığına da Erdal İnönü getirildi. Bunlar merkez sağ ve merkez solda yeni gelişimlerin habercileriydi. 1984 Mart'ında bu partilerin de katılması ile yerel seçimler yapıldı. ANAP % 41.5 ile başarılı olurken HP % 8.8’e, MDP ise % 7.1’e düştü. Buna karşılık SODEP % 23.4 ile ikinci parti konumuna yerleşti. DYP % 13.2, RP % 4.4 oy almıştı. 12 Eylül yönetiminin dayattığı yapay partileşme çökerken siyaset doğal kanallarına dönmeye başlamıştı. 1985 yılında HP ve SODEP Sosyal Demokrat Halkçı Parti (SHP) adı altında birleşti. Altı ay sonra da MDP kendini feshetti. Aynı dönem içinde TBMM üye tamsayısının dörtte birini aşan bir kısmı partilerini değiştirmişti. Böylece iki buçuk yıl içinde 12 Eylül yönetiminin “yeni partileşme” projesi iflas etmiş oldu. DYP ve RP “doğal” liderlerinin yasaklı olması nedeniyle işlerini “emanetçi” genel başkanlar eliyle yürütmek zorunda kaldılar. 1985 yılının sonlarında Ecevit tarafından kurulan Demokratik Sol Parti'de de aynı durum söz konusuydu. Bu koşullar altında 1986 yılının Eylül ayında yapılan seçimlerde büyük bir yenilgi alan ANAP’ın oyları % 32’ye düştü. Öte yandan, Demirel ve Ecevit’in yasaklı olmalarına rağmen ara seçimlerde kampanyaya katılmaları, anayasal yasakların fiilen işlemez hale geldiğini açıkça göstermekteydi. DYP ve SHP anayasanın siyasal yasaklar öngören maddesinin değiştirilmesi için harekete geçtiler. Cumhurbaşkanı Evren’in de buna karşı olmadığı anlaşılınca ANAP’ın da talebe direnecek hali kalmadı. Siyasal kadrolara yönelik yasakların kalkmasını öngören anayasa değişikliğinin halkoyuna sunulması kararlaştırıldı. ANAP açıkça olmasa bile değişikliğe karşı bir tavır aldı. Öteki partilerin ve yasaklı liderlerin çabaları “evet” oylarının ancak kılpayı (% 50.1) ile fazla çıkmasını sağlayabildi. Böylece, partiler “gerçek” liderlerine kavuşmuş oldular. Ne var ki, “hayır” oylarının beklentilerin çok üzerinde çıkmış olması, seçmenlerin önemli bir bölümünün bu liderlere hala güvensizlik duymakta olduklarını da göstermekteydi.

7. 1987 Seçimleri ve Sonrası

Hakoylamasının sayımına geçileceği saatlerde Özal, partisinin erken seçim kararını açıkladı. ANAP’ın, eski siyasal liderlerin seçmenler nezdinde prestijlerinin pek de yüksek olmadığı yönünde doğru bir saptama yapmış olduğu anlaşılıyordu.

ANAP, seçimlerden niçin birinci parti olarak çıkmıştır?

Seçim sistemini birinci büyük partiyi kayıran kurallar getirerek değiştiren ANAP, adeta baskın niteliği taşıyan bu seçimlerde oyların % 36’sını alarak birinci parti oldu. Bu parti, seçim sistemi sayesinde, 292 milletvekili kazanarak 450 kişilik TBMM’de üyeliklerin % 65’ini eline geçirdi. SHP % 24.7 oyla 99, DYP % 19 oyla 59 milletvekilliği kazanmıştı. 1983 sonrası uygulanmakta olan % 10’luk seçim barajını geçemeyen RP ve DSP oyları dahil, seçimlerde kullanılan oyların yaklaşık % 20’si değerlendirme dışı kalmıştı. Yeni hükümeti yine Özal kurdu. Ancak, ANAP için artık güç günler başlamaktaydı. 1988’den itibaren büyüme hızının düşmesi ve enflasyonun hızla yükselmesi biçiminde ortaya çıkan ekonomik tıkanma ve uygulanmak istenen ekonomik istikrar programının başarısızlığı, ANAP’ın seçmen desteğini hızla eritti. Bunun en önemli göstergesi, 1989 yılında yapılan yerel seçimlerde ANAP’ın SHP ve DYP’nin ardından % 22 oyla ancak üçüncü parti olabilmesiydi.

7.1. Özal Cumhurbaşkanı Seçiliyor

Anayasaya göre Evren’in bir kez daha cumhurbaşkanı seçilmesi mümkün değildi. SHP ve DYP'nin şiddetle karşı çıkmasına karşın, Özal, 3 Ekim 1989’da muhalefet partilerin katılmadığı üçüncü tur oylamada yeterli çoğunluğa ulaşarak Türkiye Cumhuriyetinin 8. Cumhurbaşkanı seçilmeyi başardı.

Turgut Özal, nasıl bir Cumhurbaşkanlığı yapmıştır?

Özal’ın Cumhurbaşkanı seçilirken bu makamın anayasa ile çizilen çerçevesi içinde kalmayı ve ülkeyi yönetmekten vazgeçmeyi düşünmediği hemen belli oldu. Cumhurbaşkanı, o sırada TBMM başkanı olan Yıldırım Akbulut’u başbakanlığa atarken, Bakanlar kurulu listesini de kendisine iletmişti. Akbulut, Özal’ın desteğiyle bir hafta sonraki Kongre’de ANAP genel başkanı da seçildi. Cumhurbaşkanı Özal’ın eski partisine ilgisi daha sonra da sürmüştür. ANAP’ın 1991 yılında yapılan kongresinde Mesut Yılmaz’ın genel başkanlığa gelmesinde de Özal’ın desteğinin etkili olduğu bilinmektedir. ANAP’ın yeni genel başkanı Mesut Yılmaz’ın hükümetinin uzun ömürlü olması zordu. Yeni Başbakanın da ülkede esen erken seçim atmosferine uymayı zorunlu görmesi sonucu, 1991 yılının Ekim ayında seçimlere gidildi.

8. 1991 Seçimleri ve DYP-SHP Koalisyonu

Seçimlerde partilere göre oy dağılımı nasıl gerçekleşmiştir?

Seçimlerden, beklendiği gibi, DYP birinci parti olarak çıktı. Ne var ki, lideri Demirel’in canlı kampanyasına karşın, DYP ‘de yalnızca % 27 oranında oy alabilmişti. 178 üyelik kazanan bu partiyi 115 üyelik ile ANAP izlemekteydi. Türkeş’in liderlik ettiği, Milliyetçi Hareket Partisinin devamı niteliğindeki Milliyetçi Çalışma Partisi ve Islahatçı Demokrasi Partisi’nin Refah Partisi ile oluşturdukları blok önemli bir başarı sağlayarak % 17 oy ve 62 milletvekilliği kazanmıştı. Seçimin en büyük mağlubu ise, seçimlere Halkın Emek Partisi (HEP) ile ortak liste yaparak giren SHP olmuştu. Bu parti ancak % 20.8 oranında oy alabilmiş ve 88 milletvekilliği kazanabilmişti. Bu kez % 10.8 ile barajı aşan DSP ise, seçim sisteminin azizliğine uğrayarak TBMM’ye yalnızca 7 milletvekili sokabilmişti. Seçimlerin siyasal anlamı büyüktü. Sekiz yıllık ANAP iktidarı son bulmuş, ama hiç bir parti TBMM’de çoğunluk elde edememişti. Böylece 1982 Anayasası sonrasında ilk kez bir koalisyon hükümeti kurulması zorunlu hale gelmişti. Seçimlerin ilginç bir sonucu da, yine ilk kez olmak üzere, en çok oy alan iki partinin de sağ partiler olmasıydı. Seçim sonuçları siyasal işleyişinin epey sancılı olacağını gösteriyordu. TBMM’de hiç bir partinin çoğunluk sağlayamamış olmasının yanı sıra, Cumhurbaşkanı ile bazı siyasal partilerin genel başkanları arasındaki sürtüşme de devam ediyordu. ANAP yönetimine ve Özal’a karşı aynı muhalefet saflarında yer almış olmaları nedeniyle DYP ile SHP arasında ortak bir hükümet kurma görece kolay gerçekleşti. Hükümet programının özellikle “demokratikleşme” konusundaki vaadleri kamuoyunda

iyimser bir beklentiye yol açtı. Ne var ki DYP ve SHP tarafından yıllarca savunulmuş olan anayasa değişiklikleri fikri bir zaman sonra arka plana düştü. Bazı yasalarda insan hakları bakımından yapılan iyileştirmeler de sınırlı bazı kaldı.

     1993 yılında Özal’ın ani ölümü ülkede siyasal yaşamı kökünden değiştirdi. Başbakanlık görevini bırakan Demirel, SHP lideri İnönü’nün de desteğini alarak Cumhurbaşkanı seçildi. Bundan yaklaşık bir ay sonra DYP Genel Başkanı seçilen Tansu Çiller başkanlığında yeni bir DYP-SHP hükümeti oluşturuldu. Bu arada İnönü SHP genel başkanlığını bıraktı. Onun yerine genel başkan seçilen Murat Karayalçın hükümette başbakan yardımcılığı sıfatını üstlendi.

8.1. 1994 Yerel Seçimleri

Yerel seçimlerde en başarısız olan parti hangisidir?

    1994 yılında ülkede yapılan yerel yönetim seçimlerinin en önemli sonucu, RP’nin oylarındaki büyük patlamayı göstermesiydi. Oyların % 19’unu alan RP, DYP (% 21.4) ve ANAP’ın (% 21) hemen ardına yerleşerek üçüncü büyük parti olmuştu. SHP yalnızca % 13.6 oy alabilmiş ve daha önce elinde bulundurduğu belediye başkanlıklarının çok büyük kısmını yitirmişti. 1992’de çıkarılan bir yasa ile yeniden siyasal yaşama dönmüş bulunan ve Deniz Baykal’ın başkanlığını yaptığı CHP’nin oylarının eklenmesi durumunda dahi, SHP oyları 1991 seçimlerine göre 2.6 puan düşmüş görünüyordu. Bu durum SHP Genel Başkanı Karayalçın’ın parti içindeki konumunu zayıflattığı gibi, partiye zararlı olduğu gerekçesiyle hükümetten ayrılma ve CHP ile birleşme taleplerini de güçlendirdi. Seçimlerden çıkarılabilecek bir başka sonuç da, iktidar partileri olan DYP ve SHP’nin önemli ölçüde oy kaybetmesinin ana muhalefet partisi ANAP’a birşey katmamasıdır. Çünkü bu parti de 1991’e kıyasla 3 puan yitirmiş, bir başka deyişle iktidar partilerinden kaçan seçmen ANAP yerine RP’ye yönelmişti.

8.2. Anayasa Değişiklikleri

Anayasada değişikliğe gidilmesinin en temel gerekçesi nedir?

     Ekonomide ve iç siyasette başarı gösteremeyen Çiller-Karayalçın hükümeti döneminin tek kayda değer olayı, 1995 yılının Temmuz ayında gerçekleştirilen anayasa değişiklikleri oldu. Bu değişiklikler geniş ölçüde Türkiye'nin Avrupa toplulukları ile olan ilişkileriyle bağlantılıydı. 1987’de Avrupa Topluluğuna tam üye olmak için başvurmuş olan Türkiye, demokrasi standartları bakımından bu topluluğun çok gerisindeydi. Türkiye’nin talebi karşısında olumsuz bir tavır alan AT, tam üyelik yolunda taraflar arasında bir “gümrük birliği”nin kurulmasını önermişti. Türkiye'nin AT’nin bu yaklaşımını kabul etmesi ve bir gümrük birliği antlaşması imzalaması, ülke içinde demokratik bazı dönüşümleri de gerekli kılmaktaydı. Bunun üzerine hükümet yıllarca konuşulmuş olan anayasa değişikliklerinin gerçekleştirilmesi

için harekete geçti. TBMM’de oluşturulan partilerarası bir komisyonun üzerinde mutabakat sağladığı değişikliklerin büyük bölümü TBMM’de kabul edildi. Reddedilen anayasa değişiklikleri arasında en önemlisi, 12 Eylül döneminde yapılmış olan yasalara karşı Anayasa Mahkemesine başvurulmasını önleyen geçici maddenin kaldırılmasını öngören değişiklik teklifiydi. Bir bütün olarak bakıldığında, bu değişikliklerle seçmen yaşının 18’e düşürülmesi, memur sendikalarına izin verilmesi ve dernek ve sendikalar bakımından anayasada getirilmiş olan bazı yasakların kaldırılması gibi bazı olumlu adımların atılmış olduğu söylenebilir. Ne var ku, bu değişiklikler 1982 Anayasasının demokrasi ve özellikleinsan hakları bakımından getirdiği kısıtlayıcı çerçeveyi kırabilmiş değildir.

9. 1995 Seçimleri: Oylardaki “Dağılma”

    Refah partisinin yerel seçimlerdeki yükselişi ve hem CHP hem de SHP’nin yerel seçimlerde başarısız olması, bu iki parti içinde ve kamuoyunda merkez-solda birleşmenin bir kez daha gündeme gelmesine yol açtı. DSP böyle bir birleşmeye karşı olduğuna göre, acil sorun CHP ve SHP’nin birleşmesi olarak beliriyordu. CHP tarafından ısrarla ortaya atılan birleşme fikrine Karayalçın da karşı çıkamadı. İki parti 1995 yılı başlarında yaptığı ortak kurultayda CHP isminin benimsenmesine karar verildi. Daha sonra yapılan olağan kurultayda ise Baykal, CHP genel başkanı oldu.

     Yeni genel başkan koalisyondaki DYP ağırlığı altında ezilmiş ve prestij kaybetmiş olan CHP’yi hükümetten çekti. Bunun üzerine bir DYP azınlık hükümeti denemesi yapan Çiller, güvenoyu alamayınca, seçimlerin yenilenmesi çağrısında bulundu. Seçime kadar görev yapmak üzere Çiller’in başbakan, Baykal’ın dışişleri bakanı ve başbakan yardımcısı olduğu yeni bir hükümet kuruldu. 1995 “acele” erken seçimlerinde başarılı olan parti % 21.4 ile yine RP oldu. Merkez sağ diye anılan DYP ve ANAP’ın toplam oy oranı 1991 seçimlerine göre 8 puan düşerek ancak % 39’a ulaşabilmekteydi. DSP dahil merkez sol oyların toplamı ise ancak % 25’ti. Bir bütün olarak bakıldığında merkez-sağ ve merkez sol oyların toplam oranı, 1991’e göre 18.5 puan kayıpla % 64’e inmişti. 1995 seçimlerine ilk kez katılan HADEP % 4.2, MHP ise % 8.2 ile ülke barajının altında kalarak TBMM’ye üye sokamamışlardır. Bu seçimlerde, öteki küçük partilerin oylarıyla birlikte oyların % 14’ü (4 milyon oy) değerlendirme dışı kalmıştır.

1995 seçim sonuçları nasıl bir siyasal yapı ortaya çıkarmıştır?

Seçimlere giderken, ilgili hükümleri değiştirilen seçim yasası, barajı geçen partilerin parlamentoda çok adaletsiz olmayan bir biçimde temsiline olanak vermiştir. Ne var ki, 1995 seçimlerinin ortaya koyduğu seçmen oylarındaki parçalanmışlık, yeni seçilen TBMM’de güvenoyu alabilecek hükümetlerin kurulmasını da zorlaştırmaktaydı. 1991-95 arasında iki partili koalisyon hükümetleri yaşamış olan Türkiye’nin 1995 sonrasında, “ikiden çok partili” ya da azınlık hükümetlerine alışmak durumunda kalacağı görülmekteydi.

10. Türkiye’nin Kronik Sorunlarından:

İnsan Hakları ve Terör

12 Eylül yönetiminin “huzur ve güven” sağlama gerekçesiyle ve sıkıyönetim eliyle uyguladığı sert tedbirler, Türkiye’de bireysel terör eylemleri büyük ölçüde önlenmişti. Yaklaşık 650 bin kişinin gözaltına alınması ve 250 bin kişinin yargılanması pahasına elde edilen bu sonuç, tüm özgürlükler bakımından ağır sınırlamalara yol açmıştı. Geçici olduğu düşünülebilecek bu uygulamalar, anayasa ve yasalarda yapılan değişiklikler ve kolluk kuvvetlerinin edindiği “alışkanlıklar” nedeniyle 12 Eylül sonrası rejimi ve insan hakları uygulamalarını da sürekli olarak etkilemeye devam etmiştir. Ne var ki, çok kez “terör hareketleri” ile mazur gösterilmeye çalışılan insan hakları alanındaki kısıtlayıcı düzenleme ve uygulamalar, şiddet eylemlerini önlemeye yeterli olmamıştır. Bu nedenle, Türkiye’de “insan hakları” ile terör arasında doğrudan bağlantı kurmanın ve insan hakları alanında atılacak adımların şiddet olaylarının engellenmesini zorlaştıracağı düşüncesinin haklı sayılamayacağını söylemek yanlış olmayacaktır.

12 Eylül döneminden sonra hangi siyasal nitelikli terör eylemleri ortaya çıkmıştır?

12 Eylül dönemi sonrası Türkiye’de terör eylemleri bir kaç biçimde kendini göstermiştir. Bunların en kapsamlı ve sürekli olanı, ayrılıkçı örgüt PKK’nın Güneydoğu ve Doğu Anadolu'nun kırsal alanlarında yürüttüğü ve zaman zaman başka bölgelere ve kentlere sıçrama istidadı gösteren silahlı eylemlerdir. 1984 yılında birdenbire ve pek de sınırlı olmayan bir boyutta başlayan bu eylemler 1990’lı yılların sonlarınayaklaşırken eski boyutlarını kaybetmiş görünmekle birlikte, anılan bölgede sıkıyönetim sonrasında ilan edilmiş olan "Olağanüstü Hal" döneminin 13. yılında henüz sona ermiş değildir. Kamuoyunda “Güneydoğu” sorunu olarak adlandırılan ayrılıkçı terörün çözümünün, güvenlik tedbirlerinin yanı sıra ekonomik, toplumsal ve siyasal önlemlerin de alınmasını gerektirdiği herkesçe kabul edilen bir husustur. Terörün bir başka türü, kamuoyunca yakından tanınan bazı ünlü kişilerin öldürülmesi biçiminde ortaya çıkmıştır. Atatürkçü Düşüncü Derneği başkanı Prof. Dr.Muammer Aksoy, Prof. Dr.Bahriye Üçok ile ünlü gezeteciler Uğur Mumcu ve ÇetinEmeç ile eski bir din adamı olan yazar Turan Dursun’un 1990’lı yıllarda öldürülmeleri, dış destekli “köktendinci” bir terör örgütünü gündeme getirmiştir. Güneydoğu’nun pek çok ilinde işlenen cinayetlerin sorumlusu olarak “Hizbullah” adlı bir örgütün ortaya çıkarılması Türkiye’de “İslamcı terör”ün varlığının göstergesi olmuştur. 1993 yılında cereyan eden Sivas olaylarında 37 kişinin ateşe verilen bir otelde yakılarak öldürülmeleri, köktendinci şiddetin ulaşabileceği boyutlar bakımından önemli bir ipucu olmuştur. Terör eylemlerinin yöneldiği bir grup da, kolluk güçlerinde görev üstlenmiş ya da askeri yönetimlerde önemli görevlerde bulunmuş asker ve sivil kişilerdir. Pek çok polis, cezaevi görevlisi ve üst rütbeli komutanın kurban olduğu bu tür suikastlar, silahlı sol eylemci gruplar tarafından üstlenilmektedir. 1990’lı yılların sonlarına yaklaşırken, -tamamen engellenmesi belki de hiç bir zaman söz konusu olmayabilecek- terörün, ülkenin “kronikleşmiş” insan hakları ve demokratikleşme sorunlarının aşılmasını engelleyici bir öge olarak algılanmasının artık söz konusu olmadığı söylenebilir.

Özet

Türk Silahlı Kuvvetleri, ülkede güvenlik ve asayişin bozulmasını, devlet kurumlarının çalışamaz duruma gelmesini, devletin rejimine ve bağımsızlığına yönelik saldırıların artmasını gerekçe göstererek 12 Eylül 1980'de yönetime müdahale etmiştir. Milli Güvenlik Konseyi parlamento ve hükümeti feshederek, tüm yasama ve yürütme yetkilerini üzerine almıştır. 12 Eylül döneminde kişi hak ve özgürlükleri kısıtlanmış, siyasal parti ve dernek gibi demokratikdüzenin vazgeçilmez unsurları kapatılmıştır. Milli Güvenlik Konseyi ve Danışma Meclisi'nin oluşturduğu Kurucu Meclis, yeni anayasayı hazırlamıştır. Tepkisel bir anlayışla hazırlanan bu anayasada, devlet başkanının yetkileri arttırılmış yargıçların yetkilerini kısıtlanmış ve kişi hak ve özgürlüklerinde sınırlamalara ve yasaklamalara yer verilmiştir. 1983 yılında yeni partilerin kurulmasından sonra seçimlere gidilmiş ve Turgut Özal4ın liderliğindeki ANAP iktidara gelmiştir. Turgut Özal'ın Başbakanlığında ekonomik alanda önemli adımlar atılmasına karşın, demokratikleşme konusunda gelişme sağlanamamıştır. Kenan Evren'in görev süresinin dolması üzerine Turgut Özal, Cumhurbaşkanlığına seçilmiştir. Cumhurbaşkanı Turgut Özal, 1991 seçimleri sonucunda kurulan DYP-SHP Koalisyonu Hükümeti'yle de ciddi sorunlar yaşamıştır. Turgut Özal'ın 1993 yılındaki ani ölümü üzerine, Başbakan Süleyman Demirel Cumhurbaşkanlığına seçilmiştir. Türkiye'de tüm siyasal gelişmelere karşın demokratikleşme konusunda somut adımlar atılamamıştır.

 

 

 

5. ÜNİTE: KÜRESELLEŞEN DÜNYA

A-SOVYET RUSYA VE ORTA ASYA TÜRK CUMHURİYETLERİ

1. Giriş

 

Gorbaçov'un gerçekleştirdiği reformlar nelerdir?

Rusya’da Çarlık yönetiminin yıkılıp yerine Sosyalist bir düzenin kurulması Rusya'da yaşayan uluslar için bir umut kaynağı olmuştu. Zira, Rus egemenliği altında yaşayan uluslar ayrı ayrı devletlerini kuracaklarını ve Rusya’nın sömürgesi olmaktan kurtulacaklarını sanmışlardı. Fakat gelişmelerin böyle olmadığını yaşayarak öğrendiler. Özellikle Stalin dönemindeki baskıcı politika zihinlerden silinmedi. Sovyetlerin sömürgeci ve baskıcı politikası 1985 yılına kadar sürdü. Mikhail Gorbaçov’un Komünist Partisi Genel Sekreteri olması, Sovyetler Birliği'nin tarihinde bir dönüm noktası oldu. Gorbaçov, siyasi sistemin, devlet teşkilatının, hükümet organlarının yeniden yapılandırılmasını, siyasi sistemin demokratikleştirilmesini, bürokrasi ile mücadele edilmesini, milliyetler arasındaki ilişkilerin geliştirilmesini, hukuk sisteminin gözden geçirilmesini kararlaştırdı. Seçim sistemini değiştirdi. Parti ile hükümeti birbirinden ayırdı. Anayasada değişiklik yaptı. Sovyetler Birliği'nde iki meclisli bir yapı oluşturdu ve kendisi geniş yetkilerle donatılmış devlet başkanı oldu. Gorbaçov, Sovyetlerin ekonomik bakımdan saptadığı hedeflere ulaşamadığını bunun da halkın sıkıntılarını artırdığını belirterek ekonomik alanda da reform yapılmasını istedi. Sosyalist Teşebbüs Kanunu ile işletmelerin hakları ve sorumlulukları saptandı. İşletmeler giderlerini kendileri karşılayacak,fiyatları belirleyecekler,ürünlerinin kalitelerini yükseltecekler, yabancı sermayeden yararlanabilecekti. Sovyetler Birliği yavaş yavaş sosyalist ekonomiden pazar ekonomisine geçiyordu. Gorbaçov, Amerika Birleşik Devletleri'yle Sovyetler Birliği'nin girdiği yıldızlar savaşı olarak adlandırılan uzay araştırmalarından yorgun düşmüştü. Çünkü Sovyet ekonomisi silahlanma yarışının maliyetini kaldıramayacak duruma gelmişti. Üretilen silahlar,yapılan uzay araştırmaları halkın zorunlu fedakarlığına dayanıyordu. Bu sorunun çözümü Amerikan yönetimi ile kurulacak diyalogdan geçiyordu. Gorbaçov bu diyaloğu kurdu ve silahlanma yarışını durdurdu. Sovyetler Birliği'nde uygulanan glasnost ve perestroyka (açıklık ve yeniden yapılanma) politikası Sovyetler Birliği'nin çözülmesine ve yıllardan beri Rusların egemenliği

altında yaşayan Türk unsurların ulusal kimliklerini kazanarak bağımsız devletlerini kurmalarına olanak sağlamıştır. Bu ünitede genel çizgileriyle bağımsızlıklarına kavuşan çeşitli Türk Cumhuriyetlerini inceleyeceğiz.

2. Azerbaycan

 

Azeriler, Bolşeviklerin hangi ilkesine dayanarak bağımsızlıklarını ilan etmişlerdir?

Birinci Dünya Savaşı’nın başlaması ve Rusya’nın bu savaşa katılması iç sorunları arttırdı. Özellikle Çanakkale’de İtilaf Devletleri’nin yenilmesinden sonra Çarlığa karşı olanların etkisi daha da arttı. Nitekim 1917 yılı Şubat'ında Çarlık yıkıldı. Sosyal demokratlar herkese eşitlik vereceklerini söylediler. Ekim 1917’de ise Bolşevikler Rusya’da yönetime hakim oldular. Rusya egemenliği altında yaşayan ulusların eşit olduğunu ilân ettiler. Rusya’da iç savaş başladı. Bolşeviklerin siyasal iktidarlarını kurabilmek için iç savaşı kazanmaları gerekiyordu. Bunun için 3 Mart 1918’de Brest Litovsk Andlaşması’nı yaparak Kafkaslardaki ordudan yararlanmaya çalıştılar.

Her ulusun kendi kaderini çizmesi ilkesini kabul eden Bolşevikler, 26-28 Mayıs 1918’de Gürcistan, Ermenistan ve Azerbaycan’ın ayrı ayrı bağımsızlığını kabul etmek zorunda kaldılar.

2.1. Azerbaycan Devletlerinin Kurulması

Musavat Partisi hangi noktalarda etkin politik amaçlar belirlemiştir?

1905’te Rusya’da meydana gelen ihtilâl çarlık yönetimini biraz daha demokratikleştirmiştir.

Duma adıyla kurulan meclise, Azerbaycan’ı temsilen 35 üye katılmıştı. Azeri üyeler demokratik hakların her ulus tarafından eşit ölçüde uygulanması mücadelesini verdiler. Fakat bu tavır Çar’ı rahatsız etti. Azerbaycan’da kurulmuş olan Himmet Partisi kapatıldı, üyeleri tutuklandı. 1911’de Musavat Partisi kuruldu. Parti programında milliyet ve mezhep farkı gözetmeden tüm Müslümanların birleşmesi, bağımsızlığını kaybetmiş Müslüman memleketlerinin yeniden bağımsızlığını kazanması gerektiği, bu doğrultuda çalışan Müslüman ülkelere maddi ve manevi

yardımın yapılması, Müslüman memleketlerin savunma ve taarruz güçlerinin arttırılmasına

katkıda bulunulması, bu ideallerin yayılmasını engelleyen unsurların yıkılmasını istediler 1913’te af ilân edilince tutuklanmaktan kurtulmak için yurt dışına kaçan Azerbaycanlı aydınlar ülkelerine döndüler. Mehmet Emin Resulzâde, Musavat Partisi’nin başına geçti.

1918'de kurulan Azerbaycan Devleti'nin yönetim şekli nedir?

Çarlığa karşı savaş açan Bolşevikler, 1917’de yayınladıkları bildiride, Rusya milletlerinin kendi yazgılarını kendilerinin çizeceklerini, istedikleri takdirde Rusya’dan ayrı bağımsız devletlerini kurabileceklerini belirttiler. Bunun üzerine Azeriler harekete geçtiler. 28 Mayıs 1918’de Resulzâde’nin başkanlığı altında toplanan Azerbaycan Milli Şurası bağımsızlığını ilân etmeye karar verdi. Milli Şura yayınladığı bildiride; Azerbaycan’ın bağımsız bir devlet olduğunu, yönetim şeklinin cumhuriyet olduğunu, ülkede yaşayan herkese özgürce gelişme olanağı sağlanacağını, Millet Meclisi toplanıncaya kadar Milli Şura’nın etkin olacağını bildirdi. Azerbaycan Milli Şurası Fethali Han başkanlığında bir hükümet kurdu. Yeni hükümet bu gelişimi, 30 Mayıs 1918’de büyük devletlerin merkezlerine bir telgrafla bildirdi. Azerbaycan Parlamentosu 7 Aralık 1918’de toplandı. Resulzâde’nin “bir kere yükselen bayrak bir daha inmez” sözü Azerbaycanlıların kararlılığının simgesi oldu. 22 Aralık 1918’de yeni bir hükümet kuruldu. Bolşevik Rus yönetimi petrolüyle tanınan bu bölgeyi elden çıkarma niyetinde değildi. O nedenle demokratik yönetimi zayıflatıcı her türlü eylemi destekliyordu. Bakü, hâlâ Rus denetiminde idi. Ermeni saldırıları sürüyordu. Azerbaycan hükümeti Türkiye’den yardım istedi. Nuri Paşa kumandasında gönderilen askeri birlik Bakü’yü kurtardı ve Azerbaycanlılara teslim etti (15 Eylül 1918). Mondros Mütarekesi gereğince

Türk Ordusu Azerbaycan’dan çekilince Bakü yeniden el değiştirdi.

Bolşevikler, hangi yöntemle Azerbaycan'ı SSCB.'ne katmışlardır?

Bolşevikler bağımsız Azerbaycan Hükümeti'ni kendilerine bağımlı hale getirebilmek için gizli bir komite oluşturdular. Nerimanov yönetimindeki bu komite, 27 Nisan 1920’de Azerbaycan yönetiminin kendilerine teslim edilmesini istedi. Durumun ciddiliğini farkeden hükümet bu isteği kabul etti. Başta Mehmet Emin Resulzâde olmak üzere birçok milliyetçi Azeri ülkeyi terk etti. 28 Nisan 1920’de Sovyet Sosyalist Azerbaycan Cumhuriyeti kuruldu. Böylece Azerbaycan’ın bağımsızlığı çok kısa sürdü. Azerbaycanlılar kolay kolay Rusya’ya teslim olmadı. İşgal sonrası

çıkan ayaklanmalar güçlükle bastırıldı. Azeriler üzerine baskı kuruldu. Kitleler halinde insanlar idam edildi.

2.2. Azerbaycan'ın Yeniden Bağımsızlığını Kazanması

Azerbaycan'ın yeniden bağımsızlığına kavuşmasında hangi örgüt etkili olmuştur?

Rusya’daki sosyalist sistem giderek halkın isteklerini karşılayamaz oldu. 1985’te Sovyet yönetiminin başına geçen Mikhail Gorbaçov bunu gördü. Glasnost ve perestroyka adı verilen yeni bir politika belirledi. Bu açıklık ve yeniden yapılanma politikasından Azerbaycanlılar da yararlandı. Ebulfeyz Elçibey’in önderliğinde Halk Cephesi adıyla bir örgüt kuruldu (19 Haziran 1989). Azerbaycan’a bağımsızlık verilmesi istendi. Bu durum Moskova’nın hoşuna gitmedi. Ermeniler kışkırtılarak Ermeni- Azeri çatışması yaratıldı. 19-20 Ocak 1990’da Kızıl Ordu Bakü’ye girdi. Bu durum Halk Cephesi’nin yeraltına inmesine yol açtı. Mart 1990’da seçimler yapıldı ve

Ayaz Muttalibov Cumhurbaşkanı seçildi. 30 Ağustos 1991’de Azerbaycan’ın bağımsızlığı ilân edildi. 18 Ekim 1991’de yapılan halk oylaması ile bu karar daha da pekiştirildi. Ancak, Muttalibov halkla uyuşamadı. 25 Şubat 1992’de Suşa ve Hocalı’da büyük katliamlar oldu. Bunun üzerine Muttalibov istifa etti. Mayıs ayında tekrar cumhurbaşkanı oldu ise de halk bunu kabul etmedi. İsyan çıktı. Muttalibov Moskova’ya kaçtı. 7 Haziran 1992’de Elçibey Cumhurbaşkanı seçildi. Ancak 16 Haziran 1993’te görevinden çekilmek zorunda kaldı. Yerine Haydar Aliyev getirildi.

Azerbaycan'daki rejimin yerine oturamamasından yararlanan Dağlık Karabağ Ermenileri Azerbaycan'dan ayrılmak istediler Bu durum Ermenistan ile Azarbaycan arasında savaşa yol açtı. Dağlık Karabağ sorunu henüz çözülememiştir.

2.3. Azerbaycan - Türkiye İlişkileri

Türkiye, Azerbaycan ile her zaman yakından ilgilenmiştir. Rus baskısından bunalan Azerbaycanlı Türk milliyetçileri için İstanbul, adeta sığınılacak bir liman olmuştur.

Sovyet yönetimi, Azerbaycan'a yönelik nasıl bir kültür politika izlemiştir?

       Yeni Türkiye Devleti kurulurken, Milli Mücadelenin başlangıcında da Azerbaycan ile iyi ilişkiler kurulmuştur. Sovyet yönetimi Azerbaycan’da egemen olunca Azeri Türklerinin Türkiye ile ilişkileri kısıtlanmıştır. Sovyetler, Azerbaycan'ın Türkiye ile ilişkilerini kesebilmek için her türlü önlemi almışlardır. Kültürel bağı koparabilmek için 1925’te Azerbaycanlıların Latin alfabesini benimsemelerini desteklediler. Türkiye ile ilişkileri yasakladılar. Bunun için Sovyet eğitimini zorunlu kıldılar, Arap abc si ile basılan kitapların Azarbeycan'a girişini engellediler. 1926’da Bakû’de toplanan Türkoloji kurultayında tüm Türk Cumhuriyetlerinde latin abc sinin kullanılması kararlaştırıldı. Türkiye'de harf devriminin yapılması bir ölçüde Türk Cumhuriyetleriyle kopmuş olan ilişkiyi kurmak için önemli bir adım olmuştur Fakat, Sovyetler Birliği II. Dünya Savaşı sırasında Kril alfabesini zorunlu kılarak yeniden ilişkiyi koparmışlardır.

  Sovyetler dağılıp Azerbaycan yeniden bağımsızlığına kavuşuncaya değin Türkiye ile Azeri Türkleri arasındaki zayıf olan ilişkiler, Azerbaycan’ın bağımsızlığına kavuşmasından sonra canlandı. Türkiye, Azerbaycan’ın Batıya açılan penceresi oldu. Çeşitli andlaşmalar imzalanarak siyasi, ticari, ekonomik ve kültürel bakımdan Azerbaycan’ın güçlenmesi için elinden geleni yaptı. Eximbank kanalıyla 250 milyon dolarlık kredi açtı. Bunun dışında önemli miktarda insani yardım yaptı. Türk iş adamları 1 milyar dolarlık yatırım yaptı. Azerbaycan halkının öğretmen ihtiyacını karşılamak üzere Türkiye’den öğretmen ve ders araç ve gereçleri gönderildi. Bu öğretmenler sayesinde Azerbaycan Türkleri ile Türkiye arasında daha sıcak ilişkiler kuruldu. Azarbeycan'dan gönderilen öğrenciler Türkiyenin çeşitli üniversitelerinde eğitildiler. Türkiye 20 kadar resmi özel

okul açmıştır Siyasal, sosyal, ekonomik ve kültürel alanda ki ilişkiler giderek daha da güçlenmektedir.

3. Kazakistan

Kazakistan'ın yönetim şekli nasıldır?

Doğusunda Çin, kuzeyinde Rusya Federasyonu, batısında Hazar Gölü, güneyinde Özbekistan ve Kırgızistan Türk Cumhuriyetleri ile çevrilmiş, demokratik,laik, üniter ve bağımsız bir devlettir. Başkenti Almaata’dır. 1989 sayımına göre nüfusu 18.227.878’dir. Bugün 20 milyonu aştığı tahmin edilmektedir. Kazakistan yer altı madenleri bakımından zengin ülkedir. Özellikle, kömür, petrol, doğalgaz, bakır, demir, çinko bakımından zengindir. Kazakistan’da yapılan arkeolojik araştırmalarla elde edilen buluntular geçmişi oldukça derinlere giden bir kültürün varlığını ve bu kültürün Hun devri Türk kültürüne benzediğini ortaya koymaktadır. Kazakistan tarihin çeşitli devirlerinde farklı kabile ve ulusların geçit yeri olmuştur. Fakat yapılan incelemelerde Kazakistan’da Türk kültürünün ağırlıklı izlerine rastlanılmaktadır. Kazakistan’ın asıl nüfusunu oluşturan Kazaklar, çeşitli dönemlerde burada kalan Türklerin diğer uluslarla birleşmesiyle oluşmuş bir Türk kavmidir. Kazak deyimi hür, serbest, yiğit, cesur anlamına gelmektedir. Kazaklar, ancak Kasım Han zamanında (1445-1520) siyasal bir varlık olabilmişlerdir. Kasım Han’ın ölümü devletin birliğini bozdu. Kasım Han’ın küçük oğlu Ak Nazar Han, Kazakların yeniden siyasi birliğini sağladı. Ancak Kazakların büyüme politikası bir yandan Moğolların öbür yandan da Rusların tepkisine yol açtı. Kazakistan idari bakımdan üç ordu (bölge) şeklinde örgütlenmişti. Her ordunun yaylak, kışlak ve otlak olmak üzere hakim olacağı yerler saptanmıştı. Bunların her birine ayrı damga verilmişti.

     Sovyet Devrimi üzerine 1-11 Mayıs 1917’de toplanan Rusya Müslümanları Kurultayından

sonra Alaş-Orda Partisi açıkça Kazak Türklerinin haklarını korumaya yöneldi. Ruslar buna tepki gösterdiler. Hatta bu partinin çalışmalarını durdurmak istediler. Kazaklar, Kızıl Ordu karşısında yenildiler. 1924’te Taşkent’te toplanan bir kongrede Türkistan’daki Türkler arasında ayrılıklar

ortaya çıktı. Kazak, Özbek, Türkmen, Kırgız Komünist Partileri ayrı cumhuriyet olmak istediklerini bildirdiler. Sovyet yönetimi Eylül 1924’te bunların her birinin ayrı

cumhuriyet olarak varlıklarını kabul etti.

Sovyet Yönetimi Kazakistan'da nasıl bir politika izlemiştir?

Sosyalist yönetim Kazakistan’da herşeyi devletleştirdi. Kooperatifler yoluyla üretim kontrol altına alındı. Ahmet Yesevi’nin ülkesinde ibadet yasaklandı. Arap alfabesi bırakılarak Kril alfabesinin kullanılması zorunlu kılındı. Sovyet politikasına uygun olarak Kazak Türklerini asimile etmek için büyük bir çaba harcandı.

3.1. Kazakistan'ın Bağımsızlığını Kazanması

Nazarbayev, Kazakistan'da hangi alanlarda başarılı çalışmalar yapmıştır?

1984 yılında Kazakistan Merkez Komitesi Sekreterliğine getirilen Nazarbayev’in kısa süre sonra Bakanlar Kurulu Başkanı olması, Kazakistan tarihinin dönüm noktası oldu. 22 Haziran 1989’da Kazakistan Komünist Partisi başkanlığına getirilen Nazarbayev, Mikhail Gorbaçov’un Glasnost-Perestroyka politikasına destek verdi. Bunun karşılığı olarakta Kazakistan’ın haklarının korunmasını sağladı. Kazakistan petrolünün, doğalgazının ve madenlerinin dış piyasada uygun fiyatla satılmasını istedi. İzlediği tutarlı ve akılcı politika ona büyük saygınlık kazandırdı. 1989 yılı Eylül’ünde resmi dilin Kazak Türkçesi olduğunu ilân etmesi halkın güvenini daha da arttırdı. Böylece Kazak Türkleri ana dillerine kavuştular. Ülkesini demokrasi ve serbest pazar ekonomisine geçirmek için önlemler aldı, düzenlemeler yaptı. Siyasal partilerin kurulmasına izin verdi. Azat (Hürriyet) Partisi Kazakistan’ın egemenliğini kazanmasında önemli rol oynadı. 26 Mart 1990’da seçilen parlamento 24 Nisan 1990’da Nazarbayev’i cumhurbaşkanı seçti. Nazarbayev parlamento desteği ile Rusların Kazakistan’daki nükleer deneme yapmalarını engelledi. 1 Aralık 1991’de yeniden 5 yıl için cumhurbaşkanı seçildi. Kazak geleneklerine uygun şekilde makamına oturdu. 16 Aralık 1991’de Kazakistan’ın bağımsızlığını ilân etti. Böylece Kazakistan Cumhuriyeti kurulmuş oldu. Nazarbayev’in öncülüğünde devlet bürokrasisinin yanısıra dil, edebiyat,kültür alanlarında ulusalcılık hız kazandı. Kruşçev zamanında kapatılan Kazak okulları yeniden açıldı. Kazak milliyetçiliğinin temel kaynakları yeniden incelenmeye başlandı. Kazakistan tarihi, sosyalist ideolojiden arındırılarak incelenmeye ve öğrenilmeye başlandı.

3.2. Kazakistan - Türkiye İlişkileri

Kazakistan ile Türkiye arasında ilişkiler nasıl gelişmektedir?

Kazakistan ile Türkiye arasında kurulduğu günden beri çok iyi ilişkiler bulunmaktadır. Kazakistan’ı ilk tanıyan ülke Türkiye olmuştur. Türkiye ile Kazakistan arasında çeşitli andlaşmalar imzalanmış, protokoller yapılmıştır. Türkiye 200 milyon dolar kredi vermiştir. Çok sayıda Kazak öğrencinin Türkiye’de okuması kabul edilmiştir. 1993’te Türkiye ile Kazakistan’ın ortak katkıları

ile Hoca Ahmed Yesevi Uluslararası Kazak-Türk Üniversitesi kurulmuştur. Kazakistanla kurulan siyasal,sosyal,ekonomik ve kültürel ilişkiler her yıl giderek hızlanmaktadır. Kazakistanda 150 den çok Türk firması iş yapmaktadır. Türk firmalarının üstlendiği projelerin tutarı 900 milyon doları bulmuştur

4. Kırgızistan

     1917’deki Bolşevik Devrimi'nden sonra bağımsızlıklarını elde edeceklerine dair biraz umuda kapılmışlarsa da bu umutları da kısa süre sonra tükendi.

     1924’te Taşkent'te toplanan bir konferansta; Kazak, Özbek, Kırgız ve Türkmenlerin ayrı ulus oldukları belirtilerek bunların birer cumhuriyet olması istendi. Nitekim Türkmenistan’daki Komünist Partilerin girişimi ile sınırlarını Merkez Toprak Komitesi’nin belirleyeceği Cumhuriyetler kuruldu (Eylül 1924).

Sovyet yönetimi, Kırgızistan'a yönelik nasıl bir politika izlemiştir?

1924 Ekim’inde de Kırgızistan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti oluşturuldu. Zaman zaman Sovyetlerin merkeziyetçi, halkın elinde avucunda olanını almaya yönelik politikası tepkilere neden oldu. Özellikle Stalin döneminde baskılar iyice arttı. Halk susturuldu. Dillerini, kültürlerini yadsımaya yöneltildi. 1929 dan 1940’a kadar Latin abc sini kullanan Kazakların daha sonra Kiril abc sini kullanmaları zorunlu kılındı. Böylece Sovyet yönetimi Kırgızları kültürel köklerinden kopartmaya çalıştı. Tam bir asimilasyon politikası izlendi.

4.1. Kırgızistan'ın Bağımsızlığını Kazanması

Gorbaçov’un Sovyet yönetimine gelmesinden sonra izlenen Glasnost (açıklık), Perestroyka

(yeniden yapılanma) politikası, Kırgızların da bağımsızlığa kavuşmalarına olanak verdi.

 

 

Kırgızistan, hangi tarihte bağımsızlığını kazanmıştır?

27 Ekim 1990’da cumhurbaşkanı seçilen Asker Akayev, merkeziyetçi ekonomiden, liberal ekonomiye geçişi sağlayacak yasal düzenlemeler yaptı. Eğitim dilini Kırgızcaya çevirerek Kırgızların ulusal dillerini kullanmalarına, ulusal kültürlerini geliştirmelerine ve ulusal kimliklerini tanımalarına yardımcı oldu. 12 Aralık 1991’de Kırgızistan bağımsızlığını ilân etti.

4.2. Türkiye-Kırgızistan İlişkileri

Kırgızistan bağımsızlğını kazandıktan sonra Türkiye ile ilişkileri artmıştır. Türkiye Cumhuriyeti devlet ve hükümet başkanları Kırgızistan’ı, Kırgızistan devlet ve hükümet başkanları da Türkiye’yi ziyaret ederek ilişkilerin geliştirilmesine yardımcı olmuşlardır. Çeşitli alanlarda çalıştırılmak üzere Türk uzmanlar gönderilmiş, Kırgızistan’dan öğrenciler getirtilerek Türk üniversitelerinde okutulmuştur. Bişkek’te Anadolu Lisesi’nin açılması sağlanmış, gıda ilaç vb. yardımlar yapılmış ve çeşitli andlaşmalar, protokoller imzalanmıştır. Türkiye 50 milyon dolarlık insani yardımın yanında 75 milyon dolar da kredi vermiştir. Kırgızistanla kurulan ilişkiler de her yıl giderek gelişmektedir.

5. Özbekistan

 

Bolşevik Devrimi'nden sonra Özbekistan'da nasıl bir siyasal hareket gelişmiştir?

1917’de Bolşevik Devrimi olunca Özbekistan’da da Çar yanlıları ile Bolşevik yanlıları karşı karşıya gelmişlerdir. Beyaz Ordu ile Kızıl Ordu kıyasıya savaşmıştır. Özbek Türkleri Hokand’da bir halk şurası kurarak bağımsızlıklarını ilâna yönelmişlerdir. 11 Aralık 1918’de 10 kişiden oluşan bir icra komitesi bile seçmişlerdir Fakat Ruslar bu icra komitesini tanımamış,. 22 Şubat 1918’de Hokand’ı işgal etmişlerdir. Özbek Türkleri bağımsızlıklarını elde etmek için silahlı mücadeleye atılmıştır. Sovyetler bunu basmacılık (haydutluk) olarak nitelendirmişlerdir. Halk tabanına dayalı

olarak gelişen basmacılık hareketini bastırmada Ruslar başarılı olamamışlardır. Olayların ciddiyetini kavrayan Sovyet yönetimi, Türkistan Cephesi adıyla bir cephe kurmuş komutanlığına M.W. Frunze’yi atamıştır. Enver Paşa’nın Türkistan’a gelmesi Türklere yeni umut vermiştir Özbekler, Enver Paşa’nın etrafında toplanmak istemişlerdir. Ancak başta Zeki Velidi olmak üzere

bazı ileri gelenler Enver Paşa’ya soğuk davranmaları bu birleşmeyi önlemiştir. Enver Paşa, Orta Asya İslâm Devleti kurmak için Ruslarla savaşmaktan vazgeçmemiştir. Duşenbe’yi Ruslardan kurtarmasına rağmen uzun süre burayı elinde tutamamıştır 4 Ağustos 1922’de Belçevan Köyü’nde öldürülmesi bağımsızlık hareketini zayıflatmıştır. 1924’te Kızıl Ordu Özbekistan’a hakim oldu. Eylül 1924’te Rus Komünist Partisi’nin kararı ile Merkez Toprak Komitesi, Sovyet Sosyalist Özbek Cumhuriyeti’nin kurulmasını kararlaştırdı.

5.1. Özbekistanın Bağımsızlığını Kazanması

1989 yılı Haziranında Özbekistan Komünist Partisi Birinci Sekreterliğine İslam Abdulganiyeviç

Kerimov’un getirilmesinden ve Sovyetler Birliği'nin dağılmaya başlaması üzerine bağımsızlığa doğru giden yol açıldı. Zira Mart 1990’da başkan seçilen Kerimov, Sovyetlere karşı bir politika izledi. Rusya’nın Özbekistan’ı hammadde deposu olarak gördüğünü bunun da Özbek halkını geri bıraktığını belirtti.

Kerimov, Özbekistanda hangi alanlarda çalışmalar yapmıştır?

Kerimov, Özbekçeyi resmi dil ilan etti. Özbekistan anayasasında hiçbir etnik gruba ve azınlığa anayasadaki yurttaşlık hakları dışında bir hakkın verilmesine izin vermedi. Özbek ulusçuluğunun geliştirilmesine önem verdi. Rusçanın çeşitli alanlardaki etkinliğini azaltmaya başladı. Nitekim televizyon programlarındaki Rusçanın ağırlığı giderek azalmaktadır. Halkından güç alan Kerimov, 31 Ağustos 1991’de Özbekistan’ın bağımsızlığını ilân etti. 29 Aralık 1991’de de Cumhurbaşkanlığı‘na seçildi. Ekonomiyi liberalleştirdi, sistemi demokratikleştirdi. Rusya Federasyonu ile çatışmaya girmedi. Birleşmiş

Milletlere, Avrupa Güvenlik ve İnsan Haklarına üye oldu. Türkiye ile sıcak ilişkiler kurmaya özen gösterdi. Türkiye, Özbekistn’a 250 milyon dolar kredi açtı. Türk iş adamları ise 700 milyon dolarlık iş yaptı. Özbek öğrencilerin Türkiye'de eğitim görmeleri sağlandı. Özbekistan'da Türk okulları açıldı.

6. Türkmenistan

Türkmenistan; güneyden İran, güneydoğudan Afganistan, kuzeydoğudan Özbekistan, kuzeyden Kazakistan ve batıdan Hazar Denizi ile çevrilmiş 488000 km2 alana sahip bir Türk Cumhuriyeti’dir. Ülke; Balkan, Aşkabad, Meru, Çarju ve Taşauz gibi 5 eyalete ayrılmıştır.

Türkmenistan, hangi tarihte SSCB'ne katılmıştır?

Türkmenistan Komünist Partisinin etkinliği giderek arttı. Zaman zaman Türk Komünist Partilerin birlikte hareket etmeye çalıştıkları görüldü ise de buna izin verilmedi. Ancak her Türk Komünist Partisinin isteği olan ayrı Cumhuriyet isteğini Türkmenler de kabul etti 1924’te Türkmenistan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti kuruldu. Böylece Türkmenistan’ın Sovyetler Birliği’nin bir parçası olduğu kabul edildi.

6.1. Türkmenistan'ın Bağımsızlığını Kazanması

Sovyet rejiminin Türkmenistan’da yerleşmesini engellemeye çalışan Türkmenler, Sovyet yöneticilerince çeşitli suçlarla suçlanarak cezalandırıldılar, sürgüne gönderilerek ülkeden uzaklaştırıldılar. Türklerin direnişleri diğer cumhuriyetlerde olduğu gibi çok kanlı bir şekilde bastırıldı. Bu durum Gorbaçov’un devlet başkanı olmasına kadar sürdü.

 

 

Türkmenistan'ın bağımsızlığına ulaşması hangi aşamalardan geçerek gerçekleşmiştir?

Türkmenistan’da sınıf esasına dayanan proletarya ve kolhoz edebiyatı geliştirildi. Türkmenistan’ın kendi ulusal kimliğini ortaya koyacak ulusal kültürün geliştirilmesi önlendi. Sovyet okullarından yetişen Türkler, ulusal kimliklerinin bilincine vardıktan sonra kurtuluşa doğru giden yol kısaldı. Bilim, sanat ve kültür alanında yetişen bir çok Türkmen, Gorbaçov’un başlattığı açıklık ve yeniden yapılanma politikasına paralel olarak bağımsız Türkmenistan Cumhuriyetini kuracak girişimleri

başlattı. Türkmen aydınları Sovyetlerin kültürel asimilasyonu ve sömürgeci davranışlarına karşı seslerini yükselttiler. Ulusal kimliklerini dışa vurmaya yöneldiler. Türkmenistan Komünist Partisi başına getirilen Leningrad Üniversitesinde okumuş Komünist Partisinin her kademesinde görev yapmış olan Sapar Murat Atayeviç Niyazov, önce Türkmenler arasındaki kabilecilik ayrışmasını durdurdu. Türkmen aydınlarıyla işbirliği yaparak Sovyetlerin Türkmenistan’ı sömürdüğünü, aldığından daha az para vererek halkı fakirleştirdiğini yüksek sesle dile getirdi. Ulusal kimliğin simgesi olan Türkmen diline sahip çıktı ve Rusçanın yanında resmi dil olmasını sağladı. 1990’da yapılan Cumhurbaşkanlığı seçimini %99.5 oy ile kazandı. Rusya’da Sovyet sistemi çökerken Niyazov ,Türkmenistan’ın bağımsızlığı konusunda halk oyuna başvurdu ve halkın %93’ünün bağımsız olmak istediğini, bu oylama ile tespit etti. Nitekim, Türkmenistan Parlamentosu 27 Ekim 1991’de oybirliği ile Türkmenistan’ın bağımsızlığını kabul ederek tüm dünyaya duyurdu.

6.2. Türkiye-Türkmenistan İlişkileri

Türkmenistan'ın bağımsızlığını tanıyan ilk ülke hangisidir?

Türkmenistan’ın bağımsızlığını ilk tanıyan ve ilk elçiliği açan ülke Türkiye olmuştur. Türkmenistan’ın tanınması, Birleşmiş Milletlere AGİK’e üye olması için büyük çaba göstermiştir.

Türkmenistan’ın Türkiye’ye coğrafi yakınlığı, ekonomik zenginliği iki ülke arasındaki ilişkilerin sıcaklığında belirleyici olmuştur. Zira Türkmen doğalgazının Türkiye üzerinden Avrupa’ya pazarlanması Türkmenistan’ın ekonomik bakımdan kalkınmasına yardımcı olacaktır.

Türkiye ve Türkmenistan arasında hangi alanlarda işbirliği yapılmaktadır?

Türkiye siyasal, sosyal, ekonomik bakımdan olanakları ölçüsünde Türkmenistan’ı desteklemekte ve bu konuda çeşitli anlaşmalar yapılmaktadır. Bunlar eğitim, bilim, kültür, sanat, gençlik ve spor, radyo ve televizyon alanlarında Türkmenistan’dan gelecek öğrencilerin Türkiye’de yetiştirilmesi, lâtin alfabesine geçişte Türkiye’nin yardımcı olması vb. dir. Ayrıca, Türkmenistan’ın başkenti Aşkabat’ta Türk İşbirliği ve Kalkınma Ajansı Merkezinin kurulması 2500 hatlık bir santralin Türkiye tarafından kurulması, havaalanının yapımını bir Türk firması tarafından üstlenmesi de gerçekleştirilmektedir. 1992’de Türkiye’ye 2000 öğrenci gelmiştir. 1992-1993 ders yılında Anadolu Üniversitesi Sivil Havacılık Yüksek Okulu’nda 14 Türkmen öğrenciye pilotluk eğitimi verilmiştir. Türkmenistan’la ilişkiler her yıl giderek daha da gelişmektedir. Türkmenistan, Türkiye’nin açtığı 91 milyon dolarlık kredinin tümünü kullanmıştır.


Türk İşbirliği ve Kalkınma İdaresi Başkanlığı

Türk İşbirliği ve Kalkınma İdaresi Başkanlığı ya da kısaca TİKA Türkiye Cumhuriyeti Başbakanlığı'na bağlı olan kurum Türkiye'nin dış yardımlarını organize eder. Ayrıca yurt dışında Türkçe öğretimini destekler. TİKA Türkoloji Projesi buna örnektir.

TİKA'nın görevleri şunlardır:

a) Gelişme yolundaki ülkelerle ekonomik, ticari, teknik, sosyal, kültürel ve eğitim işbirliğini, bu ülkelerin kalkınmalarına katkıda bulunacak projelerle geliştirmek,

b) Gelişme yolundaki ülkelerin kalkınma hedefleri ve ihtiyaçlarını da gözönüne alarak, ekonomik, ticari, teknik, sosyal, kültürel ve eğitim işbirliği ve yardım konularını belirlemek ve bu amaçla gerekli proje ve programları hazırlamak veya özel kuruluşlara hazırlatmak,

c) Gelişme yolundaki ülkelerin bağımsız devlet yapılarının geliştirilmesi, mevzuatın hazırlanması, kamu görevlilerinin yetiştirilmesi, serbest piyasa ekonomisine geçiş sürecinde bankacılık, sigorta, dış ticaret, bütçe ve vergi sistemi gibi alanlarda ihtiyaç duyacakları yardımları sağlamak, bu ülkelere uzmanlar gönderilmesi, bu ülkelerden gelecek eleman ve öğrencilerin eğitim ve staj görmesi, bu kişilere burs tahsis edilmesi amacıyla gerekli düzenlemeleri ve koordinasyonu yapmak,

d) Eğitim ve kültür alanlarındaki işbirliği programlarının, yurtdışında, Türk Kültür Merkezleri aracılığıyla yürütülmesi için gerekli düzenlemeleri yapmak.

e) Ana hizmet ve görevleriyle ilgili konularda diğer kamu kurum ve kuruluşları ile gerekli işbirliği ve koordinasyonu sağlamak.

 

B-Yeni Dünya Düzeni

Küreselleşme

1. Giriş

"Tek Kutuplu dünya"nın ortaya çıkmasına yol açan olaylar nelerdir?

1980'lerin ortalarından itibaren yeniden güçlenen Yumuşama Dönemi 1989'da şaşırtıcı bir aşamaya ulaştı: O tarihten yalnızca 10 yıl kadar önce Batı'da birçok kişi Sovyetler Birliği ve Doğu Bloku'nun Dünya'ya gitgide egemen olduğunu düşünürken, 1989'da uluslararası yapı hızla ters yönde değişmeye başladı. SSCB ve Doğu Bloku'nda görülen hızlı çözülme birkaç yıl içinde SSCB'nin dağılmasına, Doğu Bloku'nun yıkılmasına yol açacaktır. Böylece, uluslararası alanda ABD'nin "tek-kutuplu" egemenliği ortaya çıkmış olmaktaydı.

"Yeni Dünya Düzeni", "Globalleşme" gibi kavramların aslında ABD'nin egemenliği anlamına geldiğini savunanları haklı gösterebilecek bir döneme mi girilmekteydi? ABD, 1975 Helsinki Nihai Sened'nin insan hakları boyutunu kullanmak suretiyle son çeyrek yüzyıl içinde, böyle bir sonucu ustalıkla elde mi etmişti?

Hatta, 1945'ten beri mi adım adım bu amacına ulaşmıştı? Öte yandan, Sovyet-Amerikan nükleer dengesine (dehşet dengesi'ne) dayalı iki-kutupluluk yıllarından sonra şimdi Dünya "dengesizliğin dehşeti" içine mi girmekteydi. Tarihin daha önceki dönemlerinde de bir güçlü ülkenin Avrupa (veya Dünya) egemenliği iddiasıyla ortaya çıktığı görülmüştü. Örn. XIX. yüzyılda N.Bonaparte Fransa'sı, XX. yüzyılda A.Hitler Almanya'sı. Diğer ülkeler bu egemenlik girişimlerine karşı bir süre sonra denge oluşturmuşlardı. Egemen olmak iddiasında bulunanlar ise bu durum karşısında yıkıma uğramışlar, hatta dağılma tehlikesiyle karşı karşıya kalmışlardı.

Amerika Birleşik Devletleri'nin "tek-kutuplu" egemenliği iç politikasını nasıl etkilemiştir?

    ABD'nin "egemenliği" ise, bu yönde bir "iddia"nın sonucu olmaktan çok kendi kendisini içinde bulunduğu bir fiili durum özelliği göstermek suretiyle önceki örneklerden önemli ölçüde ayrılmaktadır. Öte yandan, ABD'nde "kendi iç sorunlarına dönme" yönündeki "yalnızcılık" (infiratçılık) eğilimleri de 1990'larda yeniden canlanacaktır. 1992 Başkanlık seçimlerini Demokrat Parti'nin adayı Clinton'un kazanmasında

bu etkenin rolü olacaktır. Yani, ABD'nin "kendi kendinin freni olması" da başka ülkelerin "denge" ihtiyacını azaltan bir olgudur. Ancak, yine de ABD'nin "en güçlü devlet" konumunda bulunması, diğer ülkeleri "denge arayışları"ndan alıkoyamayacak bir olgudur.

2. Dönemin Başlıca Gelişmeleri

2.1. Küresel Gelişmeler

2.1.1. İki Almanya'nın Birleşmesi

İki Almanya'nın birleşmesi nasıl gerçekleşmiştir?

    1989'u uluslararası ilişkilerde bir dönüm noktası yapan olaylar, o yılın 9 Kasımında, iki Almanya'nın (ve Doğu-Batı bloklarının) ayrılığını simgeleyen Berlin Duvarı'nın açılması ve 14 Ocak 1990'dan itibaren de yıkılmasıyla hız kazanacaktır. Berlin Duvarı'nın yıkılmasını izleyen gelişmeler, iki Almanya'nın yeniden birleşmesine giden yolu açtı. İki Alman halkının tekrar biraraya gelmesine Doğu Alman hükümetinin de, onu destekleyebilecek SSCB'nin de karşı çıkması artık mümkün değildi.

   Bu ortam içinde, Batı Almanya SSCB'nin de "onayı"nı almak suretiyle Doğu Almanya'yla giriştiği görüşmeleri hızla sonuca bağladı. Bu gelişmelerin sonunda ABD, SSCB, İngiltere, Fransa ile Batı ve Doğu Almanya arasında 12 Eylül 1990'da Moskova'da iki Almanya'nın birleşmesine ilişkin anlaşma imzalandı. Anlaşma'nın 3 Ekim

1990'da yürürlüğe girmesiyle iki Almanya tek devlet çatısı altında yeniden bir araya gelmiş oluyordu.

2.1.2. Doğu Bloku'nun Yıkılması

Doğu Bloku'nun yıkılması Doğu Avrupa ülkelerinde ne gibi değişiklikler yaratmıştır?

Almanya'yla ilgili gelişmelere paralel biçimde, Doğu Almanya gibi diğer Doğu Avrupa ülkelerindeki yönetimler de çöküş sürecine girdiler. Bu ülkelerin ekonomik ve siyasal sistemlerinde Batı tipi demokrasiler yönünde önemli değişiklikler oldu. Varşova Paktı'da kendi kendisini feshetti. Öte yandan, Doğu Bloku'nda ortaya çıkan dağılmayı, bazı Doğu Avrupa ülkelerinin parçalanması izlemiştir. Bu yöndeki gelişmeler özellikle Çekoslovakya'nın 30 Eylül         1992'de Çek ve Slovakya cumhuriyetleri olarak ikiye ayrılmasında görüldü.

Sovyetler Birliği'nin durumuna da aşağıda değineceğiz. Yugoslavya da parçalandı. Hırvatistan, Slovenya, Makedonya ve Bosna-Hersek bağımsız oldular. Ancak, Bosna-Hersek'te 1992'de çıkan iç savaş 1996'ya kadar sürdü.

2.1.3. Sovyetler Birliği'nin Dağılması Sovyetler Birliği'nin dağılması eski Sovyet Cumhuriyetlerinde ne gibi siyasi değişiklikler yaratmıştır?

    1989'u izleyen dönemde Sovyetler Birliği'nin dağılması sonucunda, başta Rusya olmak üzere, eski Sovyet cumhuriyetleri ayrı ayrı bağımsız devletler olarak ortaya çıktılar. Bu devletlerden 11'i (Azerbaycan, Belarus, Ermenistan, Kazakistan, Kırgızistan, Moldova, Rusya Federasyonu, Tacikistan, Türkmenistan, Özbekistan ve Ukrayna), 21 Aralık 1991'de Kazakistan'da (Almatı'da) toplanarak "Bağımsız Devletler Topluluğu" adı altında bir birlik oluşturdular.

     Buna göre, üye ülkeler birbirleriyle ilişkilerinde egemen eşitlik, "self-determination", içişlere karışmama, kuvvete başvurmama, anlaşmazlıkların barışçı çözümü, insan haklarına ve azınlıklara saygı ilkelerine uymayı öngörmekteydiler.

2.1.4. NATO'nun Yeni Görünümü

Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa'da ortaya çıkan gelişmeler NATO'da bir anlamda "kimlik bunalımı" yaşanmasına yol açmıştı: Birçok Avrupa'lı NATO ülkesi, "Komünizm" ve "Sovyet tehdidi" ortadan kalktığına göre, ittifak'ın artık gerekli olmadığını, bu nedenle de savunma harcamalarında kısıntıya gidilmesi gerektiğini düşünmekteydi.

Nato'nun yeniden yapılandırılmasını zorunlu kılan nedenler nelerdir?

Ancak, NATO -özellikle Genel Sekreter Wörner'in çabalarıyla- bu "kimlik bunalımı" nı atlattı. NATO'nun varlığını sürdürmesi gerektiği yolunda Batı kamuoyunda ortak bir kanı oluşabildi. Buna göre:

• Sovyetler Birliği dağılmıştır. Ancak, Rusya hala güçlüdür ve yeniden bir tehdit ögesi oluşturabilecek durumdadır.

• Nitekim, birçok eski Doğu Avrupa ülkedi de hala Rusya'dan duydukları güvenlik kaygısıyla NATO'ya üye olmak istemektedir. (Gerçekten de bu ülkelerle "Barış İçin Ortaklık" ilişkisi kurulacaktır. Daha sonra, 1997 yılında Çek Cumhuriyeti, Macaristan ve Polonya'nın NATO'nun 50. kuruluş yıldönümü olan 1999'a kadar İttifak'a üye olmaları kabul edilecektir.)

• NATO, dünya sorunları karşısında Batı'lı demokrasiler için ortak bir platform özelliğini sürdürmelidir.

• NATO'nun doğrudan sorumluluk kapsamına girmemekle birlikte Avrupa'nın başka yerlerinde ve Orta Doğu gibi dolaylı ilgi alanlarında Birleşmiş Milletler'le işbirliği halinde bazı görevler üstlenilmesi gerekli olabilecektir.

Gerçekten de NATO, yukarıda 4. noktada belirtilen çerçevede 1995 yılından sonra Bosna-Hersek'te barışın sağlanmasında etkili bir rol oynayacaktır.

2.2. Bölgesel Gelişmeler (Orta Doğu Gelişmeleri)

2.2.1. Körfez Bunalımı

Körfez Bunalımı'nın nedenleri nelerdir?

     1989 sonrası dönemde Orta Doğu'da meydana gelen ilk gelişme, uluslararası alandaki barışçı sürece ters bir olaydı: Körfez Bunalımı. 1980-88 arasında iki Körfez ülkesi Irak ve İran arasında yaşanan savaştan kısa bir süre

sonra bu defa Irak ile Kuveyt bunalım ortamına sürüklendiler. Irak, Kuveyt'in bağımsız olduğu 1961 yılında da bu ülke üzerinde hak iddia etmişti. İki ülke arasında o tarihte yaşanan gerginlik Kuveyt'e bağımsızlığını veren İngiltere'nin bu ülkenin arkasında yer alması sonucu fazla uzamadan sona ermişti. Kuveyt'e karşı geçmişten gelen iddialarına ek olarak, son birkaç yılda ortaya çıkan bağı ögeler de Irak'ı 1990'da bu ülkeyle bir bunalıma itti: Bir kere, Irak-İran Savaşı sırasında ağır borç yükü altına giren Bağdat yönetimi, Savaş'tan sonra ülkenin yeniden imarı için petrol fiyatının yükseltilmesini, bunun için de OPEC ülkelerinin üretimlerini kısmasını istiyordu. Kuveyt ise, diğer petrol üreticisi "muhafazakar" Arap rejimleri gibi, fiyatların yükselmesinden yana değildi. Öte yandan, Irak İran'la savaşı sırasında Kuveyt'e de borçlanmıştı ve "mücadelesini Arap dünyası adına yaptığını" söyleyerek, şimdi bunun silinmesini istiyordu. Kuveyt ise buna yanaşmıyordu. Ayrıca, Irak, Kuveyt'in, kendisinin İran'la savaşından yararlanarak sınırdaki Rummalia petrol bölgesini ele geçirdiğini iddia ediyor; şimdi bu toprağın geri verilmesini ve maruz kaldığı petrol geliri kaybının da tazminini istiyordu. Bu nedenlerin yanısıra, İran'la uzun süren savaştan sonra ülkenin normal düzene geçişindeki güçlüklerden çekinen Irak lideri     Saddam Hüseyin'in yeni bir dış sorunun içeride halkı birleştirici etkisinden yararlanmak istediği de öne sürülmüştür.

      Üstelik, küçük bir ülke olarak Kuveyt'in Irak'a direnmesi beklenmeyeceğinden, kolayca elde edilecek zafer, İran karşısında umduğunu bulamayan Saddam'a çok ihtiyaç duyduğu "iç ve dış saygınlığı" sağlayabilecekti.

1990 başlarında Irak ile Kuveyt arasında çıkan gerginliği bazı Arap ülkeleri (özellikle Mısır ve Suudi Arabistan) gidermeye çalıştılar. Ancak, bu görüşmeler sırasında

      Kuveyt'in "meydan okuyan tutumu"ndan çok rahatsızlık duyan Saddam kuvvet kullanmayı iyice aklına koydu. ABD'nin Bağdat'taki Büyükelçisi'yle yaptığı görüşmelerde bu ülkenin Irak-Kuveyt bunalımına karışmayacağı izlenimini edinen Saddam daha da cesaretlendi. Nihayet, 1 Ağustos 1990 günü Irak kuvvetleri Kuveyt'e girdiler.

Kuveyt'in işgali karşısında Amerika Birleşik Devletlerinin tepkisi ne olmuştur?

     Ancak, başta ABD olmak üzere birçok ülkenin ve Birleşmiş Milletler'in tepkisi Saddam'ın beklemediği ölçüde sert oldu. Birleşmiş Milletler, aynı gün aldığı 660 sayılı Güvenlik Konseyi kararıyla, Irak'ın Kuveyt'ten kayıtsız-şartsız çekilmesini istedi. Irak ise karşılaştığı tepkiler üzerine geçirdiği şaşkınlığın ardından tutumunu daha da sertleştirip Birleşmiş Milletler kararına uymayınca, ABD yeni bir girişimde bulundu: ABD'nin girişimiyle Güvenlik Konseyi 6 Ağustos'ta Irak'a ekonomik ambargo uygulanmasını öngören 661 sayılı kararı kabul etti.

      Irak'ın buna cevabı ise 28 Ağustos'ta Kuveyt'i kendi topraklarına ilhak ettiğini açıklamak oldu. Oysa, 1 Ağustos'ta Kuveyt'e karşı işgale girişirken kısa süre içinde geri çekileceğini söylemişti.

      Irak'a karşı bölgesel ve uluslararası alanda oluşan tepkiler, ABD'nin liderliğinde bir Çok Uluslu Güç'ün (koalisyon) oluşturulmasını sağlayacaktır. 17 Ocak 1991 tarihinde Irak'a karşı Körfez Savaşı başlayacaktır.

Irak, 25 Şubat'tan itibaren Kuveyt'ten çekilmek zorunda kalacaktır. Sovyetler Birliği'nin girişimiyle Güvenlik Konseyi'nde 2 Mart'ta alınan 686 sayılı karar şunları öngörmekteydi: Taraflar arasında ateş-kes sağlanacak; Irak bundan önceki 12 Güvenlik Konseyi kararını kabul edecek, Kuveyt'in ilhakıyla ilgili bütün işlemleri iptal edecek, tamirat borcu ödeyecek ve bütün esirleri serbest bırakacaktır. Irak bütün bu şartları kabul ettiğini bildirdi. Böylece Körfez Savaşı sona erdi. Güvenlik Konseyi 3 Nisan'da aldığı 687 sayılı kararla da Irak'ın elindeki belirli silahların denetimini öngören bir mekanizma oluşturdu.

      ABD Başkanı Bush 10 Nisan'da yayınladığı bir bildiriyle de Irak'ın 36. paralelin kuzeyindeki

topraklarında her türlü askeri harekatını yasakladığını da açıkladı. Böylece, Irak Körfez Bunalımı'ndan sonra uluslararası alanda tam bir yalnızlığa itildiği gibi, kendi ülkesinin kuzey kısmında da egemenliğini fiilen yitirmiş oluyordu.

      ABD ise Orta Doğu'da yıllardır var olan egemenliğini, 1989 sonrasında uluslar arası alanda güçlenen konumuna uygun biçimde şimdi daha da pekiştirmekteydi. Kuzey Irak'ta da ABD, İngiltere, Fransa ve İtalya'ya ait birliklerden oluşan bir Çekiç Güç meydana getirildi. "Bunalım" sona ermiş, fakat "sorun" ortada kalmıştı. Hatta yeni "sorun"lar ortaya çıkmıştı: Kuzey Irak'ın geleceği ne olacaktı? Irak'ın toprak bütünlüğü korunacak

mıydı? Zaman ilerledikçe, eski ve yeni "sorun"ların çözümsüzlüğü ABD'nin bölgedeki etkinliğini de tehdit eder bir nitelik kazanmaktadır. Nitekim, Şubat 1998'te ABD ile Irak arasındaki ilişkiler yeniden gerginleştiğinde Arap dünyası içinde de, bölgede de, genel olarak uluslararası alanda da Vaşington'un 7 yıl öncesine oranla daha az

destek bulabildiği görülecektir.

2.2.2. Arap-İsrail Barış Gelişmeleri

Yeni dünya düzeni oluşturulmaya çalışılırken Arap-İsrail sorunu nasıl çözülmeye çalışılmıştır?

    Körfez Savaşı'nın sona ermesinin ardından, ABD Arap-İsrail barışı konusuna da el attı. ABD Başkanı Bush, 6 Mart 1991 tarihinde Kongre'de yaptığı konuşmada İsrail'in tanınması ve güvenliğinin sağlanması ile Filistinlilere de meşru siyasal haklarının verilmesi temeli üzerinde Arap-İsrail anlaşmazlığına son vermek zamanının geldiğini söylüyordu.

     ABD Dışişleri Bakanı Baker'in bölgede yaptığı temasların sonunda, 30 Ekim 1991'de Madrit'te Orta Doğu Konferansı toplandı. ABD, Ürdün heyeti içinde yer alan Filistinliler ile İsrail temsilcilerini biraraya getirmeyi başarmıştı. Daha sonra Norveç'in girişimleriyle İsrail ve FKÖ arasında ikili görüşmeler de yapıldı. Bu gelişmelerin sonunda İsrail Başkanı Rabin ile FKÖ lideri Arafat arasında 13 Eylül 1993'te Vaşington'da barış ilkelerini öngören tarihi belge imzalandı. İki taraf birbirini tanıyor, Batı Şeria ve Gazze bölgesinde özerk Filistin yönetimi kuruluyordu. İsrail ile Ürdün arasında da 26 Ekim 1994'te, sınır bölgesinde yer alan Vadi Arava'da

bıraş antlaşması imzalandı. Bu gelişmeler Arap-İsrail sorununu tümüyle çözmüş değildir. Filistinlilerin gelecekteki statüsü ne olacaktır? İsrail'in özellikle Suriye'yle de barış antlaşması yapması mümkün olabilecek midir?

Öte yandan, gerek İsrail'in içindeki gerek Filistin'deki köktendinci akımların barışa muhalefetinin bu süreci nasıl etkileyeceği de karmaşık bir konudur.

 

3. Küreselleşme

“Küreselleşme” (globalleşme) günümüzde en çok sözü edilen kavramlardan birisidir. En genel anlamıyla küreselleşme, endüstriyel genişlemeye ve kitle iletişim araçlarının yaygınlaşmasına paralel olarak siyasal, kültürel ve ekonomik düzeydeki çok yönlü toplumsal ilişkilerin dünya çapında yaygınlaşması olarak tanımlanmaktadır. Günümüzün iletişim teknolojisinin gücü, dünya ölçeğindeki toplumsal etkileşimin hızını ve yaygınlığını giderek artırmaktadır. Bütün bu süreçler, küresel düzeyde yeni toplumsal ve yapısal oluşumları ortaya çıkarmakla sınırlı kalmamakta fakat aynı zamanda evrensellik, ulus-devlet, siyasal otorite, yerellik, etnik yapılar ve toplumsal kimlik gibi kavramları değişime uğratmaktadır. Özellikle 1970’li yıllarla birlikte makro düzeyde meydana gelen siyasal ve ekonomik değişmeler hiçbir ülke sınırı tanımadan bütün toplumları etkisi altına almakta ve bu etkileşim süreçleri kitle iletişim araçları ile daha da yaygınlaşarak dünya toplumlarının

değişim dinamiklerini derinden etkilemektedir. Dünyamız ekonomik, siyasal ve kültürel boyutta içiçe geçerek bir küresel toplumu meydana getirdiği ve bireylerin içinde bulunduğu toplumun coğrafi mekanı dünyanın neresinde olursa olsun, küresel değişim dinamiklerinden giderek daha çok etkilenebilir hale geldiği belirtilmektedir.

Küreselleşmenin Nedenleri

Ekonomik Nedenlere Dayalı Küreselleşme

Küreselleşmenin en belirleyici unsurları bu grupta toplanmaktadır. Doğal kaynaklar, sermaye, teknoloji ve işgücü gibi faktörlerden yararlanma amacını taşır. İletişim ve ulaşım teknolojilerindeki hızlı gelişme ekonomik globalleşmeyi doğuran itici güçlerdendir.

Sosyal Nedenlere Dayalı Küreselleşme

İnsanların arzu ve davranışları; günümüzde tüketim toplumu kavramı en gelişmemiş bölgede bile kullanılmaktadır. Öyle ki hükümet politikaları artık tüketimi artırıcı yönde oluşmaktadır. Her ne kadar gerçekleşme oranı düşük ise de adil paylaşım arzusu etkilidir.

4.2.3. Siyasi Nedenlere Dayalı Küreselleşme

İki kutuplu dönemin sona ermesinden sonra dünyanın süper gücü olma, uyguladığı politikalarla etki alanını genişletebilme amacıyla başta ABD olmak üzere Almanya ve onun ardından daha çok ekonomik yönüyle Japonya koltuğa oturmak istenmektedir. ABD’nin askeri harekatları, Almanya’nın AB’nin tek hakimi olma yönündeki gayretleri, Japonya’nın çevresindeki YSÜ’leri kontrol etme çabaları gündeme yeni bir kavramı getirmiştir: Post-Emperyalizm. Çoğu yazar küreselleşmenin pembe çerçevesinin yıkıldığını, hiç bir şeyin düzelmeyeceği kanısını taşımaktadır.

Ekonomide Küreselleşme

Bir ülkenin kalkınması ve gelişmesi, ekonomik konjoktürün o yönde dalgalanmalar göstermesine bağlıdır. Bilindiği gibi en önemli ekonomik göstergeler milli gelir (GSMH), fert başına düşen milli gelir, dış ödemeler dengesi, paranın satınalma gücü, büyüme hızı, sektörel yatırımlar, üretim, üretimde yatırım rekabeti, tüketim, ithalat, ihracat...vs’dir. O halde azgelişmişlikten, gelişmiş ülke kategorisine yönelmenin ya da sıçramanın yolu, bu ekonomik göstergeleri gelişmiş ülkeler düzeyinde maximuma ulaştırmaktır. Bunun için ülkeler kalkınma planları, ekonomik istikrar stratejileri hazırlar. Bütçelerini dengeleme yönünde kararlı atılımlarda bulunurlar. Kapalı ekonominin kalmadığı günümüzde, ülkeler dışa açılıp ekonomilerini uluslaraşırılaştırmaktadırlar. Uluslaraşırı ekonominin yasaları, ülke ekonomilerini keyfi ve yanlış uygulamalardan uzaklaştırmak zorunda bırakmıştır. Uluslaraşırı ekonominin temel ölçütleri, üretimde niteliksel ve niceliksel artışı en az maliyetle sağlamak, kârda yükselişi sağlamak, üretimde rekabet dayanıklılığı, kaliteyi yaratmak, aynı malı üreten üreticiler arasında tüketici istek ve çıkarlarını koruyucu yönde Ar-Ge (Araştırma Geliştirme) çalışmaları uygulamaktır.

Günümüzde ülkelerin kalkınmışlıkları, ihracatlardaki sanayi ürünleri yüzdesi ile belirlenmektedir. O halde ülkeler ekonomilerini, sanayii üretimlerini artırmaları ile güçlendirebilirler. Sanayi üretimleri ise sanayi yatırımlarının arttırılması ve sanayi ürünleri pazarının genişletilmesiyle gerçekleştirilebilir. Bu ise ülkeleri kalkınma hızlarını yükseltmek yönünde bütçelerinden büyük pay ayırmaya zorlanmaktadır. Ya da yabancı sermaye, kredi, destekleme, hibe gibi kaynaklarla olayın gerçekleştirilmesine çalışılmaktadır. Burada en önemli nokta kaynak bulma ve kaynakları rasyonel (akılcı) bir şekilde kullanmaktır.

4. Bölgeselleşme (Bloklaşma)

5.1. Bölgeselleşmenin Tanım ve Kapsamı

     Gerek gelişmiş, gerekse azgelişmiş ülkelerin dünya ticaretini geliştirmeye yönelik faaliyetleri iki doğrultuda gerçekleşmiştir. Bunlardan birisi "evrensel yaklaşım" adı verilen gelişmedir. Bu yaklaşım GATT çerçevesinde, olabildiğince fazla sayıdaki ülke arasında ticaret kısıtlamalarının kaldırılması ve azaltılmasını öngörür. İkinci yaklaşım ise, daha sınırlı nitelikte olup, belirli bir coğrafi bölgede yerleşik ve yakın ilişkiler içinde olan ülkeler arasındaki ticaret ve diğer akımların serbestleşmesi esasına dayanır, ki bunun adı bölgesel bütünleşme ya da kısaca bölgeselleşmedir. Dünya ticaretini geliştirmeye yönelik temel iki yaklaşımı belirtiniz. İki savaş arasındaki dönemde uluslararası ticarette görülen kısıtlayıcı uygulamalardan özellikle Batılı sanayileşmiş ülkeler şikayetçi olmuşlardır. Çünkü sanayi üretiminin hızla geliştiği bu ülkelerde ekonomik hayatın canlılığı büyük ölçüde geniş dış piyasaların varlığına bağlı bulunuyordu. O nedenle batılı ülkeler daha II. Dünya Savaşı sona ermeden bir uluslararası ticaret ve ödeme sistemi geliştirmek için harekete geçmişlerdir. Sanayileşmiş ülkeler arasında ortaya çıkan bu akıma, giderek az gelişmiş ülkelerde katılmışlardır. Bu gelişmeler temelde eski dünya düzeninde görülen koruyuculuk ve iktisadi milliyetçilik hareketlerine bir tepki olarak düşünülebilir. Bir çoğu oldukça karmaşık bir yapıya sahip olan bölgesel bütünleşmeyi hedefleyen birlikleri, temelde siyasi ve ekonomik amaçlı olarak iki şekilde sınıflandırmaya tabi tutabiliriz.

     Siyasal bütünleşme hareketlerinin en basiti "siyasal işbirliği"dir. Aslında "işbirliğini" amaçlayan bu tür teşebbüslere bütünleşme demek zor; ancak yine de bütünleşme yolunda bir adım olarak kabul edilmektedir. İşbirliğini esas alan bu kuruluşların üye ülkelerin istemediği konularda bağlayıcı kararlar alabilmeleri söz konusu değildir. Yine siyasal bütünleşmede bir diğer yol, "konfederasyon"dur. "İşbirliği"ne göre daha ileri bir aşamayı ifade etmekle birlikte "gevşek" bir örgütlenmeyi esas almıştır.

     Konfederasyonda kararlar oybirliği ile alınır, dolayısıyla ülkeler egemenlik haklarından bütünüyle vazgeçmezler. Oysa siyasi bütünleşmenin en ileri aşamalarından olan "federasyon"da ise ülkeler, özellikle dış politika, savunma gibi konularda, egemenlik haklarından merkezi otorite (federasyon) lehinde özveride bulunurlar.

4. 1980'li ve 1990'lı Yıllarda Küreselleşme: Tek Kutupluluk, Liberalizmin Yükselişi ve

Ulus-Devlet Sorunu

Soğuk savaş döneminin sona ermesi ekonomik açıdan küreselleşmeye daha da bir hız kazandırmıştır. 1990'lı yıllar ile birlikte dünyamız tek kutuplu bir küreselleşme sürecini derinden yaşamaktadır. Sosyalist bloğun yıkılması kapitalizmin ve liberal ekonominin bir zaferi olarak görülmekte ve az gelişmiş ülkelerin ekonomik kalkınmaları için serbest piyasa ekonomisinin kurallarının bütün işlerliği ile uygulanmasının tek bir çözüm yolu olduğu iddia edilmektedir. Örneğin, özelleştirme, devletin ekonomideki ağırlığını olabildiğince küçültme, uluslararası ticaretin önündeki gümrük, kota, koruma, vb. türü engelleri ortadan kaldırma ve ülke iç pazarın ulus

lararası serbest rekabete açılması gibi 'yeni sağ' ideolojinin politikaları IMF ve Dünya Bankası gibi uluslararası finans kuruluşları tarafından az gelişmiş ülkelerin önüne sunulmakta ve bu yolla liberal ekonomik politikalar küreselleştirilmektedir.

Liberalizmin yükselişinde hangi etken önemli bir rol oynamıştır?

Özellikle 1980'li yıllar ile birlikte, İngiltere'de Thatcher ve Amerika'da Reegan ile birlikte liberal politikalar dünya çapında büyük bir yükselişe geçmiştir. Bu süreç içerisinde, uluslararası ticaretin serbestleşmesi ve özelleştirme az gelişmiş ülkelerin kalkınmalarını gerçekleştirebilmeleri için olmazsa olmaz türünden politikalar olarak küresel düzeyde yaygın olarak uygulanmaya başlanmıştır. Türkiye'de 1980'li yıllar ile birlikte ekonominin dışa açılması ve 1986'da özelleştirme uygulamalarına geçilmesi bir tesadüf değildir.

Küreselleşme ile ulus-devlet bir güç kaybına mı uğramaktadır?

Küreselleşme ile birlikte tartışılan bir diğer noktada 'ulus-devlet'in giderek gücünü kaybettiğidir. Çünkü küreselleşme ile birlikte gerek ekonomik, gerek siyasal ve gerekse askeri düzeyde çok uluslu kuruluşların sayısı ve gücü artmakta ve bu kuruluşlar ulus-devlet'lerin gücünü azaltıcı faaliyetlerde bulunmaktadırlar. Hatta yıllık cirosu bir çok ulus-devlet'tin milli gelirini aşan çok uluslu şirketler bulunmaktadır. Sorunun asıl kaynağı şudur: bir ulus-devlet'ten çok daha güçlü olabilen bir uluslar arası kuruluşu ondan daha zayıf ve güçsüz durumda olan bir ulus-devlet nasıl denetleyebilecektir? Eğer ulus-devletler bu çok güçlü uluslararası kuruluşları denetleyemecek durumda iseler bu kuruluşlar demokratik olarak nasıl kontrol altına alınabileceklerdir?

Eğer bu çok güçlü uluslararası kuruluşlar ulus devlet tarafından değilde ulus-devlet sistemleri (örneğin Avrupa Topluluğu) tarafından kontrol edilebilecek ise bu durum ulus-devletin küreselleşme ile birlikte bir güç kaybına uğradığının bir göstergesi değil midir?

     Gerçektende, Avrupa Topluluğu örneğinde olduğu gibi ulus-devlet sistemlerinin bizzat kendisi ulus-devletin üzerinde bir güç gibi durmaktadır. Gerçektende, uluslar arası düzeyde ulus-devletin bizzat kendisi değil ancak birden fazla ulusların bir araya gelerek oluşturmuş olduğu ulus-devlet sistemlerinin (örneğin, Avrupa Topluluğunun) küresel boyutta etkinliği artmakta ve ulus-devletin kendisi giderek güç kaybetmektedir. Bu aynı zamanda, az gelişmiş ülkelerin kendi sınırları içerisinde sahip olduğu en önemli siyasal güçlerden biri olan ulusal devletin kendisi, daha çok gelişmiş ülkelerin etkisinde olan küresel gelişmeler sonucu giderek zayıflatılmaya

çalışılmasıdır. Böylece Wallerstein'in de belirttiği gibi, üçüncü dünya ülkeleri küresel düzeyde adeta güçsüzlüğe mahkum edilmektedir.

      Ancak ünitenin başında da belirtildiği üzere küreselleşme çok yönlü bir süreçtir. Dolayısıyla, ulusal devletler küresel düzeydeki uluslu şirketlerin gücünün artmasına karşı kendi önlemlerini alabilmektedirler. Zira, liberal ekonomik politikaların uygulandığı bir çok ülkede bile ulusal devletin kendisi hala hem siyasal ve hemde

ekonomik olarak gücünü koruyabilmekte ve bunda direnebilmektedirler. Örneğin İngiltere kapitalizmin ve liberal ekonomik politikalarının beşiği olan bir ülke olmasına karşın Avrupa Topluluğu ile bütünleşmede siyasal ve ekonomik gücün tek bir elde yani Avrupa Topluluğu parlemontosunda tutulmak istenmesine şiddetle karşı

çıkmakta ve bunun üye ülkelerinin ulusal gücünü zayıflatacağını öne sürmektedir. Özellikle Asya ve Afrika gibi kıtalarda potansiyel etnik çatışmaların bu günkü konumu ve içinde bulunduğu gerilim varoldukça ulusalcılık, ulus-devlet ve ulusal kültür'ün gücünde önemli bir zayıflama ne günümüzde ve nede önümüzdeki yıllarda

pek mümkün görünmemektedir.

 

Özet

   Dünyamızda küresel dönüşümlerin yaşandığı açık bir gerçektir. Dünyamız kitle iletişim araçlarının yaygınlaşmasına paralel olarak toplumsal, ekonomik, siyasal ve kültürel yönden çok yoğun bir etkileşim içerisinde bulunmaktadır. Günümüzde dünya toplumları küresel düzeyde bütünleşme ile farklılaşmayı, uyum ile çatışmayı bir arada yaşamaktadır. Bu nedenle, küreselleşme ne yanlızca dünya toplumlarının fonksiyonel bir bütünleşmeyi, ne 'yeni bir dünya düzeni' ile eş anlamlı bir sözcük ve ne de uluslararası ilişkiler ile sınırlı olarak ele alınması gereken bir kavramdır. Zira küreselleşme yukarıda belirtilen tüm özellikleri içine alan

çok yönlü bir toplumsal sürece tekabül etmektedir.

   Teorik olarak ise, Giddens küreselleşme olgusunu zaman ve mekan kavramı çerçevesinde irdelemekte

ve küreselleşmeyi en genel anlamı ile toplumsal ilişkiler ağının içinde bulunduğu yerellikten dışarıya taşması ve küresel iletişim sistemleri aracıyla dünya toplumlarının karşılıklı bir etkileşim içerisine girmesi olarak tanımlamaktadır. Giddens küreselleşme olgusunu kapitalist dünya ekonomisi, dünya askeri düzeni, ulus-devlet sistemleri ile uluslararası iş bölümü olarak dört boyutta ele almaktadır. Robertson ise küreselleşmeyi tarihsel süreç içerisinde sürekli olarak genişlemekte olan çok yönlü toplumsal ilişkiler ağı olarak görmektedir.

Bu çerçevede küreselleşmeyi tarihsel süreç içerisinde oluşum aşaması, başlangıç aşaması, kalkış aşaması, hakimiyet içinde mücadele aşaması ve belirsizlik aşaması olarak ele alan Robertson bu tarihsel gelişimi daha çok Batı Avrupa merkezli olarak görmektedir. Wallerstein ise küreselleşmeyi daha çok ekonomik bir temelden yola çıkarak kapitalist dünya ekonomisinin ekonomik ve kültürel yönden genişlemesi olarak ele almaktadır. Merkez ülkeler, çevre ülkeler ve yarı çevre ülkeler ayrımını yapan Wallerstein, dünya kapitalist ekonomisinin küreselleşme ile gelişmiş ülelerin lehine az gelişmiş ülkelerin ise aleyhine işleyen eşitsiz ilişkileri

yeniden ürettiğini öne sürmektedir. Küreselleşme olgusu 1990'lardan itibaren soğuk savaş döneminin sona ermesi ile birlikte tek kutuplu olarak tüm dünya toplumlarını derinden etkilemektedir. Özellikle kitle iletişim araçlarının yaygınlaşması yerküre üzerindeki toplumsal ilişkileri daha da yoğunlaştırmakta ve artık insanoğlu geriye dönüşümü mümkün olmayan bir küresel yolculuğa doğru hızlı adımlarla gitmektedir. Küreselleşmenin yaygınlaşması ile birlikte evrensellik, ulus-devlet, kimlik, etniklik, yerellik, vb. her türlü kavram yeniden tanımlanmaya başlanmıştır. Bu bağlamda, yerel düzeydeki geleneksel kültür ile yenilikçi küresel kültürün çok iyi bir sentezinin yapılması gerekmektedir. Belki bu yolla 'küresel düşünen ancak buna karşın yerel haraket

edebilen' bireylerden meydana gelen toplum kendi özünü yitirmeden varlığını devam ettirebilir.

 

C-Avrupa Birliği

1. Avrupa Birliği'nin Tarihsel Gelişimi

Avrupa Birliği'nin tarihi başlangıç noktasının genelde, İkinci Dünya Savaşını izleyen yıllar olduğu kabul edilir. Bu yıllar bir daha aynı acıların yaşanmaması için Avrupa'da bir birlik yaratılması gerektiği fikrinin kıta uluslarında ve yöneticilerinde uyandığı dönemdir. İkinci Dünya Savaşı'ndan yıkık ve tükenmiş çıkan Avrupa'nın

yeni bir politik ve ekonomik model arayışı içine girdiği görülmektedir.

Avrupa Birliği fikrini doğuran temel olay nedir?

Marshall yardımı adı altında Avrupa'ya akan ABD sermayesinin kendilerini giderek ABD'ye bağımlı kılacağını gören ufak ve güçsüz Batı Avrupa ülkeleri, Avrupa menşeli yeni bir sermaye piyasası oluşturmak istemişlerdir. Bu amaçlarına bireysel olarak ulaşmaları mümkün olmadığından, bu ülkelerin ekonomik potansiyellerinin bir araya getirilmesi ve böylece güçlü bir Avrupa Pazarı oluşturulması planlanmıştır. Bütünleşmenin pazar genişlemesine, bunun da sermaye ve teknolojinin hızlı gelişimine yol açacağı düşünülmüştür.

AB’nin temeli hangi olayla atıldı? Schuman Bildirisi neyi içermektedir?

Bu öneriyi kabul eden ülkeler, ileride savaş sanayilerini birbirlerine karşı geliştirmek ve dolayısıyla birbirleriyle savaşmak olanağını bulamayacaklardır. Nitekim Fransa'nın bu çağrısına Federal Almanya, Belçika, İtalya, Lüksemburg ve Hollanda cevap vermişler ve bu altı ülke arasında 18 Nisan 1951'de Avrupa ve Kömür ve Çelik

Topluluğunu kuran Anlaşma Paris'te imzalanmıştır. Bu aynı zamanda, ilk Avrupa Birliğinin de doğuşudur. Schuman'ın ismine ithafen Schuman Planı olarak adlandırılan bu anlaşma o dönem sanayisinin iki temel maddesi için güçlenmek üzere altı devlet arasında imzalanan bir "kartel" anlaşmasıdır.

Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu'nun, kurulmasından sonra göstermiş olduğu başarılı gelişme; Avrupa'da sektör bazında olmayan, daha geniş kapsamlı bir ekonomik birleşmenin gerçekleştirilmesine yönelik yeni görüşlerin doğmasına yol açmıştır. Çalışmalar ekonomik bütünleşme üzerinde yoğunlaştırılmış ve Messina'da

A.K.Ç.T.'nin Dışişleri Bakanları'nın katılımıyla düzenlenen konferansta iki yeni Avrupa Topluluğu'nun daha kurulması kararlaştırılmıştır. Uzun süren çalışmalardan sonra Avrupa Topluluğu 25 Mart 1957'de bu kez Roma'da imzalanan Avrupa Atom Enerjisi Topluluğu (EURATOM) ve Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET) anlaşmaları ile kurulmuştur. Topluluk, 7 Şubat 1992 tarihli Maastrict Anlaşmasıyla Avrupa Birliği ismini almıştır.

3. Avrupa Birliği'nin Genişlemesi

Avrupa Birliği'nin kuruluşundan itibaren göstermiş olduğu başarılı gelişim ve özellikle üye devletler arasında sanayi malları ile tarım ürünlerinde gerçekleştirdikleri gümrük birliği, yeni ülkelerin üyelik müracatlarına neden olmuştur. 10 Ağustos 1961 tarihinde İngiltere Birliğe katılmak için ilk girişimini yapmış, fakat 14 Ocak 1963'te Fransa Cumhurbaşkanı General de Gaulle tarafından birliğe katılması veto edilmiştir. 10 Mayıs 1967'de İngiltere ikinci defa İrlanda, Danimarka ve Norveç ile birlikte Birliğe tam üye olmak için başvuruda bulunmuştur. De Gaulle yine İngiltere'nin müracaatına karşı çıkmış, ancak Nisan 1969'da yapılan AB Konseyinde Birliğe katılmak isteyen dört ülkenin talepleri görüşülmüştür. İki yıl süren görüşmelerden sonra İngiltere, İrlanda ve Danimarka tam üye olarak Birliğe 22 Ocak 1972 tarihinde katılmış, Norveç'in katılma anlaşması ise adı geçen

ülkede yapılan bir referandum ile reddedilmiştir. Katılma anlaşmaları ile yeni üyeler tam üyeliğin getirdiği tüm yükümlülükleri kabul etmişler, ancak bazı alanlarda özellikle ticaretin serbestleştirilmesi ve mali katkılar yeni üyelere beş yıllık bir uyum devresi tanınmıştır. Bu uyum devresi ise 1977'de sona ermiştir. Öte yandan, 1981 yılında Yunanistan'ın da topluluğa katılmasıyla üye sayısı 10'a çıkmıştır. 1.1.1986 tarihinde İspanya ve

Portekiz'in de katılmasıyla Birliğin üye sayısı 12'ye yükselmiştir.

Yunanistan, İspanya ve Portekiz hangi tarihlerde AB’ne tam üye oldular?

İspanya ve Portekiz'e 7 yıllık bir uyum dönemi tanınmıştır. Birliğin üçüncü genişlemesinden sonra 1987 yılında Türkiye ve Fas, 1989 yılında Avusturya, 4 Temmuz 1990 yılında Kıbrıs Rum Kesimi, 16 Temmuz 1990'da Malta, 1 Temmuz 1991'de İsveç, 18 Mart 1992'de Finlandiya, 26 Mayıs 1992'de İsviçre ve 25 Kasım 1992'de Norveç bu doğrultuda kararlar almışlardır. Kıbrıs Rum Kesimi ve Malta'nın başvurusu Fas'ın müracaatında olduğu gibi red edilmeyerek incelemeye alınmıştır. Son olarak 1994’te İsveç, Finlandiya ve Avusturya’nın girmesiyle üye sayısı onbeş olmuştur. Belirtmek gerekir ki Birliğe tam üyelik için yapılan başvuruların sayısında

büyük artış olmuştur. Polonya, Macaristan, Slovenya, Estonya, Litvanya ve Letonya da tam üyelik için adaydırlar.

4. Avrupa Birliği'nin Amaçları

Fransa'nın öncülüğünde Almanya, İtalya, Belçika, Lüksemburg ve Hollanda tarafından kurulan Avrupa Birliğinin amaçlarını siyasal birliğin sağlanması, ekonomik birliğin sağlanması ve barışın korunması şeklinde sınıflayabiliriz.

5.2. Avrupa Birliği Komisyonu

AB Komisyonu üye Devletlerce atanan 20 üyeden(komiser) oluşan bir yürütme organıdır. Komisyona Almanya, İngiltere, İtalya, Fransa ve İspanya nüfus yoğunluğu itibariyle 2’şer , diğer üye devletler ise birer komiser vermektedir. Komisyon Birlik politikalarının tasarlayıcısı ve koordinatörüdür. Komisyonun görevlerini iki başlık altında toplamak mümkündür.

a) Komisyon, Kurucu Antlaşmaların koruyucudur. Kurucu Antlaşmalar’ın veorganların almış olduğu kararların  usulünce uygulanıp uygulanmadığı, ilgili tarafların yükümlülüklerini yerine getirip getirmediğini izlemekle görevlendirilmiştir.

b) Yürütme organıdır. Roma Antlaşmasından kaynaklanan yürütme yetkilerinin yanısıra, ortak politikaların oluşturulması ve yürütülmesi görevini de üstlendiğinden, bu yetkilerinde bir artış olmuştur. Birliği hukuken temsil eder. Birlik fonlarının idaresi görevi de Komisyona aittir.

5.3. Avrupa Parlamentosu

Avrupa Birliği içinde Komisyon ve Konsey arasında paylaşılmış yasama ve yürütme yetkilerinin kullanılmasının demokratik biçimde denetlenmesi amacıyla bir ortak parlamento kurulmuştur. Avrupa Parlamentosu adını taşıyan bu organ önceleri üye Devletlerin ulusal parlamentolarından seçilen üyelerden oluşmakta iken, Haziran

1979’dan bu yana üye ülkelerde Avrupa Parlamentosu için seçimler düzenlenmektedir. Avrupa Parlamentosunun yetkilerini üç başlık altında toplamak mümkündür.

a) Birlik mevzuatının oluşturulmasındaki yasama sürecine katılma yetkisi; yasamaya ilişkin yetkileri görüş bildirmekle sınırlı olup, bağlayıcı bulunmamaktadır.

b) Bütçeye ilişkin yetkiler; Birlik bütçesi, ancak Konsey ile Parlamentonun işbirliği halinde kesinleştirilebilmektedir.

c) Komisyon ve Konseyi denetleme yetkisi; AB’de yasama ve yürütme yetkilerinin kullanımını demokratik şekilde denetler ve Birliğin işleyişini kontrol eder.

5.4. Adalet Divanı

Adalet Divanı, AB’nin en yüksek hukuksal organı niteliğini taşımaktadır. Divan 16 yargıç ve 6 savcıdan (hukuk sözcüsü)oluşur. Adalet Divanı nihai yargı organı olup, kararlarının temyizi mümkün değildir.

Görevleri;

a) Divan, Antlaşmanın uygulanmasında ve yorumlanmasında hukuka saygıyı sağlamaktadır. Üyelerden birinin Roma Anlaşması’nın hükümlerine uygun hareket etmediği görülürse, Avrupa Komisyonu önce ilgili devlete tavsiyelerini bildirir. Eğer üye devlet bu önerileri tutmazsa, bu kez Adalet Divanı’nda aleyhine dava açtırır. Adalet Divanı anlaşma hükümlerine aykırı davranıldığı sonucuna varırsa, bu hükümlerin uygulanması için alınacak karar, üye devletler tarafından yerine getirilir. Adalet Divanı, üye devletleri ve şirketleri ayrıca

para cezası ile cezalandırabilme yetkisine de sahiptir.

b) Kararları temyiz edilemeyen ve bağlayıcı olan bir adli merci sıfatıyla, Birlik hukuk düzeni dahilinde meydana gelen hukuki ihtilafları, hukuk kurallarına ve adalete uygun olarak çözmek işlevini de yüklenmiştir.

Adalet Divanını görev alanına giren başlıca sorunlar şunlardır:

- Üye devletlerin diğer üye devletlere karşı açtığı davalar,

- Komisyonun üye devletlere karşı açtığı davalar,

- Birliğin kurumları aleyhine açılan davalar.

5.5. Sayıştay

Avrupa Topluluklarının bütünleşmesi üzerine, Topluluk düzeyinde bağımsız bir denetleme kurulu oluşturulması fikri üzerinde durulmuş ve sonuç olarak Roma Antlaşması’nın 206. maddesinde sözü edilen Kontrol Komisyonu’nun görevlerini de üstlenmiş olarak, 1975 yılında Brüksel Anlaşması ile Sayıştay kurulmuştur. Sayıştay 15 üyeden oluşmaktadır ve üyelerin görev süreleri 6 yıldır. Sayıştay’ın görevi, AB’nin ve bağlı kuruluşların gelir ve harcamalarını incelemek, bunların yasalara uygun şekilde yürütülmesini sağlamaktır.

5.6. Ekonomik ve Sosyal Komite

Roma Antlaşması’nın 4. maddesinde, Konsey ve Komisyon’a yardım etmek üzere danışma organı niteliği taşıyan Ekonomik ve Sosyal Komite’nin kurulacağı hükme bağlanmaktadır. Komite, ekonomik ve sosyal hayatın çeşitli kesimlerinin, özellikle üreticiler, çiftçiler, taşımacılar, işçiler, küçük esnaf ve zanaatkarlar, serbest meslek

sahipleri ve kamu yararına çalışan küçük ve orta ölçekli işletmelerin temsilcileri ile, tüketiciler, çevreciler ve dernek temsilcilerinden oluşur. Komite, bir danışma organı olduğundan, çalışma düzeni, görüş bildirme şeklindedir. Antlaşma’nın tesbit ettiği durumlarda Komite’ye zorunlu olarak danışılmaktadır. Komitenin görüş bildirmesi için 10 günlük süre tanınmakta, bu süre görüş gelmemişse, Konsey ve Komisyon kendini bağlı saymamaktadır.

6. Avrupa Birliği'nin Mali Kaynakları

AB’nin temel mali kuruluşu Avrupa Yatırım Bankası’dır (EIB). EIB Roma Antlaşması ile kurulmuş olmakla birlikte, ayrı bir tüzel kişiliğe sahiptir. Bunun yanında, AB’nin ekonomik ve sosyal politikalarını yürütme için EIB’den ayrı olarak oluşturulan çeşitli fonlar bulunmaktadır. Şimdi bu fonları kısaca tanıtalım.

AB Bütçesi: Topluluğun bütçe gelirleri, üye ülkelerin katkıları (KDV gelirlerinin belirli payının aktarılması), gümrük vergileri vb. kaynaklardan oluşur. Bu gelirler Birliğin politikalarının yürütülmesinde ve yönetim giderlerinin karşılanmasında kullanılır. Birlik bütçesinin en büyük bölümü ortak tarım politikasının finansmanına

gitmektedir.

Avrupa Sosyal Fonu (ESF): Roma Antlaşmasıyla kurulmuştur. Birlik içinde yeni iş olanakları yaratılması, mesleki eğitim programları, işsizlik yardımı sağlanması gibi amaçlara finansman sağlar.

Avrupa Bölgesel Kalkınma Fonu(ERDF): AB içindeki nispeten geri kalmış yörelerin kalkındırılması ve yapısal uyum programları için kredi vermektedir. Birlik içinde Yunanistan, İrlanda ve Portekiz göreceli olarak geri kalmış üyelerdir. Diğer yandan İspanya ve İtalya’nın belirli yöreleri ile Kuzey İrlanda da bu fonun kapsamına giren yöreler arasında bulunmaktadır.

Avrupa Kalkınma Fonu(EFI): Roma Antlaşmasıyla oluşturulan bu fondan, Lome Sözleşmesi çerçevesinde Birlik’le özel ilişkileri bulunan ACP (Afrika, Karayipler ve Pasifik) ülkelerine yardım yapılmaktadır.

Avrupa Parasal İşbirliği Fonu(EMCF): Bu fondan parasal birliğe yardımcı olmak üzere dış ödeme güçlüğü içine düşen birlik üyelerine kredi sağlanmaktadır.

Avrupa Garanti ve Yönlendirme Fonu(FEOGA): 1962 yılında kurulan bu Fon’dan, tarımsal destekleme programlarının finansmanı ve tarımın modernizasyonu için kaynak sağlanır.

6.1. Avrupa Yatırım Bankası (EIB)

Roma Antlaşması’nın 129.maddesine dayanılarak, 1958’de kurulmuştur. tüzel kişiliğe sahiptir ve Birliği oluşturan 15 ülke bankanın üyesidir. Genel olarak, AB’nin azami 20 yıl vadeli kredi ve/veya garanti veren bir mali kuruluşu niteliğindedir. Banka’nın görevleri, sermaye piyasalarına ve kendi özkaynaklarına

dayanarak Ortak Pazar’ın dengeli kalkınmasına yardım etmektir. Bu amaçla;

a) Az gelişmiş yörelerin kalkınmasına yönelik projelerin,

b) Ortak Pazar’ın gerçekleşmesinin gerekli kıldığı işletmelerin modernleştirilmesi veya faaliyet alanlarının değiştirilmesi gibi projelerin,

c) Ortak çıkarlara hizmet etmekle beraber genişliği ya da niteliği nedeniyle finansmanı tamamen karşılanamayan projelerin, finansmanını sağlamaktadır.

7. Avrupa Birliği Ortak Politikaları

Avrupa Birliği Avrupa entegrasyonu hareketini asıl temsil eden ve bu hareketin ileriye doğru gelişim yönünü belirleyen örgüt olarak kabul edilmiştir. Dolayısıyla ekonomik birleşme hareketinin temelini oluşturmaktadır. Bu harekete daha geniş boyutlar kazandırılması için yeni politikalar benimsenmiştir ki, bunlar ortak politikalardır.

AB Anlaşması'nda üyelerin ortak politika izlemeleri öngörülen başlıca önemli alanlar şunlardır:

Ticaret politikası (ortak pazar), ortak tarım politikası, ortak rekabet politikası ve sosyal politikalardır.

 

8. Maastricht Anlaşması ve Avrupa Birliği

      Maastricht Anlaşması, Avrupa Birliği'nin ekonomik ve siyasal birliğe doğru götürülmesi yolunda atılmış bir adımdır. Anlaşma bu şekilde oluşturulacak olan bir "Avrupa Birleşik Devleti"nin anayasası niteliğini taşımaktadır. Bu anlaşma ile Roma Antlaşması bazı değişiklik ve düzenlemelere uğramıştır. Anlaşma üye ülkeler arasında uzun süren görüşmeler sonucunda ortaya çıkmıştır. Maastricht Anlaşması'nın nihai amacı Avrupa Birliği oluşturulmasıydı. Bunu gerçekleştirmek için Politik Birlik ve Parasal - Ekonomik Birlik öngörülmüştür.

Politik Birlik için bazı reformlar gündeme getirilmiştir. Bu politik reformlardan bazıları şunlardır.

1) Ortak Güvenlik ve Ortak Dış Politika. Burada amaç halihazırda var olan hükümetler arası işbirliği aracılığı ile gerçekleştirilenden daha hızlı ve daha etkin hareket etmektir. Anlaşma'da 15'lerin ortak faaliyetler sürdürebilecekleri ve nitelikli çoğunlukla karar almak suretiyle bunların uygulamaya konmasını hızlandırabilecekleri özellikle belirtilmiştir. Ortak Savunma Politikası'nın uygulanması Batı Avrupa Birliği'ne verilmiştir. Birlik üyesi ülkelerin Batı Avrupa Birliği'ne üye olmaları, NATO üyesi diğer Avrupa ülkelerine (Norveç, Türkiye) de ortak üye veya gözlemci üye sıfatı verilmesi kararlaştırılmıştır.

2) Avrupa Parlamentosu'nun yetkilerinin artırılması. 14-15 Aralık 1990 tarihinde düzenlenen Zirvede Avrupa Parlamentosu'nun yetkileri artırılarak bazı konularda veto yetkisi verilmiştir. Bunlar tüketicinin korunması, sağlık, eğitim, kültür, çevre stratejileri, araştırma geliştirme ve tek pazar gibi konulardır.

3) Avrupa Konseyine çoğunluk oyu. (oybirliğinden çoğunluk oyuna)

4) Polis ve yargı alanlarında işbirliği. Bu alanda 15'ler arasında işbirliği geliştirilerek, uyuşturucu kaçakçılığı ve örgütlü suçlarla mücadele amacıyla sınır kontrolü artırılmıştır.

5) Yeni işbirliği alanları yaratma. Nitelikli çoğunlukla karar alınan bazı alanlarda (araştırma, teknolojik gelişme, çevre, sosyal politika) Birliğin yetkileri artırılmıştır. Anlaşma ayrıca telekomünikasyon, enerji, tüketicinin korunması, sanayi politikası, sağlık, kültür gibi yeni bazı alanlarda Birliğe yetki tanımıştır.

       Ekonomik ve parasal birliğe gelince; bunların 3 aşamalı olarak gerçekleştirilmesine karar verilmiştir. Birinci aşama, 1 Temmuz 1990 tarihinde başlamış 31 Aralık 93 tarihindesona ermiştir. Bu aşamada fiyat istikrarı sağlamak, her üye devletin kamu maliyesini sağlamlaştırmak, Merkez Bankalarının bağımsızlaştırılması, sermaye hareketlerine ilişkin kısıtlamaların kaldırılmasına yönelik kararlar alınmıştır. 1.1.94 tarihinde başlayan ikinci aşamada, bütün üyeler ayrı ayrı fazla bütçe açıklarından kaçınma, çok yıllı ekonomik uyum politikalarını benimseme, Merkez Bankası kolaylıklarının yasaklanması, para basımı; Birliğin bütünü için ise Avrupa Para

Enstitüsünün kurulması, Avrupa Para Birliğinin (EMU) üçüncü aşamasına geçiş,enflasyon oranının en iyi üç ülkenin ortalamasının %15'den daha fazla olmaması hükümet açığının GSMH'nın %3'den fazla olmaması, hükümet borçlarının GSMH'nın %60'ını aşmaması yönünde kararlar alınmıştır . Üçüncü ve son aşama, konusunda da Maastricht Zirvesi'nde karara varılmıştır. Üçüncü aşamaya en geç 1 Oak 1999'da geçilecektir. Üçüncü aşamanın başlaması ile birlikte bağımsız Avrupa Merkez Bankası oluşturulacaktır.

 

9. Türkiye'nin Avrupa Birliği ile Bütünleşmesi Süreci

9.1. Türkiye-Avrupa Birliği Ortaklığının Kurulması

    Altı Batı Avrupa ülkesinin aralarında imzaladıkları Roma Antlaşmasının 1958'de yürürlüğe girmesinin ardından 1959 yılı Haziran ayında Yunanistan ve Temmuz ayında da Türkiye Topluluğa katılmak için müracaat etmişlerdir. Türkiye ile AB arasındaki görüşmeler dört yıl sürmüş ve taraflar arasında bir "ortaklık kurmuş olan

Ankara Anlaşması” 12 Eylül 1963'de imzalanarak, 1 Aralık 1964 tarihi itibariyle yürürlüğe girmiştir. Anlaşmanın amacı, Türkiye ekonomisinin kalkınmasını hızlandırmak, Türk hakının istihdam seviyesinin ve yaşama şartlarının yükseltilmesini sağlama gereğini tümü ile gözönünde bulundurarak taraflar arasındaki ekonomik ilişkileri aralıksız ve dengeli olarak güçlendirmeyi teşvik etmektir.

   Bu anlaşma temelde, Türkiye ile ilişkilerin üç aşamada geliştirilmesini öngörmüştür. Bunlar hazırlık dönemi, geçiş dönemi ve son dönemdir.

Hazırlık döneminde; Türkiye AB ilişkilerinin geliştirilmesi bakımından, Türkiye herhangi bir yükümlülük üstlenmemekte olup, geçiş dönemi ve son dönem boyunca üstlenebileceği yükümlülükleri yerine getirebilmesi için Biliğin yardımı ile ekonomisini güçlendirmesi öngörülmüştür. Bu dönem içinde kullanılmak üzere Türkiye'ye 175 milyon ECU kredi sağlanmıştır. Hazırlık döneminin uzatılmış süresi içinde, Türkiye'nin isteği üzerine geçiş döneminin koşullarını süre ve sıralarını belirlemek üzere 23 Kasım 1970'de Katma Protokol

imzalanmıştır.

    Katma Protokol ve Türkiye AB Ortaklığının Geçiş Dönemi; Bu dönemin başlıca amacı Türkiye ile AB arasında sanayi malları üzerinde gümrük birliğini gerçekleştirmekti. Bunun içinde söz konusu malların gümrük resim ve harçlarının sıfıra indirilmesi, tarife dışındaki miktar kısıtlamalarının kaldırılması ve ortak dış tarifenin

uygulanması gerekiyordu. Katma protokol malların serbest dolaşımını gerçekleştirecek usul, sıra ve sürelerde

dahil olmak üzere, kişilerin, hizmetlerin ve sermayenin serbest dolaşımı; ulaştırma, rekabet, vergileme ve mevzuatın yakınlaştırılması; ekonomi ve ticaret politikalarının ahenkleştirilmesi konularını hükme bağlamıştır. Serbest dolaşım ise gümrük birliğe ile sağlanabilir. Türkiye bu ilkeler doğrultusunda ve Katma Protokol gereği

Birlik’le bir gümrük birliği tesis etme yükümlülüğü altına girmiştir. Ancak, ekonomik kalkınmasına yardımcı olabilecek nitelikte yeni sanayii kolları kurabilmek için bu 12 yıl içinde yeni gümrük vergileri koymaya ve varolan gümrük vergilerini yükseltmeye Ortaklık Konseyi kararı ile yetkili kılınmıştır. Katma protokolün 11 maddesi prensip olarak 12 yıl belirlenen geçiş dönemini 3 sayılı ekte yer alan maddeler için 22 yıla çıkarmıştır. Bazı sanayi kollarına rekabet gücü kazandırılması veya yeni kurulacak sanayilerin gelişmesinin sağlanaması için yapılan bu düzenleme de ayrı bir takvime bağlanmıştır.

    Türkiye'nin AB'den yaptığı ithalata uyguladığı miktar kısıtlamalarının kaldırılması da bir takvime bağlanmıştır. Türkiye, Katma Protokolün yürürlüğe girdiği tarihte AB'den 1967 yılında yaptığı özel ithalatin % 35'ini Birliğe karşı libere ve konsolide etmeyi kabul etmiştir. Daha sonra bu oranın 1.1.1976'da % 40'a 1.1.1981'de % 45'e 1.1.1986'da % 60'a 1.1.1991'de % 80'e yükseltilmesi kabul edilmiştir. Miktar kısıtlaması ile ilgili olan bir yükümlülük de, ithal libere olmakla beraber liberasyonu topluluk için konsolide olmayan bir madde kotoya alındığı takdirde, son üç yıllık Birlik çıkışlı ithalat ortalamasının % 75'ine eşit miktarda Birlik lehine kontenjan açılması kabul edilmiştir .

     AB, Katma Protokolün yürürlüğe girişiyle birlikte, Türkiye'den ithal edeceği bütün sinai ürünlerin gümrük ve eş etkili vergi ve resimleri kaldırmıştır. Ancak, pamuk ipliği, dokuma ve petrol ürünlerinde yani sadece bu 3 kalem malda Birlik lehine bir istisna tanınmış ve bu ürünler gümrük vergisinden muaf olarak ithali için kotalar

konmuştur.

       Türkiye'nin Ortak Gümrük Tarifesine uyumunun da yine 12 ve 22 yıllık takvimler uyarınca tedricen yerine getirilmesi öngörülmüştür. 12 yıllık dönem için 23 Kasım 1970 tarihinde Türkiye tarafından fiilen uygulanan vergi hadlerinin Ortak Gümrük Tarifesi hadlerinden % 15 farklılık göstermediği hallerde, 1 Ocak 1977'den itibaren Türkiye tarafından Ortak Gümrük Tarifesi hadleri uygulanması öngörülmüştür. 22 yıllık dönem için ise, 23 Kasım 1970 tarihinden Türk gümrük vergisi oranları ile Ortak Gümrük Tarifesi uygulanması ve diğer maddeler için ise belirlenen takvim uyarınca yapılacak uyumlar sonucu 22 yılın sonunda Ortak Gümrük Tarifesinin uygulanması öngörülmüştür . Ortak Gümrük Tarifesine uyum, Türkiye için oldukça zor ve önemli bir yükümlülüktür. Zira o tarihlerde AB'nin Ortak Gümrük Tarifesi ortalaması % 7 civarında, Türkiyenin gümrük tarifeleri ortalaması ise % 40-50 civarında idi. Aralarındaki fark oldukça büyüktü. Bunun etkisiyle, Türkiye gümrük indirimlerinde olduğu gibi yükümlülüklerini ertelemiş ve Ortak Gümrük Tarifesine uyum takvimini işletmemiştir.

        Son dönemde Türkiye Nisan 1987'de Roma Anlaşması'nın 237. maddesi uyarınca Birliğe tam üyelik konusunda müracaatta bulunmuştur. 237. madde Avrupa Devleti niteliğinde olan tüm devletlerin tam üyelik için Birliğe müracat edebileceğini öngörmektedir. Ancak Türkiye'nin tam üyelik konusundaki talebi iki nedenle değerlendirilmeye alınmamıştır. Birincisi; Birliğin gelişmesine yönelik sorunlardır. Türkiye'nin müracaatından sonra Tek Pazar çalışmaları yoğunlaştığı için 1992 ve 1993 hedefi dikkate alınmış ve bu hedeflere ulaşılmadan, Birliğin bir genişleme politikası gütmeyeceği ve yeni üye kabul etmeyeceğidir. İkincisi ise; Türkiye'nin ekonomik ve siyasal durumudur. Türkiye'deki ekonomik ve siyasi gelişmelerin kayda değer olduğu, ancak bu gelişmelerin henüz yeterli bir düzeye ulaşmadığı belirlenmiştir. Bu çerçevede Türkiye ile Birlik arasında tam üyelik konusunda müzakerelerin başlamasına rağmen Birlik, Türkiye ile işbirliğinin sürdürülmesinin gerekli olduğunu vurgulayarak, Türkiye ile Birlik arasındaki ilişkileri derinleştirmek, siyasi ve ekonomik yönden Türkiye'nin Birliğe tam üye olabilmesi için gereken zamanı kısaltmak için, Birliğin katkıda bulunması zorunluluğuna işaret edilmiştir. Bu amaçlara varmak için gümrük birliğinin tamamlanması, siyasi ve kültürel bağların kuvvetlendirilmesi hususunda gerekli önlemlerin alınması tavsiye edilmiştir.

9.2. Gümrük Birliği ve Tam Üyelik

     1980'li yılların başından itibaren adım adım devreye sokulan ekonomiyi serbest piyasa ekonomisine dönüştürme girişimleri Türkiye'yi kurumsal açıdan gümrük birliğine hazırlamıştır. Ancak 1989 yılının sonunda Doğu Avrupa ülkelerinde ortaya çıkan ilberal gelişmeler, iki Almanya'nın 3 Ekim 1990'da birleşerek tek bir devlet olması, Avusturya, Malta ve Kıbrıs'ın tam üyelik başvuruları, Sovyetler Birliği'nin Batıya açılması ve dünya konjonktüründe meydana gelen hızlı gelişmeler Türkiye'nin AB'ne tam üyeliğinin 1992'den daha sonraya ertelenmesine neden olmuştur .

    Türkiye Ankara Anlaşması ve Katma Protokolün ilgili hükümleri uyarınca 1 Ocak 1995 tarihi itibariyle Gümrük Birliğine katılabilecektir. Ancak Birlik’le yapılan müzakereler sırasında Gümrük Birliğinin 1 Ocak 1995 itibaiyle değil 1995 yılı içerisinde gerçekleşebileceği konusunda mütabakata varılmıştır . Bu mutabakat dahilinde 1995 yılının 6 Mart günü Brüksel'de yapılan 36. Dönem Ortaklık Konseyi toplantısında Türkiye ile Avrupa Birliği arasında gümrük birliği kararı alınmıştır. Böylece, Türkiye ve AB arasında gümrük tarifelerinin uyumlu hale getirilerek ortak dış ticaret politikası uygulanacağı gümrük birliğinin 1996 yılı başından itibaren gerçekleşmesi karara bağlanmış ve 1 Ocak 1986 tarihinde yürürlüğe girmiştir.

      Anlaşmaya göre tarım ürünlerinin serbest dolaşımı için Birliğin ortak tarım politikasına uyum sağlaması öngörülen Türkiye, bu yolda aldığı her karar hakkında Birliğe bilgi verecek. Anlaşma, gümrük birliği ile doğrudan ilgisi olan konularda, yasal düzenlemelerin Birliğin yasal düzenlerine uydurulmasını öngörmekte. Anlaşma çerçevesinde, Birlik gümrük birliği ile doğrudan ilgili bir karar aldığında, kararı Gümrük Birliği Ortaklık komitesi aracılığıyla Türkiye'ye iletilecek. Ayrıca Anlaşmada AB tekstilde kotaların kalkması için patent yasasının çıkmasını Rekabet Kurulu'nun işlerlik kazanmasını şart koşuyor. Birlik gümrük birliğinin

başlamasından itibaren iki yıl içerisende Türkiye'nin kendi rekabet politisana uyum sağlamasını istiyor. Anlaşma çerçevesinde AB Türkiye'ye 1 Ocak 1996'dan itibaren 5 yıl içinde toplam 1.5 milyar dolarlık bir yardım taahhüt etmiştir. Ancak Anlaşmaya göre Türkiye'nin bütün bu taahhütlerin altına girmesine rağmen gümrük birliği yeterli görülmüyor.

      Türkiye'nin başlangıçta Avrupa Birliğine tam üyeliğini garanti etmek amacıyla imzalamak istediği bu anlaşma; AB kendisini Anlaşma hükümleri ile bağlantılı hissetmediği, buna karşılık Türkiye'nin "harfiyen" uyması gerektiği bir ortam yaratmıştır. Anlaşmada özellikle Türk hizmet sektörünün AB serbest dolaşımının yer almaması Türkiye'nin AB ile olan ilişkisinde atılmış geri bir adım olarak değerlendirilebilir.

9.3. Türkiye ile AB Arasında Mali İlişkiler ve Dış Ticaret

9.3.1. Mali Yardımlar

Birlik, Türk ekonomisinde verimliliği arttırıcı ve Ankara Anlaşması'nin amaçlarına yaklaştırıcı nitelikte kamu ve özel sektör projelerine hazırlık ve geçiş dönemleri boyunca yatırım kredisi vermeyi taahhüt etmiştir. Türkiye'ye verilen kredi ve yardımların miktarı ve şartları Mali Protokol'lerle tespit edilmekte ve Avrupa Yatırım Bankası kanalıyla, Türk ekonomisinin kalkınmasına yardımcı olacak yatırım projelerine tahsis olunmaktadır.

Kredilerden faydalanacak olan projelerin;

a) Ortaklık Anlaşması amaçlarının gerçekleşmesine yararlı olması

b) Türk kalkınma planlarında yer alması,

c) Türk ekonomisinin verimliliğinin artmasına katkıda bulunacak ve özellikle

Türkiye'nin daha iyi bir ekonomik altyapıya kavuşmasını sağlayacak nitelikte olması veya,

d) Tarım sanayi ya da hizmet sektörlerinin yüksek randımanlı, modern ve rasyonel teşebbüslerle donatılmasını sağlayacak nitelikte olması gerekmektedir.

9.3.1. Dış Ticaret

Avrupa Birliği, Türkiye'nin en büyük ticaret ortağıdır. 1960'lı yılların sonundan bu yana, Birliğin Türkiye'nin dış ticareti içindeki payı % 50'ye ulaşmıştır. Türkiye ise Birlik ihracatında ilk 10 ülke ithalatında ise ilk 20 ülke içinde yer almaktadır. Türkiye ile Birlik arasındaki yakın ticari ilişkiler yalnızca Ortaklık Anlaşması'ndan değil, ortak geçmiş, coğrafi yakınlık, kaşılıklı bağımlılık ve dünya çapındaki liberal akımlardan da kaynaklanmaktadır. Ortaklık ilişkilerinin durgunluk içinde bulunduğu 1980'li yıllarda Türkiye AB ticaret hacminin yaklaşık beş kat artması bu bakımdan özel bir önem arz etmektedir. Bu gelişme Ortaklık Anlaşmalarından çok Türkiye'nin

dünyadaki liberal eğilimler çerçevesinde gerçekleştirdiği yapısal reformlar ve dış ticaretin liberalleştirilmesinden kaynaklanmaktadır . Türkiye'nin Avrupa Birliğine ihracatı sürekli artmaktadır. Özellikle son on yıl içindeki

artış son derece belirgindir. 1984'de 2.7 milyar $ olan ihracatımız. 1997'de 12.3 milyar $'a yükselmiştir. Aynı süre içinde AB'dan yapılan italat 3.3 milyar $'dan 24.8 milyar $'a yükselmiştir. Avrupa Birliği ile olan dış ticaretimizi; ihracat ve ithalatttaki toplam payları yönünden incelemeye aldığımızda; gerek ihracat ve gerekse ithalat payları toplam ticaret hacmimizin % 50’si dolayındadır. Bu gösteriyor ki AB Türkiye’nin her zaman en

önemli ticaret ortağıdır. Bütün bu gelişmeler karşısında Türkiye’nin AB’ne tam üyeliği kaçınılmaz bir gerekliliktir. Türkiye’nin tam üyeliği gerçekleştirecek her türlü çalışmayı büyük bir hızla yapması gerekmektedir.

Özet

Günümüz dünya ekonomisinde hızlı bir küreselleşme eğilimi yaşanmakla birlikte, bölgeselleşme gerçegi gözardı edilemez. Bu gerçeğin en belirgin örneğini ise Avrupa Birliği temsil etmektedir. Bu Birlik Batı Avrupa’nın birleştirilmesi yolunda atılan önemli bir adım olmakla birlikte, dünyada yaşanan bölgeselleşme hareketlerinede öncülük etmiştir. AB günümüz dünya ekonomisinin önemli ekonomik ve siyasal gücüdür. Dünya ticaretinde, üretiminde, tüketiminde önemli paya sahiptir. Bu durum ise, üyelerinin refah düzeyini yükselterek, üye

olunması cazip bir alana dönüşmüştür. AB önceleri ekonomik amaçlar etrafında toplanmıştır. Zamanla mal haraketlerinde sağlanan serbestlik, üretim faktörlerinede yansıtılarak, ekonomik, mali, sosyal ve yasal politikaların uyumlaştırıldığı bir iktisadi birliğe ulaşılması öngörülmüştür. Nihai amaç ise Avrupa’nın siyasal birleşmesini sağlamaktır. AB’nin bugüne gelmesinin uzun bir geçmişi vardır. Böyle bir kuruluşun fikir babalığını Robert Schuman ve Jean Monnet gibi hükümet adamları ve düşünürler yapmıştır. AB’nin oluşumuna öncülük eden kuruluş 1951 yılında 6 Avrupa ülkesi( Almanya, İtalya, Fransa, Belçika, Lüksenburg ve Hollanda) tarafından kurulan Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu’dur. Buna Schuman Planı denir.Bu yolda ilerlenmesi sunucunda, yine aynı ülkeler arasında 1 Ocak 1958 tarihinde yürürlüğe giren Roma Antlaşması imzalanmıştır.

Roma Antlaşması ile Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET) ve Avrupa Atom Enerjisi Topluluğu (EURATOM) kurulmuştur. Bu üç topluluk birbirini tamamlamakta ve tek bir bütünü yani Avrupa Birliği’ni (AB) oluşturmaktadır.AB’nin iktisadi birleşme gibi ekonomik amacının yanında, Avrupa barışının korunması ve siyasal birleşme gibi politik amaçlarıda vardır. Uluslarüstü bir nitelik taşıyan AB’nin kurumları özgün bir yapı içinde eylemde bulunmaktadır. Birlik organları, Birliğin temel yapısını teşkil eden Konsey, Komisyon, Avrupa Parlementosu, Adalet Divanı, Ekonomik ve Sosyal Komite’nin yanı sıra Sayıştay ve Avrupa Yatırım

Bankası gibi yardımcı kurumlardan oluşmaktadır. Bu organların hepsi Birliğin özgün bir yapı içinde çalışmasını sağlayabilmek amacıyla farklı yetki ve görevleri üstlenmişlerdir. 1951 tarihinde altı Avrupa ülkesiyle başlayan Birlik, bügün 15 tam üyeye sahiptir. 1 Ocak 1973’te İngiltere, İrlanda ve Danimarka’nin katılımı ile Birlik’in tam üye sayısı dokuza çıktı. 1 Ocak 1981’de Yunanistan’ın tam üyeliğiyle on’a, 1 Ocak 1986’da İspanya ve Portekiz’in katılmasıyla üye sayısı onikiye ulaştı. 1994 yılında Finlandiya, Avusturya ve İsveç’in katılımıyla

bu sayı onbeş olmuştur. 1960 yılına gelindiğinde AET’de gümrük tarifeleri ve kotalar kaldırılmış ve gümrük birliği gerçekleştirilmişti. Ayrıca geçen zaman içinde üretim faktörlerinin (işgücü, sermaye, girişim)

serbest dolaşımında önemli gelişmeler sağlandı. Ama görünmez engeller önemli bir kısıtlama oluşturmaya devam etmiştir. Bu engelleri ortadan kaldırmak üzere sürdürülen çalışmalar sonucunda 1 Ocak 1993’de “tek pazar”a geçilmiştir. AB’nin entegrasyon hareketine daha geniş boyutlar kazandırılması için yeni politikalar benimsenmiştir ki, bunlar ortak politikalardır. AB Anlaşması'nda üyelerin ortak politika izlemeleri

öngörülen başlıca önemli alanlar şunlardır: Ticaret politikası (ortak pazar), ortak tarım politikası, ortak rekabet politikası ve sosyal politikalardır. AB, Maastricht Anlaşması ile gerçek bir ekonomik ve siyasal birliğe doğru adım atmıştır. Bu anlaşmanın hedefleri şunlardır; Ekonomik ve Parasal Birlik, Avrupa Yurttaşlığı, Ortak Güvenlik ve Ortak Dış Politika, çeşitli alanlarda ortak programlar uygulanması. Bilindiği gibi Türkiye ile AB arasındaki nihai tam üyelik alan ortaklık ilişkisi 1964 yılında yürürlüğe giren Ankara Anlaşması ile başlamıştır. Ortaklık ilişkisinin seyri ve geleceği konusunda yıllarca süren iç tartışmalar bir anlamda, iki noktada kesintiye uğramıştır. Bunlardan ilki 1978 yılında Türkiye’nin içinde bulunduğu ekonomik sıkıntılar nedeniyle yükümlü-

lüklerini ertelemesi, diğeri ise 12 Eylül 1980 sonrasında demokrasiden uzaklaşıldığı gerekçesiyle

Ortaklık ilişkisinin 6 yılı aşkın bir süre askıya alınmış olmasıdır. Türkiye, değişen koşulları gözönüne alarak14 Nisan 1987 tarihinde tam üyelik başvurusunda bulunarak, gerek Yunanistan gerek Portekiz ve İspanya’nın tam üyeliğin ön koşulu olan gümrük birliğini Birlik içinde tam üyelik avantajlarından yararlanarak gerçekleştirmek düşüncesi doğrultusunda hareket etmiştir. Bu başvuruya iki yıldan biraz daha uzun bir süre sonra gelen (18 Aralık 1989) Komisyon görüşünde ise, Türkiye’nin Birliğe katılmaya ehil olduğu vurgulanmakla birlikte ülkemiz ekonomik, Birlik açısından ise, mevcut yapıdaki değişikliklere bağlı bazı gerekçelerle zamana ihtiyaç duyulduğu belirtilmiştir. Gerçekten de bu dönemde AB, genişlemeyi bir tarafa bırakarak derinleşme sürecine girmiş, bir diğer ifade ile Tek Pazar, Ekonomik ve Parasal Birlik ve Siyasal Birlik yönündeki çalışmaları yoğunlaştırmıştır.

Türkiye ise, aynı dönemde AB ile ilişkileri çerçevesinde ertelemiş olduğu yükümlülüklerini hızlandırılmış bir takvim dahilinde yerine getirmeye başlamıştır. 1993 yılında kurulan Gümrük Birliği Yönlendirme Komitesi bünyesinde sürdürülen müzakereler sonucunda, hazırlanan Ortaklık Konseyi karar taslağı 6 Mart 1995 tarihli Ortaklık Konseyi’nde Gümrük Birliği Kararı olarak kabul edilmiş ve Türkiye ile AB arasındaki ilişkilerde

bir dönüm noktası olarak addedilen Gümrük Birliği 1 Ocak 1996 tarihinde yürürlüğe girmiştir.

 

 

D-Türkiye-Yunanistan ilişkileri

Yunanistan ile İlişkiler ve Türkiye'nin Ege Politikası. Türk dış politikasının önemli unsurlarından birini Yunanistan ile olan ilişkiler oluşturmaktadır. NATO müttefiki olan, AB ve BAB'ta ile ilişkileri bulunan, aynı coğrafyayı ve Batı dünyasının benzer değer ve ideallerini paylaşan iki ülke arasındaki ilişkiler tarih boyunca dalgalanmalı bir seyir izlemiştir. 1999 yılında iki ülke arasında başlayan yakınlaşma süreci Yunan hükümetinin, Türkiye’yi Yunan ulusal hava sahasını ihlal ettiği yönünde AB ve NATO’ya şikayet etmesiyle yeni bir sürece girmiştir.
       Türkiye ve Yunanistan arasında 1974 yılından itibaren iki temel sorun yaşanmaktadır. Bunlar Kıbrıs ve Ege olarak sıralanabilir. Ege sorununun nedeni Yunanistan’ın yayılmacı bir politika izlemesi ve kıyı ülkelerinden biri olan Türkiye'nin hak ve çıkarlarını dikkate almayarak, Ege Denizi'nin tamamını bir Yunan denizi olarak görmesidir. Yunanistan, 1923 yılında Lozan Antlaşması ile kurulmuş olan haklar ve sorumluluklar dengesini değiştirme girişiminde bulunmuş ve BM Deniz Hukuku Sözleşmesi çerçevesinde, halen 6 mil olan karasuları genişliğini hem anakarası hem de Ege’deki adalar için 12 deniz miline çıkarmaya hakkı olduğunu iddia etmektedir. Bu Türkiye tarafından kabul edilebilir bir tutum olmadığından Türk hükümetleri Yunanistan’ın Ege’de karasularını tek taraflı olarak 12 mile çıkarmasının Türkiye tarafından casus belli (savaş nedeni) sayılacağını açıklamıştır.
     Yunanistan’a bırakılan Doğu Ege adalarını imzalamış olduğu uluslararası anlaşmalarda belirlenmiş olan “silahsızlanma” hükmüne rağmen, bu adalar 1974 Kıbrıs olaylarından sonra silahlandırılmıştır. Karasuları sorunuyla ilgili olarak 6 millik karasularının üzerinde 10 millik "ulusal hava sahası" olduğu iddia edilmektedir. Yunanistan, Türk devlet uçaklarından uçuş planlarını istemekte ve Atina FIR (Flight Information Region) hattının ihlal edildiğini öne sürmektedir. Türkiye ise, Yunanistan’ın FIR sorumluluğunu “kötüye kullanmasından ve bu sorumluluğu egemen hakları içeriyormuş gibi kullanmaya çalışmasından” şikayet etmektedir.
      Türkiye ile Yunanistan arasında diğer bir anlaşmazlık konusu ise sistemli bir şekilde temel insani hak ve özgürlüklerden yoksun bırakılan Batı Trakya'daki Müslüman Türk azınlığın durumudur. Bugün Batı Trakya’da 120-130 bin Türk yaşamaktadır. Türk azınlığın hakları; 1923 yılında imzalanan Lozan Antlaşması, muhtelif uluslararası sözleşme ve belgeler, hatta Yunanistan'ın kendi anayasası tarafından güvence altına alınmıştır. Ancak uluslararası sorumluluklarının aksine Yunanistan, Türk azınlığa karşı, hayatlarının her alanında ayırımcı politikalar yürütmektedir. Türkler güvenliklerinden emin değildirler. Kültürel varlıkları yok edilmektedir. Eğitim ve din alanlarında gördükleri baskılar azınlık üyelerinin hayatlarını büyük ölçüde etkilemektedir. Azınlık üyeleri çocuklarını istedikleri gibi eğitme fırsatından mahrumdurlar ve tam bir din özgürlüğüne sahip değildirler. Yunan mahkemeleri "Türk" kelimesinin kullanılmasını yasaklamışlardır.
    Türkiye, Yunanistan ile ortak bir anlayışa varabilmek için her türlü gayreti göstermektedir. Nitekim AB öncülüğünde oluşturulan ve her iki ülkenin sivil uzmanları tarafından tüm sorunlara eğilinmesini öngören "Akil Adamlar" heyetine verdiği destek, Temmuz 1997 tarihli Madrid Deklarasyonu'nun hayata geçirilmesi için sarf ettiği çabalar, iki ülke arasındaki Ege sorunlarının barışçıl yollarla çözümünü öngören 12 Şubat ve 11 Mart 1998 tarihli öneriler ve son olarak Ege'de güven artırıcı önlemler ile ilgili "Mutabakat Muhtırası"nı uygulama kararı, Türkiye'nin iyi niyetli ve yapıcı gayretlerinin örnekleridir.
     Bölücü terör örgütü PKK’nın lideri Abdullah Öcalan’ın, Şubat 1999’da Kenya’nın başkenti Nayrobi’deki Yunan Büyükelçiliği’nden ayrıldıktan sonra, hava alanında Türk yetkililer tarafından yakalanarak Türkiye’ye getirilmesi, Ankara-Atina ilişkilerinde yeni bir dönemin başlangıcı olmuştur. İki ülke ilişkilerinde son zamanlarda başlayan yumuşama süreci çerçevesinde, Türk Dışişleri Bakanı Yunan meslektaşına 24 Mayıs 1999 tarihinde, mevcut sorunların birlikte çözümü amacıyla bir çağrıda bulunmuş, 30 Haziran 1999'da New York'ta bir araya gelen iki ülke dışişleri bakanları, turizm, çevre, kültür, ticaret, organize suçlar, uyuşturucu kaçakçılığı, yasadışı göç ve terörizm gibi konularda ikili anlaşmalar yapılması hususunda görüş birliğine varmışlardır. Her iki ülke Dışişleri Bakanlıkları arasında, sözü edilen konulardaki görüşmelerin ilk turu Temmuz ayı içerisinde tamamlanmış, ikinci tur görüşmeler ise 9-10 Eylül 1999'da Atina'da ve 15-16 Eylül 1999'da Ankara'da gerçekleştirilmiştir. Aynı yıl meydana gelen Marmara ve Atina depremleri sonrasındaki işbirliği ve dayanışma, iki ülke arasındaki ilişkilerin daha da yumuşamasına neden olmuş ve bu sıcak atmosfer ikinci tur görüşmelerine de yansımıştır. Üçüncü tur görüşmeler, uzman kuruluş temsilcilerinin de katılımlarıyla, turizm, çevre ve ticaret konularında 21-22 Ekim 1999 tarihlerinde Ankara'da; kültür, bölgesel işbirliği, organize suç, yasadışı göç, uyuşturucu kaçakçılığı ve terörizm konularında 25-26 Ekim 1999 tarihlerinde Atina'da yapılmıştır. 8 Aralık 1999 günü Atina'da toplanan Steering Komitesi'nde ise üzerinde görüş birliğine varılan anlaşma taslaklarının müzakeresi tamamlanarak, nihai anlaşma metinleri oluşturulmuştur. Yunanistan Dışişleri Bakanı'nın 19-22 Ocak 2000'de Türkiye'ye yaptığı resmi ziyaret ile Türk Dışişleri Bakanı'nın 3-5 Şubat 2000'de Yunanistan’a yaptığı resmi ziyaretler sırasında, sözü edilen konularda 9 işbirliği antlaşması imzalanmış; ayrıca ikili ilişkiler ile bazı bölgesel ve uluslararası konular ele alınmıştır. Yunan ve Türk askerî birliklerinin Haziran 2000’de Yunanistan’da birlikte gerçekleştirdikleri NATO tatbikatı ise, askerî alanda da işbirliği gerçekleştirildiğini göstermesi açısından önem taşımaktadır.
    2001 sonundan itibaren Türk-Yunan ilişkilerinin yumuşaması yeni bir döneme girmiştir. 25-28 Ocak 2001 tarihlerinde Davos'ta yapılan Dünya Ekonomik Forumu Yıllık Toplantısı’na katılan Başbakan Yardımcısı Mesut Yılmaz, 28 Ocak'ta Yunanistan Dışişleri Bakanı Jorgos Papandreu ile görüşmüştür. Görüşmede, Türkiye-Yunanistan ve Türkiye-AB ilişkileri ele alınmış, bu çerçevede, Başbakan Yardımcısı Yılmaz, Papandreu'ya, hazırlanmakta olan Ulusal Program hakkında bilgi vermiştir.
    2002 yılı başından itibaren Türk ve Yunan tarafları “düşük politika” konularından “yüksek politika” konularını düzenli olarak tartışmaya geçmiş, böylece yumuşama yeni bir boyut kazanmıştır. New York’ta yapılan Dünya Ekonomik Forumu’nda bir araya gelen Türk ve Yunan dışişleri bakanları, iki ülke arasındaki en önemli anlaşmazlık konularından birini oluşturan Ege sorunları konusunda geniş bir diyalog başlatma kararı almıştır. Yunanistan’ın 2003 Ocak ayında AB Dönem Başkanı olması ile Ege konusu yeniden gündeme taşınmış ve bu sorun AB platformunda daha yoğun bir tartışmaya açılmıştır. Ege sorunu sadece Türkiye-Yunanistan ilişkilerini değil, Türkiye-AB ilişkilerini de etkileyecek bir unsur olarak değerlendirilmektedir.

 

Türkiye'nin Dış Politikasındaki Diğer Gelişmeler:


Türkiye'nin dış politikasında, 1980'li yılların başlarından itibaren, genelde gündemde bulunan Kıbrıs ve Ege sorunları ile Türk-Yunan ilişkilerinden kaynaklanan gelişmelerin yanı sıra, meydana gelen diğer olay ve gelişmelerden bazıları çok kısa ve kronolojik olarak şöyle belirtilebilir:
Daha önce belirtildiği gibi, Amerika Birleşik Devletleri Kıbrıs Türk Barış Harekâtı'ndan sonra Türkiye'ye 1975 yılında silah ambargosu koymuştu. Bunun üzerine Türkiye de bu devletle 1969'da yapmış olduğu Savunma işbirliği Anlaşması'na son vererek, topraklarında bulunan bazı askeri tesisleri kapatmıştı. Bunlarla birlikte, 1978'de ambargonun kaldırılması üzerine yapılan görüşmelerin sonucunda, 29 Mart 1980'de Türkiye - Amerika Birleşik Devletleri Savunma ve Ekonomik İşbirliği Anlaşması (SEİA) imzalanmıştır. Bu anlaşma ile iki devlet, NATO çerçevesinde savunma ve ekonomik alanlarda işbirliğini öngörmüşlerdir. Ayrıca, Türkiye'de Amerikalıların bulunduğu askeri tesis ve üslerin durumu ile bunların işletme koşullan belirlenmiştir71.
5 Ocak 198l ‘de Moskova'da, Türkiye ile Sovyetler Birliği arasında ekonomik işbirliği toplantısı başlamıştır.
24-26 Şubat 1981'de ve 6-8 Haziran 1982'de Türkiye ile Bulgaristan Devlet Başkanları karşılıklı ziyaretlerde bulunmuşlar ve iki ülke arasındaki ilişkilerde yumuşama görülmüştür.
Türkiye, 16 Ocak 1984'te Fas'ın Kazablanka kentinde toplanan 4. İslam Konferansı Örgütü'nün Zirve Toplantısı'na ilk defa Cumhurbaşkanı düzeyinde katılmıştır. (24 Ocak 1981'de yapılan üçüncü toplantıda ilk defa Başbakan düzeyinde temsil edilmişti.)
Sovyetler Birliği, 1984 yılı Mart ayı başında Karadeniz'de 200 millik "ekonomik bölge" ilan etmiş ve Haziran ayı sonunda da, Uluslararası Deniz Hukuku Konferansı'nda alınan "200 millik ekonomik bölge" kararının Karadeniz için geçerli olacağını Türkiye'ye bildirmiştir. Türkiye bu kararı tepkiyle karşılamıştır. 15 Temmuz 1984'te, 200 mil uygulamasının, Türkiye - Sovyetler Birliği görüşmeleri sonuçlanıncaya kadar, uygulanmayacağı açıklanmıştır.
13 Mart 1984'te Çin Devlet Başkanı, Cumhurbaşkanı Kenan Evren'in 15 Aralık 1982'te Pekin'e yaptığı ziyareti iade etmek üzere, resmi bir ziyaret için Ankara'ya gelmiştir. (İki ülke arasında resmi ilişkiler 1971'de kurulmuştu).

 

 

E-Yeni Ekonomik Oluşumlar ve Türkiye

Yeni ekonomik oluşumlar henüz uygulamaya yeni girdiği yıllarda (1970’li yılların sonu ve 1980’in hemen başı), Türkiye’yi borç ödeyemez duruma girdiği bir zaman da etkisine almıştır. Askeri rejimin kapalı-tartışmasız ortamında uygulanması başlamış ve bugüne dek sürmüştür. Aşağıda, Türkiye’nin “Merkez’e aday olma”, Merkez’in ise Türkiye’yi “Çevre’de tutma” mücadelesindeki zayıf ve güçlü noktalar ele alınacak, buradan 2000’li yıllar için öngörü yapılmaya çalışılacaktır.

 

Merkez-Çevre Mücadelesinde Türkiye

     Türkiye’de yöneticiler hiç bir zaman ülkeyi Çevre’nin bir üyesi olarak görmemiş, “merkez’e aday” yapacak ne kadar kurum varsa orada yer bulmasına çalışmıştır. İkinci dünya savaşından sonra Türkiye, Sovyet tehdidi dönemindeki stratejik konumundan yararlanarak Avrupa Konseyi, NATO, OECD gibi tipik Merkez kurumlarında yer almıştır; AB’ne tam üyelik için sürdürülen ısrarlı mücadele, EFTA’ya ortak üyelik de bunlara eklenmelidir. Merkez’in Çevre’ye (kendi kâr haddini artırmak için) uygulattığı programı ise, Türk yöneticiler, Merkez’e adaylığa sıçrama basamağı olarak görmüş ve buna uygun girişimler ortaya çıkarmıştır: 1987’de AB’ne tam üyelik için başvuru, izleyen EFTA üyeliği başvurusu, Türk şirketlerinin dış yatırıma geçmesi, Karadeniz Ekonomik İşbirliği Örgütünün kurulmasında öncülük, ECO’yu Orta Asya Cumhuriyetlerini kapsayacak biçimde genişlettirme, Doğu Bloku’na kredi vermek için kurulan Avrupa Yatırım ve Kalkınma Bankasına kurucu üye olarak katılma, eski Doğu Bloku üyelerinden öğrenci alıp eğitme, İstanbul’u bölgesel finans merkezi yapma isteği, vb... çok sayıda olay buna örnektir. Türkiye açıkça “bölgesel güç” olmaya oynadığını belirtmektedir. Türkiye, açıkça kendisine hayat sahası yaratmaya oynamaktadır.

      Merkez ise, Türkiye’yi çevreleştirmeye hatta, etnik olaylar yoluyla parçalamaya kendi amaçları için kullanmaya eğilimlidir. AB’ne tam üyeliğin askıya alınması, Türk işçilerinin diğer Çevre ülkeleriyle birlikte Batı Avrupa’da ırkçı saldırıya maruz kalmaları, Türkiye vatandaşlarına uygulanan (onur kırıcı işlemleri kapsayan) “vize” işlemi, Irak’tan çok Türkiye’yi büyük ekonomik kayıplara uğratan ekonomik ambargo, Çekiç güç ve peşinden sürüklediği Güney Doğu olayları, Merkez’in medyasında Türkiye aleyhinde yürütülen kampanya, bu eğilimin toplumsal-siyasal alandaki göstergeleridir. Ekonomik planda çevreleştirme arzusu ise daha yoğundur;

nedeni, Türkiye’nin Avrupa’nın kıyısında nüfusu 60 milyona yakın, büyüyen bir pazar olmasıdır: AB’nin Türkiye ile ilişkileri sadece sınai mamullerde gümrük birliğine inhisar ettirmesi, 1978’den beri donmuş durumdaki mali protokoller yoluyla dahi kaynak aktarımına olanak vermemesi, ABD’nin Türkiye’yi askeri yardım programın dışına çıkarması, Türkiye’nin tarım pazarlarını açması ve özelleştirme için getirilen baskılar buna diğer örneklerdir. Gelişmiş ülkelerin Türkiye’yi çevrede tutmak için yaptıkları girişimler nelerdir?

Ancak, Türkiye’nin bölgesel güç olma iddiasında karşısında sadece Batı’nın Merkez ülkeleri yoktur; kendisi Merkez’in bir parçası olmasa da, ne aletlerine ne kurumlarına sahip olmasa da, Avrasya-Kafkasya ekseninde hala önemli ve büyük bir askeri etkenliğe sahip olan Rusya Federasyonu da vardır. Nitekim, Türkiye’nin Kafkasya- Orta Asya alanında yaratmaya çalıştığı hayat sahasını önemli ölçüde yitirmesinde temel etken Rusya olmuştur. Orta Doğu ise, Arap-İsrail anlaşmasından sonra, ne olanaklar getirecek neler götürecek şu anda belirsizdir. Ancak, burası da mutlaka Türkiye’nin hayat sahasının bir parçası olarak algılanmakta ve yeni barış ortamında yer edinmesi için etken bir rol oynamasına çabalanmaktadır. “Barış suyu” projesi bu çabanın başlıca örneğidir. 2000 yılına kadar olan sürede, bu bakımdan şöyle bir mücadele yaşanacaktır: Merkez Türkiye’yi çevrede tutmaya, Rusya eski Sovyet topraklarında etkinlik kazanmasını önlemeye, Arap-İsrail anlaşmasının patronu olarak ABD ise (herhalde) Türkiye’nin ABD güdümünde kalmasında oynayacaktır. 2000 yılına doğru Merkez’e aday ülke konumuna girmeye, kendisine yeni hayat sahaları bulmaya çalışan Türkiye ise, bu güçlere karşı mücadele vermek durumunda kalacaktır.

 

 

Karadeniz Ekonomik İşbirliği Bölgesi (KEİB)

 

      Karadeniz Ekonomik İşbirliği girişimi sosyalist rejimlerin çözüldüğü koşullarda ortaya çıkmıştır. Önceleri Türkiye'nin İran ve Pakistan ile birlikte oluşturduğu ancak ölü bir durumda olan bu girişim kapitalist ülkelerin ayrı ayrı nüfus alanı yaratma çabalarının ardından beş orta Asya Cumhuriyeti ve Afganistan'ın katılımı ECO (Economik Cooperation Organisation) adını alarak canlandırılmıştır. İlk olarak 1990 yılının başlarında resmi ve gayriresmi çevrelerde, tartışılmaya başlanan öneri, 1990 yılının Aralık ayında Türkiye'nin yanısıra Bulgaristan, Romanya ve Sovyetlerin katıldığı bir toplantı ile gerçekleşme sürecine girmiştir. Hazırlık dönemi olarak adlandırılan bu süreç, 25 Haziran 1992 tarihinde İstanbul'da imzalanan Boğaziçi Deklerasyonu ile sona ermiş ve bu tarihten itibaren kurumsallaşma dönemine geçilmiştir.

       Sovyetlerin dağılmasıyla bu kez yeni cumhuriyetlerin katılımı söz konusu olmuştur. Rusya Federasyonu, Ukrayna, Azerbaycan, Moldava, Gürcistan, Ermenistan, Romanya, Bulgaristan ile ayrıca katılma isteği belirten Arnavutluk ve Yunanistan'ın kurucu üye olduğu, Türkiye'nin önderliğinde 11 üyeli bir örgüt kurulmuştur, anlaşma 1992'de (Haziran) imzalanmıştır. Örgüt Karadeniz Ekonomik İşbirliği Bölgesi (KEİB) adını almıştır.

Karadeniz Ekonomik İşbirliği'nin genel amacı, coğrafi yakınlık ve ekonomilerinin tamamlayıcılık özelliklerinden yararlanarak, bölgenin ekonomik ve ticari potansiyelinin canlandırılması ve Karadeniz'in bir barış, istikrar ve refah bölgesi durumuna getirilmesidir. Bu doğrultuda önce mal ve hizmet ticareti artırılmaya ve hükümetler arası uygun işbirliği koşulları yaratılmaya çalışılmaktadır. Fakat uzun dönemdeki amacı bölge içinde mal, hizmet sermaye ve işgücünün serbest dolaşımını sağlamaya yöneliktir. KEİB' nin temel felsefesi üye ülkeler arasındaki ekonomik ilişkilerin, öncelikle özel kesim tarafından geliştirilmesi ve çeşitlenmesine dayanır. Ayrıca kamu ve özel kesim katılmasıyla ülkeler arasında işbirliği ve ortak projelerin geliştirilmesi amaçlanmaktadır. Ayrıca ortak yatırım projelerinin değerlendirilebilmesi ve Birliğin ciddi boyutta işlerlik kazanmasını kolaylaştırmak amacıyla Karadeniz Dış Ticaret ve Yatırım Bankası kurulmuştur.

 

Türkiye'nin Bölgesel Konumunu Güçlendirecek ve Uluslararası Stratejik Önemini Artıracak

Projeler

Bu projelerin birincisi “Barış Suyu”dur; Orta Doğu’da hem Türkiye’nin politik ve ekonomik gücünü hem de bu ölçüde Merkez nezdindeki stratejik önemini artıracaktır. Bölgede su giderek darlığı artan bir doğal kaynak, su gücünü elde tutan ülke ise vazgeçilmez hale gelmektedir. İkincisi GAP’tır. GAP projesi Türkiye’nin Orta Doğu’daki stratejik önemini üç değişik boyutu ile artırmaktadır: Bir kere, tamamlandığında ve barajlar su tuttuğunda, bölgenin can damarını elde tutuyor olacaktır. (Bu beklenti, bölgedeki Arap ülkelerini Türkiye karşısında birliğe ve terörü desteklemeye götürmektedir.) Ayrıca, Türkiye’nin tarım potansiyelini artıracak ve gıda maddesi yetersizliği çeken bölge ülkeleri açısından eline bir diğer güç geçecektir. (Ancak, bu nokta gıda maddesi fazlasından boğulan ABD ve AB açısından Türkiye’ye sorun çıkarmaya adaydır.) Buna, Türkiye’nin bölgeye elektirik enerjisi satabilmesi gücü de eklenmelidir. Üçüncü proje Kafkasya ve Orta Asya’dan Batı’ya petrol-doğal gaz nakledecek boru hattında kilit ülke konumudur. Türkiye’ye sağlayacağı ekonomik yarar kadar ülkenin stratejik önemini de yükseltecektir. Türkiye iç piyasasında ve uluslararası ilişkilerinde işaret edilen düzenlemeleri ve yukarıdaki projeleri gerçekleştirebilirse, 2000 yılında Çevre ülkesi olma durumundan çoktan çıkmış, Merkez’e Aday ülkeler arasında saygın bir yer almış olacaktır. Aksi halde sadece ekonomik değil ciddi siyasal tehlikeler de gündeme gelebilecektir. Türkiye’nin bölgesel konumunu güçlendirecek ve uluslararası stratejik önemini artıracak projeler nelerdir?

 

F-Türkiye’de meydana gelen siyasi, sosyal, kültürel ve ekonomik gelişmeler

 

1- Ekonomi ve toplum

 

Dışa açılım ve istikrarsızlık, 1980-2002

 

Serbest ticaret ve ihracata yönelik büyüme 

   1970’ler sonunda yaşanan kriz Türkiye’ye özgü değildi. İthal ikameciliği benimseyen di¤er gelişmekte olan ülkeler de benzer bir kriz içine girmişlerdi. Buna borç veren ülke­lerin iki petrol krizi sonrası sıkıntıya düşmeleri de eklenince, borç veren uluslararası ku­rumlar Türkiye de dahil önemli bir borç krizine giren tüm ülkelere borçlarının ertelenebilmesi ve yenilenebilmesi için kapsamlı değişiklikler içeren ağ›r koşullar dayattılar.

   24 Ocak 1980’de alınan kararlar ve tedrici yapısal uyum politikalarıyla, önce iç tale­bin kısılması amaçlanıyordu. 1980 öncesi hükümetin topluma rağmen yerine getireme­diği bu koşulları, askeri yönetimin gelmesiyle yeni hükümet uygulamaya koydu. Bu ye­ni politikaların amacı k›sa dönemde ödemeler dengesini düzeltmek ve enflasyonu düşürmek, uzun dönemde ise piyasa ekonomisi ve ihracata yönelik bir üretim biçimi­ne geçmekti. Bu paketin gerçekleştirilebilmesi için alınan en acil önlemler arasında de­valüasyon (ABD doları 47 liradan 70 liraya çıkarıld›) ve ardından enflasyonun düşüşü­ne paralel olarak Türk lirasının değer kaybetmeye devam ettirilmesi, ayrıca dış ticaretin hızla serbestleşmesi, fiyat kontrollerinin kaldırılması, devlet teşviklerinin birçoğunun kaldırılması, faizlerin serbestleşmesi, ihracata teşvik ve yabancı sermayeyi çekici politi­kalar sayılabilir. Bunun yanısıra, yeni anayasa işgücünün örgütlenmesini yasakladı, toplu sözleşme düzenine kısıtlamalar getirildi. Sonuç olarak, gerek kentsel ücretlerde (1983 yılında gerçek ücretler, 1977’ye oranla neredeyse yarıya indi), gerekse tarımsal ke­simin gelirinde büyük düşüşler oldu. Ama askeri rejim döneminde, üç yıl gibi kısa bir sürede ekonomik dengelerdeki bozulma durduruldu.

    ANAP hükümetleri döneminde, özellikle 1980’lerin ilk yarısında, makroekonomik den­gesizlikler düzeltildi, ihracat arttı. İthal ikameci dönem boyunca geliştirilen üretim ka­pasitelerinin ihracata yöneltilmesi bunda büyük rol oynadı. Türk lirasının değer kaybet­mesi ve işgücü maliyetinin azalması (ücretlerin düşmesi), ihraç ürünlerinin uluslarara­sı fiyatını düşürdüğünden talebi de arttırdı. Ayrıca ihracatçılar, ihracata yönelik kredi­ler, vergi muafiyeti ve ucuza döviz tedarik programlarından yararlandılar. Ancak ihra­cat artışının bir kısmı yararlanmak için kağıt üzerinde yapıyorlarmış gibi gösteriyorlardı. Ayrıca, enflasyonun düşmesine rağmen dış borçlar artıyor, özellikle ihracatın yoğun ol­duğu imalat sanayiinde yatırımların üretimdeki payı azalıyordu. ihracata yönelik teşvikler ise, devletin harcamalarını arttırması nedeniyle 1980’lerin ikinci yarısında azal­maya başladı.

 

Finansal serbestleşme

 

    Yeni politikaların reel ekonomide, özellikle de yatırımlar üzerinde pek etkisi olmadı. Büyüyen ihracat sektöründe bile yatırımlar artmadı. Hatta imalat sanayiinde yatırımla­rın payı 1980’de % 32,8’den, 1989’da % 14,6’ya düştü. Bunun başlıca nedenleri, 1980 ön­cesinde atıl kalan kapasitenin kullanımı, faizlerin artması ve siyasal istikrarsızlıktı. So­nuç olarak, 1980’li yıllarda, yıllık GSMH büyüme oranı ortalama % 4,6, kişi başına ise % 2,3 olarak gerçekleşti. Ayrıca bu büyüme oranı yüklü miktarda borç alınarak sağlanmıştı: 1980’de 10 milyar dolardan az olan dış borç, 1990’da 50 milyar dolara ulaşmıştı.

    1986’ya gelindiğinde, devletin açığı artmıştı. Siyasal rejimin 1987’de tamamen de­mokrasiye dönmesiyle, siyasal rekabet de sertleşti. Devlet harcamaları için ek kaynak arayışı içinde, sermaye hareketleri ağustos 1989’da serbest bırakıldı ve Türk lirasının konvertibilitesi sağlanarak finansal serbestliğe geçildi. Ancak finansal serbestleşmeyle bulunan kaynakların 1990’larda istikrarlı bir büyümeye katkısı olmadı. Parasal kaynakları arttırması ve böylece iç borçlara çare olması beklenen finansal serbestleşme, ekonominin krizden kurtulmasını sağlayamadı. 1983’ten bu yana enflasyon etkin düzeyde düşürülemedi. Enflasyonun başlıca nedenini kamu açığı  oluşturuyordu.

    Açıkları giderecek önlemlerin kendileri de açığın büyümesine neden oldu. Bu önlemler kısaca dört başlık altında sıralanabilir: Uluslararası sermaye piyasalarından alınan borçlar (zaman zaman bu borçlar iç borca dönüştürüldü), para arzın artması (1994’den başlayarak, 2001’de tamamlanan Merkez Bankası’nın bağımsızlaşma süreciyle kamu açıklarını kapatmak için para arzını arttırmak imkansız hale getirildi), açık piyasa işlem­leri aracılığıyla iç borçlanma, Ziraat Bankası ve Halk Bankası aracılığıyla piyasa değe­rinin altında kredi verilmesi.

 1989’dan itibaren, yabancı sermaye girişinin artması ve Türk lirasının değerlenme­si ile birlikte ihracata yönelik büyüme biçiminden, iç talebin, dolayısıyla ithalatın hızla artmasıyla içe dönük büyüme biçimine geçildi. Kamu açığı ve enflasyon arttı. Bu­na karşılık faiz oranlarının ve döviz kurlarının baskı altında tutulması sonucu Türk lira­sından kaçış ile başlayan süreç TL’ye yapılan spekülatif saldırıyla birlikte krizle sonuç­landı. Bunun üzerine nisan 1994’de IMF ile istikrar programı düzenlendi ve devalüasyo­na gidildi.

1994 krizi sonrası

   1995 yılında yeni seçimlerle istikrar programı bırakıldı, 1995-1999 döneminde 1989-1994 arası sürdürülen politikalara devam edildi. Ancak bu kez reel faizler  büyük artış gösterdi, bu da borç stokunun yanısıra faiz ödemelerinin de artmasına neden oldu. Buna ek olarak, ekonomi Asya (1997) ve Rusya (1998) krizlerinden de olumsuz etkilen­di. 1999’a gelindiğinde borç miktarı bir hayli artmış, aralık ayında yeni bir istikrar programına daha imza atılmıştı.

   Programa uyulmasına rağmen 2001’de yeni bir kriz yaşandı. Bu tarihe kadar, krizler istikrar programlarından uzaklaşıldığı, popülist politikalara dönüldüğü dönemlerde yaşandığı halde, 2001 krizinin bir istikrar programı yürütülürken gerçekleşmiş olma­sı, Türkiye’nin ekonomik düzenine karşı büyük bir güvensizliğin bulunması, banka sisteminin zayıflığının dikkate alınmaması ve sermaye hareketlerinin çok kısa vade­li olmasıyla açıklandı.

E.    Ekonominin düzenlenmesi

  1980 sonrası Türkiye ekonomisinin temel iç borç sorununun kökeninde de, popülist politikalara bağlı olarak finans ve banka sisteminin zayıf düşmesi, dolayısyıla ekonomi­ye duyulan güvensizlik ve sermaye hareketlerinin kısa vadeli olması yatıyordu.

  1980’lerde ithal ikameci, görece korumacı bir büyüme rejiminden dışa açık büyüme rejimine geçen birçok ülkede de Türkiye’de olduğu gibi, ekonomik istikrarsızlık ve kriz­ler yaşanmıştı. Buna karşılık, borç veren uluslararası kurumlar, bu sıkıntıların nedenini piyasa ekonomisine geçişte yaşanan zorluklar olarak yorumlamış, bunların başında ise popülizmi ve iç borçları tespit etmişti. Piyasa ekonomisi kendi halinde etkin işlemediği, devlet müdahalesinin ise bu durumu düzeltmediği saptaması üzerine, ekonominin ge­nel anlamda etkinleşmesinde piyasa ve devlet dışı kurumların önemi üzerinde du­ruldu. Bu bağlamda ekonominin "düzenlenmesi" ya da "regülasyonu" çerçevesinde, Özelleştirme Yüksek Kurulu (devletin üretimdeki rolünün azaltılması), Bankacılık Dü­zenleme ve Denetleme Kurumu (bankacılık sisteminin denetlenmesi), Sermaye Piya­sas› Kurulu (sermaye piyasalarının denetlenmesi), Rekabet Kurumu (rekabet kuralla­rının uygulatılması) gibi kurumların gerekliliği gündeme geldi.

 

Kentli toplumuna geçiş

Artan nüfus ve h›zlanan kentleşme

   1940’ların sonunda 20 milyonu geçen Türkiye nüfusu, 1980’de 44 milyona, 21. yüzyıl başlarında da 65 milyona ulaştı. Yüksek nüfus artış hızı yanında, tarımda makinleşmeyle ortaya çıkan işgücü fazlasının kentlere göçü, Türkiye toplumunun demogra­fik dengelerinin değişimini hızlandırdı. 1950’de toplam nüfusun % 25’i 10.000’den bü­yük nüfuslu yerleşim yerlerinde otururken, bu oran 1990’da % 59’a ulaştı.

  1950’de toplam işgücünün % 85’i tarımda çalışıyordu. 20. yüzyıl sonuna gelindiğin­de ise tarım, toplam işgücünün % 40’ını istihdam ediyordu. Sanayileşme ve kentlerde yoğunlaşan yeni hizmet faaliyetleri, güçlü bir iş bulma umudu uyandırıyordu. Bunun yanında kent yaşamı da yeni kuşaklara çekici geliyordu. Kentler güçlü birer çekim merkezi oldular. Kırsal bölgelerde yaşayanların sayısı mutlak olarak azalmadı, ama ar­tan nüfus içindeki payı düştü.

   Kentleşme, 1980’lerin başına kadar sanayi veya hizmet sektörünün yoğunlaştığı, İs­tanbul, Ankara, İzmit, İzmir, Bursa, Adana gibi birkaç kent çevresinde gerçekleşti. Da­ha sonraki dönemin iktisadi dinamikleri ise, Gaziantep, Denizli gibi orta boyda kentle­rin gelişmesine katkıda bulundu. Ancak, sosyal konut programlarının eksikliği, kentleşmeyi yönlendirecek master planların sürekli değiştirilmesi, kamu arazilerinde mülki­yet haklarının esnek değerlendirilmesi gibi nedenlerle, iç göçün taşıdığı nüfus, büyük kentlerin etrafında oluşan "gecekondu" çemberlerine yerleşti ve bunları genişletti. İlk kez Ankara’da 1950’lerde başlayan gecekondulaşma olgusu, 1960’lardan sonra bütün büyük kentlerin "kenar mahallelerini" kapsar hale geldi. Kentlileşme-gecekondulaşma, 1980’ler ve 1990’larIn siyasal ve toplumsal gelişmelerine damgasını vuracak boyutta ve kalıcı bir toplumsal olgunun habercisi oldu.

Yeni tüketim kalıplarının gelişmesi

    Kapalı bir toplum yapısından, dşa açılan ve dünyadaki gelişmelerden etkilenen bir toplum yapısına geçişte 1945-1946 yılları önemli bir dönüm noktası oldu. Örneğin, İngiltere-Türkiye uçak seferleri başladı; bir yıl sonra da New York-Londra-Ankara seferleri başladı. 1946’da özel otomobil ithaline izin verildi. Geniş kitlelere yayılması uzun süre alsa da, otomobil hem bir statü sembolü hem de hareketliliğin, yükselme arzularının sembolü haline geldi. 1960’da yüz binden biraz fazla olan karayolu motorlu taşıt sayısı, 1980’de bir milyona ulaştı.

II. Dünya Savaşı sonrasında gelişmiş ülkelerde yaygınlaşan dayanıklı tüketim malla­rı ağırlıklı büyüme, Türkiye’ye 1960’larda kısmen ithal ikamesi politikasıyla kısmen de doğrudan ithalat yoluyla girdi. Önce kentlerde ve pahalı olduğu için, zengin ailelerde kullanılan buzdolabı, çamaşır makinesi ve radyo, elektrik dağıtımının Anadolu’da yayıl­masıyla beraber yaygınlaşmaya başladı.

    Televizyonun günlük yaşama girmesi 1970’lerde gerçekleşti. Türkiye’de ilk televiz­yon yayını İstanbul’da İTÜ’de, ardından 31 Ocak 1968’den itibaren Ankara’da, haftada üç gün deneme yayını olarak başladı. TRT bünyesinde televizyon yayını, tek kanallı ve siyah-beyaz olarak 1970’lerde yayın faaliyetini genişletti ve Türkiye’nin birçok bölgesi­ni kaplar duruma geldi. Televizyonun yaygınlaşması, o güne kadar en yaygın haber alma aracı olan radyoyu ikinci plana itti. 1982’de ilk renkli yayınını yapan TRT, 1984’te tümüyle renkli yayına geçti. Özel radyolar ve televizyonlar Cumhurbaşkanı Turgut Özal döneminin belki de en önemli reformlarından biri oldu.

 

Gündelik yaşamda değişim

 

Kültürel benzeşme ve farklılaşma

   Yükselme arzusundaki farklı toplumsal kesimler ortak tüketim kalıplarını benimse­yerek bir benzeşme ve bütünleşme süreci yaşarken, aynı zamanda farklılaşmanın ve farklı kültürlerin karşılaşmasının da sancılarını yaşadı. Bu sancıların en somut yansıma­sı 1970’li yılların siyasal şiddet olaylarıydı. Öte yandan, aynı dönemde "arabesk" olarak adlandırılan müzik, kentlere yeni gelen kırsal kökenli kesimlerin kentle bütünleşmele-rindeki zorluklara ve çektikleri acılara işaret etti. Bu müzikte somutlanan ve kentin ge­leneksel ve modern öğelerini bir araya getiren yeni bir kültür, bu kesimlerin kimlikleri­nin oluşmasında büyük rol oynadı. Ancak kentle bağları daha eskilere giden kesimler­ce “arabesk” kültür bir tehdit ve kirlenme olarak algılandı.

    Ahlak değerlerindeki değişim oldukça farklı sonuçlara yol açtı. Geleneksel kesimle­rin yaşadıkları mekansal değişim, karşılaştıkları farklı ahlak anlayışları nedeniyle bir kültür şokuna dönüştü. Bu şok, “arabesk”in yanısıra, çok farklı şekillerde tezahür etti.

  1980’lerde, özellikle de 1990’larda bazı gazetelerin verdikleri eklerde ve televizyon kanallarının magazin programlarında yaygınlaşan "televole" kültürü, "Helga" kültürü­nün yerine geçti. Toplumun refah düzeyi yüksek kesimleri arasında azınlık fakat görü­nürlüğü yüksek, ünlü sanatçı, futbolcu, manken veya diğer tanınmış kişilerden oluşan bir sosyal grup içindeki ilişkiler medya için okur ve seyirci çekme aracı oldu. Bu grubun medyaya yansıyan eğilimleri cinsellikle ilgili değerleri altüst edici bir rol oynadı.

    Yaşam giderek, ne pahasına olursa olsun kazanmak gereken bir yarışmaya dönüştü. Yükselme arzusu, bir yandan ilkokuldan başlayarak üniversiteye kadar kurslarla ve sınavlarla süren mücadelede, diğer yandan eğitim ve iş olanaklarına sınıfsal olarak sahip olmayan kesimler arasında şiddete dayalı yöntemlerde kendini gösterdi. 1988’de silah satışında serbestlik tanınmasıyla bu eğilimler güçlendi.

Popüler sanat dünyası

A. Klâsik Türk müziğinin sonu

    Başta TRT olmak üzere birçok yayın kurumunun hâlâ programlarında gözükmesine karşın, klâsik Türk müziği 20. yüzyılın ikinci yarısında giderek öldü. Radyo ve tele­vizyon programlarında, önce Münir Nurettin Selçuk, sonra da Nevzat Atlığ, Bekir Sıtkı Sezgin ve daha birçoklarının çabaları sayesinde günümüze kadar yer bulabilen klâsik Türk müziğinin son büyük bestecisi, ayrıca olağanüstü bir ses sanatçısı da olan Zeki Müren’dir. 1940’ların sonunda radyoda meşhur olan Zeki Müren, daha sonra birçok müzikal filmde rol aldı ve bunların bestelerini yaptı. Kendisinden sonra gelen ve nere­deyse herkesin dilinde olan bazı çok tanınmış bestelerin sahibi Yıldırım Gürses ve Baki Çallıoğlu gibi sanatçıları ise, klasik Türk müziğinin son temsilcileri olmaktan çok, "ara­besk" müziğin ilkleri olarak kabul etmek daha doğru olur. Ancak, Hamiyet Yüceses, Alâattin Yavaşça, Müzeyyen Senar ve Bülent Ersoy gibi ses sanatçıları ile Ulvi Erguner (ney), Akagündüz Kutbay (ney), Necdet Yaşar (tanbur) gibi çalgı ustaları, birer icracı olarak şöhret kazandılar.

B. Âlemin kralı "arabesk"

   Asıl tüketicilerinin yeni bir tür olarak algılamadıkları, fakat "klâsik müzik" ve "halk müziği" adları altında iki kategoriye sadık kalanların önce "minibüs müziği", sonra da, müzikalitesindeki bazı özellikler nedeniyle, "arabesk" adını taktıkları tür, 1960’ların son­larına doğru en çok dinlenen ve en çok satan müzik oldu. Köyden çıkmış, ama kente de henüz tam anlamıyla girememiş gecekondu çevrelerinin, hem elektrosaz kullanımıyla geleneksel halk müziğine benzeyen, hem de batılı yaylı çalgıların bolluğu nedeniyle kentlilik ve incelmişlik izlenimi veren bu müziğe olan tutkusu, yeni bir endüstri bile ya­rattı. 1970’de Orhan Gencebay’ın Bir Teselli Ver plağıyla başlayan satış rekorları furya­sı, daha sonra Ferdi Tayfur, Müslüm Gürses ve tıpkı Orhan Gencebay gibi geleneksel halk müziğinden "arabesk"e yan geçiş yapan İbrahim Tatlıses tarafından sürdürüldü. "Arabesk"in bu benzeri görülmemiş ticari başarısı, Zeki Müren’i ve daha sonra Bülent Ersoy’u tarz değiştirmeye götürdüğü gibi, TRT’yi de başlangıçta uyguladığı sansürden vazgeçmeye zorladı. "Arabesk" sanatçılar›ı, Zeki Müren örneğini izleyerek, 1970’ler ve 80’lerde bol şarkılı birçok film de yapt›lar.

C. Müzikte batılılaşma

    Geleneksel müzik türlerinin pabucunu dama atan "arabesk", kimilerine göre daha Zeki Müren’den de önce başlayan bir ticarileşmenin sonucudur. Ancak, beğenilerin de­ğişmesi denilen ve kökeninde kentleşme olgusunun görüldüğü bu sürece koşut bir sü­reç daha vardır ki, buna da batılılaşma diyoruz. Nitekim hep daha varlıklı ve daha seç­kin kentli çevrelerde başlayıp yayılmış olan kültürel batılılaşma, 20. yüzyılın ortaların­dan itibaren bu çevreleri Batı müziğiyle daha tanışık bir konuma getirmiş ve bu çevre­ler artık geleneksel müziğin yeniden üretimine katkıda bulunmaktansa, rock ve caz gibi çeşitli Batı müziği alanlarında daha etkin olmuşlardır. Nitekim, tınısı çok cılız ve çalgı kullanımı çok zayıf olan, ama 1960’larda özellikle Erol Büyükburç’un, daha sonraları da Ajda Pekkan’ın parçalarıyla çok popüler olmuş "aranjman" müziği, giderek yerini da­ha özgün çalışmalara bıraktı. Radyo ve televizyon programlarının zenginleşmesi ve müzik festivalleri sayesinde kulağı Batı müziğiyle daha çok dolan kentli Türkiye, 1990’lara gelindiğinde özgün caz ve rock besteler hale geldi. Mazhar-Fuat-Özkan üçlü­sü Eurovision şarkı yarışmasını üst sıralarda tamamlayamadı ama, bir rock parçasıyla İngiliz ve İrlandalı jürilerden puan almayı başardı.

 

D. Sinema

    1990’larda bile birçok il merkezinde sinema salonu bulunmamasına karşın sinema, Türkiye’de önemli bir üretim ve izlenme gelişmesi göstermiştir. 1940’larda Batı Avrupa ve Amerikan filimlerinin seyrekleşmesi üzerine müzikal Mısır filimleri çokça gösteril­meye başlamıştı. Bunun sonucunda, 40’ların sonunda ve 1950’lerde Türkiye’de de bu tür filimler üretilmeye başladı. Zeki Müren’in ününü pekiştiren bu akımn yanısıra, üre­tim merkezi haline gelen Beyoğlu’ndaki Yeşilçam sokağının adını taşıyan ve uzun yıl­lar boyunca macera ve aşk komedisi türlerinde ürün veren bir akım ortaya çıktı. Ba­zılarınca Yeşilçam sinemasının manifestosu sayılan Kanun Namına filminde büyük beğe­ni toplayan Ayhan Işık, Türkiye’nin en popüler simalarından biri oldu. Ancak Yeşilçam sineması, birkaç senaryo yazarı ve yönetmenin özgünlük pırıltılarına karşın, yüksek bir sanatsal düzeye erişemedi.

    Yeşilçam’ın kentli macera ve komedi filimlerinin yanısıra ve 1960’ların "köy roman­ları" akımının etkisiyle ortaya çıkan "köy filimleri", giderek daha özgün ve daha evren­sel ürünler oldular. Bu akım içerisinde, 1963’te çektiği Susuz Yaz’la Berlin’de Altın Ayı ödülü alan Metin Erksan ve Yeşilçam filimlerinde "Çirkin Kral" namıyla meşhur olduk­tan sonra yönetmen-oyunculuğa geçen Yılmaz Güney, Türk sinemasını yurtdışında ta­nıtan ilk isimler oldu. Yılmaz Güney’in 1970’te çektiği Umut, Adana film şenliğinde en iyi film ödülünü, Grenoble’de de jüri özel ödülünü aldı ve Cannes film festivalinde bü­yük beğeni topladı.

  1970’lerde ve 1980’lerin başlarında Türk sineması, sanki siyasal yaşamı taklit ederce­sine, ciddî bir kriz yaşadı. Hiçbir sanatsal değeri olmayan ve birbirle­rine neredeyse tıpatıp benzeyen bu filimlere insanlar, yarıçıplak kadınlar seyretmeye veya "arabesk" şarkı dinlemeye gittiler. Önemli bir gelişme, Yılmaz Güney’in senaryo­suyla Şerif Gören’in çektiği ve 1982’de Cannes film festivalinde büyük ödülü alan Yol filmi oldu.

  1980’lerin ortalarından itibaren Türk sinemasında bir canlanma oldu. Güçlü senaryo yazarları ve özgün karakterli yönetmenlerin elinden çıkan farklı türlerde filimler, Türk filimlerinin karşılaştığı bütün dağıtım zorluklarına karşın önemli sayılarda seyirci çeke­bildiler. Atıf Yılmaz, Ömer Kavur, Barış Pirhasan, Nesli Çölgeçen, Yavuz Turgul, Zeki Demirkubuz gibi isimler ön plana çıktı. Başrollerinde Şener Şen ve Uğur Yücel’in oyna­dıkları, Yavuz Turgul’un 1996’da gösterime giren Eşkiya filmi, tüm zamanların gişe re­korunu kırdı.

 

E. Edebiyat

   Okuma alışkanlığının henüz pek yaygın olmadığı Türkiye’de edebiyatın popüler bir sanat olup olmadığı tartışmaya açıktır. Nitekim Türkiye’de "çok satanlar" listesine giren kitapların toplam satışları, Fransa gibi nüfusu Türkiye’ninki ile aşağı yukarı aynı olan bir ülkede çok satma eşiği olarak kabul edilen rakamlara ancak ulaşıyor. Gene de, Or­han Pamuk ve Ahmet Altan gibi romancıların 20. yüzyıl sonu ve 21. yüzyıl başlarında geniş bir okur kitlesine erişmiş olmalarının, Türkiye için hatırı sayılır bir yenilik oldu­ğunu teslim etmek gerekir. Onların popülerliğine, 20. yüzyılın ikinci yarısında, o da gö­rece daha uzun bir sürede erişmiş iki büyük yazar, 1954’te İnce Memed romanıyla büyük bir çıkış yapan ve romanları birçok dile çevirilen Yaşar Kemal ile, eserleri gene birçok dile çevirilmiş, mizah ustası Aziz Nesin’dir. Bu yazarlara şiir dalında eşlik eden büyük bir sanatçı da, yabancı dillerde de tanınan, 20. yüzyıl Türk şiirinin en büyük yenilikçisi Nazım Hikmet’tir.

 

1980'li Yıllar

1980-90 yılları arasında, en çok dikkati çeken adlar olarak Orhan Pamuk (1952), Ahmet Altan (1950), Mehmet Eroğlu (1948), Ahmet Yurdakul (1954), Latife Tekin ve Ayla Kutlu (1938) görünüyorlar.

1990'lı Yıllar

1990'lı yılların en ilgi çeken yazarları Boğazkesen'le Nedim Gürsel; Engereğin Gözündeki Kamaşma'yla Zülfü Livaneli; Meyyalı ile Hıfzı Topuz oldular.

1980'li Yıllarda Türk Şiiri

1980’li yıllara geldiğimizde, bu yılların genç şairleri olarak ilk dikkati çekenler Yaşar Miraç, Ozan Telli, Abdülkadir Bulut ve Ahmet Ada oluyor. Bu şairlerin özelliği halk şiirinden, dilinden ve kültüründen yararlanmalarıdır. Yaşar Miraç, Trabzonlu Delikanlı, Ozan Telli, Şahince adlı şiir kitaplarını bu yılların başında yayımlayarak geniş bir okuyucu kitlesini etkileyip, aynı çizgide yazdıkları şiirlerini yayımlamayı sürdürmüşlerdir.

Ahmet Ada Taş Plak Gazeller’le günümüze geldiği gibi, Abdülkadir Bulut’un şiirleri ölümünden sonra Ülkemin Şiir Atlası adıyla yayımlanmıştır. 80’li yıllarda genelde, değişik bakış açılarıyla toplumun acılarını yansıtmakla birlikte, değişik temalara değinen yer yer alaysılama ve gülmeceyi kullanan şairler olarak, Abdülkadir Budak, Ali Cengizhan, Metin Altıok, Ahmet Telli, İsmail Uyaroğlu, Ahmet Erhan, Güven Turan, Tuğrul Tanyol, Erdoğan Alkan, Neşe Yaşın, Nurer Uğurlu, Adnan Özer, Hüseyin Yurttaş, Gültekin Emre, Enis Batur, Hüseyin Atabaş, Metin Demirtaş, Şükrü Erbaş, Salih Bolat, Enver Ercan en çok dikkati çeken şairler arasında yer alıyorlar.

1990'lı Yıllarda Türk Şiiri

90’lı yıllarda bu şairlere kendilerinden söz ettirenler olarak Turgay Kantürk, Gülsüm Akyüz, Metin Cengiz, Sina Akyol, Sunay Akın, Hulki Aktunç, Güngör Tekçe, Akgün Akova, Muzaffer Erdost, Ali Asker Barut, Melisa Gürpınar, Ersin Salman gibi adlar eklenmiştir.

 

2-1999 Gölcük Depremi

 

1999 Gölcük Depremi, İzmit Depremi, Marmara Depremi ya da 17 Ağustos 1999 depremi, 17 Ağustos 1999 sabahı, yerel saatle 03:02'de gerçekleşen, Kocaeli Gölcük merkezli deprem. Mw ölçeğine göre 7,5 büyüklüğünde gerçekleşen deprem, büyük çapta can ve mal kaybına neden olmuştur.

17 Ağustos depremi, tüm Marmara Bölgesi'nde, Ankara'dan İzmir'e kadar geniş bir alanda hissedildi. Resmi raporlara göre, 17.840 ölüm, 43.953 yaralı oldu. 505 kişi sakat kaldı. 285.211 konut, 42.902 işyeri hasar gördü. [3] Resmi olmayan bilgilere göre ise yaklaşık 50.000 ölüm, ağır-hafif 100.000'e yakın yaralı olmuştur. Ayrıca 133.683 çöken bina ile yaklaşık 600.000 kişiyi evsiz bırakmıştır. Yaklaşık 16 milyon insan, depremden değişik düzeylerde etkilenmiştir. Bu nedenle Türkiye'nin yakın tarihini derinden etkileyen en önemli olaylardan biridir. Deprem gerek büyüklük, gerek etkilediği alanın genişliği, gerekse sebep olduğu maddi kayıplar açısından son yüzyılın en büyük depremlerinden biridir.

 

Büyüklüğü ve konumu

Deprem, 17 Ağustos 1999'da, saat 3:02 de, 40,70 kuzey enlemi ile 29,91 doğu boylamının tarif ettiği bölgede, İzmit'in 11 km güneydoğusunda meydana gelmiştir.

 

Tarihçe

Yakın tarihte bu bölgede Adapazarı merkez üssü olmak üzere 1943, 1957, 1967 yıllarında şiddetli depremler olmuştur. Geçmişteki tarihlere baktığımızda ortalama 30 senede bir bu bölgede büyük depremler olmaktadır. 1999 depreminden sonrada belirli periyotlarda ve çeşitli büyüklüklerde depremlerin beklenmesi bu fay hattının karakteristik özelliğinden kaynaklanmaktadır.

Depremin bu kadar çok can kaybına yol açmasının sebebi olarak kaçak yapılar, standartlara uygun olmayan binalar ve daha ucuza mal etmek için malzemeden çalan müteahhitler gösterilmektedir. Depremden sonra tüm Türkiye'de geçerli olmak üzere deprem yönetmeliği çıkarılmış, zorunlu deprem sigortası gibi birtakım düzenlemeler getirilmiş olsa da, inşa edilen yeni binaların halen depreme karşı dayanıklı olarak inşa edildiklerini söylemek zordur. Bu konuda vatandaşı bilinçlendirmek, denetimleri sıkılaştırmak ve yaptırımları uygulamak için devlete büyük bir görev düşmektedir.

 

 

G-Dünyada meydana gelen gelişmelere bağlı olarak ortaya çıkan sorunlar ve çözüm arayışları

 

Küresel sorunlar

 

    Küresel sorunlar derken kuşkusuz aklımıza önce küresel ısınma sorunu geliyor. küresel ısınma ile birlikte nükleer silahların yayılması tehlikesi, küresel yoksulluk ve küresel salgın hastalıklar tehdidi de yer alacak. Sözü edilen bu küresel sorunların tümü çok acil. Bu dört küresel sorun (küresel ısınma, nükleer silahların yayılması tehlikesi, küresel yoksulluk, küresel salgın hastalıklar tehdidi) bir biri ile bağlantılı. Bu nedenle birlikte ele alınmaları, öncelik sıralamasında tümünün aynı önceliğe sahip olması gerekir.

     Kaynaklar hızla tüketilirken, biyolojik çeşitlilik hızla azalıyor ve dünyamız ile ilgili hemen hemen her ölçüm insanların yarattığı olumsuz etkilerin derin kapsamını gözler önüne seriyor. Karbon salınımlarını azaltarak, yenilenebilir teknolojiler yaratarak ve enerji verimliliğini arttırarak, daha sürdürülebilir bir yaşam biçimine geçilmesinin gerekliliğine çoğumuz katılıyoruz. İyi de, tüm bu çabalar durumu her geçen gün daha da kötüye giden gezegenimizi kurtarmaya yeterli mi? Bu tür değerleri gözden geçiren kimi uzmanlar, ekonomik sistemimizin temelleri büyüme varsayımına dayandırıldığı sürece, karbon salınımını azaltmak yönündeki kişisel çabaların ve topluca çevreci davranmanın hiçbir işe yaramayacağına inanıyorlar.

Çevre Sorunları

      Toplumsal yaşam karmaşıklaştıkça insanoğlu sayıları ve türleri giderek artan çevre sorunlarıyla karşılaşmaktadır. Havanın, suyun, toprağın kirlenmesi, doğal bitki örtüsü ile hayvan türlerinin ve kültürel çevrenin hızla yok olması, insan sağlığını tehdit eden gürültünün şiddetinin artması belli başlı çevre sorunları olarak kaşımıza çıkar. Sözü edilen çevre sorunları nüfus, sanayileşme kentleşme ve turizm gibi etkenlerin plansız, kontrolsüz gelişiminin istenmeyen sonuçlarıdır.

    Şu anda yaşadığı çevre sorunları ile başedebilmek ve en aza indirebilmek için insanoğlunun çağdaş anlamda çevre bilincini kazanmış olması gerekmektedir. Çağdaş çevre bilinci, çevreyi oluşturan unsurlar, koruma, geliştirme yolları ve bozucu etkenler hakkında bilgi sahibi olmanın yanı sıra, çevreyi koruma yönünde davranışlar sergilemeyi de içerir. Çağdaş çevre bilincinin ilk temelleri ailede atılır ve ilerleyen yıllarda çeşitli öğrenim yaşantılarıyla gelişir. İnsanların çevre bilincini geliştirmede çeşitli öğrenme ve psikoloji kuramlarından yararlanılarak geliştirilebilecek programlar; kesintisiz bir biçimde kişilerin yaşamboyunca edinebilecekleri

bir eğitim sürecinde verilmelidir. Bu süreçte aileye, öğretmenlere, kitle iletişim araçlarına önemli görevler düşmektedir.



[1] Fahir Armaoğlu, 20.Yüzyıl Siyasi Tarihi (1914-1995), (14.baskı), İstanbul, Alkım, 2004, s. 419.

[2] Armaoğlu, a.g.e., s. 420-422.

[3] Armaoğlu, a.g.e., s. 423.

[4] Armaoğlu, a.g.e., s. 425.

[5] Armaoğlu, a.g.e., s. 426.

[6] Oral Sander, Siyasi Tarih 1918-1994, 11.baskı, Ankara, İmge, 2003, s. 253.

[7] Armaoğlu, a.g.e., s. 430.

[8] Armaoğlu, a.g.e., s. 432.

[9] Armaoğlu, a.g.e., s. 433.

[10] Armaoğlu, a.g.e., s. 436, 437.

[11] Armaoğlu, a.g.e., s. 441.

[12] Sander, a.g.e., s. 257.

[13] Armaoğlu, a.g.e., s. 443,444.

[14] Armaoğlu, a.g.e., s. 446.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

                                                                                                             

   

 

 

 

                



Ziyaret Bilgileri
Aktif Ziyaretçi4
Bugün Toplam173
Toplam Ziyaret1032973
Saat