• Anasayfa
  • Favorilere Ekle
  • Site Haritası
    • Görsel Destekli Tarih Videoları Sesli Tarih Menüsünde
    • Özgün Tarih Materyalleri
    • Tarihi Fıkralar
    • Tarih Yazılısından İnciler
    • Tübitak Tarih Proje Örnekleri
    • Sınavlar Bölümünde Bilgilerinizi Test Edebilirsiniz
    • Peygamberimizin Hayatı ve Örnek Ahlakı
    • KPSS Sunuları Yenileniyor
    • Bulmacalarla Tarih Öğreniyorum
    • Tarih Sunuları için tıklayınız.
    • En güncel tarih sunuları burada.
Tarihten İzler ve Son Tanıklar

1-Tarihten İzler

 Bu bölümde Balkan Savaşı, I. Dünya Savaşı’nda değişik cephelerde ve Milli Mücadele’de savaşmış ama hayatta olmayan aile büyüklerinin yaşadıklarını aile büyüklerinin ağzından okulumuz öğrencilerden yazılı olarak aldık.

 

 

Balkan Savaşı

Birinci Dünya Savaşı ve Cepheler

Milli Mücadele

İkinci

Elden Kaynak

Tahsin Öztürk

Anlatan:

Rafet Öztürk

Durmuş Şahin- 1890 doğumlu

1975 yılında vefat etmiş.

Mehmet Konakçı

Hüseyin Ünsal

Hasan oğlu Rüstem

Hakkı ve Mehmet (Göktaş)

Mustafa (Balcı)

Ali Özçoban

Mustafa Çavuş

Salih Demir

Yakup (Çam)

Salih Çavuş (Özsoy)

Şadi (Yüksel)-1310 doğumlu

 

Başçavuş Salih Özsoy’un torunu Abdullah Özsoy tarafından anlatılan Sarıkamış Harekâtı Anıları:

Salih Çavuş Balkan Savaşlarından beri çavuş rütbesiyle cepheden cepheye muharip olarak katılıyordu. Katıldığı savaşlar: Balkan Savaşları, Çanakkale Savaşı, Sarıkamış Harekâtı, Bitlis ve Van’ın kurtuluşu ve Kurtuluş Savaşı’dır.

Salih Çavuş Sarıkamış’a Malatya askeri birliğinden katılıyordu. O günün zor şartlarına alışkındı. En büyük zayiatı verdiğimiz taarruzun dördüncü gecesinde kolordu en büyük zayiatı verirken komutanları emir vermişti: ‘’ Kimse bu akşam uyumayacak. Uyuyanlara tüfeğin dipçikleriyle vurun. Ben uyursam bana da vurun kimse hareketsiz kalmayacak. Sabaha kadar oynayın.’’ demiş. Sabah gece yaşanan büyük bozgundan sonra geri kalan askerler başsız kalmıştı. Aralarında en büyük rütbeli Başçavuş Salih’in etrafında toplanmaya başladılar. Salih Çavuş geri çekilme emri vermişti. Bu arada peşlerine onları yok etmek üzere takviyeli (top bataryalarıyla güçlendirilmiş) bir Rus alayı takılmış. Salih çavuş bunu fark edince askerlerini toplayıp şu konuşmayı yapar: ‘’ Eğer teslim olursak birkaç gün belki yaşarız. Bunlar bizi öldürürler ya da savaşır hiç olmazsa şehit oluruz.’’ demiş. Ruslara pusu kurmak için köprübaşı mevkiine askerlerini yerleştirmiş. Kendileri şehit olsa bile geride kalan ordudaki askerlerin hayatlarını kurtaracaktı ama düşündüğü gibi olmadı ve alayı yenip zafer kazandılar. Askerler şu emri vermişti: ‘’ Ben ateş etmeden kimse ateş etmeyecek.’’ Bir şeyi çok iyi biliyordu alay komutanı tek emir verecekti. Köprüyü geçin. İkinci bir emre kadar bütün askerler köprüyü geçmeye çalışacaklardı. Salih Çavuş’un tahmin ettiği gibi oldu. Komutan emir vermişti ‘’Köprüyü geçin.’’ Bizim askerler köprüyü geçmeye çalışan Rus askerlerini öldürmeye başladılar. Komutan geri çekilin emrini vermek için ayağa kalktığında o zamanı bekleyen Salih Çavuş uygun vakti bulmuş ve tüfeğini ateşlemişti. Komutan emri vermeden alnının ortasından vurulup yere düşmüştü. Rusları yenilgiye uğrattılar. Enver Paşa bu durumu Salih Çavuş’un rütbesi yükseltilecek diye not defterine not düştüğü rivayet edilir.

 

10-B sınıfı öğrencisi İsmail Can Dinç dedesiyle konuşmasının şu şekilde anlatıyor:

Dedeme ‘’Senin yaşadığın veya babanın yaşamış olduğu önemli bir olay var mı ? ‘’ sorusunu sorduğum da dedemden şu cevabı aldım :

Dedem :’’ Benim yok ama babamın bana anlattığı bir olay var.’’ Dedi. Ben merak edip dedeme sordum: ’’Bu olay ne?’’ Dedem bana bu olayın bir savaş Çanakkale Savaşı olduğunu söyledi. Meraklı bir bakışla dedemi dinlemeye başladım. Dedem: ’’Senin bana sorduğun bu soruyu yıllar önce bende babama sormuştum. O zaman küçüktüm ama hatırladığım birkaç şey var.’’ dedi. ’’Babam anlatmaya başlamıştı.’’ dedi dedem. Gündüz vaktiymiş ama saatten kimsenin haberi yokmuş. Soğuktan kimisi arkadaşıyla omuz omuza oturuyor, kimisi cebinden çıkardığı resme bakıyor, kimisi kuran okuyormuş. Akşam vakti yanaştığında yemeklerini yemişler ama yemek dediğimizde bir el kadar kuru ekmekmiş. Bir anda silah sesleri duyulmuş herkes tedirginleşmiş. Anlamışlar ki düşman taarruza geçiyor. Düşman ağır makinelerle, tüfeklerle ateş açmaya başlayınca babamgilde siperlerde yerlerini almışlar. Babamın çok yakın arkadaşı varmış, Erzurumlu. Erzurumlunun abisi de Trablusgarp’ta şehit olmuş. Düşmana karşı ateş atmaya başlanmış ama bizde ki silahlar ne onlar da ki ne… Düşmanın attığı el bombalarından bir tanesi babamgilin siperinin önüne düşmüş ama patlamamış. Babam eğilmiş ve bağırmış.’’Bombaaa ‘’ diye. Erzurumlu babamı dinlemeden bombayı eline almış. Düşmana karşı fırlatmak istemiş. Bombayı fırlatacakken bir an da patlamış. Erzurumlu bağırarak yere düşmüş. Babamgilde kafaların kollarının arasına alarak bombanın etkisinden korunmaya çalışmışlar. Babam kafasını kaldırıp baktığında Erzurumlunun sağ kolunun koptuğunu ve yüzünde de izler olduğunu görmüş. Hemen sıhhiyeye bağırmış. Sadece Erzurumlu yaralanmadı ki bir sürü insan var orada imkanda olmayınca sıhhıye geç gelmiş. Erzurumlu sıhhıye gelene kadar hem canını acısından hem de kan kaybından hakkın rahmetine kavuşmuş. Düşman yaptığı bu taarruzda başarılı olamamış ama bir sürü insan ve bir sürü Erzurumlu ölmüş.

‘’Bu kadar mı dede? ‘’ dediğimde babam bana bunu anlattı. ’’Başka hikayem veya hatırladığım yok.’’ Dedi

 

  9-B sınıfı öğrencisi Handan Feyza Eraslan, büyüklerinden Hüseyin Ünsal hakkında elde ettiği bilgileri şu şekilde anlatıyor:

   Hüseyin Ünsal, 1882 yılında Taşova Sepetli köyünde doğmuştur. O zamanlar sanırım okul yokmuş. Hüseyin Dede askerlik için yol almış. O zamanlarda savaşlar varmış.1914 yılında 1.Dünya Savaşı çıkmış ve Hüseyin Dede o savaşa gitmiş. Sonra Rusyalar tarafından 4 sene esir tutulmuş. Bu süreçte Hüseyin Dede ve esir tutulanlar çok sıkıntılar çekmişler en sonunda 5. Senede esirlikten kurtulmuş memleketine geri dönmüştür.1918 yılında kendine eş bulmuş ve evlenmiştir.3 oğul 2 kızı dünyaya gelmiştir. O zamanki günlerde geçim zor olduğundan tarlada çalışmış çalıştığı paranın bir kısmını biriktirmeye başlamış. Hüseyin Dede : ’’Ben Umreye gideceğim.’’ Demiş. Sonra Umreye yazılmış.1962 yılında Umreye gitmek için yola koyulmuş. O zamanlarda otobüsle gidilirmiş. Hüseyin Dede de otobüsle 3 ayda gidip gelmiş. Gelişinden 5 gün sonra vefat etmiş.

 

   11-A sınıfından Aycan Ocak, Bünyamin Konakçı’nın ağzından dedesinin kardeşini aktarıyor:

    Dedemin kardeşi Rus harbinde savaşmaya gittiği esnada Ruslara esir kalmıştır adı Mehmet Konakçıdır. Esir kaldığını bilmedikleri için bütün işlemlerini öldü sandıkları için kapatmışlar.7 yıl sonra çıkıp gelmiş büyüklerimizin anlattıklarına göre. Ermenilerin burada ayaklanıp da Türk köylerini gece basıp yıkma esnasında dedemin bir diğer kardeşi Mustafa Konakçı değirmene un yapmak için buğday götürürken 3 tane Ermeni çetesi yolu kesmişler. Ermeniler silahın dipçiğini ensesine vurduğu zaman kafa derisi olduğu gibi suratına kapanmış ve yere yıkılmış. İçlerinden birisi’’ Bakın ölmüş mü kontrol edin !’’ demiş. Dedemin kardeşi o an sesini kesmiş, ölmüş taklidi yapmış. Ermeni çeteleri sesini dinlemiş ve öldüğünü düşünüp oradan gitmişler. O ise deriyi geri sıyırmış ve kimsenin olmadığını görünce oradan sıyrılmış. Bana bu olayı bizzat kendisi anlattı.

 

Okulumuz 10-A sınıfı öğrencisi Cansu Yılmaz aile büyüklerinden dinlediği dedesinin anılarını anlatıyor:

Benim annemin babası yani büyük dedem, 1915‘li yıllarda Osmanlı-Rus Savaşına katılmış fakat ben dedemi görmediğim için sadece bana anlatılanları söylüyorum. Osmanlı-Rus Savaşında Doğu Cephesinde Ruslara esir düşmüş. Ancak 1917 de Ruslar savaştan çekilince bunları serbest bırakmışlar ve dedem oradan gelip Güney Cephesine gönderilmiş. Güney Cephesinde İngilizlere esir düşmüş ve İngilizler dedemi Yemen ‘ e götürmüşler. O zamanlar esir alınanların koluna ‘’+’’ işareti şeklinde demir kızdırıyorlarmış ve demiri kolların bastırıyorlarmış. Bu iz esirleri ifade ediyormuş ve bu işaret halk arasında esirlerin belli olmasını sağlıyormuş. Dedem 20 yıl Yemende İngiliz esiri olarak kalmış ve hatta orada bir Arap kızıyla evlendiği hatta 2 kızının olduğu anlatılıyor. Daha sonra eşini ve çocuklarını bırakarak Türkiye’ye gelmiş ve anneannem ile evlenmiş. Yaşı itibariyle anneannem bize dedemle ilgili anılarını anlatırken dedemin savaşa gitmeden önce akrabası olduğunu, savaştan önce birisiyle evlendiğini ama çocuğu olmadığını anlatırdı. Anneannem dedemin askerden geldiğinde 40 yaşlarında olduğunu söylerdi anneannem ise 14-15 yaşlarında gencecik bir kızmış. Dedem çok iyi Arapça bilirmiş. Savaşla ilgili anılarını anlatırken Rusların çok pis olduğunu o zaman bile ahlaki değerlerinin olmadığını anlatırmış.

 Okulumuz 11-D Sınıfı öğrencisi Zeynep Coşar anneannesinden ( şu anda hayatta değil) duyduklarını şu şekilde anlatıyor:

I. Dünya savaşı sıraları her yerde olduğu gibi Erzurum’da da savaş vardır. Erzurum 1828-1829, 1878 ve 1916’da üç defa Rus işgaline uğramıştır. Büyük büyük anneannem ise Erzurum’un son kuşatılması ve Ermeni olayları zamanında daha çocukmuş. Anneanneme göre ise Erzurum’un Rusların gördüğü zarar Ermenilerle kıyaslanınca bir hiç...                  

9 Kasım 1877- 13 Temmuz 1878 tarihinde Rusların işgal altında tuttukları Erzurum’dan 6 Kasım 1917’de olan Rus devrimi yüzünden çekilmek zorunda kalmış şehri terk ederken de Ermeni çetelerine bırakmışlardır. Asıl hikaye buradan sonra başlıyor çünkü; Ermenilerin bölgedeki katliam ve tahribatları Ruslardan çok daha korkunç Ermeniler Erzurum’un Alaca köyündeki Türkleri öldürmekle işe başlamış daha sonra çarşıları yakmıştır. 26-27 Şubat 1918 de Ermeniler üç bin ila 8 bin Müslümanı öldürmüş Ruslar çekildikçe bu sayılar ve katliamlar artmaya başlamış. Anneannemin ağzından dinlersek ; ‘’O zamanlar çok acı çektik, ben o zamanlar çocuk olduğum için en büyük acıyı annem çekmiş. Her yerde gavur (Ermeniler) askerleri, zavallı annem ne yanında çocukları ne kocası var nede kendini koruyacak bir şeyi. Yiyecek yok, içecek yok kendini korumasız ve düzde hissetmek… Eviminiz yanlarında komşumuzun ambarları bizimde ahırlarımız vardı, tüm köylerde böyleydi bu. Bir gün uyandık ki zaten korkudan uyumak ne mümkün, herkes bir şeyler konuşuyor, meğer yan köylerde ambarları, ahırları basıp basıp yakıyorlarmış. İşte o zaman biri ciğerime bir bıçak saplamışta ölmüşüm gibi oldum. Çoğu komsumuz yok oldu. Yandı mı yoksa öldürüldü mü bilmiyorum. Zavallı anam bu kadar çilenin içerisinde ne yapsam diye düşünürdü hep ama anam zeki kadındı. Beni sürekli eğitirdi. ‘’ Bir şey olduğu zaman sakın yanımdan ayrılma, sürekli gözlerin beni arasın’’ derdi. Yaşamayan bilmez. Hem annem hem de ben nasıl ağlardık, Allah kimseyi çaresiz bırakmasın. Arada bir Ermenilerin herkesi öldüreceğini düşünürdüm acaba sıra bize ne zaman gelir, yanarak mı ölürüz yoksa kurşuna mı diziliriz diye düşünmemek elde değil. Daha küçüğüm ama aklımın almayacağı şeyler görüyorum. Anam hiçbir zaman ne yapsam diye düşünmekten vaz geçmemişti. Bu katliamların durmayacağını anlayınca da üç beş parça kıyafet birazda yiyecek alıp düştük yollara. O zaman kağnılarla göç eden edene. Günlerce yollarda gittik sonunda annem bizi İskilip’e getirdi. Burayı görünce cennet görmüş gibi sevindik. Yem yeşil ağaçlar, alabildiğine ceviz ağacı. Anam imam kızı olduğundan cenaze yıkar üç beş kuruş elimize bir şey geçerdi. Bahçelere yardıma giderdim. O zaman yardım edince ceviz verirlerdi. Anamın yoluktan ceviz çaldığını da bilirim, imam kızı hiç hırsızlık yapar mı?  Annem bir avuç ceviz tam bir ay boyunca bir dilim ekmeğin arasına koyup yedirirdi. Yemek yiyemediğimizden mi yoksa üstümüze adam gibi giyecek bir şey olmadığından mı bilmiyorum, sürekli hastalanırdım. Anam çok üzülürdü, o üzülürdü ben ağlardım daha sonra haber geldi Erzurum’a geri dönenler varmış. Biz de dönenler arasında Erzurum’a geri gittik ama bir çoğumuz buralara yerleşmişti. Erzurum’a varınca gördük ki ne dam ne de yol kalmış. Ne iz belli ne bir şey acaba komşular ne oldu? Öldüler mi yoksa geri dönerler mi ? Çok zor günlerdi. Sonra hayata yeniden başladık ama anam çökmüş hayattan yorulmuştu. Adam gibi düzenimizi oturttuk sonra çok fazla yaşayamadı zaten. Canım anam neler çekti, neler gördü. Ama anam vefat etmeden önce ‘’ Yaşadıklarımızı unutma evladım sende çocuklarına anlat ki onlarda çocuklarına anlatsın’’ derdi. Erzurum’a geri döndüğümüzde ben gelişmeye yeni başlamıştım. Ondan sonra ise güzel bir yaşam sürdüm. Allah bunu bir daha kimseye yaşatmasın. Ama sende bunu çocuklarına anlat ki geriyi bilsinler. ‘’ İşte böyle derdi anneannem.

Bu yaşadıklarımdandır ki Türkiye dışında bir ülke söylersek ‘’ O gavurlar mı ? ‘’ der uzaklara dalardı gözleri, sonra hafiften dolardı…

 

Kızı Ayşe Özçoban’ın anlatımıyla Çanakkale gazisi Ali Özçoban:

Babam savaşa katıldığın da biz küçüktük. Bizi annem büyüttü. Babam Çanakkale savaşına katıldı ve orada bacağını kaybetti. Babamlar yani Türk askerleri düşmanalar siperlerden çıkınca savaşmışlar. Bütün Türk askerleri ölmüş. Babam Yonnus’lu ve nereli olduğunu bilmediğim bir kişi yani üç arkadaş ölmemişler. Savaş sırasında o kadar darbe almışlar ki düşman askerleri babam öldü diye bırakmışlar. Babamları süngü ile dövmüşler. Vücutlarında kafalarında süngü değmeyen yer kalmamış hatta babamın bacağı diz kapağının altından kopmuş. Bunu gören düşman askerleri işte o zaman babam öldü sanmışlar. Üç gün üç gece aç ve susuz kalmışlar. Yiyecek hiçbir şey bulamadıkları için ölmüş eşek eti yemişler. Su ihtiyaçlarını kendi idrarlarını içerek gidermişler. Üçüncü gün sonunda babamları civar köylerden yaşlı bir nine bulmuşlar. Nine babamları üç gün evinde çanakla su taşımış ama yanlarında duramamış ama yanlarında duramamış düşmanlardan korkmuş. Bakmış ki böyle olmuyor sonunda hepsini teker teker eve taşımış. Evinde yiyecek bir şey yokmuş sadece yağ varmış. O yüzden babamları yağ ile beslemiş. Babamın bacağını kendi iyileştiremeyince babamı bir tahta merdivene sararak başka bir yere götürmüşler. Orda babamın bacağını diz kapağının üzerinden testereyle kesmişler. Daha sonra devlet,  babama tahtadan bir bacak yapmış ve maaş bağlamış.

  9-C sınıfından Semanur Sarıca Koçak’lı Hasan oğlu Rüstem’i büyüklerinin ağzından şu şekilde aktarıyor:

Hasan oğlu Rüstem, Osmanlı’nın zor günlerinde üç oğlunu ve hamile eşini bırakarak Suriye Cephesine savaşa gider. Osmanlı’nın cepheyi kaybetmesiyle beraber gazi olarak döner ve Atatürk’ün eli silah tutan demesiyle beraber her vatan evladı gibi o da Batı cephesine gider. Yunanlıların ilerlemesiyle Eskişehir sırtlarına doğru düşmana karşı savaşır ve Hendek kasabasında şehit düşer. Rüstem dededen en son alınan haber onunla beraber aynı yerde görev yapan yakın köyden arkadaşı tarafından ailesine çatışmada şehit düştüğü ve ellerimle Eskişehir’in Hendek kasabasına defnettim sözüdür. Tüm şehitlerimizle beraber ruhu şad olsun.

 10-A sınıfından Merve Şahin büyük dedelerinden Durmuş Şahin’i anlatıyor:

Dedem Durmuş Şahin. Doğum tarihi 1890’dır. Erbaa’nın Şükür köyünde dünyaya gelir. Küçük yaşlarda babası vefat eder ve amcasının elinde kalır. Amcası babasından kalan mal varlığını vermez, garibandır. Büyür gençlik çağı yokluk ve kıtlık yıllarıdır. I. Dünya Savaşına katılır. Sarıkamış Cephesin de savaşır. Osmanlı zayıftır ve bu her alanda az da olsa hissedilir. Aylarca Enver Paşa ve Kazım Karabekir komutasında savaşır. Kader onu Ruslara esir düşürür ve çile dolu 9 aylık bir esaret hayatı başlar. Dedem bir yolunu bulur ve Ruslardan yani esir kampından kaçar ve uzun bir yolculuktan sonra köyüne gelir. Ermeni ve Rumlar şımarmış Türklere baskı ve zulüm yapan çeteler türemiştir. Dedem bunlara karşı kendisi ve arkadaşlarıyla çete kurup Ermeni ve Rumlara kök söktürür. Babaannemin anlattığına göre dedem gerçekten savaşçı ve keskin nişancı olan bir askerdir. İstiklal Savaşı başlar dedem ‘’Vatan‘’ der ve tekrar silaha sarılır. Kuva-i Milliye’ye katılır. Sakarya Meydan Muharebesi,  Büyük Taarruzla savaş yıllarını perçinler. Vatan kurtulmuştur. Nihayet terhis olup köye döner ama esas savaş şimdidir. Yokluk fakirlik diz boyudur. Dedem babasından kalan malları ağa olan amcasından silahlı mücadeleyle geri alır. Evlenir 2 hanımı 11 çocuğu olur. Sevilen sayılan sözü dinlenen ve sözünü dinleten adam gibi adamdır. Benim tanıyamadığım babaannemin anlattığı hatıralarla kahramanım olan dedemin çile dolu hayatı 1975 yılının soğuk bir kış gecesinin sabahında sevdiklerine veda ederek bu dünyadan ayrılmıştır.

‘’Ruhu şad olsun. Gazilerimi lütfen unutmayalım, unutturmayalım.’’

 9-B sınıfından Derya Göktaş dedesinin amcalarının hayatlarını büyüklerinden aldığı bilgilerle şu şekilde anlatıyor:

Yıl 1914 Çanakkale Savaşı sırasıymış. Ve o sırada herkesi askere çağırıyorlarmış dedemin amcaları Hakkı ve Mehmet’i de askere çağırmışlar. Onlarda savaşa gitmişler. Savaş aylarca, sürmüş. O zamanlar telefon olmadığından sadece birkaç kez mektup yazabilmişler. Mektuplarında şöyle diyorlarmış, ’’Annecim, babacım bizi merak etmeyin, biz çok iyiyiz. Biz buradayız diye sakın üzülmeyin. Biz vatana millete karşı olan görevimizi yerine getirmek için buradayız. Eğer buradan dönemezsek sakın üzülüp ağlamayın çünkü biz vatana millete kurban olmak için buradayız. Vatan için canımız feda ! Annecim babacım ikinizin ellerinden kardeşlerimin gözlerinden öperiz.’’ diyerek mektubu burada sona erdirmişler. Aradan aylar yıllar geçmiş ikisinden de o mektuptan sonra haber alınamamış aileleri her gün ikisinin de yolunu gözlermiş sonra bir ara babaları Çanakkale’ye gitmeye karar vermiş ama kimse razı olmamış. Sonra babalarını zar zor vazgeçirmişler. Ama anneleri hiç durmadan iki gözü iki çeşme ağlıyormuş. Ve onlar öylece kalmışlar.

 

10-B sınıfından Önder Savaş Çoban, dedesinin babasını anlatıyor:

Anlatacağım kahraman Kurtuluş Savaşı’na gitmiş fakat geri geldiğinde bir kolu yokmuş. Bu kahraman benim dedemin babası. Adı Mustafa Çavuş Ege Cephesinde savaşmıştır. Dört sene askerlik yapmış.  Bütün yaşadıklarını benim dedeme anlatmış dedemde bana anlattı. Mustafa Çavuş Yunanlılar ile savaşırken kolundan vurulmuş. Kangren olmasın diye kolunu kesmişler. Eve döndüğünde ailesi korkuyla karşılamış. Mustafa Dedem eve geldiğinde benim dedem 6 yaşındaymış. Kolu kesilirken çok kötü hissettiğini ve öleceğini düşündüğünü söylemiş. Askerden sonra eskisi gibi çalışamamış. Askerden döndükten 10 sene sonra vefat etmiş. Mustafa Çavuş’un eşi Halime babaannem tek başına büyütmüş yedi çocuğunu. Yedi çocuktan biri de benim dedem İsmail’dir.

 11-B sınıfı öğrencisi Zeynep Atiye Yüksel büyük dedesi hakkında babasından dinlediklerini şu şekilde naklediyor:

Büyük büyük dedem, yani babamın dedesi Şadi Yüksel Milli Mücadele zamanlarında on yılını cephede geçirmiştir. Babam Mehmet Yüksel ile yaptığım sohbette de hakkında bazı bilgiler edindim:  “Dedem Şadi Yüksel, Rumi Takvim’e göre 1310 doğumlu. Babası Yüzbaşı Ata Efendi mesleği gereği görev yeri olarak Osmanlı coğrafyasının değişik yerlerinde görev yapmıştır. Dedemde dokuz yaşına kadar Afrika’da yaşamıştır. Şu anki Türkiye topraklarına geri döndüklerinde sokaktaki çocuklarla oynarken anlaşamıyordu. Dillerini bilmiyor ve konuşamıyordu. Daha sonraları Türkçe’yi de öğrendi. Okula başladı ve okurken annesi vefat etti. Babası da Çorum’da görev yaparken başka bir kadınla evlendi. Dedem ilerleyen yıllarda Rüştiye’yi bitirmiş ve askerlik çağı geldiğinde de askere gitmiştir. Yaklaşık olarak on yıl savaşlar bitene kadar askerde kalmıştır. Savaş bittiğinde memleketi Kastamonu Taşköprü’ye gelmiştir. Babası vefat etmiş, yeni hanımından da dört çocuğu olmuştur. Biri kız üç erkek. Üvey kardeşleri hayat mücadelesine girmişler, dedem de anneannemle evlenmiş. Birinci İnönü ve İkinci İnönü Savaşları’na katılmış, Afyon’dan İzmir’e kadar bütün cephelerde görev alıp Yunanlılarla mücadele etmiş. Az önce bahsettiğim gibi terhis olup memleketine geri dönmüş. İsmet İnönü’yle tanışmıştır. Ayrıca kendisi Ankara yakınlarında Mustafa Kemal Atatürk ile de karşılaşma fırsatı bulmuştur. Savaş zamanı bir takım rahatsızlıklar geçirip tedavi olmuş ve cepheye geri dönmüştür. Babası ile mektuplaşmışlar. Ata Efendi ile farklı cephelerde görev almışlar. Dedem Erbaşı olarak görev yapıyormuş, babası da Yüzbaşı.

İlk görev yeri olarak altı-sekiz ay Kastamonu kışlasında eğitime tabi tutulup savaşa gönderildiği zamanı anlatırdı. Savaşların tamamında Türkiye topraklarında bulunmuş. Dedemin kayınbiraderi Mahmut Bey’de Çanakkale Savaşı’nda şehit olmuş. Atiye anneannemin erkek kardeşiydi. Dedemin kardeşleri savaş dönemine yetişemeyip dört senelik askerlik yapmış. Balkan Savaşı döneminde askerlik yaptığı için o cephelere katılmamış. Devlet terhis olanların bir kısmını da her an savaş çıkabilir diye evine göndermeyip el atında tutmuştur. Afyon’da Yunanlılara karşı çok mücadele vermiş. Başlarında Zeki adında bir Yüzbaşı varmış. Dedem bulunduğu takımın içinde otomatik silahı olan askerlerdenmiş. Düşman bir tepedeyken bunlar aşağıda kalmışlar. Kendisi de şaşkınlıktan önüne siper olarak otomatik silahını koymuş. Daha sonra arkadaşları uyarmış “Napıyorsun Çavuşum, patlarsa hepimizi öldürürsün!” Başlarındaki Yüzbaşı Zeki korkudan sıtma hastalığına benzer bir hastalığa yakalanmış. Askerler hemen sedyeye yatırmışlar.

Balıkesir’e gittiğimizde düşman orayı terk etmişti. En tuhafıma giden başımızdaki Komutanlar ‘Hamile olan bayanlar çabuk düşük yapsınlar.’ diye bağırıyorlardı. Kadınlar Türk askerlerine olabildiğince yardımcı oluyorlardı.’ diye anlatır. Yunan askerleri ‘Dokuz yumurta bir tavuk, hele çabuk çabuk’ diye bir cümleyi ezberleyip köyleri bastıklarında bu şekilde bağırarak yiyecek toplamışlar. Laz arkadaşlarıyla yaptığı şakaları anlatırdı, öleceğimizi hiç düşünmezdik, gavura ölesiye ateş ederdik. İlk savaşa gittiğimizde silah dahi verilmezdi, arkadaşın ölecek de onunkini alacaksın.” derdi. Çok sıkıntı çekmişler, çok sorunlar yaşamışlar. Yunan askerleri ülkeyi terk ettiğinde birçok ganimet kalmıştır. Çuval çuval unlar, yağlar, şekerler hep kalmış, götürememişler. ”Aşçımız hemen yemek yapmak istedi. Hepimiz açız. Komutanımız hemen ‘Dur evladım.’ dedi. ’Belki içine zehir atmışlardır .’ deyince içimiz kala kala onca yemeği döktük.” diye anlatırdı.”

’Kırk beş gün ayağımdan postalım hiç çıkmadı.’ derdi. Ayağının ilk iki parmağı bitişmiş ve baş parmağını ikinci parmağının üzerine basarak yürürdü. Eve misafir geldiğinde ya da çocuklar sorduğunda ‘Bu bana cepheden hatıra.’ diyerek gülümserdi.

 2-Son Tanıklar

 

Şah Rıza Pehlevi’nin Erbaa’dan gelişi, Fevzi Çakmak’ın Erbaa gelişi, Erbaa’da ilk elektrik santralinin kuruluşu, 1939, 1942 Depremlerini yaşayanlar ile Kore Savaşı ve Kıbrıs Barış Harekâtına bizzat katılanların anlattıklarını bu bölümde ele aldık. Kronolojik sıraya göre görelim.

 

 

Rıza Pehlevi’nin Erbaa’ya Gelişi

Fevzi Çakmak’ın Gelişi

Erbaa’da

İlk Elektrik

1939 Depremleri

1942 Depremleri

1950-1953

Kore Savaşı

1974 Kıbrıs Barış Harekatı

Birinci Elden Kaynak

İsmet Çakmak

D.T.1927

Erbaa

Şahabettin Ateş

D.T.1920

Erbaa

İsmet Çakmak

D.T.1927

Erbaa

Türkel Mahar

D.T.1929

Batum

Türkel Mahar

D.T.1929

Batum

Hüseyin İnce

Erbaa- 1936

Mahmut Çağlak

Erbaa- 1952

 

 

Salih Cer

D.T.1926

Erbaa

Salih Cer

D.T.1926

Erbaa

İhsan Cömert

D.T.1934

Erbaa

Naciye Köse

D.T. 1927

Erbaa

Ahmet Topçu

Erbaa- D.T. 1930

Osman Tokgöz

Erbaa-1952

 

 

 

Şahabettin Ateş

D.T.1920

Erbaa

Naciye Köse

D.T. 1927

Erbaa

Nuriye Baş

D.T.1933

Erbaa

Akgül Kalp

Erbaa- D.T.1931

Osman Yurtalan

Erbaa-1951

 

 

 

Naciye Köse

D.T. 1927

Erbaa

Salih Cer

D.T.1926

Erbaa

Şahabettin Ateş

D.T.1920

Erbaa

Ali Deniz

Erbaa- 1927

Mehmet Aktaş

Erbaa-D.T.1952

 

 

 

 

İsmet Çakmak

D.T.1927

Erbaa

İsmet Çakmak

D.T.1927

Erbaa

Mustafa Yaşar

Erbaa- 1930

Hacı Okçu

Erbaa-D.T.1952

 

 

 

 

Salih Yıldırım

D.T.1930

Niksar Akgüney

Salih Cer

D.T.1926

Erbaa

Ali Südüpak

Kuşcu Kasabası D.T.1927

Ahmet Altın

Erbaa-D.T.1954

 

 

 

 

Bektaş Altıntaş

D.T.1932

Erbaa

İhsan Cömert

D.T.1934

Erbaa

 

Hüseyin Bahçeci

Erbaa-1953

 

 

 

 

Mustafa Ulaş

D.T.1907

Taşova- Esençay

Sururi Baş

D.T.1933

Erbaa

 

Kemal Ünal

Erbaa-D.T.1954

 

 

 

 

Hasan Uzun

D.T.1932

Akça-Erbaa

Nazmiye Yalçınkaya

Erbaa- D.T.1934

 

Kemal Uzun

Erbaa-1950

 

 

 

 

Halil Ateşli

Erbaa- D.T.1932

Mustafa Ulaş

D.T.1907

Taşova- Esençay

 

Sabahattin Kılıç

Erbaa-1952

 

 

 

 

Mehmet Akar

Erbaa-D.T.1920

Seher Hatipoğlu

Erbaa

 

Mustafa Pelit

Erbaa-1953

 

 

 

 

Cemal Demir

D.T.1931

Hasan Uzun

D.T.1932

Akça-Erbaa

 

Azim Balcı

D.T.1954

Erbaa

 

 

 

 

Fadime Demir

D.T.1932

Ayşe Şahin

Erbaa

 

 

 

 

 

 

Yusuf Karabela

Erbaa-1934

Mehmet Akar

Erbaa-D.T.1920

 

 

 

 

 

 

Sebiha Saraç

Erbaa

Dursun Arslan

Erbaa- D.T.1933

 

 

 

 

 

 

Naciye Özkan

Erbaa

Kerim Köse

Erbaa

 

 

 

 

 

 

Osman Ateşli

D.T.1934

Erbaa

Salih Karadeniz

Erbaa-1930

 

 

 

 

 

 

Hayri Doğan

D.T.1932

Erbaa

Nurettin Daras

Erbaa-D.T.1934

 

 

 

 

 

 

Seher Hatipoğlu

Erbaa

Cemal Demir

D.T.1931

 

 

 

 

 

 

Ahmet Bulut

D.T.1925

Erbaa

Rabia Akıncan

Erbaa-D.T.1924

 

 

 

 

 

 

 

Sami Aydın

Erbaa- D.T.1931

 

 

 

 

 

 

 

Mustafa Balcı

Erbaa-1333(1917)

 

 

 

1

2

4

19

22

6

12

TOPLAM

66

 

 

 

 

 

 

 

 

1- Şah Rıza Pehlevi’nin Erbaa’ya Gelişi

 

     Rıza Şah, İran Başbakanı üç ordu kumandanı ve yüksek rütbeli memurlardan oluşan 20 kişilik maiyetiyle birlikte 10 Haziran 1934 günü Gürbulak sınırından Türkiye’ye giriş yaptı 16 Haziran’da Ankara’ya ulaştı. Türkiye bu ziyaretin önemini vurgulamak için her şeyi yaptı. Rıza Şah ilk kez İran dışına çıkıyordu. Ankara’da Mustafa Kemal ve devlet erkanı tarafından resmi törenle karşılandı. Halk da Şah’a coşkulu tezahürat bulunmuştu. Büyük ve muazzam gösteriler yapılmıştı. Şah Rıza Pehlevi’nin Ankara’ya geçerken Erbaa’ya da uğraması ile ilgili İsmet Çakmak şu şekilde ifade etmiştir:

  -İran Şah’ı Rıza Pehlevi Ankara’ya giderken buraya da uğramıştır. Fevzi Çakmak’ın Erbaa’ya geldiği sırada kaldığı evde Şevki Önder’in evinde kalmıştır. Halk Şah’ı coşkulu bir şekilde karşılamıştır.

 

2-Fevzi Çakmak’ın Erbaa’ya Gelişi

    1938 yılında Erbaa’yı ziyaret eden Fevzi Çakmak ilkönce hükümet konağını ziyaret etmiş ve geceyi İmamzade Şevki Bey’in evinde geçirmiştir.

     Fevzi Çakmak’ın Erbaa’ya gelişi ile ilgili Salih Cer şu sözleri dile getirmiştir:

 “Uzun boylu ve babayiğit biri idi. Şevki Önder’in evinde kaldı. Hükümetin önüne yürüyerek geldi. Halı serdiler. Ertesi gün gitti. Kaldığı evde dinamolu elektrik vardı.”

      Fevzi Çakmak’ın Erbaa’ya geldiğini bizzat gören Şahabettin Ateş ise şu sözleri dile getirmiştir:

     “Fevzi Çakmak’ın gelişine yüksek bir binadan baktık. Halk Partisi binası vardı. Orda inmiş. Oradan hükümet konağına kadar halı ve kilim döşemişler. Kırmızı şeritli külot pantolon giymişti. Babayiğit adamdı. Heykel gibiydi. Hükümete çıktı. O gece Şevki Bey’in evinde kalmış. Elektrik vardı. İmamzâde Şevki Bey’in evi çok orijinaldi. 1928 yılında yaptırmış. Etrafına elektrik çekmişler, askerler nöbet beklemişler. Şevki Bey şereflenmiş. İmamzade’nin hanımı pişirmiş yemeği. Çok güzel yemekler yaparlardı. Hayret etmiş yemeklere. Şevki Bey’e “Samsun’dan aşçı mı getirdiniz” demiş. Şevki Bey eşinin yaptığını söyleyince şaşırmış. O gece orada kaldı. Ertesi gün kaleye gitmiş. Buraya bir silah fabrikası yapılmasını emretmiş”

  

3-)Erbaa’da Elektrik Santrali ve Elektrik Üretimi

 Oğlu İsmet Çakmak’ın dilinden Çakmakçı Ahmet Efendi’nin Hayatı

“Babam Aydın vilayetinin Nazilli kasabasındandır. Okul çağında İstanbul Tophane silah fabrikasında Mülazım-ı Sani olarak Tüfekçi Subayı çıkıp orduya katılmıştır. Balkan Savaşlarına iştirak edip, Çanakkale Savaşlarından sonra Doğu Cephesine gönderilmiştir. Kars, Ardahan Rus işgali altındadır. Rusya’da Bolşeviklik çıkınca sınırlarımızdan geri çekilen Rusların peşlerinden sınırlarımızı korumuşlardır. Ordu ile birlikte Batum’dan Ünye’ye gelmişler ve Akkuş üzerinden Erbaa’ya bugünkü ırmak kıyısındaki harmanlar mevkiine çadır kurmuşlar. Ordu altı ay cumhuriyetin kuruluş döneminde maaş alamamışlar. Harmanlar çayırlık olduğu için babamlar 15-20 baş inek almışlar. Etinden sütünden eratı açlıktan kurtarmışlar. Sonra orduyu Ankara’ya gönderdikten sonra Erbaa’nın ileri gelen zenginlerinden Ahmet Efendi “Sen Erbaa’da kal biz sana arka çıkarız” demiş ve babam kalmış. O tarihlerde Erbaa tütün ekiminden ekonomisi çok iyiymiş. Dikiş makinesi, gramofon, tabanca, tüfek tamirinden çok para kazanmış. “       

     Erbaa’ya elektriği ilk getiren kişi olan Çakmakçı Ahmet Efendi’nin oğlu İsmet Çakmak olayı şu şekilde anlatmaktadır:

      “  Babam 1923 yılında Erbaa’ya elektrik yapmaya karar vermiş. İstanbul’dan makineleri Samsun’a getirmiş, oradan da kağnılarla Erbaa’ya taşımış, motor parçalarını birleştirerek elektrik santralini 14. olarak kurmuştur. İstanbul Karaköy Bankalar caddesinde Burla biraderler ve Arşimidis mağazalarından evlere sayaç, kablo, priz, tesisat borusu gibi malzemeleri getirip evlere kendi parasıyla aldığı tesisatı döşemiş ve mahallelere direk dikip kabloları çekip direklere ampuller takıp cereyanı vereceği gün havada alçak bulutlar kaplıymış ve cereyan verip direklerdeki lambalar yanınca gökyüzü kıpkırmızı olmuş, civar köylerden Evyaba ve Çandır köylüleri Erbaa’yı kıpkırmızı görünce Erbaa’da yangın var zannedip kazmasını, küreğini bakırlarını alan köylüler Erbaa’ya koşmuşlar. Bakarlar ki yangın falan yok. Direklerin tepesinde beyaz bir şey yanıyor ortalık gündüz gibi. O gece tüm Erbaa gece yarısına kadar şenlik yapmışlar. O dönemde mazot yokmuş. Sadece gazyağı ve benzin teneke işi bulunuyormuş. Elektrik santralinin motoru odun kömürü ile çalışıyormuş. Sokutaş ve Keçeci köylerinden kömür at ve kağnılarla çuvallarla geliyormuş ve kömür yanınca çıkan karbon monoksit gazı olup motorun pistonunda patlıyor ve devamlı çalışıyor. Akşam olunca elektrik motorunu çalıştırmak için çarşıdan 5-6 tane işçi ( hamal) çağrılıp motor dinamo arasındaki kayışı çekmek suretiyle motor elektrik üretmeye başlıyor. Yeni şehir bir  süre elektriksiz kaldı. Suyla çalışan ve geceleri çalışan elektrik düzeneği yaptılar. Sonradan şehir merkezine askerlik şubesinin olduğu yerde elektrik santrali kuruldu. Mazotla çalışıyordu. 1960’tan sonra Almus’tan elektrik geldi.”

Erbaa’da elektrik üretimi ve elektrik santralinin kurulması ile ilgili tanıklar şu sözleri söylemiştir:

Naciye Köse:

“İlk elektrik santralini Ahmet Çakmak yaptı. Her evde yoktu. Sokak ve caddelerde vardı. Caddelere yakın evlerde vardı.”

 Şahabettin Ateş:

 “Elektriği Erbaa’ya Çakmakçı Ahmet Efendi getirdi. Çok gürültü yapıyordu. Çakmakçı Ahmet Efendiye, “Siz bu gürültüyle nasıl uyuyorsunuz” diye sormuşlar, o,” bize ninni gibi geliyor, biz ona alıştık” demiş. Çakmakçı Ahmet Efendi çok marifetli idi. Silah tamir eder, dikiş makinesi tamir ederdi. Askeriyede çalışmış.

  Yukarı taşındıktan sonra elektrik için iki motor alınmış. Açılış töreninde makinistleri getirmişler, açılış sırasında çalışmamış. Kamil Ustayı çağırmışlar gelmemiş. Bunun üzerine bizzat belediye başkanı gitmiş ve Kamil Usta’yı getirmiş. Kamil Usta oto tamircisiydi. O birkaç dakikada tamir etmiş çalıştırmış. Vali tebrik etmiş. Mühendis, “Biz kağıt üzerine gördük, ameli olduğu için sizin ki daha kuvvetli olur” demiş”

Salih Cer: 

“Elektrik santrali kömürle çalışıyordu. Kömür gazı ile çalışıyordu. Çarpmayacak düzeydeydi. Ölü gözü gibi ışıtıyordu”

 

4-1939 Depremi

Deprem Erbaa halkını soğuk kış gecesinde 27.12.1939 tarihinde sıcacık yataklarında 7.9 şiddetinde saat 02.00’de yakalamıştır. Erbaa ve Niksar kazalarında tahribat büyük olmuştur. 1939 Depremini yaşayanların ağzından dinleyelim:

Naciye Köse şu şekilde ifade ediyor:

İlk zelzele olduğu zaman evdeki dolap üzerime yıkıldı. Öldü zannetmişler bırakmışlar. Sonradan beni yaralı olarak çıkarmışlar. Biz Sucuklu Mahallesinde oturuyorduk

İhsan Cömert:

“1939 depreminde 5 yaşındaydım. Evimiz değirmenin yanındaydı. Bir yarın kenarındaydı. Arkadan tek katlı önden iki katlıydı. Deprem gece yarısı oldu. Babam ve değirmenci kaçmışlar. Ben evde kalmışım. Ev yardan biraz ayrılmıştı. Babam atlayarak beni evden aldı.” Şeklinde ifade etmiştir.

 1939 depremini yaşadığında 10 yaşında olduğunu söyleyen 1929 doğumlu Türkel Mahar olayı şu şekilde anlatıyor:

    “1939 depreminde kardeşimi kaybettim. Üzerine hezen (büyük kalas) düştü, yanımda öldü. Amcam ayakkabıcıydı. Evde tabakhanede işçi olarak çalışanlar vardı. Yedi yaşında olan kardeşimi oynatıyorlardı. Soba yanıyordu, ayrıca mangal da vardı. Tereklerde su dolu kazanlar vardı. Güğümlerde mangalın üzerindeydi. Herkes yatmaya gitti. Annem duvarın dibine yer yatağı serdi. Annemle kız kardeşim bir tarafa ben de ayak uçlarına yattım. Uyuduk. Uyurken bir gürültü duydum. Yorganı çekince bir aydınlık gördüm. Korktum yorganı geri çektim. Ben büyüklerin anlattığı karagura geldi diye düşündüm. Çocukluk. Karagura üstüme oturdu zannettim. Annemin ayağını gıdakladım ama bir hareket yoktu. Arada sallantı devam ediyor. Karagura arabayla geldi diye düşünüyorum. Bir süre sonra dışarıdan sesler gelmeye başladı. Sesler komşularmış. Üstümüzü açtılar. Annem ölü gibi yatıyordu. Beni ve kız kardeşimi de çıkardılar. Kız kardeşim ölmüştü. Yorganın altında galiba boğulmuştu. Hiç yarası yokmuş. Yorgana sarılı kız kardeşimin cesedini yorgana sarılı olarak duvarın kenarına koydular. Diğer tarafa da ananemi koydular. Annemin kafası ve kalçası kırıktı. Amcamın da kafatası yarılmıştı. Ben dokuz gün ayağıma basamadım. Annemi Samsun’a götürdüler. Samsun’da altı ay kaldı. Orada iken şarbon hastalığına yakalandı. Ölecek düşüncesi ile beni görmeye Samsun’a götürdüler. Annem hastalıktan kurtuldu ve Erbaa’ya döndü.

    Depremden sonra kendi imkânlarımızla barakalar yaptık ve oralarda kaldık. Bu barakalar 5-6 yıl kaldı. İkinci(1942) depremden de bu barakalardaydık. İkinci depremden sonra da yukarıya taşındık.

Depremden sonra İsmet İnönü geldi. Hükümet Konağı önünde konuşma yaptı. İlk depremden sonra mı yoksa ikincisinden sonra mı, hatırlamıyorum.”

   1939 depremini yaşadığında 12 yaşında olduğunu söyleyen 1927 doğumlu İsmet Çakmak  olayı şu şekilde anlatıyor:

   “1939 yılının aralık ayının 27.günü gece yarısı büyük bir gürültü ile deprem oldu. Ev halkı hep birlikte sokağa kaçtık. Elektrik santrali çalışıyordu. Erbaa toz dumana karıştı çığlıklar, bağrışmalar ana baba günü oldu etraf. Işığı gören santralin önünde toplanıyordu. Hava soğuktu sobalar henüz sönmemişti. Yıkılan evlerden yangınlar başladı. Belediyenin küçük bir arazözü vardı. Yollara yıkılan enkazlardan geçebildiği kadar fedakârca çalışarak yangınları söndürmeye çalıştı. İnsanlar hem ezildiler hem yandılar. Eski ırmak yolundaki mezarlığa cenazeleri topluca açılan mezarlığa gömüldüler. Halk Kızılay çadırlarında, enkazlardan yaptıkları barakalarda yaşamaya çalıştılar.”

       1932 Erbaa Zilfor köyü doğumlu Bektaş Altındaş, 1939 depremini şu şekilde anlatıyor:

       Ben o zamanlar 6 yaşındaydım. Mevsimlerden sonbahardı. Gece saat 01.00 sıralarında gerçekleşti. Çok korkmuştum. Ben ve iki kız kardeşim enkaz altında kalmıştık. Ne yapacağımızı bilemedim sadece çığlık seslerini duyabiliyordum. Sonra babam gelip bizi kurtardı. Dışarısı ana-baba günü gibiydi. O depremde amcamın hanımı ölmüştü. Hayvanlarımızın bir çoğu da ölmüştü.3 evden kedi bile kurtulmamıştı. Sadece 3 ev yıkılmadı gerisi yıkılmıştı. O depremde 60 kişi ölmüştü. Erbaa ile irtibatımız kesilmişti. Irmaktaki ağaç köprü bile yıkılmıştı. Hiç kimse bize yardım etmemişti. O zamanlar Erbaa’nın belediye başkanı Alişan Diktaş’tı. Köyümüze fazla bir yardımda bulunmamıştı. Sonra nahiyeye göç ettik, bu zaman ki karayaka kasabasına, çünkü orası yıkılmamıştı. Orada bir süre yaşamımıza devam ettik ve sonra tekrar köyümüze göç ettik.1942 de köyümüze geldiğimiz de evimizin enkazları, ağaçları ve eşyalarımız çalınmıştı. Tam kendimizi toplar gibi olmuştuk, fakat yeniden deprem olmuştu. Belediye o zaman köylüye öküz ve inek yardımında bulunmuş. Köylüler tam rahat ettik derken 1943 depremiyle yeniden yıkılmışlardı. Bu sefer kızılay hepimize yardım paketleri dağıtmaya başladı. Sonradan geçimimizi sağlamak için tütün ve buğday yetiştirerek ekonomik sorunlarımızdan kurtulduk ve bugünlere kadar geldik.

   10-B sınıfından Gizem Hatipoğlu, 1939-1942 yılındaki büyük depremleri babasının  halası olan Seher Hatipoğlu’ndan şöyle aktarıyor:

-1939 yılındaki deprem kış aylarında olmuştu. Eski Erbaa yerleşim alanında bulunan evimiz de annem babam ve 3 kardeşimle yaşıyorduk. Evimiz ahşaptan yapılmaydı. Deprem sırasında ben 16 yaşındaydım. Deprem gece 01.45 sıralarında ve aralık ayında olmuştu. Dondurucu bir soğuk vardı. Bu yüzden soba yakılıyordu. Evler ahşap ağırlıklı olduğundan ve soba yakıldığından deprem anında çıkan yangından enkaz altında kalanların çoğu yanarak feci şekilde can verdi. Kardeşlerim annem ve ben deprem anında evimizdeydik. Deprem olduktan sonra yangın çıkmadan depremden sağ çıkan komşularımız enkazdan bizi kurtardı. Fakat hemen yan tarafımızda oturan amcam ve çocukları deprem sırasında yangın çıkmasından dolayı yanarak öldüler. Babam ise bugün ki Kızılçubuk köyü yakınlarında ki çiftliğimizdeydi. Çiftlik yanarak kül oldu. Babam da civar köylerden yardım gelene kadar yangın çıkması sonucu yanarak can verdi. Ben ve kardeşlerim haberi aldığımızda abim Halit Hatipoğlu ve Ahmet Hatipoğlu koşarak çiftlik evine gidiyorlar ve babamı yerde cansız halde görünce abim Halit babamın ayakları üşümüş sarılayım da ısıtayım diyor. Yaşı küçük olduğu için öldüğünü anlamıyor. Bu da bize acı bir anı olarak büyüklerimiz tarafından anlatılıyor. Daha sonra biz babasız zor şartlar geçiriyoruz annem bizi hep bir arada tutuyor. O  dönem kıtlık dönemi olduğu için geçimde zorlanıyoruz. Fakat annem sayesinde acılarımız hafifliyor. Evimizi tamir edip yeniden yerleşiyoruz. Derken 2. Büyük depremi yaşıyoruz.1942 depremi gündüz vakitlerinde yaşanıyor. Yine fazlasıyla can ve mal kaybı yaşanıyor. Bizim ailemizde can kaybı yaşanmıyor fakat evimiz yeniden yıkılıyor. Bu depremlerden sonra Erbaa yerleşim yeri değişiyor. Erbaa şimdiki yerleşim alanına yerleşiyor. Biz de yeni yerleşim yerinden arsa alıp evimizi kuruyoruz ve burada yaşamaya başlıyoruz. Yaşadığımız bu büyük depremleri büyük halamız Seher Hatipoğlu’ndan dinledim. O dönemde ki acılarını anlattı. Bu depremlerden sonra Erbaa ‘ ya İsmet İnönü geliyor ve halkı ziyaret ediyor.

 

1932 doğumlu emekli edebiyat öğretmeni Hayri Doğan 1939 depremini şöyle anlatıyor:

  Ben 1939 Erbaa Depremini yaşadım. O zaman 7 yaşındaydım. İki katlı ahşap evde oturuyorduk. Amcam ve halamla biz aynı evde kalıyorduk. Evimizin yanında büyük bir dut ağacı vardı. Evimizin ortasında bir salon vardı ve ev karşılıklı ikişer oda olmak üzere dört odadan oluşuyordu. Bir tarafta biz diğer tarafta amcamlarla halamlar kalıyordu. Depremi ilk hissedenler annem, babam, halam ve abim olmuştu. Annem, babam ve abim damdan kaçarlarken halam nereye kaçıyorsunuz demiş. Bizi kurtarmak için geri dönmüş. Babam, annem ve abim damdan atlarken o eve geri geliyor bizi kucaklıyor, bizi kaçıracak sonra beni kucakladı. Deprem devam etti ise salladığı için beni kucağında tutamadı düşürdü. Fadime halam da sallanıyordu. Bu sefer benden daha küçük olan kız kardeşim Gülşen vardı. Ona sarıldı. Ben düştüğüm yerden kalktım. Kapıyı açtım, salona çıktım, iki üç adım yürüdüm, ev çöktü. O salonun üstünde kangal halinde tütünümüz vardı. O tütünler benim boynumdan geçti. Kırılmış tütün ağzımı, burnumu kapatmış ve burnumun içine girmişti. Halam kaçamamış odada kalmış. Odada aksine babam hastaydı. Sırtını ısıtmak ve terlemek için sobayı yaktırmıştı bildiğimiz teneke soba. Sobada kıpkırmızı olmuştu böyle. Yan taraftaki terek halamın üstüne yıkılıyor o kızgın soba halamın beynine geliyor. Üzerlerine terek yıkıldığı için onlar orda bende onlardan 3-4 metre uzakta salondaydım. Yer kıpırdadıkça tütün kangallarından kafam kurtuldu. Kiremitlere değdi o kiremitlere tutunan çaplamalar vardı. Kafam iki çaplamanın arasından dışarı çıktı. İki çaplama sağ ve sol omuzuma çöktü o çöktükçe beni yere doğru bastırdı ama kafam dışarı çıktı ve yıldızları görüyordum. Köyün üstündeki binaların yıkılmasından dolayı oluşan toz bulutlarını görüyordum. O sırada annem ve babam evin yıkıntıları üzerinde dolaşıyorlar. Şaşırmışlar ve bizi arıyorlar. Benim korkudan dilim tutuldu. Konuşamıyorum.’’Baba’’ diye bağırmak istiyorum ama bağıramıyorum. Nasılsa o karanlıkta babam benim kulağıma bastı. Kulağıma basınca bir şok geçirdim ben, dilim çözüldü ‘’ baba ben buradayım’’ dedim. Onun üzerine babam elleriyle omzumdaki tahtaları parçaladı ve beni çıkardı. Şu kavlağan ağacından (yan taraftaki ağacı göstererek) daha büyük bir dut ağacı vardı bahçede beni o dut ağacının dibine götürdü. Tekrar yıkıntıların üzerine geldi bu sefer o soba evi yakmaya başlamış amcamın evindeki 8 kişi kapı kilitlendiği için çıkamamış. Salona da çıkamamışlar. Cevdet isimli benim en küçük kardeşim beşikte bağlı ve enkazın en altında. Halam ve kız kardeşim var o enkazın altında. Evde yanmaya başlayınca demek ki evimizin yanından bir dere akıyordu o kargaşalıkta babam ve annemin ayaklarına bir kazan takılıyor öyle bir kazan ellerine geçiyor. O dereden su alıp yüzlerce defa dumanın çıktığı yere döktüler ve içerideki ateşi söndürdüler. Böylece depremin altında kalan 11-12 nüfus enkazın altında yanarak ölmekten kurtuldu. Sonra karşıdaki ev yan yatmış yıkılmak üzere o köyde köyün imamı oturuyor o eve gitmişler kazma ve kürek almışlar balta almışlar orada nereden ses ve çığlık geliyorsa oraları eşmişler. Çaplamaları balta ile keserek ve vurarak halamı kurtardılar. Halam yarı canlı yüzünün sağ tarafının tamamı yanmış. Bir yıl Samsunda tedavi gördü ama 5 yaşındaki küçük kardeşim Gülşen’in beynine gelmiş olan soba yüzünden beyni yanmış ve ölmüş. Birde 1 yaşında beşikte sarılı kardeşimi aradılar, taradılar, bulamadılar. Bu sefer amcamları çıkarmaya başladılar. Amcamı ve karısını çıkardılar karısı ölmüş. Amcamın 17 yaşında bir kızı vardı o ölmüş amcamın 5 yaşında bir oğlu vardı o da ölmüş. Amcamın 20 yaşında bir kızı vardı ve Şükrü isminde bir oğlu vardı onları sağ olarak çıkarabildiler, bizim evden dört cenaze çıktı. O zaman bizim köyün nüfusu 300 kişiydi 300 kişiden 105 kişinin cenazesini yıkamadan götürdüler. Mezarlığı öküzlerle sürdüler bir hendek şeklinde küreklerle üstünü eştiler. Üst üste yan yana o hendeğin içerisine gömdüler. Kazmasını küreğini alan komşu köylüler yardımımıza yetişti. Bizim evin bütün enkazını eştiler yataklarımızı, mutfak eşyalarımızı çıkardılar. Bütün parçaları tahtaları bahçeye ayırdılar. O kadar aramaya rağmen küçük kardeşim yok. Komşu köylerden gelen insanlarla birlikte hepimiz o büyük dut ağacının dibinde kalıyoruz. Öğleye doğru dut ağacının tepesinden bir bebek ağlaması geldi çocuğun ağlaması nerden geliyor diye sağa sola baktılar. Dediler ki ağaçtan geliyor abim ve amcamın oğlu ağaca çıktılar. Bebek ağaçta beşiğe sarılmış vaziyette belinden yarı sarkmıştı bebeği çözdüler ve elden ele vererek aşağı indirdiler. Bu depremin bir mucizesi. Köyümüzün hocası bir akıl yürüttü dedi ki; ‘’Bu ağaç deprem anında eğmiştir dalı da o beşiğe takılmıştır doğrulduğu zamanda beşik ağacın tepesinde kalmıştır.’’ Diye yorumladı. Başka komşularımızda dediler ki; ’’Allah melekleri, çocukları korur. Melekler çocuğun beşiğini ağacın tepesine fırlattılar .’’ dediler. Bu tabi dini bir yorum. Bir mucize yaşadık sonra Tokat valisi Erbaa kaymakamı devlet adamları geldi. Bu köyün yeri ova olduğu için tabanı yumuşaktır toprak depreme müsait olduğu için bu köyü buradan kaldıralım dediler. Bu köyü 2 km ötedeki kırlara yerleştirmeyi planladılar. Hükümet ağaç verdi çivi verdi eski evin tahtalarıyla oraya ev yapıldı. Orası kır olduğu için tabanı daha sertti. 1942 de tekrar şiddetli bir deprem oldu o depremde Erbaa tamamen yıkıldı birkaç ev dışında. Bizim köyde o altı sert olan yeni yerde üç ev yıkıldı. Hükümetin bizi oraya taşımadaki haklılığı ortaya çıkmış oldu. Depremi yaşadığım yerin adı Zilfor’du. Günümüzde ise son altı aya kadar Çatılı Köyü olarak geçiyordu. Erbaa’nın Karşıyaka Mahallesidir.

 

 5-1942 Depremi

Erbaa'yı haritadan silen ikinci büyük deprem, 1942 yılında yine soğuk bir kış ayında meydana gelmiştir. Herkes günlük rutin işleriyle uğraşırken Erbaa tarihindeki en büyük depremiyle karşı karşıya gelmiş, ortalığı bir anda tüyleri diken diken eden canhıraş çığlıklar kaplamıştır. Merkez üssü Erbaa, Niksar hattı olduğundan 1939'daki depremden daha fazla can ve mal kaybına sebep olmuş, Erbaa adeta haritadan silinmiştir. Şehirde büyük hamam ile bir kaç ahşap yapı ancak ayakta kalabilmeyi başarmıştır. Nahiyesi 27, merkez kasaba 308 ölü olmak üzere toplam 534 kurban vermiştir. 2295 ev yıkılmış, ayrıca 4 otel, 4 fırın, 127 dükkan, 8 kahvehane, 13 depo ve bir mezbahane ile Belediye binası yerle bir olmuştur. 1942 depreminde 16 yangın hadisesi olmuş, tutuşan evlerin hemen hemen tamamı yanarak yok olmuştur. Şimdi olayın tanıklarından dinleyelim:

 

   Olayı yaşayanlardan Naciye Köse şu şekilde anlatıyor:

   En çok yıkılan ev sucukludaydı. Bahçeye barakalar kuruldu. Dişçi Necmi ve Topal Doktor barakalar kurdular. Topal Doktor Balkan Savaşı’nda ayaklarını kaybetmişti. Takma bacakları vardı. Çuvallarla ekmek geldi. Her yerden yardım geldi. İngiliz çayı geldi. Toz şeker bilmezdik, toz şeker geldi. Biz kesme şeker kullanırdık. Göz açıklar daha fazla aldılar. Arkadaşlarım ilkokul ikinci sınıftaydı. Ben okula gitmedim.

 

1920 doğumlu Şahabetttin Ateş olayı şu şekilde anlatıyor:

 1939 yılındaki depremde evimiz yıkılmadı. İkincisinde ben evde yoktum. 1942 yılında zelzele oldu. Birincisinde yıkılmayanlar ikincide yıkıldılar. Komşularımız evlerinde öldüler. Tamir ettirdiler, evlerine göçtüler. Demek ki ikincisi daha şiddetliymiş. Bir sene sonra 1943’te de bir daha oldu. Hiç ev yoktu ki o da yıkıldı. On dakika içerisinde büyük bir gürültü ile yıkıldı. Ondan sonra karar verdiler. Artık buranın tadı tuzu kalmadı diye. Toprak gevşek. Yukarıyı keşfetmişler, oraya karar veriyorlar. 1944 yılında temel atılıyor. Dördüncü ayın on beşinde saat dörtte temel atıldı. Bir katlı bir kaymakamlık binası yapıldı, Eksel yolunda. Daha sonra da belediye binası yapıldı. Daha sonra da hükümet binası yapıldı. Göçtükten iki yıl sonra hükümet binası yapıldı. Hem adliye, askerlik şubesi oldu. Hepsi yetti. 1100 haneydi göçenler. Göçmeyen 20 hane civarında kalmış. Fakirlere barakalar yaptılar. Taş verdiler, ağaç verdiler. Kendi enkazlarını da götürdüler. Bir ay içerisinde dört oda bir salon yapıldı. Bazıları tamamlamadan göç ettiler. 4-5 sene barakalarda geçtiler. 9 sene Erbaa nereye gideceğini bilemedi.”

 

Olayı yaşayanlardan Salih Cer olayı şu şekilde anlatıyor:

“1942’de Erbaa’daydım. Kurban Bayramı’nın ikinci günü oldu. Aşağı kasabadaydık. Zelzele başlayınca kaçtık. Çarşı içerisine kaçtık. Binalar yıkıldı. Babam, annem kalmış. Babam ve annemi sağ çıkardık. İki katlı binanın altında kalmışlardı.  Depremden sonra devlet kereste, çivi,çimento, kireç, cam,usta parası yardımında bulundu. Keresteler Koyulhisar’dan Kelkit ırmağı ile gönderildi. Hızar atölyesi ırmak kenarına kuruldu. Kızılay heyet kurdu. Çadırlar dağıtıldı. Kışı çadırlarda geçirdik. Hükümetin arkasında barakalar yapıldı. Bir süre sonra yıkıldılar.” Diye ifade etmiştir.

Olayı yaşayanlardan İhsan Cömert olayı şu şekilde anlatıyor:

“1942 depremi Kurban Bayramının 2. Günü oldu. İkindi, akşam arası oldu. Annem beni halamlara minbar almak için göndermişti. “Akşam olmadan eve gel” diye tembihledi. Halamlara gittiğimde halamın kızları çamaşır yıkıyorlardı. Ben de sobanın başında durup sobaya talaş atıyordum. O sırada deprem oldu. Hemen dışarı kaçtım. Ayakkabımın olmadığını görünce yeniden eve girdim, o sırada ev çöktü. Ben altında kaldım.Odanın kapısı üstümü kapattı. Zor nefes alıyordum. Çığlıklarını duyunca babam (küçük bir kazması vardı) kazmayla toprağı aça aça yanıma geldi. Bana “gel dedi”. Ben de bacağımın üzerinde kalas olduğunu söyledim. O sırada yan evde yangın çıktığı için annemde babama çık oradan diye bağırıyordu. Sonra çıkardılar. Halam o binada öldü.” Diye ifade etmiştir.

 1942 Erbaa depremini yaşayan Erbaa’nın Tepekışla Köyünde şu anda ikamet etmekte olan Nuriye Baş deprem hakkında bildiklerini şöyle dile getirmiştir:

“1934 Tepekışla Köyü doğumluyum. Ninemin kucağındaydım. Ninem beni tuttu dışarı çıktı. Deprem Ağcaalan köyünde olmamış köyümüzün erkekleri o zaman telefon, elektrik olmadığı için köyün tepesinden bağırdılar o köye kazma kürek getirin, yardım  edin diye. Onlar da yardım ettiler sağ olsunlar. Devlet de yardım etti teneke teneke peynirler, sucuklar, ballar, elbiseler, ayakkabılar her şeyimizi gönderdiler.”

1942 depremini yaşayan 1929 doğumlu Türkel Mahar olayı şu şekilde anlatıyor:

“İkinci depremde barakadaydık. Barakadan çıkarken barakanın önüne yengem turşu suyu dökmüş o da buz tutmuş ona basıp düştüm. Bana gel diyorlar. Ben de üstümdeki hezeni alın geleyim diyorum, ilk depremin etkisiyle. Halbuki hezen falan yok. Amcam elimden tuttu ayağa kaldırdı.

Bu depremde kayınpederim kahvehane de ölmüş. Kayınvalidemin beli kırılmış. Samsun’da hastanede yatmış. Okul bahçesine barakalar yapıldı. Orada kalındı. O zamanlar bir çok ev iki ya da üç katlıydı. Ahşaptan iki, üç katlı evler vardı. Evlerin bir kısmı yangında yandı. Kış mevsimi olduğu için. Bazıları yangınlarda öldü. Depremden sonra ev yapmak için ağaç yardımında bulundular. “

 

1930 doğumlu Rabia Erekli 1942 depremini şu şekilde anlatıyor:

Sanırım Kurban Bayramından 3 gün sonraydı. Güneş bir minare boyu vardı ben evden çıktım ve teyzemlere gidiyordum. Teyzem çocuğunu dışarı çıkartmamı söyledi. Çocuğu aldım bizim eve götürüyordum. Eve giderken birdenbire yer sallanmaya başladı. Her taraf toz duman oldu teyzemin çocuğu da sırtımdaydı. Deprem olmasına rağmen onu bırakmadım. Yanımızda bir su akıyordu. Deprem sırasında suyun içinde kaldık ve çocuk hala sırtımdaydı. Öleceğimi zannettim. Allah tarafından güneş geldi toz duman gitti ve etraf  aydınlandı. Bir de deprem sırasında suyun içindeyken bir tane ağaç üzerime doğru gelmişti. Sudan çıktık her tarafımız ıslaktı. Eve geldiğimde ahırın ve samanlığın yıkılmış olduğunu gördüm. Ahırda ki inek bağırıyordu. Ahırın kapısı annemin üstüne düşmüştü. Annem kapının altında can verdi. Ben deprem sırasında Tepekışla’daydım. Bütün evler yıkılmıştı. Ölenleri tahta merdivenlere koyup üstleriyle gömüyorlardı. Herkes meydanda kalmıştı. Devlet yardım çadırları gönderdi. Orada bir süre idare ettik.

  

ERBAA’DA DEPREM VE SONUÇLARI

Merkezi

Şiddet

Ölü

Yaralı

Yıkılan Ev

 

Erzican

7,9

921

585

2276

 

Niksar-Erbaa

6,9

534

629

2295

 

   9-A sınıfından Melike Arslan dedesi Dursun Arslan’nın ağzından 1942 depremini aktarıyor:

Dedem Dursun Arslan 2 mart 1933 yılında Türk Fındıcak köyünde doğmuş. Annesinin adı  Fevziye, babasının adı ise Ahmet’tir. Dedemler altı kardeşlermiş. Dedemler geçimlerini tarım ve hayvancılık ile sağlamışlar. Dedem küçüklüğünü keçileri otlatmak ile geçirmiş. Benim dedem 1939 ve 1942 depremlerini görmüş. Ama sadece 1942 depremini hatırlıyor. 1942 depremi zamanında dedem 10 yaşındaymış. Depremin olacağı gün dedem yine keçileri otlatmış akşamüstü eve dönerken hafif bir sarsıntı hissetmiş. Eve dönmüş gece yarısı şiddetli bir sarsıntı ile uyanmışlar. Köydeki herkes evlerinden dışarı çıkmış. O geceyi herkes evinin önünde ateş yakarak geçirmiş. Ertesi gün dedem keçileri otlatmaya götürmüş.  Akşamüstü dedem eve doğru giderken şiddetli bir sarsıntı daha olmuş. Ama bu sarsıntı gece olan sarsıntıdan daha şiddetliymiş. Sarsıntı sırasında dedemin yanından taşlar yuvarlanmış. Ağaçlar yıkılmış. Köydeki bazı evler depremden dolayı hasar görmüş bazıları ise yıkılmış. Ama dedemlerin evi yıkılmamış ve dedemler yine orada yaşamaya devam etmişler. Deprem sırasında ise, eski şehir, şimdiki adıyla erek mahallesi, Zilfor, şimdiki adıyla karşı mahalle olan yerlerdeki evler ise tamamen yıkılmış. Yer yer sular çıkmış bu yüzdende bazı evler sular altında kalmış. Depremde evleri yıkılanlar şimdiki yaşadığımız yerlere evler yapmışlar ve burada yaşamışlar. Dedem ise evlenene kadar köyde evlendikten sonra Erbaa’ da yaşamış. Evlendikten sonra dedemin 7 tane çocuğu olmuş. Erbaa’ya taşındıktan sonra bir süre çaycılık yaparak geçimini sağlamış. Çaycılık yaptıktan sonra 54 yaşında petrolde bekçilik yapamaya başlamış. 65 yaşında emekli olunca çalışmayı bırakmış. Şimdi ise 81 yaşında ve emekli geri kalan ömrünü ibadet ederek geçiriyor.

1925 doğumlu Ahmet Bulut 1942 ve 1943 yılında olan depremlerde 7-8 bina kalmak suretiyle tamamen yıkım olduğunu, okul bahçeleri ve boş arsalarda barındıklarını, Hakimoğullarına ait iki katlı tütün deposunun üst katına ofis tarafına buğday konulmuş olduğunu, üst kat yıkıldığı halde alt katının sağlam kaldığını ve burada yüzlerce ailenin barındığını, binalar yanında yollar ve arazilerde yarılmalar olduğunu, hatta yarıklara isabet eden ağaçların ikiye ayrıldığı ifade etmiştir.

    1942 deki yıkıcı depremden sonra eski kasabanın yerinin “fay” hattı üzerinde bulunduğu ve zemininin çürük olduğu jeolojik ve tektonik araştırmalarla sabit olduğundan, 15.04.1944 tarihinde fiilen eski kasabanın güneyindeki bugün Erbaa’nın yeri olan “arduçluk” mevkiine taşınmıştır.

     Kurulan yeni Erbaa’da 1946 da sadece bir un fabrikası ile Kızılay'ın bir hızar atölyesi bulunmakta idi. Çünkü halk o yıllarda bir yandan 2. Dünya savaşının getirdiği sıkıntıları atlatmaya çalışırken, bir yandan da arka arkaya bir kaç kez meydana gelen deprem felaketlerini göğüslemek zorunda kalmıştır.

 6-Kore Savaşı

  1945 Temmuzunda ki Potsdam Konferansı’nda da Sovyet Rusya Uzak Doğu Savaşına katılmaya karar verince, askeri harekat bakımından Kore toprakları 38. enlem çizgisi ile ikiye ayrıldı ve bu çizginin kuzeyi Sovyet, güneyi de Amerikan askeri harekat sahası olarak kabul edildi. Sovyetlere göre Amerika’yı Asya kıtasından atmak zamanı gelmişti. Hem bu yapıldığı taktirde, Amerika’nın Japonya’dan da atılması kolaylaşabilirdi.

   İşte bu sebeplerden dolayı, Moskova’nın talimatı ile Kuzey Kore kuvvetleri 25 Haziran 1950 sabahından itibaren Güney Kore’ye karşı saldırıya geçti.

Kore’de akan Türk kanı ve Türk kahramanlığı, Türkiye’nin 1951 yılında NATO’ya alınmasında çok mühim bir rol oynamıştır.

    Sovyet lideri Stalin’in 1953 Martında ölmesi ve içerideki iktidar mücadelesi dolayısıyla, Sovyet Rusya mütarekeye razı oldu ve mütareke anlaşması 27 Temmuz 1953 de Panmunjom’da imzalandı. Gerek mütareke görüşmelerine, gerek mütarekenin imzasına “gönüllüler” adına Çin Halk Cumhuriyeti de katılmıştır.

 Panmunjom mütarekesi ile Kuzey ve Güney Kore arasında sınır yine 38. enlem çizgisi oluyordu. Değişen bir şey yoktu. Fakat Sovyetler de Amerika’yı Kore’den çıkaramayacaklarını anlamışlardı.

11-D sınıfından Davut Furkan Şahin ve Fatma Çelen’in Kore Gazisi Akgül Kalp ile röportajları

Röportaj yaptığımız kişi Akgül Kalp, 1931 yılında doğmuş, 1953 Kore Savaşı’nda Güney Kore tarafında savaşmıştır. Şu anda Tokat’ın Erbaa ilçesinin Tanoba kasabasında yaşamaktadır.

-Güney Kore’ye nasıl gittiniz?

Akgül Kalp 1950 de NATO’ ya girdik Kore askeri ikiye bölündü. Kuzey Kore ve Güney Kore. Biz Güney Kore de Amerika ile beraber savaştık. Allahlılar ile Allahsızlar savaşmaya başladılar. Çinliler Allahsızlara katılıp diğerlerine saldırdılar. Türkiye’den Kore’ye sulh için 5500 asker gönderilecekti. Ben bu sırada askerlik yaşım geldiği için Kütahya’ da askerlik yapıyordum. İki kişi seçilecekti. Ben ve bir arkadaşım seçildik. Bizi Kore’ye gemi ile götürdüler. Sadece Türklerle değil gavurlarla birlikte gittik. Sonuçta sulh için gidiliyordu. Her milletten asker vardı. Bir ay gibi bir sürede vardık. Akdeniz’den yola çıktık oradan Kızıldeniz’e oradan da Hint Okyanusuna vardık ve toplam bir ay süreden sonra Güney Kore’ye ulaştık.

-Bize savaşta yaşadığınız olaylardan bahsedebilir misiniz?

Çocuklar yaşım 83 çok fazla bir şey hatırlamıyorum ama hatırladığım kadarını anlatabilirim. Bir gün Allahsızlar bizim telgraf tellerini kopartmışlar. Celal Dora bizim alaydan birine ‘’Git telgraf tellerini yap’’ dedi. O da ‘’Yok ben gidemem’’ dedi. Celal Dora o zaman beni yolladı. Ben gittim telgraf tellerini düzelttim. Tam bu sırada on iki tane gavur askeri elinde silahla bana doğru geliyordu silahımı bıraktım ellerimi havaya kaldırıp bağırmaya başladım onlarda silahlarını bırakıp teslim oldular.

-Geri dönemeyeceğinizi düşündünüz mü?

Tabi. Ama yemeğimiz geliyordu. Erzak getiriyorlardı. Pirinç yiyorduk çoğunlukla çok vardı hani orada. Etler geliyordu domuz etleri de geliyordu. Üzerlerinde ‘’for’’ yazıyordu gavurlara veriyorduk, yiyorlardı bi güzel, seviyorlardı tabi. Bizde diğer etleri yiyorduk. Geçiniyorduk öyle.

-Geri döndüğünüzde oradaki arkadaşlarınızdan görüştükleriniz var mı?

Evyaba’ da Mehmet Çakmaz adında bir arkadaşım vardı ama bizim gibi savaşta değildi. Bulaşıkçıydı. Biz madalya alınca gelmiş bana ‘’Bana niye madalya vermediler’’ diyor. Ben de gerinerek ‘’ Sen bizim gibi kahramanlık yaptın mı?’’ dediydim. Bulaşıkçıya niye madalya versinler değil mi?

-Teşekkür ederiz.

Önemli değil çocuklar. Allah sizlere uzun ömür versin. Benim 29 tane torunum var. Ama gördüğünüz gibi yine yalnızız. Bu vatana sahip çıkın ‘’Anasız olur ama vatansız olmaz.’’ 

 11-D sınıfından Esmanur Kale ve Ebru Özcan’ın Kore Gazisi Akgül Kalp ile röportajı

Savaşa başlamadan önce hükümet NATO’ya mı girelim yoksa savaşalım mı diye tartışma yaşadı. Sonunda hükümetten NATO’ya girme kararı çıktı. NATO’ya girince Amerika’nın emrine girdik. Onların katıldığı savaşa ya bizde katılacak ya da asker gönderecektik. Ya da para yardımı yapacaktık. Onlar Kore Savaşı’na katıldılar. Mecburen bizden de asker gitti. Biz 5500 kişiydik. En küçükleri bendim. Eğer nüfus müdürlüğünde yangın çıkmıştı. O zaman herkes yeniden kayıt olmuştu. Babamda beni büyük yazdırdı. Askere erken gideyim diye. Ben küçük olduğumdan sonradan cepheye alındım. Biz haberleşmeyelim diye düşman birlikleri telgraf tellerini kesmişler. Bende bu telleri bağlamaya gittim. Telleri bağladım işim bitti. Tam bu sırada on tane düşman askeri geldi. Ben tekim onlar ise on kişiler. Bunu generale bildirdim. O ‘’Tüfeğini bırak ki seni öldürmesinler biz hemen geliyoruz.’’ Dedi. Bende generalin dediği gibi yaptım. Onlar benim yanıma kadar gelince bende onların dilinde konuştum. Onlar beni birliklerinden sandılar bende onları aldım generalin geleceği yola doğru götürmeye başladım. Biz yolda generalle karşılaşınca anladılar Türk olduğumu ama iş işten geçmişti. Biz onları esir aldık. Bu davranışım için bana iki tane cesaret madalyası verdiler. Bizim başımızda Tahsin Yazıcı vardı. O, ateş emri verdi biz tam yedi ateş arasına girdik. Bizimle Alman generali de savaşa girecekti ama girmedi. Biz bu denli cesur davranınca  düşman askerleri bizden korktular. Hatta bu Türk askerlerini kimse yenemez çok cesurlar dedi. Cesurduk ama Almanlar bize katılmadıkları için azlıktaydık. Düşman kuvvetleri de korkmuştu ama sonradan toparlandılar. Bizim de tek çaremiz kaldı, geri çekilmek… İşte geri çekilirken çok zayiat verdik. Tahsin Yazıcı, Alman generalinin bu yaptığından dolayı çok öfkelendi. Cepheye geldiğimizde doğru onun çadırına girdi. Tartıştılar o generali öldürdü. Biz Güney Kore’ye gidince bize yemek verdiler. Yemekte dondurma, pirinç, ekmek ve domuz eti vardı. Biz Müslüman olduğumuz için domuz etini yemiyorduk. Bizim etleri de Almanlar alıyorlardı. Biz de yemeğimizi cephede kendimiz yapıyorduk. Biz artan ekmekleri tellerin arkasına atıyorduk. Bizim böyle yaptığımızı gören Alman generali bize kızdı. ‘’ Ya ekmekleri gömün ya da gidin dağda dağıtın. ‘’ dedi. İşte onlar böyle zengin oluyorlar. Tasarruf  yaparak ziyan etmeyerek. Benim babam Yemen de savaşmış. Orada 10 sene askerlik yapmış. Askerlik sürelerinden konuşurken ben çok askerlik yaptım demiş. Arkadaşları, ‘’Sen daha dur, burada 30 yıllık askerler var .’’ demiş. Yemen den sonra Balıkesir’e gelmişler, oradan babam firar etmiş. Köye 1 ayda yürüyerek gelmiş. Geldiğinde hep civar köyler ve kasabalar işgal altındaymış. Babamın söylediğine göre buraları temizleyen Atatürk’müş. O yüzden ona sevgim ve saygım sonsuz. Babam gelince buralara hep kaçak dolmuş onları yani kaçakları köy meydanında toplamışlar, 5 yıldan az askerlik yapıp kaçanlar asılmış.10 kişi bu şekilde asılmış. Babam12 yıl yapınca onu bırakmışlar. Amcam da istiklal savaşında şehit olmuş.

 11-D sınıfından Onur Taşova’nın Kore Gazisi Ali Deniz ile yaptığı röportaj

-Kendinizi tanıtır mısınız?

-Adım Ali Deniz. 1927 doğumluyum.

-Askerlikten önceki mesleğiniz nedir?

-Çiftçilik

-Savaşa gitmeden önce evli miydiniz?

-Evli değildim.

-Kore’ye gitme kararını nasıl aldınız?

-İzmit Kandıra’ da askerlik yapıyordum. Alaylara Kore’ye gönderilecek askerlerin seçimi olacağı haberi geldi. Bölükleri topladılar. Kura ile her bölükten 5-6 asker seçtiler. Seçildikten sonra kollarımıza ayırmak için ay yıldız takıldı. İzmit’ te bir ay izinli sayıldık. Sonra Ankara’ya gittik. Orada bir ay kaldık. Yaklaşık iki bin kişi toplandık. Sonra Amerikan gemisiyle Kore’ye gitmek için İskenderun’ a havale ettiler. Sabah kalktık kurşun rengi bir gemi geldi. 200 asker kaçmıştı. Bindik gemiye gittik, Süveyş Kanalı’na geldik, Suveyş Kanalı’nda 13 gün yol aldık. Okyanus, Çin Denizi, Kızıldeniz… 28 günde Kore’ye geldik. Sene 1950 gemiden sonra üç saat tren yolculuğu yaptık. Kampa geldik. Başımızda general Tahsin Yazıcı vardı. Çember içine alındık. Generalimiz teslim olmamızı söyledi. Kendisi tankla çemberi yardı. Subaylarımız biz zaten öldük devam edelim dediler. Ölen öldü kalan kaldı. Subayımız bizi Rusya’ya bildirmiş. Türk askerini esir aldık. Ölüsünü  mü dirisini mi teslim edelim demişler. Rusya’nın cevabı benim bildiğim Türk askerinin ölüsünü de dirisinide getiremezsiniz demiş. Tahsin Yazıcı ağlamış ‘’Ben askerimi kaybettim nasıl dönerim’’ diye.

- Teslim oldunuz mu?

-Teslim olmadık. Çemberi yardık çıktık. Askerlik sınıfınız neydi?

- Piyade

- Savaştığınız yerin adını hatırlıyor musunuz ?

- Kumkale sonra cephaneliğe ayrıldım. Cepheye silah sevkiyatından sorumluydyum. 11 ay vazife yaptım.

-Diğer ülkelerin askerleriyle iletişiminiz nasıldı?

-Amerikalılar çok iyi bakıyordu bize. Güney Kore’yi onlar destekliyor.

-Beslenmeniz nasıldı?

-Sabahları şekerli sür, yumurta. Öğlen 12 çeşit yemek veriyorlardı. Yastığımız şeker torbasıydı. Çikolata, sakız verirlerdi. Günde 1 paket sigara ve kibrit verirlerdi.

9-B sınıfı öğrencisi Behiye Aydın’ın Kore Gazisi Ahmet Topçu ile röportajı

Kendinizi tanıtır mısınız?

-Adım Ahmet soyadım Topçu doğum tarihim 1930.

Savaş olmadan önce evli miydiniz?

-Evet evliydim eşim ikinciye hamileydi.

Savaş olmadan önce ne işle uğraşıyordunuz?

-Tarım işleriyle ve hayvancılıkla uğraşıyordum.

Bu savaşının nasıl olduğunu, nerede geçtiğini, ne zorluklarla karşılaştığınızı, nasıl yolculuk ettiğinizi hatırladığınız kadarıyla anlatabilir misiniz?

-Alaylara Kore’ye gönderilecek askerlerin seçimi olacağı haberi geldi. Bizleri topladılar, kura çektik. Herkes bölük bölük kura seçti. Her bölükten 5-6 asker seçtiler daha sonra Ankara’ya gittik orada haftalarca kaldık sonra yaklaşık 1500-2000 kişi toplandık sonra Amerikan gemisiyle Kore’ye gittik. Kore’ye 22 gün içinde bayağı bir yol gittikten sonra ancak varabildik. Sene 1950 Türk Tugayı Etimesgut’tan hareket ettiği 19 eylülden 50 gün sonra cephelere gitmemiz gerekti çünkü bize emir öyle geldi. Türk askerleri kim olduğu, nerede, ne zaman karşısına çıkacağı belli olmayan Korelilere karşı savaşacaklardı.

Savaş dönemlerinde nasıl yiyecek buluyordunuz?

-Beslenmemiz idare ederdi biraz zor oluyordu ama. Türk tugayı il şehidini bu yolculuk sırasında verdi. O arkadaşımızda vardı uçaksavar bataryasının tamponu düşmüş ve Astsubay Mehmet Gül artık şehit olmuştu.

 

7-Kıbrıs Barış Harekâtı

    15 Temmuz 1974 günü Yunanistan'la birleşmeyi savunan EOKA adlı milliyetçi gizli örgüt Kıbrıs Cumhurbaşkanı Makarios'a karşı bir darbe yaparak adada iktidarı ele geçirdi. Yunan askeri cuntası tarafından düzenlendiğine kuşku olmayan bu darbe, Türkiye'de büyük tepki doğurdu. ABD'nin Türkiye'nin adaya bir askeri müdalale yapmasını engellemeye yönelik diplomatik çabalarına karşın, soruna bir çözüm bulunamayacağının belli olması üzerine Türk Ordusu 20 Temmuz'da Kıbrıs'a çıktı. Barış çabalarının sonuç vermemesi üzerine 14 Ağustos'ta ikinci bir askeri harekata girişildi ve adanın yaklaşık %40'ı denetim altına alındı.

 Kıbrıs Gazisi Azim BALCI anlatıyor;

16 Temmuz'da sabah içtimasında komutanımız; ”Arkadaşlar Yunanistan Kıbrıs'a altı yüz tane subayla çıkartma yapmış ve Ada’da karışık bir durum olursa bizim 61. Motorize Alayı ilk olarak hareket edecek" dedi. 17 Temmuz günü sabah saat 10'da emir geldi. Hepimiz mataralarımıza su doldurduk, heyecanlıydık. Derhal arabalarımıza binerek yola çıktık. Kırıkkkale'de sivil hallen arasından zorla geçtik. Bizleri alkışlayıp "Yaşasın Türk Askeri" diyerek bizi uğurladılar. Fakat dedeler, nineler gözyaşlarını tutamayarak ağlamaya başladılar. Ama biz asker olarak bir an önce Kıbrıs'a kavuşmayı istiyorduk.

  Ankara'ya geldik. Sivil halkımız yine yollan sarmışlar ağlayarak bizlere şöyle dediler; "Ne mutlu sizlere Kıbrıs'a din kardeşlerimizi zulümden kurtarmak için gidiyorsunuz. Keşke biz de asker olsaydık. Şu Kıbrıs'a savaşmaya gitseydik". Sekiz yaşındaki bir kardeşimizde arabanın önüne geçerek. "Ne olur beni de Kıbrıs'a götürün." dedi ve hemen ağlamaya başladı. Gece Ankara'da kaldık.

 19 Temmuz günüydü. 28. Tümenimizle ve 800 araçla yola çıktık. Tümenin çıkış kapısında Cumhurbaşkanımız, Başbakan, Genel Kurmay Başkanımız, Ordu komutanlarımız, büyük rütbeli subaylar, bakanlar, milletvekilleri ve sivil halkımız alkışlarla "Ne mutlu sizlere, yaşasın cesur Türk askeri" diyerek bizleri uğurladılar. Tümenden ayrıldık. Ankara halkı yollan sarmış, her taraf insan doludur. Sivilden geçilmez. İllaki "bizleri de götürün" diye bağırıyorlardı Biz de "Size ihtiyacımız yok, biz Yunan ordusuna yeteriz" diye karşılık veriyorduk. Artık Ankara'yı çıktık. Konya yoluna devam ediyoruz. Saat 14:00 de Konya'nın yakın bir köyünde on beş dakika dinlendik. Bir parça ekmek yedik. Artık Türk askeri olarak gözümüzde korku yoktu.

  21 Temmuz 1974 günüydü. Saat 13:00 sıralarında bir köyün karşılarına geldik. Fakat çok susamıştık. Köyden bizi gören yediden yetmişe herkes bize su taşımaya başladı. "Allah razı olsun” deyip çelik gibi olduk. Bir dakika evvel Kıbrıs'a kavuşmayı istiyoruz. Yine yolumuza devam ettik. Konya'ya geldik. Sivil halk yollan kesmişti. Hepsi bütün arabalarımızı yiyeceklerle doldurdular. Arabalarda durmaya yer kalmadı. Her şey bol bol vardı. Konya'dan çıktık yolumuza devam ettik. Konya Karaman'a geldiğimizde herkes ellerinde bayraklarla, davullar çalarak bizi karşıladılar. Herkes heyecanlıydı. "Cesur Türk Askeri" diye bağırıyorlardı. Sivil arabalar arasından zorla geçtik. Silifke'ye geldik ve kenarına yerleştik. Bir gün orada kaldık. Orada komutanlarımız bize "Arkadaşlarım Kıbrıs’ta su çok azdır. Her yerden su içmeyin. Düşman zehirli ilaç atar. Doldurduğunuz bir kiloluk mataralarınızın suyunu en az 15 gün sadece dudaklarınızı ıslatacak kadar kullanın" dediler.

 23 Temmuz günüydü. Emir geldi. Helikopterlere binerek hava yoluyla Kıbrıs'a hareket ettik. Her birimizde 50-60 kilo cephane vardı. 50 kadar helikopter bir seferde bizi götüremedi. İki-üç sefer yaptı. Otuz dakika içerinde Kıbrıs'ın Kırna köyü yakınına indik. Baktık ki savaş devam ediyor. Bizi getiren helikopter yaralıları Türkiye'ye taşıyorlar. Birçok asker arkadaşın elleri, kollan, ayaklan kartlar içinde. Tanınmayacak haldeler. Ben de “topumuzu alalım toplanma bölgesine gidelim" dedim. Bölük komutanımız oradaydı. Su yoktu. En az yükümüz 60 kiloydu. Toplanma bölgesine gittik. Ama bütün arazi mermilerden yanmış orada. İkişer bisküvi yedikten yarım saat sonra emir geldi. İleriye kurtarılmış Türk bölgesinin kenarına hareket ettik. Orada mevzilendik ve bir gece orada kaldık. Tabii ki hiç birimizin gözünde uyku yoktu. Hemen önümüzde Yunan subayları ye askerleri görülüyor. Tekrar bize alaydan emir geldi. 50-60 kiloluk cephaneyle yola çıktık. Biz piyade topçuları 12 kişiydik. Sivil bir kamyon arkadan geldi. Derhal toplan ve cephaneleri yükledik yolumuza devam ettik ve ileride Türk köyüne rastladık. Komutanımız "Arkadaşlar düşman karşınızda. Uyumak yok. Gayet çok dikkatli olun" dedi. Tabii ki Rumlar durmadan aydınlatma mermisi atıyor. Sabaha kadar uyuyamadık. Sabah oldu. Öğle vakti saat 11:00'de suya gitmiştim. Fakat o köyde sular kesilmiş. Dışarıda bir kadın gördüm. Kadına “Ne olur! Bana şu matarayı doldurur musun?" dedim. Kadın bana "Canım kardeşim siz bizim için canınızı feda ediyorsunuz" diyerek su getirdi. Hem de ağlamaya başladı. Bana "Kardeşim nereye gideceksiniz?" diye sorduğunda ben de "Beşparmak dağlarına Rumlarla savaşmaya gidiyoruz" dedim. O köyden ayrıldıktan sonra bölüğüme geldim. Silah arkadaşlarım hep toplanmış ve başka bir alayın arabasına binmişlerdi. Fakat arabalar gidemiyordu. Yollar mayın döşeli olduğu için arabalar geride kaldılar. Silah ve cephanemiz çoktu. Biz topçular 50-60 kiloluk cephanelerle dik-bayır yola devam ettik. İki saat kadar düşe kalka yol aldık. Rumlar bir uçağımızı düşürmüşler parçalarını gördük. Artık düşmana beş yüz metre kaldı. Emir; "Düşmanla çarpışmaya devam" dedi ve çarpışmaya başladık. Kurşunlar her bir taraftan yağmur ve dolu gibi yağmaya başladı. Savaş bütün şiddeti ile devam ediyordu. Makineli tüfek; uçak savar ve portatif.57 mm çapında toplarla Beşparmak dağlarına ateş ediyoruz. Az ileriye gittik. Afyonlu Recep adlı arkadaşım alnından vuruldu ve bir ağacın dibinde şehit düştü. (...)

 26 Temmuz gecesi biz topçular piyadelerle beraber sabahlara kadar düşmanla çarpıştık. O gece Beşparmak dağında altı kişi bir yerde kaldık. Sabah I oldu. Ben dâhil bütün silah arkadaşlarım susuzluktan ölüyorduk. Çok yorulmuştuk. Komutanımız iki bidon su göndermiş, onu da getirenler içmiş. Bölük komutanımız bizi toplayarak iki şehidimizin ve dört tane de yaralımızın olduğunu söyledi. Ama bizler çok yorgunduk. Beşparmak dağlarına taarruz ederek altı km yer aldıktan sonra iki gün durduk. Ben ve arkadaşlarım çam sakızı ve ağaçlan emerek susuzluğumuzu gidermeye çalışıyorduk. Ama ne var ki suyun yerini hiçbir şey tutmuyor. Ne yapalım elde imkân yok. Yollar mayın döşeli. Bize su ve yiyecek getiren arabamız mayın patlaması sonucu havaya uçuyor. Dört kişi şehit düşüyor. Arabanın gelmesine hiç imkân yok. Susuzluktan çoklarımız bayat (bitkin, halsiz) düştü. Öğle vakti oldu, sıcak çoktu, düşman uçakları bize taarruz edecek diye haber geldi. Emir üzerine hemen herkes bir metre yükseklikte üstü kapalı mevzii yapacaktı. Mevzileri yaptık. Bir yandan ateşkes imzalandı. Fakat ordumuz beşparmak dağında savaşmayı uygun gördü.

Günlerden 1 Ağustos 1974 günü. Tümen komutanımızdan Beşparmakta olan 1023 numaralı tepeyi alması yönünde emir geldi. Vatan vazifesi. 2 Ağustos sabah 9.00'da savaş başladı. Biz taarruza kalktık ve düşmanla çarpışmaya başladık. Fakat düşman yıllar öncesi bu çok yüksek tepelere mevziler yapmış. Taşlık, kayalık. Her iki taraftan ateşe başladık. Yunan subaylarına 50-60 metre yaklaştık. Sağıma soluma baktım ki arkadaşlarımın kimisi can çekişiyor; kimisi yerlerinden fırlıyordu. Kurşunlar doludan fazlaydı. Bizim 6. Bölük çok zor durumda dört saat savaştık, 13 şehit,11 yaralı vererek 1023 numaralı tepeyi kazanmış olduk. O sırada düşmen geri kaçtıktan sonra tepeyi sardık ve bir saat dinlendikten sonra bölük komutanımız "Arkadaşlar bütün şehit arkadaşlarımızı toplayın" dedi. İçerimiz üzgün. Ama kalbimiz geniştir. Ateş ve top mermilerinden bütün Beşparmak dağlan yandı. Elimiz yüzümüz alkana boyandı. Bir yerimiz kandan gözükmüyor. Bütün şehit arkadaşlarımızın gözlerinden öptük ve Girne Şehitlik Mezarlığı'na götürdük. Ondan sonra kazandığımız Beşparmak Dağı'nın 1023 numaralı tepesini her taraftan sardık.

  Askeri arabamız geldi. Silah ve cephanelerimizi alarak arabalara bindik. Yolumuza devam ederek ovaya doğru inmeye başladık ve o sırada 5. Bölüğün bir arabasının freni patladı. Arabanın içerisinde 20 arkadaşımız vardı. Hiç kimseye bir şey olmadı. Dört saat sonra ovaya indik. O gün akşamı iki kişiye bir tavuk verdiler. Havada çok sıcak baskın geldi. Komutanımız "değerli silah arkadaşlarım cesur ve kahramanlarım sizler kahramanca çarpışıp düşmana fırsat vermediniz. Emrettiğim Kıbrıs'ın Beşparmak dağında en yüksek tepeyi kazandınız ve hepinize başarılar dilerim." dedi. Ayn ayn gözlerimizden öptü. Kıbrıs'ta Beşparmak dağında şehit düşen arkadaşlarımın isimleri: 6. Bölükten Asteğmenimiz Nafi Kıvanç (Antep), Ali Kaya (Tekirdağ), Recep Baki Baba (Afyon), Gültekin Sanal (Erzurum), Salim Koçer Topçu (Afyon), Ferzende Aydın (?), Hacı Köten (Malatya), Niksarlı Ramiz Aydın yaralı.

Bu yazdığım hatıra yazıları Beşparmak Dağı'nda 1023 numaralı tepede şehit düşen Asteğmen Antepli Nafi Kıvanç'a ithaf ediyorum. Allah Rahmet eylesin.

Kıbrıs Gazisi Mehmet Aktaş (Kıbrıs Gazisi Mehmet Aktaş 1953 Tokat Erbaa doğumlu) anlatıyor:

Ben 1953 yılında Tokat/Erbaa’ya bağlı Alinek köyü Sarpdere mezrasında dünyaya geldim. Çocukluk yıllarım köyde çobanlık yaparak geçti. İlkokulu Sarıkaya İlkokulunda bitirdim. O zamanın şartlarına göre ilkokula gitmek için sabah ve akşam 2-2,5 saat yürüyerek okul ve ev arasında ulaşımı sağlıyorduk.

Öğleyin yiyecek çeşitlerini de kendimiz evden götürüp, okulda yiyorduk. Ayrıca soğuk günlerde okulu ısıtmak için biz öğrenciler okula odun götürüyorduk. Kısacası zorluklar ve imkânsızlıklarla ilkokulu bitirdim.

 Askerlik yaşıma kadar İstanbul gibi büyük şehirlerde fırın ve lokanta gibi mekânlarda çalıştım. Askerliğim geldiğinde yıl 1974’tü. Bolu’da komanda askeriydim. Dağ eğitimi aldım. Bize bir ikindi vaktinde tugaydan emir geldi. Bütün birliklerin tugaya dönmesi emri geldi ve tugaya geldiğimizde çok büyük bir çalışma vardı. Sivil otobüsler tugayın içerisine süratle sıralanmıştı. Ankara’ya sevk edilmemiz için acilen bizi otobüslere bindirdiler ve Ankara’ya geldik. Ankara’da bir askeri birlikte istirahat ettik ve orada bize yeni silah dağıtımı yapıldı. Akşamüstü sivil otobüslerle o zamanın başbakanı Bülent Ecevit, Erbakan ve 2. Ordu komutanı bizi uğurladı. Ovacığa gittik. Burası Mersin’e bağlı bir yerdi. Gece oraya ulaştık. Sabahtı, yeryüzü yeni ışıldıyordu. Komutanlar toplandı. Tugay komutanı Kıbrıs’a çıkarma yapacağımızı söyledi. Herkesin birbiriyle helalleşmesini istedi. Ve bizde birbirimizin yüzüne bakarak helalleştik. Sabah erken saatlerde helikopterlerle Kıbrıs’a taşınmaya başladık. Kıbrıs’a indiğimizde her taraf ateş altında idi. Lefkoşa bölgesine indik. Dağlardan sürekli makinalı tüfeklerden bize ateş ediliyordu. Arkadaşlarımızın bir kısmı yaralandı, bir kısmı da şehit düştü. Ama birbiriyle bağlantılı olmadığı için tedaviler çadırlarda yapılıyordu. Daha sonra Kayseri Hava İndirme Tugay’ı bizim olduğumuz bölgeye intikal etti. Beraber 2 tugayla dağa saldırdık ve dağda şiddetli çarpışmaya maruz kaldık. Ama geri çekilmedik. Bazı arkadaşlarımız yine şehit oldular. Şahsen ben dağdan omuzumla şehit indirdim ve mezara koydum. Tabur komutanım Uğral Çetin askerinin üzerinde şiddetli şekilde durmaktaydı. Ve girdiği savaşlarda çok büyük başarılar kazanmış, takdir belgesi almıştır. Dağı birinci taarruzda aldık. İkinci taarruzda Rumlar Türk askerini görünce kaçıyorlardı. Ve o zaman ki komutanlar bizi belli bir yerde durdurdu. Eğer imkan verselerdi adayı bir buçuk günde alabilirdik. Ama vermediler. Ve o halde kaldık. Dikmen diye bir köyde üstlendik ve en son oradan terhis oldum. 1974’ten sonra da Kıbrıs’ta kalmakta Gazi Magaso’ya bağlı Dikkarpaz köyünde ikamet etmekteyim. Şu an ise hayvancılık ve çiftçilikle uğraşıyorum. Hayatımı böyle sürdürüyorum.

 

Kıbrıs Gazisi Kemal ÜNAL ( 1954 doğumlu) anlatıyor:

Biz spordan geldikten sonra telefon geldi ve bizi hemen toplayıp savaşa götürdüler. Girin’ den çıkıp o gece sabaha kadar savaştık. Yunan askerleri öyle tuzaklar hazırlamışlar ki kuyu gibi yerler kazıp oralardan bize ateş ediyorlardı. Ertesi gün Beşparmak Dağına çıkıp orada 10 gün kaldık. Savaş orada da devam etti. Sonra biz tekrar aşağıya indik, indiğimiz yer çiftlik gibi bir yerdi. Orada bir adam bize rehberlik yaptı.

Bu arada da savaşa ara verilmişti. Lefkoşa Havalimanında bulunan 4.bölük askerlerimizin hepsi şehit olmuşlar. Komutanlarımızda bizi 4.bölüğe destek amaçlı gönderdiler bizde 5.bölük olarak Yunan askerinin geriye çekilmelerini sağlayarak onların mevzilerini ele geçirdik. Bu arada birçok askerimiz şehit oldu, yaralandı. Kimisini sırtımızda ambulanslara taşıdık kimisini de öldüğü için oralara gömdük.

Yine savaşın olduğu zaman bizde tuzaklara dikkat ederek giderken bir dağda kadınları ve çocukları bulduk. Ve onları alıp su içirdik ki içlerindeki zehirler temizlensin diye. Komutanlarımız da bize her zaman tembih edip, bizi uyarırlardı. “Ekmek bulduysanız yemeyin, su bulduysanız içmeyin çünkü onlar zehirlidir, ’’derlerdi. “Para bulduysanız almayın altlarında bombalar, tuzaklar vardır.’’ diyerek bize tembih ederlerdi. Ormanlarda gezerken geyik, ceylan görüp vuruyorduk. Ve köylerin birinden kazan, birinden başka bir şey alarak kamımızı doyuruyorduk. Köyler bomboştu evlere girerken bile çok dikkatli girerdik. Çünkü düşmanlar oraya tuzak yapmış veya saklanmış olabilirlerdi.

Bir gün komutanımız bizi etrafına toplayarak bize dağın tepesinde bir ev göstererek “O eve gidin ve bakın.’’ dedi. Bizde gittik. Kapıya tekme atarak açtığımızda yaşlı bir çift ile karşılaştık. Sonra bize boyunlarını göstererek “Bizi öldürün.” demeye çalışıyorlardı. Ve biz de komutana sorduk “Öldürelim mi?” diye.  Komutanımız ”Öldürmeyin” dedi. Bizde geri geldik. Ve savaşı kazandığımızda Yunan askerlerinin arazilerde yaptıkları tuzaklara baktık ki yeraltında tüneller kazmışlardı. Kendi boylarına kadar çukur kazmışlar vb. bunun gibi birçok tuzaklar ve mevziler vardı.

 

Kıbrıs Gazisi Kıbrıs Gazisi Remzi Özkan ile röportaj:

Hangi tarihte doğdunuz?

1954

Askerliğinizi nerede yaptınız?

Acemi birliği Manisa, usta birliği Ankara. Daha sonra Kıbrıs’a dağıtım oldum. Kıbrıs Barış Harekâtına katıldım. Rumlar Kıbrıs’ta yaşayan Türklere eziyet etmeye başlamışlardı. Bunun üzerine Türkler barış amacıyla Kıbrıs’a gittiler. Fakat şartlar dolayısıyla savaşmak zorunda kaldılar.

Savaşta neler yaşadınız?

Kıbrıs Barış Harekâtına katılmak üzere bizi Mersin Taşucu’ndan helikopterlerle çıkartma yaparken Kıbrıs’a bombardıman düzenlendi. Bizleri savaş uçakları desteği altında Beşparmak Dağı’na indirdiler. Orada Kıbrıs üç gün boyunca uçaklarla bombalandı. Uçaklar çekildikten sonra ağır silahlarla uçakların bombaladığı şehirleri kara askeri yeniden taradı. Hedeflerine ulaşamadan Birleşik Devletlerden ateşkes emri geldi. Bu emre uymak zorunda kaldılar. Düz bir arazi de kaldıklarından dolayı savunulacak bir yerleri olmadığından ikinci bir harekât başlattılar. Bizler orada cephe hattını çizerek almış olduğumuz yerleri korumak için cephelere yerleştik. Rumlar ise İngiliz mıntıkasına çekilmek zorunda kaldı. Ben avancıydım dört gruptan oluşuyorduk. Üç grubu bombalamışlardı. Sabah kalktık ve onları tespit ettik. Oldukları yerlere bomba atmışlar ve sadece yatıyorlardı. Yapacak bir şey yoktu. Bunlardan ölenlerin sayısını da bilmiyoruz zaten. Savaşta ölen kalır, yaşayan devam ederdi. Her gün yerimizi değiştiriyorduk, Rumlar tarafından tespit edilmesin diye. Biz devamlı sınır bölgelerinde ikişer ay değişmek üzere bölük bölük kalıyorduk. Uyuyamıyorduk. Hudut sınırında ikişer kişi ellişer metre   arayla  mevzilerimiz vardı. Geceleri nöbet tutup gündüzleri istirahat ediyorduk. Yılan, akrep, tavşan gibi hayvanlara çok rastladık. Savaş toplam üç gün sürdü. Lefkoşa, Girne, Magosa, Güzelyurt, köylerden ise Argus, Kirazlıköy, Ortaköy ve Tiremeşe gibi yerleri almıştık.

Yiyecek, içecek durumunuz nasıldı?

Yiyecek içecek durumumuz kısıtlıydı. Savaşta uçaklarla ekmek bırakıyorlardı. Bıraktıkları sadece kuru ekmekti. Su ise mataralarımızdaydı. Onları akarsulardan, kuyulardan vb. yerlerden dolduruyorduk. Ekmek vardı ama yiyemiyorduk. Çünkü Rumlar tarafından ilaçlanabildiği gibi düşünceler vardı. Bu yüzden subaylar izin vermiyorlardı. Savaş durduktan sonra yiyecek ve içeceklerimiz kendi taburlarımızdan gelmeye başladı.

Askerliğinizi nerede bitirdiniz?

14 ay cephede kalarak tüfek terzat çıkarmamak üzere askerliğimi Kıbrıs’ta bitirdim. Birinci ve İkinci Harekâta katıldığım için gazi unvanı verildi.

 

11-A sınıfından Kübra Gündüz’ün “Gökal Kasabası’nda Bir Kıbrıs Gazisi” adıyla Ahmet Altın’la yaptığı röportaj

 

Adınız, soyadınız?

   Adım Ahmet, soyadım Altın.

Kaç yılında, nerede doğdunuz?

   1954 yılında Tokat-Erbaa, Gökal Kasabası’nda doğdum.

Nerede askerlik yaptınız?

   Acemi birliğimi Aydın-Söke’de, usta birliğimi Adana-Çubuk ’da yaptım.

Kaç yıllarında askerlik yaptınız?

   1974 yılında askerliğe başladım. O zamanlar askerlik 24 aydı. 1975-1976 yıllarımda askerlikte geçti.

Askere giderken çevreniz nasıl bir durumdaydı?

   O zamanlar Gökal’da; yol yoktu, elektrik yoktu, okumak, yaşamak, iyi bir hayat geçirmek çok zordu. Mesela geceleri mum ve kandil kullanırdık. Şimdi ise hayat kolaylıklarla, rahatlıklarla dolu. O zamanlar ben okula saatlerce yürüdükten sonra ulaşırdım. Öğle yemeğimiz de bir dilim mısır ekmeğimiz olurdu. Şimdiki Çocuklar ise ‘’servisli’’ okullarına bile gitmek istemiyorlar.

Hangi savaş veya harekâta katıldınız?

   1974 yılının Ağustos ayında Kıbrıs Barış Harekâtına katıldım. 24 ay sürdü. Askerliğimin hemen hepsi Kıbrıs’ta geçti diyebilirim.

 

Bize Kıbrıs Barış Harekâtı’yla ilgili bilgi verir misiniz?

    Ankara‘da usta birliğimi yaparken gâvurlar yani Yunanlılar Kıbrıs adasını almak, Türkleri yok etmek, herkesi denize boşaltmak için savaş başlatmıştı. Zaten geçmişten bu yana Türklerin olan bir yer için sessiz mi kalmalıydık?

   O zamanlar Türkiye’nin başında Bülent Ecevit vardı. ‘’Kıbrıs’a asker çıkarılacak’’ diye emir verdiler. İşte her şey böyle başladı.

   Savaş 24 ay sürdü. Askerliğimin hepsini orda geçirdim. Usta birliğimi yapmak için Ankara’ya geldim, 15 gün kaldım. Bu 15 gün içerisinde uçak eğitimi, silah eğitimi gibi tüm eğitimlerimizi aldık. 15. gün tüm koğuşları boşalttılar. Her yeri kilitlediler. Otobüslere binip Mersin’e gittik. Mersin’de kollarımıza, ne olursa olsun zarar gelmeyen bir bileklik taktılar. Yani cesedin kül olsa bile bileklik sapasağlam kalıyordu. Bilekliğin üzerinde adımız, soyadımız ve memleketimi yazıyordu. Kısacası ölürsek şehit kalırsak gaziydik.

   20 Temmuz 1974’te Türkiye‘den çıktık yola. Ağustos ayında harekât başladı. Pazar akşamı otobüslere bindik, Ankara’dan yola çıktık. Sabaha karşı Mersin-Ovacık’a geldik. 4 gün 4 gece dağlarda bekledik. Mersin’den Perşembe sabahı saat 10-11 gibi bütün uçakların bulunduğu bir yerden onar kişi halinde uçaklara binerek Kıbrıs’a indik.

   O an bulunduğun durumu, savaşın içinde anlamıyorsun. O çatışmanın içerisinde bulunmak çok farklı bir duygu.

   Gündüzleri taarruz yapılırdı geceleri emir gelir başka bir yere gidip oraları bombalayıp Türk bayrağını dikiyorduk. Bayrak diktiğimiz yerler biz gidince tekrar alınıyordu. Bizde yarım saat sonra gelip bayrağı tekrar dikiyorduk. Yeni yerleri böyle almaya çalışıyorduk. Bayrağı dikiyorduk yıkılınca tekrar gidiyorduk dikmeye.

   Bombaladığımız yerlerden çoğu gâvur olan esirleri alıp, Lefkoşa’da esir kampı var oraya götürüyorduk. İhtiyar, çoluk-çocuk, genç-yaşlı teslim alıp Lefkoşa’ya bırakıyorduk, zaten Lefkoşa’nın yarısı bizim yarısı gâvur devletinin. Neyse uzun süre savaş böyle devam etti. Sonra 20 günlük bir ateşkes oldu. 20 gün boyunca kimse savaşmadı. 20 gün sonra saat 12’de ateşkes bitti.

   Bülent Ecevit oradaki bir köye gitmemiz için emir verdi. Köyün adı ‘’Değirmenli’’. Orada 10.500 kadar nüfus vardı. O köy şu an kapalı. Köyü çevrelemişler, oraya girmek yasak. Neyse o sıralarda o köyü teslim aldık. Böyle savaşarak Kıbrıs’ın her yerini teslim aldık ama Türklerde bir başka ırkın soyunu kesmek yoktur. Bu yüzden bizde gâvurları öldürmedik.

   Bizlerde gâvurların kökünü esir aldık. Çok fazlaydı, bilmem kaç bin taneydi. Aldığımız gavur esirlerle Türk esirlerini değiştirdik. Biz onlara bir gavur veriyorduk onlar bize iki Türk veriyordu. Anlaşma böyleydi. Sürekli böyle değişerek sıfırlamış olduk. Aslında gavur dediklerim Yunanlılar. Yani orda hep Yunanlılar vardı. Aldığımız Türkleri boş evlere, arsalara geri yerleştirdik. Türklerin evi kerpiçten, barakadan olurken; gavurların evi ise tuğlalardan güzel evler olurdu.

    Her yer harap olmuştu. Yakaladığımız esirler ya kulübelerde olurdu ya da yer altında. Gavur gündüzlerini yer altında, gecelerini yer üstünde geçirirdi. Yakalanmaktan korktukları için gündüzleri silah atamıyorlardı. Meğerse gavurların yer altında 40 senelik mağaraları varmış. Bizler oralara da girdik, onları teslim aldık. Her şeyi çıkardık yiyeceği, içeceği, silahları, insanların aklına gelebilecek her şeyi çıkardık.

Askerlerin bir kısmı esir toplayıp, teslim ediyordu. Savaş yaşandı bitti. Sonunda serbest bıraktığımız gavurlar hep geri yerleştiler. Lefkoşa ortadan bölündü, yarısı bizim yarısı gavurların oldu. 24 ayın sonunda yaşayanlar gazi olarak memleketlerine dönerken, ölenlerin şehitlik zarfları memleketlerine ulaştı.

 

Savaştayken ne gibi zorluklar yaşadınız?

Açlıkmış, susuzlukmuş o durumda hiç aklına gelmiyor ki! Ama bizlere uçaklardan ekmek su atılıyordu. Onlarla idare ediyorduk. Ayrıca açlık sorunumuz pek olmuyordu. Çünkü bir şeye ihtiyacımız olduğu zaman mücahitlere söylüyorduk. Mücahitler istedikleri yere rahatça girip çıkabiliyorlardı. Gavurların askerleri de her yere rahatça girebiliyordu. Şimdiki elçilikler gibiydi yani.

 

Sizin savaştayken ne gibi korkularınız oldu, ailenizin nasıl bir endişesi vardı?

O zamanlar yeni evliydim. Eşim annem, büyüklerim herkes endişeliymiş benim için. Babannem ve annem benim için her gün ağlarlarmış. Radyodan asla ayrılmazlarmış. Hatta bir ara onlara öldüğüm haberi gelmiş. Annem feryat etmiş benim için. Babaannemse çok rahatsızmış, o sıralarda ölmüş. Ben gelince herkes şaşkına dönmüştü. Babaannemi sorduğumda ise 2 gün önce öldüğünü söylediler. Çok hasta olduğunu, senin ölüm haberini alınca da fazla dayanamadı dediler. O an ben de çok üzülmüştüm.

    Benim savaştaki korkularıma gelince; o an hiç korkun olmuyor ki, korkmadım yani. Değişikti, çok farklıydı. Yanımda o kadar çok arkadaşım şehit oldu ki, onlara baktığımızda acı çekmeden öldüklerini görüyorduk. Bizlere de ölüm korkusu gelmiyordu. Sıramız ne zaman gelecek diye düşünüyorduk. Nasip te yaşamak varmış.

 Dönünce neler değişmişti; savaşın Türkiye’ye nasıl etkisi oldu?

Savaş Kıbrıs’taydı, ama Türkiye’de çok etkilenmişti. Türkiye’nin bütün esnafları kapalıydı. Fırın, fabrika, dükkân, market her yer kapalıydı. Ekonomik olarak, askeri olarak Türkiye’de de çok sıkıntılar yaşandı.

Ahmet Altın, şu anda Gökal Kasabası’nda yaşamaktadır. Kıbrıs’ta savaşıp gazi olduklarından dolayı kendisine onur ve şükran için iki plaket verilmiştir. Bizlerde çok teşekkür ediyoruz. Sağlıklı bir ömür geçirmesi dileğiyle…

 

 KAYNAKLAR

Armaoğlu, Fahir (1983) , 20. Yüzyıl Siyasi Tarihi (1914-1980), İş Bankası Kültür Yayınları, Ankara.

Erdem, Nurettin ( 2007), İlk Aşkım Erbaa Albümü,

Oral, Bedrettin (1968), Erbaa (Erek),Erbaa.

Peynirci , Şükrü ; Temiz, Şehri, (1986)  , Erbaa (Tarih, Coğrafya, Ekonomi, Kültür, Erbaa.

Saatçıgil, Enver (İzmir Eski Vali ve Belediye Başkanı),Geçen Günlerim, Olaylar ve Hatıralar

Saatçıgil, Enver (İzmir Eski Vali ve Belediye Başkanı) (1947), Dünkü Bugünkü Erbaa, İstanbul.

Üzen, İsmet, (2010) 1939 Erzincan Depreminin Tokat’taki Yansımaları, Karadeniz Araştırmaları • Güz  2010 • Sayı 27 • 89-104.

Kaynak kişi 1: Mustafa Ulaş (1907 doğumlu)    

Kaynak kişi 2: Mustafa Balcı (1917 doğumlu)   

Kaynak kişi 3: Mehmet Akar (1920 doğumlu)    

Kaynak Kişi 4: Şahabettin Ateş (  1920 doğumlu)(Alim Ateş’in oğlu)

Kaynak kişi 5: Rabia Akıncan (1924 doğumlu)              

Kaynak kişi 6: Keziban Eşen (1925 doğumlu)

Kaynak kişi 7: Ahmet Bulut (1920 doğumlu)

Kaynak kişi 8: Cemal Avcı ( 1926 doğumlu)

Kaynak kişi 9: Salih Cer (1926 doğumlu)

Kaynak kişi 10: İsmet Çakmak (1927 doğumlu)(Çakmakçı Ahmet Efendi’nin oğlu)

Kaynak kişi 11: Naciye Köse (1927 doğumlu)

Kaynak kişi 12: Ali Deniz (1927 doğumlu)

Kaynak kişi 13: Ali Südüpak (1927 doğumlu)    

Kaynak kişi 14: Sami Aydın (1929 doğumlu)                

Kaynak kişi 15: Türkel Mahar (1929 doğumlu)

Kaynak kişi 16: Ahmet Topçu (1930 doğumlu   

Kaynak kişi 17: Mustafa Yaşar (1930 doğumlu)

Kaynak kişi 18: Salih Karadeniz (1930 doğumlu)

Kaynak kişi 19: Salih Yıldırım (1930 doğumlu)

Kaynak kişi 20: Ahmet Topçu (1930 doğumlu)

Kaynak kişi 21: Akgül Kalp (1931 doğumlu)     

Kaynak kişi 22: Cemal Demir (1931 doğumlu)   

Kaynak kişi 23: Cemal Demir (1931 doğumlu)   

Kaynak kişi 24: Fadime Demir (1932 doğumlu) 

Kaynak kişi 25: Bektaş Altıntaş (1932 doğumlu)           

Kaynak kişi 26: Hayri Doğan (1932 doğumlu)   

Kaynak kişi 27: Hasan Uzun (1932 doğumlu)    

Kaynak kişi 28: Halil Ateşli (1932 doğumlu)      

Kaynak kişi 29: Nuriye Baş (1933 doğumlu)

Kaynak kişi 30: Sururi Baş (1933 doğumlu)

Kaynak kişi 31: İhsan Cömert (1934 doğumlu)

Kaynak kişi 32: Osman Ateşli (1934 doğumlu)

Kaynak kişi 33: Yusuf Karabela (1934 doğumlu)

Kaynak kişi 34: Nurettin Daras (1934 doğumlu)

Kaynak kişi 35: Nazmiye Yalçınkaya (1934 doğumlu)  

Kaynak kişi 36: Sebiha Saraç (1935 doğumlu)   

Kaynak kişi 37: Dursun Arslan (1935 doğumlu) 

Kaynak kişi 38: Kemal Uzun (1950 doğumlu)

Kaynak kişi 39: Mahmut Çağlak (1952 doğumlu)

Kaynak kişi 40:Sabahattin Kılıç (1952 doğumlu)

Kaynak kişi 41: Kemal Ünal (1954 doğumlu)

Kaynak kişi 42: Azim Balcı (1954 doğumlu)

Kaynak kişi 43: Hüseyin İnce      

Kaynak kişi 44: Osman Tokgöz

Kaynak kişi 45: Osman Yurtalan

Kaynak kişi 46: Mehmet Aktaş

Kaynak kişi 47: Hacı Okçu

Kaynak kişi 48: Ahmet Altın

Kaynak kişi 49: Hüseyin Bahçeci

Kaynak kişi 50: Seher Hatipoğlu 

Kaynak kişi 51:Mustafa Pelit

Kaynak kişi 52: Ayşe Şahin                     

Kaynak kişi 53: Kerim Köse                    

Kaynak kişi 54: Naciye Özkan

  
1829 kez okundu

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yapmak için tıklayın
Ziyaret Bilgileri
Aktif Ziyaretçi7
Bugün Toplam30
Toplam Ziyaret1032260
Saat