• Anasayfa
  • Favorilere Ekle
  • Site Haritası
    • Görsel Destekli Tarih Videoları Sesli Tarih Menüsünde
    • Özgün Tarih Materyalleri
    • Tarihi Fıkralar
    • Tarih Yazılısından İnciler
    • Tübitak Tarih Proje Örnekleri
    • Sınavlar Bölümünde Bilgilerinizi Test Edebilirsiniz
    • Peygamberimizin Hayatı ve Örnek Ahlakı
    • KPSS Sunuları Yenileniyor
    • Bulmacalarla Tarih Öğreniyorum
    • Tarih Sunuları için tıklayınız.
    • En güncel tarih sunuları burada.
Ermeni Meselesi ve 1915 Tehciri

1915-Osmanlı Ermenilerine Ne Oldu?[1]

 

İleri derecede kutuplaşmanın yaşandığı bugünkü durum, sıkı sıkıya bağlı kalınan iki farklı tarih yazımı ile nitelenmektedir. Er­meni yorumu, Ermenilerin Osmanlı Devleti'nin sebepsiz işlediği suçların masum kurbanları olduklarım savunmaktadır. Çok sayıda Batılı akademisyen de bu görüşe katılmaktadır. Türk Devleti ve bazı tarihçiler tarafından ileri sürülen Türk yorumu ise, Ermeni­lerin kitleler hâlinde tehcir edilmesinin, Rusya ve İngiltere'nin desteğiyle hazırlanan büyük çaplı bir Ermeni ayaklanmasına kar­şı verilmek zorunda kalman bir cevap olduğunu ve yüksek ölü sayısının -"sözde soykırımın"- açlık ve hastalıklar veya küresel savaş içinde patlak veren bir iç savaş sonucunda ortaya çıktığım savunmaktadır. Her iki taraf, karmaşık bir tarihsel gerçeği basite indirgeyerek ve olayların daha ayrıntılı bir şekilde anlaşılabilmesine yardımcı olabilecek hayati önemdeki delilleri görmezden gelerek, kendi tezini haklı çıkarmaya çalışmaktadır.

Ermeniler, Sultan II. Meh-med (1451-1481) tarafından kurulan "millet sistemi" altında, dinî, kültürel ve sosyal özerkliğe sahip oldular. Siyasi yönden, Osmanlı yönetimine itaat etmeyi kolayca kabullenip bu konumlarım 19. yüzyıla dek sürdüren Ermeniler, "millet~i sâdıka" olarak anıldılar.

Zaman içinde İstanbul'da ve diğer şehirlerde yaşayan çok sayıda Ermeni; tüccarlık, bankerlik, zanaatkârlık ve devlet adına mütercimlik ile uğraşarak zenginleşti. Bununla birlikte, imparatorluğun Büyük Ermenistan olarak bilinen doğu vilayetlerinde olduğu kadar, Kilikya veya Küçük Ermenistan denen, Akdeniz'e yakın bazı batı sancaklarında da çoğunluk çiftçilik ile geçinmeye devam etti. Ne var ki Osmanlı İmparatorluğu'nun o dönemdeki nüfusuyla ilgili kesin istatistikler mevcut değildir. Fakat genel görüşe göre, 19. yüzyılın ikinci yarısında, çoğu kez Ermenistan'ın merkez bölgesi olarak gösterilen altı vilayette (Erzurum, Bitlis, Van, Harput, Diyarbakır ve Sivas) dahi Ermeniler azınlıktaydı.

1876  Anayasası, tüm milletlere eşit muamele edileceğini açık­lıyordu. Fakat Sultan II. Abdülhamid'in bu anayasayı 1878'de feshetmesiyle otuz yıl sürecek istibdat yönetimi başladı. İçinde bulundukları kötü koşulların -kısa zamanda- çok daha kötüleşmesi sonucunda, Ermeniler arasında ulus bilinci gelişti ve devrimci fikirler yayılmaya başladı. Milliyetçi duygular ilk olarak Ermeni diasporasmda ve büyük şehirlerde gelişti; aşamalı olarak doğudaki vilayetlere yayıldı. Protestan misyonerler ve okulları, bu radikalleşme sürecinde önemli bir rol oynadılar.

  Misyonerler tarafından gönderilen raporlar sayesinde, Anadolu'da­ki mazlum Hıristiyan kardeşlerinin mutsuz hayatından dış dünya da haberdar oldu. Misyonerler pek tarafsız gözlemciler değillerdi fakat Hıristiyan cemaatinin maruz kaldığı haksızlık ve aşağılamalar da bir o kadar gerçekti. Osmanlı makamlarına gelince, Suny'nin de yazdığı gibi, bunlar "her ne kadar bireysel veya yerel düzeyde kalsa dahi her türlü kültürel uyanış veya direniş gösterisini ulusal bir başkaldırı olarak değerlendirdiler...Türk idareci ve aydınları, Ermenileri yabancı güçlerle bir olmuş, itaatsiz, yıkıcı ve yabancı unsurlar olarak görmeye başladılar.

Avrupalı güçlerin, Osmanlı İmparatorluğu'nu daha da zayıflatmak için Ermeni sorununu mazeret gösterdiklerinden şüphelenmek için Osmanlı yönetiminin gerekçesi yok değildi. Özellikle de 1828-1829 Osmanlı-Rus Savaşı'nın ardından bazı Ermeni topraklarını zapt eden Rusya'nın, Doğu Anadolu'da geriye kalan Ermeni bölgelerini ilhak etmek için Ermeni kışkırtmalarım desteklediği seziliyordu.

Doğu Anadolu’yu işgal eden Rus ordusunun başkomutanı Mihail Loris-Melikov bir Rusya Ermenisi idi (asıl soyadı Melikyan idi). Rus birliklerinde birçok Rusya Ermenisi bulunuyordu; Osmanlı'ya ait Anadolu topraklarındaki Ermenilerin, Rus askerlerine rehberlik ettikleri de söyleniyordu. Rusya'mn ken­dilerini Türk boyunduruğundan kurtaracağım ümit eden Anadolu Ermenileri arasında Rus yanlısı görüşlerin yayıldığı biliniyordu. Tüm bunlar Osmanlı yönetimini telaşlandırdı ve Ermenilerin gü­venilirliği hakkında kuşkuların doğmasına neden oldu. Ermeni milletinin, "millet-i sâdıka" hâlinden, yabancı düşmanlarla ittifak ettiğinden şüphelenilen bir halka dönüşümü böylece tamamlandı. Bundan ötürü, Rus birlikleri geri çekildiğinde, Kürtler ve Çerkezler sınır bölgelerindeki Ermeni köylerini yağmaladılar ve binlerce Ermeni, Rusya'nın Kafkasya'daki topraklarına sığındı.

Başlarda bazı yenilgilere uğrasa da, Rusya 1877-1878 Osmanlı- Rus Savaşı'ndan tam bir zaferle çıktı. 1878 yılının Ocak ayında İstanbul'a ilerleyen Rus orduları, Kafkasya Cephesi'nde         Erzurum'u aldı. 2 Mart 1878'de imzalanan Ayastefanos (Yeşilköy) Antlaşması'na, Ermeni Patrikliği'nin baskıları sonucunda, Erme­nilerin korunmasını amaçlayan bir hüküm eklendi. 16. Maddeye göre Bâbıâli, "Ermenilerin, oturdukları vilayetlerin mahallî şartlan dolayısı ile muhtaç oldukları ıslahat ve düzenlemeleri gecikmeden yapmayı ve Kürtler ile Çerkezlere karşı emniyet ve huzurlarıı korumayı" taahhüt ediyordu. Rus orduları, tatmin edici reformlar tatbik edilene dek Ermeni vilayetlerinde kalacaklardı.

Ayastefanos Antlaşması'nın ağır hükümleri, Osmanlı Devleti'ni Balkanlar'daki mühim topraklardan ayırıyor; Ermeni sancakla bir Ermeni sancağı olan Doğubayazıt, Türkiye'ye geri verildi ve Batum, bağımsız bir limana dönüştürüldü; Sırbistan, Karadağ ve Romanya'nın bağımsızlıkları tekrar teyit edildi; Bosna-Hersek'in ise Avusturya-Macaristan tarafından işgal edilip yönetilmesine karar verildi. Yeni antlaşma, ayrıca, Rus ordularının Osmanlı toprakla rından çıkarılmasını zorunlu kılıyor ve Ayastefanos Antlaşması hükümleriyle öngörülen (ve yeni antlaşmanın 61. maddesinde yer alan) Ermeni ıslahatlarının tatbik edilmesi sorumluluğunu Avrupa Uyumu'na devrediyordu.

Eski bir bakan olan Argyll Dükü George Douglas Campbell'in daha sonraki bir dönemde dediği gibi: "Herkesin işi, hiç kimsenin işi demekti." İngilizlere Kıbrıs Adası’nı işgal etme hakkını tanıyan 4 Haziran 1878 tarihli giz­li Kıbrıs Konvansiyonunda, Bâbıâli, Ermenilerle ilgili ıslahatlar yapacağına dair ilave sözler de verdi; fakat tüm bu taahhütler sözde kaldı.

Tüm bu olaylar, Türkler ile Ermeniler arasındaki düşmanlığı arttırdı. Sözleşmeler, Ermenilerin beklentilerini yükseltmesine rağmen, etkin bir güvence sağlamadı. Sultan ise Avrupalı güç­lerin Türkiye'nin içişlerine karışmaya devam etmeleri nedeniyle öfkeliydi. Küçülen imparatorluğun hayati önem taşıyan bir kıs­mındaki topraklarda yaşayan Ermenilerle ilgili kaygıları artmıştı ve dolayısıyla, güç kullanmaya artık daha yatkın hâle gelmişti. Ermeniler, Avrupa'nın güç ve hâkimiyet mücadelesindeki piyon­larına dönüştüler.

1880’erin başlarında, Doğu Anadolu'da birçok gizli cemiyet ortaya çıktı. Bunların liderleri, Abdülhamid'in dayatmacı rejiminin! bir sonucu olan kötü muameleden istifade ederek, Ermeni halkının ulusal menfaatlerine ulaşmasının güç kullanımı olmaksızın imkânsız olduğu hususunda direttiler. 1883 yılında, Anavatan! Müdafileri adlı bir grup Erzurum'da yakalandı ve üyeleri beş ila on beş yıl hapse mahkûm edildi. Aynı dönemde, Van'da bir başka gizli örgüt olan Ermeni Yurttaşlar Birliği kuruldu.

1887'de İsviçre'nin Cenevre kentindeki bir grup Ermeni öğrenci, ismini Hunchak (Çan) adlı gazeteden alan Hınçakyan Devrimci Partisi'ni kurdu. Hınçaklar, Marksist devrimci Rus düşüncelerinden etkilenmiş olmalarıyla tanınıyorlardı. Öncelikli hedefleri, Türkiye, Rusya ve İran'daki Ermenileri içine alan tarihî Ermenistan'ı dirilt­mekti; nihai ve asıl amaçları ise, sosyalist bir yönetim kurmaktı. Er­menilerin bağımsızlığa erişmesi için, sözlü ve yazılı propagandanın yanı sıra, gerilla savaşçılarının silahlı mücadelesi de kullanılacaktı. Doğrudan eyleme geçen Rus Narodnaya Volya (Halkın İradesi) devrimcilerinden etkilenen Hınçaklar, siyasal tedhişe başvurarak, muhaliflerini, casus ve muhbirleri bertaraf etmek istediler.

1896'da Hınçak Partisi iki muhasım fraksiyona bölündü ve bu ayrılık, partinin etkililiğini kaybetmesine sebep oldu.

Taşnak Partisi, Ermeni cemaatinin esas devrimci örgütüne dönüştü. Taşnakların parti programı, 1892'de Tiflis'teki ilk genel kong­rede kabul edildi. Programın ana maddesi şuydu: "Ermeni Devrim Federasyonu'nun gayesi, başkaldırarak Türkiye Ermenistanı'nın siyasi ve iktisadi özgürlüğünü sağlamaktır". Vekillerin çoğunlu­ğunun sosyalist olmasına rağmen, sosyalizm talebinin programa eklenmesinin ulusal davaya zarar verebileceği düşünülüyordu. Anaide Ter Minassian'ın yazdığı gibi, "Sosyalizm adeta Taşnak Partisi'nin vicdanında bir yük olarak kalacaktı."4 Cemiyet, özgür seçimlerle kurulan halkçı demokratik hükümetten, ifade ve toplan­ma özgürlüğünden, arazisi olmayanlara toprak dağıtılmasından, mecburi eğitimden ve benzeri sosyal ıslahatlardan bahsediyordu.

Ermeni devrimciler, genel olarak, kitlelerin desteğini almak için giriştikleri büyük uğraşlara rağmen, çoğunluğu apolitik olan köylülerden ve ayrıcalıklı konumlarını kaybetmekten korkan şehirli zengin Ermenilerden bir parça sempati dışında pek bir şey alamadılar.

1894 yazında, Ermeni devrimciler tarafından desteklenen Sasonlu cefakeş Ermeni köylüleri, Kürt aşiretlerine her zaman ödedikleri haracı ödemeyi reddettiler. Zor kullansalar da köylüler üzerinde hâkimiyet kuramayan Kürtler, Osmanlı yönetiminin yardımım isteyince, düzenli ordu birlikleri gönderildi. Ermeniler, ancak uzun ve çetin bir çarpışmanın ardından ve silah bıraktıkları takdirde affedileceklerine dair söz verilmesi şartı ile teslim oldular. Fakat yaşına veya cinsiyetine bakılmaksızın, çok sayıda köylü katledil­di. Hıristiyan misyonerler ve Avrupa büyükelçileri, bu duruma kuvvetli tepki gösterdiler ve Sultan, İngiliz, Fransız ve Rusların katılımıyla bir tahkik heyeti oluşturulmasına ve birtakım ıslahat fikirlerinin gündeme getirilmesine rıza gösterdi.

ISLAHAT GİRİŞİMİNİ İZLEYEN KATLİAM

1894 yazında Sason sancağının Talori köyünde meydana gelen katliamın ardından kurulan Türk tahkik heyetinin raporunda, tüm yaşananların Ermeni kışkırtmasının suçu olduğu iddia edildi. Hınçak örgüt üyelerinin köylüler arasında bir isyanı tahrik etmeleri nedeniyle bölgeye düzenli askerî birlikler gönderilmesi gerektiğini anlatan bu rapora göre; şiddetli çatışmalar, isyan bastırılana dek, yirmi üç gün boyunca devam etmiş, Ermeni eşkıyalar tarafından Müslüman köyleri yakılmış ve ahali katledilmişti. Öldürülen Er­menilerin sayısı ise 265'i geçmiyordu.

 Hamidiye alayları ancak düzenli ordu birliklerine bağlı olarak ha­reket edebilecekti. Valilerin atanmasında Avrupalı güçlerin onayı alınacak, bir teftiş heyeti kurulacak ve reform paketini uygula­mak üzere bir yüksek komiser atanacaktı. Hem İngilizler hem de Ermenilerin büyük bir kısmı, daha kapsamlı ve daha çok sayıda ıslahat gerçekleştirilmesini istiyorlardı. Fakat Rusya, Ermenileri tam bağımsızlığa ulaştıracak veya tasarının kabul edilmesi için askerî baskı yollarının kullanılmasını gerektirecek her türlü plana katı bir şekilde karşı çıkıyordu.

Avrupalılar arasında fikir birliği kurulamadığını fark eden Sul­tan, ıslahat maddelerinin birçoğuna itiraz etti. 1895 yazı boyunca diplomatik görüşmeler sürerken, Hıristiyanlar ile Müslümanlar arasındaki gerginlik de tüm hızıyla tırmanmaya devam etti. Er­meni devrimcilerin her an ayaklanabilecekleri düşünülüyordu;

30 Ekim'de Erzurum'da olaylar patlak verdi, ermeni devrimcilerin faaliyetlerinin artması ve Müslümanların Ermenileri bağımsız bir devlet kurmak istemekle suçlamaları nedeniyle, gerginlik Eylül ayından beri durmaksızın tırmanıyordu. Kürt ve Lazlardan oluşan çeteler, Ermeni köylerine saldırıyorlardı. Hepworth, "Türkler    ile Ermeniler arasındaki düşmanlık duygusunun uzun süredir hazırda beklediğini, ortaya çıkmak için yalnızca uygun bir fırsat kolladığını" yazmaktadır. Sultan'ın kapsamlı ıslahatları kabul etmesiyle fırsat yakalanmış oldu. Konsolos Graves'e göre, katliamın titizlikle planlandığı anlaşılıyordu zira "katliamın başlamasından evvel yüzlerce kadın, Ermeni mahallesinin yağmalanmasından elde edilecek ganimeti dolduracakları çuvallarla şehre akın etmişlerdi.

1895-1896 olayları, çok miktarda insanın hayatına mal oldu. Ölen Ermenilerin sayısına yönelik tahminler, (1985'te bir Türk diplomat ve tarihçisi tarafından öne sürülen) 20.000 ila (1965'te Ermenistan Bilimler Akademisi'nin iki üyesi tarafından iddia edilen) 300.000 arasında değişmektedir. Söz konusu olayların vuku bulduğu döneme yakın zamanda hesaplanan sayılar arasındaki eşitsizlik nispeten küçüktür. Osmanlılara göre bu sayı 13.432 idi. Hepworth ise 50.000 ölüden söz ediyordu. 11 Aralık 1895'te, Almanya Büyükelçisi öldürülenlerin sayısının 60.000 ila 80.000 arasında olduğunu bildiriyordu. Güvenilir tahkik raporlarının mevcut olmaması nedeniyle, ihtilaf hâlindeki bu sayıları uzlaştırmak el­bette mümkün değildir: Jeremy Sait'in kaydettiği gibi, "Hassas bir okuyucu, Osmanlıların kabul ettiğinden daha fazla fakat Ermeni propagandacıların iddia ettiğinden daha az sayıda Ermeni'nin öldürüldüğü sonucuna kolaylıkla ulaşabilir.

Hâl böyleyken, Sultan Abdülhamit'in sorumluluğunu destek­leyen kanıtlar zayıf kalmaktadır ve olaylara tanıklık eden gözlem­cilerin tuttukları kayıtlara bakıldığında, başka türlü açıklamalar daha makul görünmektedir. Eliot, "emirlerin, planlı ve örgütlü bir Ermeni katliamına yönelik olarak verildiğini" düşünmemektedir. Yerel yöneticiler tarafından yanlış yönlendirilen Sultan'ın Ermeni devrimcilerin bir isyan başlatmasından gerçekten korktuğuna ve dolayısıyla sert önlemler alınması emrini verdiğine inanmaktadır. "Yerel mercilere iletilen emirlerde, muhtemelen, Ermenilerin baş­latacakları herhangi bir devrimci ayaklanmaya karşı tetikte olma uyarısında bulunuluyordu ve vakit kaybetmeden taarruza geç­mek için bir isyan çıkmasını korkuyla beklemek gerekmiyordu. Hepworth'e göre, Türkler, büyük çaplı bir ayaklanmadan gerçek­ten de korkuyorlardı. Bu tedirginlik mantıksız olsa bile, "asilerin tüm ülkeyi istila ettiğine ve en ileri önlemler alınmadığı takdirde hükümetin devrileceğine sahiden inanıyorlardı."

Katliamlara tanıklık eden gözlemcilerin büyük kısmı, tahrik edici propagandalarıyla bir korku ortamı yaratan Ermeni devrimcilerin ve boş sözler vererek destek vaat eden Avrupalı güçlerin de, Türklerin verdiği şiddetli tepkiye neden oldukları için olaylardan sorumlu olduklarına vurgu yapmaktadır. Amerikalı gazeteci terin Sidney Whitman, devrimciler tarafından dağıtılan el ilanlarında Türk boyunduruğundan kurtulmak üzere ayaklanma çağrısında bulunulduğuna dikkat çekmektedir. Türkler bu tehditleri ciddiye arca alınca, "suçlunun cezasının masuma yüklendiği" dehşet verici olayların yaşandığını anlatmaktadır. İngiliz resmî yetkililerden Ardern Hulme-Beaman, Avrupa'daki başkentlerde rahat ve güvenli bir hayat sürdüren liderler tarafından yönetilen devrimcilerin, şiddet tehditleri savurduklarını yazmaktadır.

 

GÜVENSİZ BİR İTTİFAK

Osmanlı muhalefetinin ilk kongresi 1902 Şubatı'nda Paris'te toplandı. Başta gelen katılımcılar, Osmanlı liberalleri, Jön Türkler olarak da bilinen İttihat ve Terakki Cemiyeti (İTC) ve Taşnakların önemli rol oynadıkları bir Ermeni delegasyonu idi. Baştaki Sultan'nın değiştirilmesi gerektiği konusunda hemfikir olmalarına rağmen, İTC içerisinde, Ermenilere özerklik tanınması ve yabancı müdahale gibi meselelerde ayrılıklar vardı. Prens Mehmet Saba­hattin liderliğindeki en kalabalık hizip, imparatorlukta yaşayan ulusal azınlıklara geniş özerklik tanımaktan ve gerekli ıslahat­ların gerçekleştirilmesi için Avrupalı güçlerin müdahalesine izin vermekten yanaydı. Ahmet Rıza etrafında kümelenen diğer bir grup ise, aksine, böyle bir müdahaleyi emperyalist bir eylem ola­rak değerlendirerek kınıyor ve her türlü bölgesel özerkliğe karsı çıkıyordu.

Kongreyi takip eden senelerde, İTCnin anti-emperyalist gün­deme sahip olan milliyetçi kanadı, etki alanını genişletti ve Jön Türkler ile Ermeniler arasındaki gerilim arttı. Bununla birlikte, 1908 yılında Abdülhamit'e karşı kazanılan zaferin ardından, eski anlaşmazlıklar arka plana atıldı. İngiltere ve Rusya'nın Türkiye'yi paylaştıklarına dair bildirimler alan Makedonya'daki bir grup subay, İTC'ye katıldı. Diğer garnizonlar da bu subayları takip etti ve sonuçta Jön Türkler kansız bir darbeyle iktidara geldiler. 24 Temmuz 1908'de, Abdülhamit'i 1878'de feshettiği anayasayı tekrar ilan etmeye zorladılar ve Türkler ile Ermeniler, ortak mücadele yoluyla ulaştıkları özgürlük ve eşitlik ilkelerini beraberce kutladı­lar. Toplumsal uzlaşma sahneleri yaşandı; Talat, Enver ve Cemal gibi Jön Türk liderleri kiliseleri ziyaret ettiler ve ulusal uyumla dolu bu yeni düzenin devam etmesi için dualar edildi. Taşnaklar, devrim örgütünü devam ettireceklerini fakat silahlı mücadeleye son vereceklerini ve siyasal bir kuruluş olarak icraatlarını sürdüreceklerini duyurdular.

1908 ila 1913 yılları arasında Osmanlı hükümetinin dış politi­kada tecrübe ettiği bir dizi yıkıcı başarısızlık, Türk-Ermeni ilişki­leri üzerinde, İTC içerisindeki ideolojik gelişmelerden çok daha mühim etkiler doğurdu.

1912 senesindeki parlamenter seçimlerde, Taşnaklar ve ITCyi ortak bir düzlemde buluşturan anlaşma hâlâ geçerliydi, fakat 1913 başlarında ilişkiler gerilmeye başladı.32 Anadolu'nun doğu vilayetlerinde Kürtlerin karıştığı yağmacılık olayları arttı. Taşnaklar imparatorlukta özerklik ve ıslahat öngören programa resmen bağlı kalmaya devam etseler de Rusya'yı tek gerçek hamileri olarak gören Ermenilerin sayısı giderek artmaya başladı. 1913 Eylülü'nde Köstence'de düzenlenen Hınçak kongresinde, meşru faaliyetleri bir kenara bırakma ve -arasında Dâhiliye Nazırı [İçişleri Bakam] Talat'a karşı tertip edilen bir suikast da bulunan- gayrimeşru faaliyetlere geri dönme kararı alındı. Talat, 1913 Ocak'ında hükümeti deviren ve kendi diktatörlüklerini kuran milliyetçi İTC liderlerinden biriydi. Uygulanmasa dahi, Talat'ı öldürme planı Ermeni devrimcilerin yeni bir radikal atmosfer içine girdiklerine işaret ediyordu.

Almanya'nın başı çektiği ve Türk bakış açısı lehine birçok imtiyazın tanındığı bir mutabakat anlaşması imza­landı. Altı doğu vilayeti, birer Avrupalı müfettişin idaresindeki iki eyalet altında birleştirildi. "Ermenistan" ve "Ermeni" kelimelerinin hiç geçmediği ıslahat programı, bu iki genel müfettişlik dışında kalan Kilikya'dakini ve onun benzeri Ermeni cemaatlerini dışarıda bırakıyordu. Avrupalı güçlere, ıslahatların yürütülmesini büyü­kelçileri aracılığıyla denetleme hakkı tanındı fakat bu devletlerin, reformların muvaffakiyetini güvence altına alma yükümlülükleri kaldırıldı.

Bununla da bitmedi. 1914 Ermeni Reformu'nun asla uygulanma­mış olmasının, 1915 yılında yaşanan felaketlerde katkısı olduğunu düşünmek için de birçok sebep bulunmaktadır. Avrupalı devletlerin Ermenilerin lehine müdahale etmesi -kendilerinden önceki padişah gibi-Jön Türk yönetiminin de zoruna gitti, özellikle Rusya'nın rolü, güçlü endişeler uyandırdı. Feroz Ahmad'ın belirttiği gibi, yürür­lükten kaldırılan ıslahat sözleşmesinde Ermenilere tanınmış olan haklar, "Doğu Anadolu'da, en sonunda bağımsız bir Ermenistan'a varacak olan bir Rus himayesinin başlangıcı gibi görünüyordu." Dolayısıyla, 1915'te çok sayıda Ermeni'nin Doğu Anadolu'yu işgal eden Rusya'ya duyduğu yakınlığı açık bir şekilde ifade etmesi üze­rine, Jön Türkler, Ermeni azınlığın sürekli yinelenen bu hainliklerine kalıcı bir çözüm sağlamanın, ancak Ermeni nüfusun toplu hâlde yer değiştirmeye zorlanması gibi radikal bir önlemle mümkün olacağına kanaat getirdiler.

Ermeni İddiaları-Soykırımsal Tasarı

 

 Bu güne dek Ermeniler arasında ağır basan görüş, 1915 yılında yüz binlerce Ermeni'nin tabi tutulduğu zorunlu göçün, devlet ta­rafından örgütlenmiş bir imha planı olduğu yönündedir. İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin (İTC) hâkim olduğu Osmanlı hükümetinin, uzun vadeli ideolojik hedeflerine ulaşmak için savaş bahanesinin arkasına gizlendiği öne sürülmektedir. Richard Hovannisian'ın yazdığına göre, "Çoğulcu Osmanlı toplumunun homojen bir Türk toplumuna dönüştürülmesi için belirlenen yöntem, soykırım idi." Ermeni nüfusun yarısından fazlası mahvedildi "ve geriye kalanlar, atalarının yurdundan zorla çıkarıldı." Ermenilerin tarafını tutan­ların birçoğu, Ermeni milletini imha planlarının 1914'te başlayan savaş öncesine ve dolayısıyla taammüt [premeditation) unsurunun kanıtlandığı yönündeki görüşe de katılmaktadır.

Meşhur sosyolog ve eğitimci Ziya Gökalp'ın (1878-1924) Tu­rancılığı desteklemesinin Ermenileri imha tasarısında önemli bir rol oynadığı varsayımını destekleyen gerçekçi kanıtlar daha da azdır; buna rağmen bu sav da sıklıkla dile getirilmektedir. Ta­rihçi James Reid, "Hitler için Wagner kim ise, Enver Paşa için de Gökalp o idi." diye yazmaktadır. Reid, Gökalp'ın kuramının ve bunun pragmatik uygulamasının "parçalanmakta olan Osmanlı İmparatorluğu'nun içerisindeki Türk olmayan tüm halkların kökü­nün kurutulması" anlamına geldiğini söylemektedir. Stephan H. Astourian, Gökalp'ın "soy ve ırka dair mistik bir görüş" benimse­diğini ve bu düşüncelerin "Ermeniler için ve Türk olmayan diğer birçok grup için yıkıcı" olduğunu belirtmektedir. Peter Balakian, Gökalp'ı "Alfred Rosenberg ve Joseph Goebbels gibi önde gelen Nazi propagandacılarını gölgede bırakan... tehlikeli bir ırkçı" olarak tanımlamaktadır.

Buna karşılık, İngiliz tarihçi Andrew Mango, "1910 yılında Selanik'te düzenlenen bazı gizli konferanslarda ve sonrasında, 'İttihat ve Terakki Cemiyeti' tarafından, tüm Ermenilerin temizlenmesi düşüncesinin Jön Türk politikasının esas amacı olarak belirlendiği iddialarım destekleyen tek bir delil bile olmadığını" belirtmektedir.

Anlaşılan o ki, 1919 başlarında İstanbul'daki İngiliz memurlar, "On Emir" belgesinin gerçek olduğuna inanıyor ve Ermeni katliamların­dan sorumlu olan yöneticileri adalete teslim etmeyi umuyorlardı. : tüm Hâlbuki (7. Bölüm'de daha ayrıntılı biçimde ele alacağımız gibi) anda bir yıl sonra, İngilizler tarafından tutuklanarak Malta'ya götürülen Türk idarecilerin aleyhinde kanıt toplayan Kraliyet hukuk danış­manları, İngiliz mahkemelerini ikna etmek için uygun delil içerme­mesi nedeniyle, "On Emir" belgesini kanıt olarak sunmadılar.

 

MEVLANZADE RIFAT'IN ANLATIMIYLA 1915 ŞUBATI'NDAKİ GİZLİ İTC TOPLANTISI

Taammüt unsurunu ve İTC yönetiminin katliamlardaki suçunu tasdik ettiği söylenen bir başka gizli oturum, İTC merkez komite­si mensubu olduğu iddia edilen Mevlanzade Rıfat'ın anılarında yer almaktadır. Söz konusu kitap, 1929'da Halep'te basılan Tür­kiye İnkılâbının İç Yüzü'dür. Birçok Ermeni yazar, Mevlanzade Rıfat'ın 1915 Şubatında düzenlenen ve "Ermeni halkını yok etmeyi hedefleyen vahşi planın geliştirildiği" bu toplantıya katıldığına inanmaktadır.

Oturuma Talat Paşa'nın başkanlık ettiği ve üst düzey İTC yö­neticilerinin katıldığı söylenmektedir.

    Mevlanzade Rıfat'ın anlattığı hikâyeye genel olarak şüpheyle yaklaşılmasının temel nedeni, bu sözde Jön Türk liderinin geçmişi hakkında Gwynne Dyer'in 1973'te yayınladığı ve diğer yazarların da desteğini kazanmış olan titiz araştırmadır. Anlaşıldığı kadarıy­la, Rıfat asla İTC'ye mensup olmamış bir Kürt'tü. Ne İTC merkez komitesindeydi, ne de Ermenilere yönelik imha komplolarına erişebileceği bir konuma sahipti. Aksine Rıfat, 1908 devriminden itibaren, Jön Türklere karşı sert bir muhalefet yürüten bir partiyi yönetti; 1909'da İTC'ye karşı yapılan gerici darbeye karışınca, yargılandığı askerî mahkeme sonucunda İstanbul'dan on yıllık uzaklaştırma cezasına çarptırıldı. Rıfat, 1918 ateşkesinin ardından Türk başkentine geri döndü ve Kürdistan'm bağımsızlığını kazanma çabalarında yer aldı; fakat Kemalistlerin iktidara gelmesiyle birlikte tekrar sürgüne gitti.

SOYKIRIM TEZLERİ                                

Ermeni kökenli birçok yazar, 1915-1916 tehcirinde hayatını kaybeden çok sayıda Ermeni'ye dikkat çekerek, ölü sayısının yüksek olmasını, ortada kasıtlı bir imha planı olduğuna kanıt olarak ileri sürmektedir. Dadrian, yol açılan sonuçların, Jön Türk rejiminin amaçlarına dair göstergeler taşıdığı -neticede meydana gelen imhanın, imha etme niyetini gözler önüne serdiğini- iddia etmek­tedir. Dadrian'a göre, "Gerçekte çok sayıda Osmanlı Ermenisi imha edildi mi, yoksa edilmedi mi?" sorusunu sorarak İTC'nin amaçlarını tespit etmek mümkündür.

Ermeni tezini destekleyen yazarların çoğu, Türk nüfusunun neredeyse tüm sınıflarını etkileyen ve büyük kıtlıklara yol açan yiyecek sıkıntısını bütünüyle görmezden gelmektedir. 1914'te çok sayıda çiftçinin seferber edilmesi ve bunların atlarma, öküzlerine ve binek arabalarına devlet tarafından el konulması nedeniyle ekinler biçilemedi ve çok sayıda tarla sürülemedi; giderek büyüyen kıtlı­ğın sebeplerinden biri de buydu. İzmir'deki Amerika Konsolosu George Horton, 14 Kasım 1914 tarihli raporunda, yaşanan sefaletin bununla sınırlı kalmayacağını ve "insanların sahiden açlıktan kı­rılmaya başladıklarını" yazıyordu. Amerika Büyükelçisi Henry Morgenthau'nun belirttiği gibi, 1915 ilkbaharında vaziyet acınacak hâldeydi: Her gün, Türkiye'nin her yerinde binlerce kişi açlıktan ölüyordu.

Ermeni muhacirleri hesaba katmazsak, yiyecek ekmeği olmayan beş yüz bin kişi yardım bekliyor. Yüzlerce insan açlıktan kırılıyor. Yardım eden yok. Şeker ve gaz yağı fiyatları iyice yükseldi. Lekeli humma [tifüs] salgını var, ölüm oranları çok yüksek.

Kıtlık giderek daha ciddi bir hâl aldı. Bir Ermeni papazının yazdığına göre, 1916'dan savaşın 1918'de bitmesine dek, Urfa şehri kıtlık çekti ve şehrin fakirlerinin büyük bölümü açlıktan kırıldı. "Açlıktan kıvranan Ermeni ve Türkler, aynı dükkânların önünde yan yana dileniyor ve bayırlardan topladıkları otları yiyorlardı.”

Malları fahiş fiyatlara satan vurguncuların istifçiliği ve giderek yayılan yozlaşma, yiyecek sıkıntısını iyice kötüleştiriyordu.

En kötü durum, 1917-1918 kışında yaşandı. Almanya Büyü­kelçisi Kont Johann von Bernstorff, 30 Mart 1918'de Berlin'e şöyle bildiriyordu: "Gerçek bir açlık yaşanıyor ve kimse fakirlerin ölüp ölmemesini umursamıyor." Alman Askerî Misyonu'nun yöneticisi ve Türk ordusunun genel müfettişi olan Otto Liman von Sanders'in Almanya Büyükelçisi'ne 20 Haziran 1918'de sunduğu rapora göre, aynı senenin Nisan ayında Irak'taki Altıncı Ordu'da açlık ve buna bağlı sebeplerle ölen Türk askerlerinin sayısı 17.000'e ulaşmıştı.

Demiryolu ve hatta çoğu zaman düzgün karayolu bulunma­yan Doğu Anadolu'daki savaş boyunca, yaralanan ve hastane­ye ulaşmak isteyen askerler, eğer şansları yaver giderse at veya öküz arabalarıyla batıya doğru kaçan Müslüman sığınmacıların taşıtlarına biniyorlardı. Fakat çoğu da yürümek zorunda kaldı ve hastaneye asla varamadı. Harput'taki Amerika Konsolosu Leslie Davis, 1915-1916 kışındaki vaziyeti şöyle tarif etmektedir:

Mamuretül-aziz'deki [Elazığ] cepheden tüm kış boyunca yaralı veya hasta askerler geldi. Türklerin Ermenilere nasıl muamele ettiğini biliyorduk, fakat kendi askerlerinin hâlinin ne kadar kötü olduğunu gördüğümüzde inanamadık. Askerler, Erzurum'dan ve benzer uzaklıktaki diğer kışın ortasında, üstlerinde pek giysi olmadığı hâlde ve erzaksız gönderiliyorlardı.

Osmanlı'nın verdiği zayiata dair sayılar kesin olmamakla birlikte, Türk ordusunda hastalığın yol açtığı kaybın, savaş alanında verilen kaybı aştığı açıkça anlaşılmaktadır. Edward Erickson'ın yazdığı Osmanlı ordusu tarihine göre, savaş alanında 243.598 asker kaybeden Türk ordusunun 466.759 askeri, salgın hastalıklara kur­ban gitmişti. Bunlar haricinde 68.378 asker, aldığı yaralardan dolayı ölmüştü. Hastalıktan ölen Türk askerlerinin sayısı, savaşta aldığı yaralar nedeniyle ölen askerlerinkinin neredeyse yedi katıydı. 1. Dünya Savaşı'na katılan başka hiçbir orduda, hastalıkların ve yaralanmaların yol açtığı kayıp sayısının savaş alanında kaybedilen asker sayısına oranı böyle feci değildi. Dahası, savaş sonucunda, çoğunluğu muhtemelen hastalık ve kötü beslenme veya açlık nedeniyle olmak üzere, en az bir buçuk milyon sivil Müslüman’ın öldüğü tahmin edilmektedir.

Kutül-Ammare esirlerinin çoğu esir kampına asla varamadı. Uzun kuşatma süresince açlıktan kıvranan ve güçsüz düşmüş olan esirler, sıcak Mezopotamya çölünde yürümeye başladılar. Su ve yiyecek kısıtlıydı. Her hafta yüzlercesi bitkinlik ve dizanteriden ölüyordu. İngiliz hükümetinin bir raporunda durum şöyle tarif edi­liyordu: "Operasyon, Türkiye'de akıllara durgunluk verecek kadar kötü yönetiliyor. Askerler, yiyecek verilmeden yola çıkarıldılar ve yol üzerinde de erzak tedariki yapılmadı." Bu ölüm yürüyüşünden sağlam çıkanlar, çalıştırılmak üzere Bağdat demiryolu inşaatına yollandılar. Ancak o kadar zayıf düşmüşlerdi ki çalışamıyorlardı ve üstüne üstlük ölümler devam ediyordu. Nihayet hayatta kalanlar, savaş esirlerinin tutulduğu bir kampa yollandılar.

Bir İngiliz subayının anlat­tığına göre, gardiyanlar acımasız değillerdi ve hatta düşmanca bile davranmıyorlardı. Esirlerin çoğu ihmal, yetersizlik ve kötü yönetim sonucunda hayatını kaybetti. Esaret altındaki rütbesiz İngiliz askerlerinin %70'i öldü; yine de bütün bunlar, esirleri öl­dürmek amacıyla herhangi bir tasarı yapılmaksızın vuku buldu. İngiliz savaş esirlerine yapılan muamele, Jön Türklerin Ermeni cemaatini yok etmek istediği tezini çürütmemekle beraber, kötü Osmanlı yönetiminin, önceden tasarlanmış kasıtlı bir imha planı olmaksızın, aşırı derecede yüksek ölüm oranlarına yol açabildiğini gözler önüne seren diğer bir örnek teşkil etmektedir.

ARAM ANDONYAN'IN KİTABI: Naim Bey'in Hatıratı

1914 yılında ilan edilen seferberlik süresince askerî sansür memuru olarak çalışmış bir Ermeni olan Aram Andonyan, 1915 Nisanı'nda İstanbul'da tutuklanarak sınır dışı edildi. Bir dizi firar ve tekrar yakalanma sonrasında Halep'e vardı ve burada geçici oturma izni almayı başardı. 1918 Ekimi'nde kentin İngiliz birliklerinin eline geçmesinin ardından, Andonyan tehcirden sağ çıkan Ermeni erkek, kadın ve çocukların ifadelerini toplamaya başladı. Anlattığına göre, bu arada, Halep Tehcir Komitesi'nin eski başkâtibi olan Naim Bey adında bir Türk yetkiliyle de temas kurmuştu. Naim Bey, görev süresi boyunca eline geçtiğini öne sürdüğü çok sayıda resmî belge, telgraf ve kararı kapsayan hatıralarını Andonyan’a teslim etmişti.

Kitabın ortaya çıkışı, Osmanlı İmparatorluğu'nun I. Dünya Savaşı'nda uğradığı hezimetin ardından Doğu ve Güneydoğu Anadolu'da bağımsız bir Ermeni devleti kurulmasını isteyen çeşitli Ermeni grupların İtilaf Devletleri'ni ikna etmek için geniş kapsamlı girişimlerde bulunmalarıyla ayı döneme denk gelmektedir.

Türk yazarların tümü, Naim-Andonyan belgelerini düzmece kabul etmektedir. Hatta Türk olmayan yazarların mühim bir kısmı da bu belgelerle ilgili birtakım soruları gündeme getirmiştir. Genellikle Ermeni yanlısı bir tutumu olan Christopher Walker, başlarda gerçek olarak kabul ettiği Talat Paşa telgrafları konusundaki fikrini 1997'de değiştirmiş ve "söz konusu belgeler veya benzerleri ! tekrar gündeme getirilip eleştirel bir basımda yayınlanana dek şüpheyi elden bırakmamak gerektiğini" vurgulamıştır.  Soykırım suçlamalarını destekleyen Hilmar Kaiser, "Andonyan'ın kitabında ve Talat Paşa'nın gönderdiği iddia edilen diğer iki telgrafın içeriğini      bir dereceye kadar doğruladığını" düşündüğü, Osmanlı Dâhiliye Nezâretinden kalma birkaç Türk belgesine gönderme yapmaktadır. Bu belgeleri kullanmadıkları için Orel ve Yüce'nin savundukları "tezin sorgulanması ve 'Naim-Andonyan' belgeleri üzerine daha çok araştırma yapılması gerektiğini" ileri sürmektedir.   

1919-1922 Askeri Mahkemeleri

Tüm etkenler incelendiğinde, askerî mahkemelerin kurulmasının en önemli nedeninin Ermeni katliamlarının cezalandırılmasında ısrar eden muzaffer İtilaf Devletlerinin uyguladıkları güçlü baskı olduğu anlaşılmaktadır. Henüz 24 Mayıs 1915'te, İtilaf Devletleri, "Osmanlı hükümeti ile buna bağlı kurumların bu tür katliamlara karışan tüm mensuplarının söz konusu suçlardan bizzat sorumlu tutulacakları" konusunda Bâbıâli'yi ikaz etmişlerdi. Söz konusu mahkemeler ile ilgili yapılmış olan en ayrıntılı araştırmanın yazan olan Taner Akçam'ın belirttiği gibi, 14 Aralık'ta Türk hükümetinin askerî mahkemelerin kurulması için aldığı resmî karar üzerinde "İngiltere'nin yaptığı politik baskı, büyük bir rol oynadı." Dadrian da İtilaf Devletleri'nin "suçluların cezalandırılması için istekli" olduklarından söz etmektedir. Dadrian'ın diğer bir makalesinde yazdığına göre, "siyasal sebeplerle" askerî mahkemeler kurmak "zorunda kalınmıştı".

10 Aralık 1918 tarihli bir Amerikan istihbarat raporuna göre, Türkler "katliamın sorumluluğunu tamamen Jön Türk Hükümeti'nin üzerine yıkmak ve medeni devletlerin kamuoylarının Türklere sempati duymasını sağlamak amacıyla bir propaganda komisyonu bile kurmuşlardı.

Elliden fazla politik ve kültürel kuruluşu tek çatı altında birleştiren bir cemiyet olan Millî Kongre, bazı askerî mahkemelerde de ortaya konan fikirlerini iletmek üzere, Batı'ya yönelik birçok broşür yayınladı. Millî Kongre'ye göre, Ermeni devrimci örgütlerin haince faaliyetleri ve "Müslüman nüfusuna yönelik çok sayıda saldırı" Ermenilerin tehcir edilmesi zorunlu bir hâl almıştı; fakat meydana gelen katliamlar mazur görülemezdi.

Amerika Yük­sek Komiseri Lewis Heck7in 4 Nisan 1919 tarihinde Washington'a gönderdiği ve eski hükümet yetkililerinin tutuklanmasına devam edildiğinden bahseden raporda ise, "bu tutuklamaların büyük bir çoğunluğunun şahsi intikam amacıyla veya -başta İngiltere olmak üzere- Müttefik Devletler 'in teşvik etmesi sonucunda yapıldığına yönelik genel bir kanının mevcut olduğu" anlatılıyordu.59

Ermeni yazarların 1919-1920 mahkemelerinden  h hoşlanmalarının sebebinin, huylunun huyundan vazgeçmiş olmasından ziyade, söz konusu mahkeme kararlarında Jön Türk lider kadrolarının Ermeni katliamındaki sorumluluğuna değinilmesi olduğu sonucuna varılmaktadır. 1919-1920 yıllarında görev yapanlar da dâhil olmak üzere, Osmanlı Askerî Mahkemeleri'ndeki yargılamalar, Batı adil yargılama standartlarıyla kıyaslandığında ciddi eksiklikler taşıyordu. Örnek vermek gerekirse, 19. yüzyıl Amerikan Askerî Mahkemeleri, sanık­lara veya bunların vekillerine, itham edilen suçla ilgili tanıkları sor­guya ve çapraz sorguya tabi tutma hakkı tanıyordu.         

Adil yargılama ilkesinin temel gereksinimlerinin böyle ciddi biçimde ihlal edilmesi ve duruşma tutanaklarının orijinallerinin kayıp olması, 1919-1920 Askerî Mahkemelerinin karar ve bulgularının güvenilir deliller olarak kabul edilmeleri önünde engel teşkil etmektedir.

TEŞKİLAT-I MAHSUSA'NIN ROLÜ

1919-1920 Askerî Mahkemelerinin bir kaçında Teşkilat-ı Mahsusa'nm yıkıcı rolüne atıfta bulunulmuştur. Dadrian da bu suçlamaya katılmaktadır. Yazara göre, "Teşkilat-ı Mahsusa'nın yükümlülükleri arasında istihbarat, karşı casusluk ve sabotajın engellenmesi de vardı.

 Teşkilat-ı Mahsusa ile Ermeni katliamlarını ilişkilendirmeye çalışan Dadrian, 1919 Askerî Mahkemelerinin ana davasında su­nulmuş olan iddianameden sıklıkla alıntı yapmaktadır. Fakat ne ana davanın duruşma tutanakları, ne de mahkemenin verdiği karar Dadrian'ın suçlamalarını destekler niteliktedir. Duruşma hâkimi tarafından sorgulanan birçok sanık, Teşkilat-ı Mahsusa'nın Rus sınırındaki düşman cephelerinin gerisinde yürütülen gizli operas­yonlarda kullanıldığını doğrulamış, serbest bırakılan mahkûmların kullanıldığını anlatmış ve Teşkilat-ı Mahsusa'nın orduyla nasıl bir işbirliği içinde olduğunu ve Teşkilat-ı Mahsusa giderlerinin Harbiye Nezâreti'nin gizli fonuyla nasıl karşılandığını açıklamıştır. Bunun yanı sıra, sanıklar bir takım İTC üyelerinin de Teşkilat-ı Mahsusa'ya hizmet ettiklerine ve bu katılımın vatan borcu olduğunu söyleyerek gönüllülerin kadrolara kaydedilmesine yardım ettiklerine şahitlik etmişlerdir.       

1919 yılında ana davanın görülmesine dek, hiç kimse Teşkilat-ı Mahsusa'yı Ermeni tehciri ile ilişkilendirmeye çalışmıyordu. Türkiye'de görev yapan yabancı konsolosluk yetkilileri, misyonerler ve Alman subayları tarafından hazırlanan raporlar, tehcir ve taktil ile ilgili zengin bir kaynak teşkil etmelerine rağmen, bun­larda Teşkilat-ı Mahsusa'dan hiç söz edilmiyordu. Görünüşe göre, Teşkilat-ı Mahsusa 1919'da savcılar tarafından kolay bir hedef ola­rak belirlenmişti. Gizli faaliyetler yürüten bu teşkilat, kendine ait belgeleri düzenli olarak yok ediyordu. Üstelik savaşın sonunda ele geçirilebilecek her tür belge, Jön Türk rejiminin yıkılmasının ardın­dan ortadan kaybolmuştu. Teşkilat-ı Mahsusa'nın örgütsel yapısı hakkında çok az bilgi mevcuttu. Tüm bunlar, Teşkilat-ı Mahsusa'nın günah keçisi yapılmasını ve her türlü alçakça faaliyetin Teşkilat-ı Mahsusa'ya atfedilmesini kolaylaştırdı.

 

Türkiye’nin Tezleri

 

Türk Devleti, Jön Türk rejiminin I. Dünya Savaşı esnasında  Ermeni cemaatinin yok edilmesi emrini verdiğini ve dolayısıyla soykırım suçu işlediğini reddetmektedir. Çok yakın zamana dek, tüm Türk tarihçiler bu konuda aynı görüşü savunuyorlardı. Bu yazarların çalışmalarında milliyetçiliğin büyük etkisi ve bir kaç istisna haricinde hepsinde aşırı bir taraftarlık ve özeleştiri eksikliği göze çarpıyordu. Yazılarında iddia ettiklerine göre, Ermenilerin tehcir edilmesi, büyük çaplı bir ayaklanma organize eden Ermeni devrimcilerin Türk cephesinin gerisinde gerçekleştirdikleri vatana ihanet eylemleri nedeniyle alınmak zorunda kalınan acil bir önlem idi. Düşmanla kimin işbirliği yapıp kimin yapmacığını tespit etmesi mümkün olmayan Osmanlı yönetiminin, Ermeni cemaatinin tama­mım ülke içerisindeki başka bir yere taşımaktan başka çaresi yoktu. Yazarlar, Ermenilerin o dönemde Osmanlı İmparatorluğuna ait olan Suriye ve Mezopotamya'daki varış noktalarına gönderilmiş ol­maları nedeniyle, bu taşımanın sınır dışı etme değil, yer değiştirme [nakletme] olduğu konusunda ısrar etmektedirler. Türk yazarların büyük kısmı, bu zorunlu göç sırasında talihsizlikler yaşandığını ve çok sayıda Ermeni'nin hayatını kaybettiğini düşünmektedir.

1914 Eylülü'nde, genel seferberlik ilan edilmesinin üzerinden yaklaşık bir ay geçtikten sonra, Osmanlı hükümeti taşradaki makamlara Ermeni örgütlerinin faaliyetlerini gözetim altında tutmaları ve her türlü yasal olmayan silahlanmaya engel olmaları yönünde talimat verdi. Bu emir üzerine, yaygın silah aramaları başlatıldı; bazı valiler, çoğunluğu Rus menşeli olan silah ve patlayıcılardan oluşan büyük stoklar bulduklarına dair raporlar gönderdiler. Ermeniler, bu silahların yalnızca nefsi müdafaa amacıyla hazırda bekletildiğini iddia etseler de, bu savunma Türkleri ikna etmeye yetmedi. Aynı dönemde, askere alınmış çok sayıda Ermeni firar etmeye başladı ve                                                                bazı Ermeni devrimciler sabotaj eylemleri düzenlemeye başladılar.           Tam da o günlerde, Türk ordusu Kafkasya cephesinde ciddi bir şekilde bozguna uğradı; Ermeniler, düşman kuvvetlerine yardım ederek bu yenilgide kilit rol oynamakla suçlandılar. Telgraf hatlarının kesildiğinden ve Ermeni asker kaçaklarıyla silahlı çatışmalar yaşandığından bahseden raporlar geliyordu.

Sonuç olarak, her ne kadar kendilerine olumlu cevap veren Ermenilerin sayısı tam olarak bilinmese de, Hmçaklarm büyük bir ayaklanma çağrısında bulundukları bu kaynaklarda teyit edilmektedir. Taşnak örgütü ise hazırladığı genel ayaklanma planını asla uygulamamıştır.

Kimi Avrupalı diplomatlar ve olay yerinde bulunan diğer göz­lemciler, 1915 yılında ülkenin gerçekten bir Ermeni ayaklanmasının tehdidi altında olup olmadığını sorgulamışlardır ve bu mesele günümüzde de tartışma yaratmaya devam etmektedir.

Çoğu meselede olduğu gibi bu konuda da en anlamlı görünen Dyer’in savıdır. Dyer’in vardığı sonuca göre, Türklerin Osmanlı Ermenilerinin tümüne yönelttikleri sadakatsizlik, ihanet ve ayaklanma suçlamaları, "Ermeni milliyet­çiliği konusunda tamamen doğru, aleni faaliyetler açısından bir bakıma doğru ve [Ermenilere] yapılanları gerekçelendirmek için tamamıyla yetersizdir.”

VAN AYAKLANMASI

Ermeni cemaatinin tehcir edilmesi kararının alınmasındaki en önemli etkenlerden biri, Van'da çıkan isyandı. Rus sınırında ve tarihi Ermenistan'ın merkez bölgesinde bulunan bu önemli kent, uzun süre Ermeni milliyetçi hareketinin merkezi olmuş, güçlü bir devrimci gelenek kazanmıştı ve dahası Taşnakların en güç­lü kalesi olarak görülüyordu. 1915 ilkbaharında Taşnaklar Doğu Anadolu'nun içlerine doğru ilerlemeye başladıklarında, -Türklerin iddia ettiğine göre- Van'daki Ermeniler Rus saldırılarına destek olmak amacıyla isyan çıkardılar.

Zaten Van bölgesinde Ermeniler ile Müslümanlar arasındaki iliş­kiler bir süredir bozulmuş durumdaydı. Özellikle Ermeni köylüler ile Kürtler arasında gerilim yükselmişti; Kürt eşkıyalarının yaptığı yağmalar, Ermeni nüfusun silahlanmasını hızlandırmıştı.

Miladi takvime göre 20 Nisan'da, Van'daki Ermeniler, Taşnak lideri Aram Manukyan'ın komutası altında taarruza geçtiler. Türk valinin 24 Nisan tarihli raporunda bildirdiğine göre, karakollara ateş açan ve Müslümanlara ait evleri ateşe veren 4.000 Ermeni, Ermeni mahallesinin önüne kendi gövdelerinden barikat kurdu. Kırsal kesimden gelen yaklaşık on 15.000 muhacir, kuşat­ma altındaki asilere katıldığında aşırı kalabalık ve açlık tehlikesi doğdu. Buna rağmen Ermeniler birkaç hafta boyunca dayanmayı başardılar. Türkler, büyük toplar kullansalar ve barikat kuran Er­menileri yerlerinden söküp atmaya çalışsalar da, büyük kayıplar vererek başarısız oldular. Çarpışma epey şiddetli geçiyordu. Türk kuvvetlerinde görev yapmakta olan Güney Amerikalı paralı as­ker Rafael de Nogales'in yazdığına göre, "Taraflar ne birbirinin gözünün yaşına bakıyor, ne de aman diliyordu. Düşmanın eline bir kez düşen herkes, Hıristiyan veya Müslüman fark etmez, artık ölü bir adamdı.”

Zafer sarhoşluğu yaşayan Ermeniler, şehrin anahtarlarını Rus genel kumandanına verdiler. Karşılık olarak Ermeni Müdafaa Heyeti'nin başkanı Aram Manukyan, Rus askerî makamları ta­rafından bölgenin valisi olarak atandı. Hovannisian’ınn yazdığına göre, "Vaat edilen mükâfata yani Rusya'nın himayesi altında özerk bir Ermenistan'a ulaşmak artık mümkün gözüktüğü için Ermeni siyasal bilinci de uyanmaya başlamıştı."37 Bununla birlikte Van Ayaklanmasının işgalci Rus birliklerinin yardımıyla başarıya ulaş­tığı gerçeği, Ermenilerin Türkiye'nin düşmanlarıyla işbirliği içine girdikleri hususunda ikna olmak için Türklerin ihtiyaç duydukları nihai kanıt idi. Bu hainlere her türlü ceza müstahaktı.

 Van'da üç gün boyunca birebir tanık olduğu Ermeni intikamını unutmakta zorlandığını yıllar sonra yazan diğer bir Alman mis­yoner, olayları şöyle tarif etmektedir: “Mağlup olmuş, kazanan taraftan aman dileyen ve tamamıyla yardıma muhtaç durumdaki Türk kadınların durumu, o döneme ait aklımda kalan en acı hatıralardan biridir.

Türkler geçmişte yaralılar da dâhil olmak üzere Ermeni mahkûmlan öldürmüşlerdi ve şimdi intikam sırası Ermenilere gelmişti. 1916 yılında yayınlanan Kırmızı Kitap [Millî Güvenlik Siyaseti Belgesi], Türklerin giderken şehrin hastanesinde bıraktıkları yirmi dört yaralı Türk askerinin canlı canlı yakıldığını bildirmektedir.

 

ERMENİLERİN SAVAŞTA İTİLA DEVLETLERİ'Nİ DESTEKLEMELERİ

 

Türkiye'nin Kilikya'daki askerî konumunu daha derinden sarsacak bir tehdit, bu kez yurtdışından geldi. 1912 Aralık'ında Katolikos V. Gevorg, Mısırlı bir Ermeni olan meşhur Bogos Nubar Paşa'yı Batılı İtilaf devletleri ile bir işbirliği ortamı sağlama işlevi gören Ermeni Millî Delegasyonu'nun başına atadı. Savaşın patlak vermesinin ardından Bogos Nubar Paşa, Kafkasya cephesinde sava­şan Ermeni gönüllüler için para toplamaya başladı. Hatta Kilikya'ya düzenlenen bir askerî çıkarmaya Türkiye Ermenilerinin yardımcı olmasını sağladı. 1914 yılının sonlarında, İngiliz ve Fransız savaş ge­mileri İskenderun Limanı'nı ve diğer kıyı bölgelerini topa tuttular. Bu saldırıların ardından ve özellikle de İtilaf devletlerinin Çanakka­le saldırısının 1915 ilkbaharında durma noktasına gelmesi üzerine, Ermeniler İtilaf Devletlerinin İskenderun veya Mersin’den karaya çıkaracakları yeni birliklerle ikinci bir cephe açacakları konusunda umutlandılar.

Müdafaa Heyeti, gönüllülere teçhizat ve silah tedarik etmeyi teklif etti. İngiliz ve Fransız hükümetlerinin de cephane ve ağır silahları sağlaması ümit ediliyordu. 24 Temmuz 1915 tarihinde, Kahire'deki Ermeni Millî Müdafaa Heyeti, Sir John Maxwell'e bir kez daha Kilikya kıyılarına askerî bir çıkarma düzenlenmesi için öneride bulundu.

Söz konusu askerî harekâtın gerçekleştirilmesi için, İskenderun'u, Mersin'i ve Adana'yı (ve buralardaki dar boğazların tümünü) işgal etmek ve hem 10.000 kişilik Ermeni gönüllü kuvvetleriyle hem de bölgedeki Ermeni nüfusun tamamıyla işbirliğini sağlamak üzere 10.000 ila 12.000 asker gerektiğini izninizle belirtmek isteriz. Tüm bu olası koşullar altında Kilikya'daki 25.000 Ermeni ayaklanmacıya ve yakındaki diğer vilayetlerden gelmesi beklenen diğer Ermeni isyancılara güvenilmesi görünmektedir. Yaklaşık 50.000 kişilik bu müthiş kuvvet, Kilikya sınırlarından daha öteye ilerlemeyi dahi başarabilecek ve dolayısıyla müttefik devletlere büyük yarar sağlayacaktır.

Savaş bittikten ve 1919 yılında Paris Barış Konferansı düzenlen­dikten sonra, Ermeniler, İtilaf Devletleri'nin zaferinde oynadıkları büyük rolden gururla bahsetmeye başladılar. Bogos Nubar Paşa, Fransız Dışişleri Bakanı Stephen Pichon'a gönderdiği 29 Ekim 1918 tarihli bir mektupta, tüm cephelerde İtilaf Devletleri'nin yanında çarpıştıkları için esasen Ermenilerin de savaşa taraf olan devletler arasında yer aldıklarını iddia ediyordu. Buna göre, batı cephesinde Fransızlara ait Yabancı Lejyon'da 600 ila 800 gönüllü hizmet ver­mişti ve bunların yalnızca kırk tanesi sağ kurtulmuştu. Üç tabur, Ortadoğu'da savaş alanına çıkmış ve gösterdikleri cesaret, General Allenby tarafından övülmüştü. Rus ordusunda çarpışan 150.000 asker ise Rusya'nın 1917 yılında savaştan çekilmesinin ardından Kafkasya cephesini tutmaya devam etmişti.

1915 Temmuzunda Bogos Nubar Paşa, Kahire'deki İngiltere Başkomutanlığına, Kilikya'ya yapılacak bir çıkarmanın "bölgedeki Ermeni nüfusun tamamının" desteğini alacağı konusunda teminat vermişti; bütün bu bilgiler ışığında, bunun boş yere sarf edilmiş abartılı bir teminat olmadığını söyleye­biliriz. Yukarıda gördüğümüz gibi, Doğu Anadolu'da da Ermeniler Ruslara yoğun destek vermiştir. Bunların hiçbiri, Türklerin Erme­nilere yaptıklarına mazeret olarak öne sürülemez; fakat bu olayları takip eden trajedinin yaşandığı tarihsel ortam hakkında bilgi vermesi açısından önemlidir. Bu bağlamda, Ermenilerin ortada hiçbir sebep olmadığı hâlde eziyet gördüklerini iddia etmeleri mümkün değildir. Çeşitli çevrelerden gelen uyarılara rağmen, çok sayıda Ermeni, Türklere karşı açıkça savaşmış veya beşinci kolon rolüne bürünmüştür. Köşeye sıkışan Osmanlıların acımasızca değilse bile tereddüt etmeksizin tepki göstermiş olması hiç şaşırtıcı değildir.

 

AŞIRILIKLARIN CEZALANDIRILMASI

 

Türk yazarlar, tehcir esnasında, Ermeni muhacirleri mülklerin­den eden ve savunmasız erkek, çocuk ve kadınların öldürülmesine yol açarak trajik sonuçlar doğuran aşırılıkların yaşandığını kabul etmektedirler. Mukatelenin Müslümanlar ile Ermeniler arasındaki güçlü nefretin bir sonucu olduğu iddia edilmektedir; diğer vaka­larda ise yerel merciler, taktil olaylarına göz yummuştur. Bununla birlikte Türk yazarlar, Osmanlı yönetiminin bu aşırılıkları engel­lemek için elinden geleni yaptığı konusunda ısrar etmektedirler.

Belgesel kayıtlarda, Ermenilere ait mülklere el koyarak zenginleşen-valiler dahil olmak üzere- birçok yetkilinin görevden ihraç edildiği ve cezalandırıldığı birçok örnekle ilgili referanslar bulunmaktadır. Bununla birlikte cinayetlerin faillerinin cezalandırılmasıyla ilgili bildiğimiz tüm örnekler, Cemal Paşa'nın yetkisi altında bulunan vilayetlerde yaşanmıştır. Yukarıda da gördüğümüz gibi, Cemal Paşa'nın sicilinin bu açıdan bir benzeri yoktur. Türklerin, Ermeni muhacirlere karşı işlenen suçların soruşturulması ve mahkemede yargılanması için Osmanlı hükümetinin genel olarak elinden geleni yaptığına dair ileri sürdükleri iddialar ikna edici görünmemektedir. Talat Paşa'nın da bizzat kabul ettiği gibi, bu ön hazırlık soruşturmaları, suçlula­rın büyük bir bölümünün cezasız kalmasına izin verecek şekilde yürütülmüştür; katliamlardan sorumlu kişilerin ancak çok küçük bir kısmının yargılanmış olması kuvvetle muhtemeldir.

Dyer’in doğru bir şekilde gözlemlediği gibi, Ermeni yazarların bakış açısına göre, "Müslümanların gerçekleştirdiği Hıristiyan katliamları, mazereti olmayan, menfur vahşet olaylarıdır; Hıristiyanların yaptığı Müslüman katliamlarının ise anlaşılması ve affedilmesi mümkündür." Türk yazarlar da kendi milletlerinden faillerin işledikleri suçlardan çok seyrek bahsetmektedirler. Yine de bu durum, Batılı yazarların Türkler tarafından işlenmiş suçlar üzerinde durmalarına engel olmamaktadır. Fakat Batılı yazarlar, Ermenilerin yaptıkları zulümlere pek değinmemektedirler. Arnold Toynbee'nin 1922 yılında dile getirdiği bir gözleme göre, Batılı popüler söylemlerin Türkler tarafından işlenmiş suçları abarttı­ğı şüphesizdir; bununla birlikte, aynı söylemler, Yakın Doğulu Hıristiyanların benzer koşullar altında işledikleri benzer suçlar karşısında çoğu zaman sessiz kalmıştır."

Türk belgelerinin I. Dünya Savaşı'nın sonunda büyük ölçüde imha edilmiş veya ortadan kaybolmuş olmalarına rağmen, 1915- 1916 yıllarında yaşanmış trajik olaylarla ilgili tarihsel bilgilerin yeniden inşa edilmesi için çok sayıda kaynak mevcuttur. Elimizde Amerika, Almanya ve Avusturya konsolosluklarının yetkilileri­nin raporları ve Anadolu'daki tehcir uygulamalarına tanık olan Protestan misyonerlerin ifadeleri bulunmaktadır. Alman Askerî Misyonu'ndaki birçok subay anılarını yazmıştır. Sonuncu fakat aynı derecede önemli olarak, tehcirden kurtulan bazı Ermeniler de hatıralarını yazmışlardır. Bunların hepsi zengin bir bilgi kaynağı oluşturmaktadır. Bazı durumlarda, bir kaynağın güvenilirliğini doğrulamak veya artırmak için diğer bir veya birkaç kaynakla karşılaştırma yaparak kontrol etmek mümkün olmaktadır.

Bu eserde yayınlanan belgeler ile I. Dünya Savaşı yıllarında Türk halkının maruz kaldığı mezalim ve katliamlar bir kez daha listelenerek gözler önüne serilmektedir. Ayrıca bu belgeler, Osmanlı idaresinin din, ırk veya başka bir özellik gözetmeksizin tüm vatandaşlarına adil ve eşit muamele yaptığını açıkça göstermektedir.

Yayınlanan belgelerde neredeyse sadece Ermenilerin ihtilalci faa­liyetlerine odaklanılıyordu. Ermeni tehcirinden veya Ermenilerin mallarına el konmasından bahseden neredeyse hiçbir belgeye yer verilmiyordu.

1990 Ocak ayında Türk Dışişleri Bakanı, Türk arşivlerinin açıla­cağını müjdeledi. Bu kararın asıl amacının Ermenilerin soykırım suçlamalarını etkisiz hâle getirmek olduğu söyleniyordu. Dışişleri Bakam, ayrıca, Batılı araştırmacıların Ermenilere muamelelerle ilgili arşiv materyallerini mikro verileceğine dair söz verdi.

1989 yılından beri arşivlere erişim sağlanırken ortaya konan tutumun, bu endişeleri yatıştırmaya yardımcı olduğu söylenemez. Örnek vermek gerekirse, 1991 ila 1992 yılları arasında bazı Türk arşivleri üzerinde yedi ay boyunca çalışma fırsatı bulan Amerikalı araştırmacı Ara Sarafian, Türk görüşüne yakın durdukları bilinen Stanford Shaw, Justin McCarthy ve Kemal Karpat gibi diğer araş­tırmacılara açılan arşivlere erişim taleplerinin reddedilmesinden yakmıyordu. Devlet Arşivleri Müdürü İsmet Binark ise Sarafian'ın diğer araştırmacılardan farklı bir muamele gördüğünü kabul etmi­yordu. Sarafian, 1995 yılında gerçekleştirdiği ikinci bir ziyaretin ardından, "tasnif edilmiş malzemelere erişmekte hiçbir güçlükle karşılaşmadığım ve önceki araştırma gezilerinde görmekten alı- konduğu belgeleri görmesine izin verildiğini" bildirdi. Yine de Sarafian, "bu materyallerin diğer akademisyenlerin incelemesine açılmasından önceki yıllar boyunca, taraflı yazarlara özel ve ayrı­calıklı erişim sağlandığım" ve bunun bir sonucu olarak akademik değerlere zarar veren bir çifte standart uygulandığını savunmaya devam etti.8 Bunun üzerine, devlet arşivleri müdürü, Sarafian'm bu suçlamalarını bir kez daha reddetti ve "Ermeni kökenli olan yazarın bu memnuniyetsizliğinin, peşin hükümlü tezine yarayacak bir delil bulamamasından kaynaklanıyor olabileceğini" belirtti.

 

 

 

ALMAN DIŞİŞLERİ BAKANLIĞI'NIN SİYASİ ARŞİVİ

Alman Dışişleri Bakanlığı'na ait arşivler tamamıyla tasnif edil­miş ve tüm bölümleriyle araştırmacılara açılmış durumdadır. Siyasi Arşiv'de, Türkiye'deki Almanya Büyükelçiliği'nin ve Anadolu'daki Almanya konsolosluklarının raporlarına yer verilmektedir. Bu malzemeler, 1915-1916 olaylarıyla ilgili bilgi veren en önemli kay­naklardan birini teşkil etmektedir. Konsolosluklara ait raporların bir kısmında Ermeni muhbirler tarafından nakledilen bilgiler yer alsa da, raporların çoğu konsolosların şahsi gözlemlerine dayan­maktadır.

 

İNGİLİZLERİN MAVİ KİTABI: "OSMANLI İMPARATORLUĞU'NDA ERMENİLERE YÖNELİK MUAMELE"

 

  1916 yılında İngiliz hükümeti, 1915 ila 1916 yıllarında Osmanlı Devleti'nde Ermenilere yönelik muameleyle ilgili olarak parlamento tarafından hazırlanan bir Mavi Kitap yayınladı. Çalışmayı kaleme alanlar, eski bir Ermeni dostu olan Lord James Bryce ve [Wellington House olarak anılan] Savaş Propaganda Bürosu'nda yeni kurulan İstihbarat Dairesi'nin kâtibi ve Oxfordlu genç bir tarihçi olan Arnold Toynbee idi. Lord Bryce, 1915 yılında yayınlanmış olan Report of the Committee on Alleged German Outrages (Alman Vahşeti iddiaları Hakkında Heyet Raporu) adlı çalışmanın yazarıydı. Bu raporun "savaşın bizzat en büyük mezalimlerinden birini teşkil ettiği" sa­vunulmaktadır. Toynbee de yine 1915 yılında yayınlanmış olan Armenian Atrocities: The Murder of a Nation (Ermeni Mezalimi: Bir Ulusun Katledilmesi) başlıklı kitapçığı hazırlamıştı.

Son tahlilde, tabii ki, İngilizlerin Mavi Kitap' nın bir tarihsel bilgi kaynağı olarak taşıdığı önem, kitabın hazırlanma sebeplerinden bağımsız değerlendirilmelidir. Bu açıdan bakıldığında, hem Türk hem de Ermeni tarafının ileri sürdüğü iddiaların abartılı olduğu sonucuna varılmaktadır. Mavi Kitap'taki belgesel materyaller, ne propaganda aracı oldukları öne sürülerek göz ardı edilebilir, ne de (tek başlarına) tarihsel kati delil teşkil ettikleri söylenebilir. Mavi Kitap'ta yer verilen kayıtlarda, tehcir ve taktile dair önemli ayrıntıların yer aldığı doğrudur; bununla birlikte bunların "çoğu­nu olaylara bizzat tanık olmuş kişilerin anlattığı" yönünde Lord Bryce'ın verdiği teminatın aksine, belgelerde tasvir edilen zulüm­lerin büyük kısmının ikinci el bilgilere dayandığı anlaşılmaktadır.

Konsolos raporları arasından en değerlisi, Harput’taki Amerika Konsolosu olan Leslie A. Davis'in tanık olduğu olayları anlattığı kayıttır. 1912 senesinden itibaren Dışişleri Bakanlığı'nda meslekten yetişme memur olarak görev yapan Davis, 1914 Martı'nda Harput’a gelmiş ve 1917 Mayıs’ına dek bu görevi sürdürmüştü. Dolayısıyla Doğu Anadolu'dan gelen tehcir kafilelerinin yolu üzerinde önemli bir geçiş noktası teşkil eden Harput’ta tehcire bizzat tanık oldu. Elimizde gönderdiği şahsi mektuplar, telgraflar ve ABD'ye dön­mesinin ardından Dışişleri Bakanlığı için hazırladığı 132 sayfadan oluşan 9 Şubat 1918 tarihli nihai rapor bulunmaktadır.

İnsan hafızası, üzerine sürekli olarak yeniden kayıt yapılan bir yeniden yazılabilir kompakt disk gibidir. Diğerlerinin hikâyelerini dinleyerek veya okuyarak elde edilen bilgilerden etkilenir. Bunun bir sonucu olarak, bu hatıraların çelişkilerle, sonradan düşünüldüğü bariz olan anlatımlarla ve uyuşmazlıklarla dolu olması hiç şaşırtıcı değildir. Hayatta kalanların bazıları Türk komşularının kendilerine yardım ettiğini anlatırken, diğerleri tüm Türk halkının suçlu olduğunu savunmaktadır. Tehcir edilen Ermenilere eşlik eden bazı jandar­malar, iyi niyetli kişiler olarak anılırken, diğer kayıtlarda tüm mu­hafızlar, yalnızca Türk oldukları için, kana susamış caniler olarak tasvir edilmektedirler. 1915 yılında henüz küçücük bir çocukken hayatta kalmış olan bazıları, o sene, Dâhiliye Nazırı Talat Paşa'nın Türkiye'deki Ermeni cemaatinin tamamını yok etmek için tehcir emrini verdiğini “anımsamaktadır.”

Söz konusu olaylardan kısa bir süre sonra veya çok daha sonraki bir dönemde kaydedilmiş olmalarına bakılmaksızın, kurtulanla­rın şahitlikleriyle ilgili en temel sorun, bu hatıraların gerçeği tam olarak yansıtmaması veya tarihin yeniden inşasını tam olarak sağlamamasıdır. Bu anılar, olayların, hayatta kalan tanığın kişiliğiyle, algılarıyla ve deneyimleriyle şekillenen bir versiyonunu teşkil eder. Üzerinden zaman geçmesi, anılar üzerinde özellikle yıpratıcı bir etki yaratır ve bu nedenle, tarihçiler, yıllar sonra derlenen hatıralar yerine çağdaş kaynakları kullanmayı tercih ederler.

Yakın zamanda, Holokost'tan kurtulduğu iddia edilen birkaç Yahudi'nin anlattıklarının büsbütün yalan olduğu ortaya çıkmıştır. Bu Yahudiler, başlangıçta çok övgü toplayan Fragments: Memories of a Wartime Childhood (Parçalar: Savaş Döneminde Çocukluk Anıları) adlı kitabın yazarı Binjamin Wilkomirski ve yaşanmamış olayları sistemli bir şekilde uyduran bir dolandırıcı olduğu ortaya çıkmadan evvel yıllarca Nazi kampında yaşadığı "deneyimler" hakkında konferans vermiş olan Deli Strummer'dır. Bununla birlikte, bu tür acınası örneklerin yaşanmış olması, kurtulanların şahitliğinin faydasız olduğu anlamına gelmez. Ünlü Holokost araştırmacısı Christopher Browning'in de yazdığı gibi, "şahitlerin yanılma pay­ları olduğunu kabul etmek", bu tanıklıklara saldırıda bulunmak anlamına gelmez. "Kendi şahsi deneyimlerimizi temel alarak hiçbir şekilde hayal edemediğimiz olaylardan sağ kurtulduklarına inansak dahi, kurtulanların ifadelerine, diğer tarihsel şahitlerin çelişkili veya hatalı olma riski taşıyan ifadelerine uyguladığımız eleştirel analizin aynısını uygulamak, bunlara saygısızlık etmek değildir.

27 Mayıs'ta, kabine "Savaş Zamanında Hükümet Uygulamalarına Karşı Gelenler İçin Askerî Makamlar Tarafından Uygulanacak Önlemler Hakkında Geçici Kanun" adlı yasayı kabul etti. Buna geçici kanun adı verilmesinin nedeni, parlamentonun toplanmadığı bir dönemde, savaş döneminde kanuna aykırı bir­takım uygulamaları meşru kılan bir yasa ile yetkilendirilen bir prosedür sonucunda kabul edilmiş olmasıydı. Parlamento, 15 Eylül'de toplandığında söz konusu yasayı onayladı. Geçici kanunun tam metni, Osmanlı resmî gazetesi Takvim-i Vekayi'de 1 Haziran tarihinde yayınlandı:

Madde 1. Savaş sırasmda ordu, kolordu ve tümen komutanlan ve bunların vekilleri ve müstakil mevki kumandanları, yurt savunmasına ve asayişin korunmasına ilişkin hükümet emirleriyle alman önlemlere ve düzenlenen harekâtlara karşı ahali tarafından herhangi bir muhalefet, silahlı direniş ve saldırı ile karşılaştıkları takdirde, bunu en sert biçimde bastırmak ve bu tür saldırı ve direniş tehdidi içeren durumlarda askerî kuvvet kullanarak kökünü kazımak mecburiyetindedirler.

Madde 2. Ordu, kolordu ve tümen komutanları, askerliğin gerektirdiği kurallara dayanarak ya da casusluk ve hıyanetlerini hissettiklerine karşılık

Madde 3. İşbu geçici kanun, yayınlandığı tarihten itibaren yürürlüğe girer.

Madde 4. İşbu kanunun hükümlerini yürütmeye [mer'iyyet-i ahkâmına] Başkomutan vekili ve Harbiye Nazırı memurdur.9

30 Mayıs'ta kabine, Tehcir Kanunu'nun uygulanması için on beş maddeden oluşan bir yönetmeliği de onayladı. Buna göre, nak­ledilen Ermenilerin sevkleri için gerekli düzenlemeleri yapma görevi yerel yöneticilere veriliyordu (madde 1). Nakledilecek olan Ermenilerin, bütün taşınabilir malları ile hayvanlarım yanlarına almalarına izin veriliyordu (madde 2). Yol boyunca, yerel yöneticiler, iskân yerlerine "sevk edilecek olan Ermenilerin can ve mallarını,/ komyacak ve yolculuk boyunca "iaşe ve ibate [yiyecek ve yatacak yer]" sağlayacaklardı (madde 3). Ermeniler, hükümet tarafından karar verilen yerlere yerleştirileceklerdi. "Bu köylerin, kamu sağlık şartlarına uygun, tarım ve inşaata elverişli alanlarda kurulması hususuna özellikle özen gösterilecekti" (madde 4). Yeni köy ve kasabaların "Bağdat Demiryolu ile birleşme hatlarından ve diğer demiryolu hatlarından en az 25 kilometre uzak" olması gerekiyordu (madde 6). Kanunun diğer maddeleri, iaşe ve iskânın, arazi tahsis ve dağıtımının, araç gereçlerin, konutlandırma düzenlemelerinin ve benzeri konuların nasıl finanse edileceğiyle ilgiliydi.

Tehcir ve yeniden iskân ile ilgili kanunda belirlenmiş olan prose­dürlerle gerçek uygulama arasında çok küçük bir benzerlik vardı. Genel olarak Türk yanlısı olduğu bilinen Justin McCarthy dahi, son kitabında, yönetmeliklerde ifade edilen hüsnüniyetin "nadiren ortaya konduğunu" kabul etmektedir. Öke'nin Rus sınırındaki hasta, çocuk ve kadınları iç bölgelere nakletmek için kullanılaca­ğını ileri sürdüğü demiryolu gerçekte mevcut değildi. Akdeniz kıyılarına yalan bir mevkide bulunan Bağdat Demiryolu'na ulaşan konvoylardaki Ermeniler, ya açlıktan ve hastalıklardan öldüler, ya öldürüldüler. Harbiye Nezâreti ve ikisi de Dâhiliye Nezâreti'ne bağlı olan iskân-ı Aşair ve Muhacirin Müdüriyeti (Aşiret ve Göç­menlerin İskân Müdürlüğü) ve Emniyet-i Umumiye Müdüriyeti (Emniyet Genel Müdürlüğü), tehciri gözetim altında tutmak ile görevlendirilmişti; fakat bu kurumlar, kendi namlarına yayınlan­mış olan yönetmelikleri uygulamayı başaramadılar veya isteme­diler.

      Osmanlı bürokrasisinin icraatları hakkında bildiklerimizi göz önünde tutarak, birkaç yüz bin insanı, kısa bir zaman dilimi içerisinde ve tam manasıyla yetersiz bir taşıma sistemi kullanarak yeniden iskân etmenin, o dönemdeki herhangi bir Osmanlı devlet kurumunun gücünü aşacağını söylemek, muhtemelen adaletsizlik olmaz. Yakın zamanda yapılmış olan bir çalışmanın da gösterdiği gibi, uygulama ile ilgili nedenlerden ötürü, "tehcirden bütünüyle sorumlu olan bir idari merkez yoktu... Askeriye'nin, Dâhiliye Nezâreti'nin ve taşradaki memurların, tehcir edilen Ermenilerin maruz kaldıkları feci şartları iyileştirmek için sarf ettikleri çabaların koordine edildiğine dair hiçbir kayıt bulunmamaktadır". "Örgütsel komuta yapısındaki ciddi hatalar, sefer esnasında" olduğu kadar iskân yerlerinde de "Ermeni muhacirlerin birçoğunun ölmesiyle sonuçlanan bir sistem" kurulmasına neden oldu.

Hemen hemen tüm Ermeni yazarlar, tehcirin arkasında Ermeni nüfusu yok etme niyetinin yattığını savunmaktadırlar. Türk tarafı, Ermenilerin devlete ihanet etmeleri ve ciddi bir askerî krizin ya   şandığı o dönemde, Ermenilerin ayaklanmasının ülkenin hayat mücadelesini tehdit etmesi nedeniyle, tehcirin zarurî olduğunu ileri sürmektedir. Talat Paşa'nm ölümünden sonra yayınlanan niz          hatıralarına göre, Osmanlı Ermenilerinin tehcir edilmesi, "önceden şan hazırlanmış bir planın" sonucu değildi; fakat Kafkasya Cephesi'nin gerisinde silah ve teçhizat tedariki Rusya tarafından yapılan "güçlü Ermeni eşkıya topluluklarının" asilik faaliyetleri nedeniyle zorunlu göç hâle gelmişti.

Türk devletinin resmî bir yayınına göre, "Osmanlı hükümetinin Ermenileri tehcir etmekteki başlıca gayesi, gerilla gruplarına yardım etmelerini engellemek" ve Ermenileri demiryollarından, savaş bölgelerinden ve diğer stratejik mevkilerden uzaklaştırmaktı. "Açıkçası, Osmanlıların aynı ölçüdeki bir diğer amaçları da, Ermeni nüfusu [çeşitli bölge­lere yayıp] seyrelterek [devrimci hareketlerden etkilenen] 'kritik kitle'yi en aza indirgemekti." Roderic Davison, Türklerin kısa süre önce Balkanlar'da diğer Hıristiyan azınlıklarla yaşadıkları olayların, "isyan ve toprak kaybı konusunda aşırı bir hassasiyet doğmasına neden olduğunu" yazmaktadır.

ERZURUM

Ermeni tehcirinin uygulanma biçimi, bölgeden bölgeye büyük ölçüde farklılık göstermiştir. Toynbee, doğru bir gözlem yapmış ve "pratikte göze çarpan farklılıkları, yerel makamların iyi veya kötü niyetli olmalarına" bağlamıştır. Bu farklılıkların ortaya çıkma­sında coğrafi etkenler de büyük bir rol oynamıştır. Örnek vermek gerekirse, Erzurum şehri Doğu Anadolu'da konumlanmış olduğu için Suriye’deki varış noktasına çok uzak mesafede bulunuyordu.Hiç şüphesiz, bu durum, Erzurum’dan tehcir edilen grup içerisindeki çok yüksek ölüm oranlarına katkıda bulunmuştu.

Bağdat Demiryolu Güzergahı

İlk büyük tıkanma noktalarından biri Konya’daydı. Konya’daki bir misyoner olan Dr. William S. Dodd bu tren istasyonunun çevresinde gördüğü sahneyi şöyle tarif etmektedir:Ne yiyeceği ne de barınağı olan 45.000 insan, bayırda yatıp kalkıyordu. Sağlık koşulları, tabii ki dehşet verici derecede kötüydü. Her tarafta yarı çıplak kadın, erkek ve çocuklar görülebilirdi. Bu bölgeden yükselen kötü koku öylesine yoğundu ki, şehirde yaşayan Türkler kamp alanından gelen esintinin sağlıkları için tehlike yarattığım öne sürerek devlete şikâyette bulunmuşlardı. Ölüm oram çok yüksekti, fakat bu konuda tahminî hesaplar yapma fırsatını bulamadım... Kamp alanının çevresine kazılmış ve yansı çamurla dolu hendeklerde, son nefeslerini vermek üzere yatan kadın ve erkekler gördüm; bazıları bilincini kaybetmişti ama bazılarının bilinci yerindeydi. Su ikmalinin yetersizliği, çekilen sefaleti artırıyordu... Bizzat tanıklık edenlerden aldığım yeminli ifadelere göre, tren istasyonunda çocuklarını, genellikle kızlarını ve bazen de erkek çocuklarını, yarım dolar gibi düşük fiyatlara satan kadınlarla ilgili örnekler hiç de az değildi. Bunu yapmaktaki amaçları, şüphesiz, karmaşıktı; beslenmesi gereken daha az boğaz ve kazanılan biraz daha fazla para, fakat bunun yanı sıra inşaatı henüz tamamlanmamıştı ve bu nedenle yolun bir kısmının yürüyerek tamamlanması gerekiyordu; birkaç gün süren bu zorunlu yürüyüşler, daha çok zayiat verilmesine neden oluyordu.

Avusturya askerî tam yetkili elçisi Joseph Pomiankowski'ye göre, Cemal Paşa tehcire de taktile de karşıydı. Bu görüş, Erme­nilerin Suriye Çölü'ne gönderilmesi kararı konusunda doğrudur. Cemal Paşa, Bağdat Demiryolu'nun kullanılmasından ötürü sinir­liydi, çünkü bu nedenle Mısır'daki taarruz için askerî birliklerin ve levazımatın sevkiyatı engelleniyordu. "Ermenilerin Konya, Ankara ve Kastamonu vilayetlerinin iç bölgelerine yerleştirilmesi bence daha doğru olurdu" diyen Cemal, bu görüşü kabul edilmeyince, tehcir edilen Ermenileri Suriye'ye ve Lübnan'a yönlendirmek için elinden geleni yapmıştı. Ermenilerin Mezopotamya'ya tehcir edil­mesinin büyük sıkıntı yaratacağına kani olduğu için, "bu Ermenile­rin büyük kısmının Suriye'de bulunan Beyrut ve Halep vilayetlerine getirilmesinin" daha iyi olacağını düşünüyordu.

"İstanbul'da bu fikrimi ateşli bir biçimde sunup savunduktan sonra, istediği izni elde etmeyi başardım. Bu sayede, yaklaşık 150.000 Ermeni'yi söz konusu vilayetlere getirebildim."

TEHCİRİN SONA ERMESİ

Ermeni nüfusun tehcir edilmesi, kesin bir tarihte sona ermedi. Hükümet, 1915 Ağustosu'nun sonlarından başlayarak, sürekli olarak, artık daha fazla Ermeni'nin tehcir edilmeyeceğini bildiren emirler yayınladı; fakat görünüşe bakılırsa bu emirlere neredeyse hiç itaat edilmiyordu. Bu nedenle bu tür emirlerin daha fazla yayın­lanması gerekiyordu. Aynı durum, Protestan ve Katolik Ermenilere ve askerlere, doktorlara ve diğer önemli meslek ve zanaatları icra eden Ermenilere ve ailelerine tanınmış olan çeşitli muafiyetler hu­susunda da geçerliydi. Bu konuda yayınlanan emir ve kanunların da sıklıkla yok sayıldığını biliyoruz.

 

KATLİAMIN FAİLLERİ

      1915-1916 Tehciri sırasında Ermenilerin toplu hâlde öldürülmesi suçunu kimlerin işlediği konusunda elimizdeki mevcut bilgiler maalesef eksiktir. Ölüler konuşamaz ve kurtulanlar çoğunlukla öyle büyük travmalar geçirmişlerdir ki, başlarına gelenleri kesin bir şekilde hatırlayamazlar. Coğrafi özellikler, bize en önemli ipuç­larından birini vermektedir. Bilinen katliamların hemen hemen hepsi, Kürtlerin Doğu ve Orta Anadolu'da yaşadıkları bölgelerde veya Resulayn ve Deyrizor örneklerinde olduğu gibi, Çerkezlerin yaşadığı yeniden iskân yerlerinde meydana geldi. Kilikya'da veya Halep'in güneyinde Suriye'de ya da Filistin'de katliam yaşanmadı. Olaylara tanık olanların çoğu, katillerin Kürtler, Çerkezler, eşkı­yalar, başıbozuklar ve kafilelere eşlik eden jandarmalar olduğunu anlatıyordu.

     Jandarmalar da, Ermeni tehcirinin başlamasından ön­ceki dönemde, Ermenilerin öldürülmesi olaylarına karıştılar. Olay yerindeki gözlemcilerin hiçbiri, 1919-1920 Askerî Mahkemeleri ve az sayıdaki birkaç yazarın devlet eliyle imha planını gerçekleştiren ajan olmakla suçladığı Teşkilat-ı Mahsusa'dan söz etmiyordu.

 

 

 

ZAYİATA YÖNELİK BİR TAHMİN

 

Kurtulanların sayısının savaş öncesindeki Ermeni nüfustan çıkarılması, I. Dünya Savaşı'nda Türkiye'deki Ermeni cemaati­nin uğradığı kayıpların büyüklüğü hakkında fikir vermektedir. Kabul ettiğim rakamlara göre (savaş öncesi nüfusu 1.750.000 ve kurtulanlar 1.108.000), ölü sayısının yaklaşık olarak 642.000 veya savaş öncesindeki nüfusun %37'si olduğu sonucuna varılmaktadır.

Aşağıdaki listede yer alan, çeşitli yazarların Ermeni zayiatına dair verdikleri rakamlar arasında büyük tutarsızlıklar mevcuttur. Bununla birlikte, kayıplar yüzdesel olarak ifade edildiği takdirde, bu farklılıklar azalmaktadır; zira ölü sayısını daha yüksek kabul eden yazarlar, savaş öncesi nüfusu da daha yüksek vermektedirler veya bunun tam tersi de geçerlidir.

Halaçoğlu (2002)                                                    56.61237

Gürün (1985)                                                        300.00038

Sonyel (1987)                                                        300.00039

Ökte (1989)                                                           600.00040

Toynbee (1916)                                                     600.00041

McCarthy ve McCarthy (1989) yaklaşık              600.00042

Kevorkİan (1998)                                                         630.00043

Courbage ve Fargues (1997)                                      . 688.00044

Steinbach (1996)                          700.000 (600.000 - 800.000)45

Zürcher (1997)                             700.000 (600.000 - 800.000)46

Morgenthau (1918)                   800.000 (600.000 - 1.000.000)47

Suny (1998)                               800.000 (600.000 - 1.000.000)48

Osmanlı Dâhiliye Nezareti (1919)                                800.00049

Lepsius (1919)                                                           1.000.00050

Ternon (1981)                                                            1.200.00051

Dadrian (1999)                    1.350.000 (1.200.000 - 1.500.000)52

Kazarian (1977)                                                         1.500.00053

Karajian (1972)                                                          2.070.03754

 

Bu yazarların bazılarının verdikleri sayılar, kaynaklarda yaptıkları araştırmalara dayanmaktadır; diğer yazarlar ise kendilerine man­tıklı gelen bir rakam vermeyi tercih etmişlerdir. Bununla birlikte, en titiz araştırmanın dahi tahminsel bir sonuç vermekten öteye gitmediğini önemle belirtmek gerekir; zira ne savaş öncesindeki Ermeni nüfusun ne de hayatta kalan Ermenilerin tam sayısı bilin­mektedir.

Son tahlilde, tahmini ölü sayısındaki bu belirsizlikler ve bu tahminî sayılar arasındaki büyük tutarsızlıklar muhtemelen pek mühim değildir. Hayatını kaybeden Ermeniler için verdiğim 642.000 sayısının diğer yazarların ürettikleri ve yukarıda gösterilen sayı­lardan daha doğru olup olmadığı sorusu, bu istatistiksel bilgilerin ardında yatan inanılmaz insanlık dramı karşısında anlamım yitir­mektedir. Türk ve Türk yanlısı yazarların doğru bir şekilde ileri sürdükleri gibi, korkunç acılar çekenler yalnızca Ermeniler değildi ve I. Dünya Savaşı boyunca çok sayıda Müslüman da hayatını kaybetti. Justin McCarthy'ye göre, yalnızca Doğu Anadolu'daki Müslümanların ölüm oranı, "Otuz Yıl Savaşları ve Büyük Veba Salgını gibi dünya tarihinin en büyük felaketleri olarak görülen dönemlerdekinden çok daha yüksek" idi. Yine de bunların hiçbiri yalnızca hayatlarını değil, örgütlenmiş bir etnik topluluk olarak varlıklarım da kaybetmiş olan Ermenilerin başlarına gelen fecaat ile kıyaslanamaz veya bu fecaati tazmin etmez.

 

TAAMMÜT MESELESİ

Kanımca, Osmanlı arşivlerinde derinlemesine araştırmalar yürütmüş olan Gwynne Dyer'm ulaştığı sonuçlar daha isabet­lidir. Dyer, Osmanlı kaynaklarının sunduğu delillerin ışığında, Jön Türk rejiminin 1915 baharında kasıtlı bir soykırım programı başlatmadığının kesin olarak kanıtlanmasının mümkün olmadığını belirtmekte ve eklemektedir: "fakat bence bu [kasıtlı bir soykırım programı uygulanmış olması] en düşük ihtimali taşımaktadır. Böyle bir programın gerçekleştirilebilmesi için iyi bir hesaplama ve öngörü gerekiyordu fakat savaş sırasında İTC hükümetinin diğer tüm eylemleri bu öngörü ve hesaplamadan neredeyse tamamıy­la yoksundu. Dyer, Talat'ı, Enver'i ve diğer ortaklarım şiddetle arzuladıkları soykırımı uygulamak için uzun zamandır bekledik­leri fırsattan acımasızca istifade eden zalim ve vahşi diktatörler olarak görmemektedir. Onları "o kadar da kötü olmayan, millet­lerini savaşa girdikleri ilk günlerde patlak verenden daha ciddi bir krizden korumak için çabalayan (Ermeni kararları, Çanakkale krizinin doruk noktasında olduğu bir süreçte alınmıştır), hadiseleri başlatmaktan ziyade bunlara tepki veren, 'Türkiye Ermenistanı'na karşı düzenledikleri programı sona erdirmeye karar verene dek, bu dehşet olaylarının boyutunu tam anlamıyla idrak edememiş olan, çaresiz, korkmuş ve tecrübesiz adamlar" olarak tanımlamaktadır.

İncelediğim ve bu kitapta sunduğum delillerin, Dyer'm 30 yılı aşkın bir süre evvel öne sürdüğü fikirle uyuştuğuna inanıyorum. Açlık ve hastalıktan ölen Ermenilerin kaç kişi olduğunu, ganimet ve kadın peşindeki Kürtlerin ya da Ermenileri kâfir ve hain olarak gören Müslümanlar tarafından katledilen Ermenilerin sayısını bilmiyoruz. Meydana gelen tüm bu hadiselerde, yetersiz kalan Osmanlı rejimi dolaylı bir sorumluluk taşımaktadır.

      Gördüğümüz gibi, devlet, yaralı askerleri, diğer göçmenleri ve savaş esirleri ile ilgilenirken de aynı şekilde yanlış yöntemler kullanmıştır; fakat hiç kimse, bu ihmalkârlık ve vurdumduymazlığın, kasıtlı öldürme ile eşdeğer ağırlıkta bir suç olduğundan şüphe etmemektedir. Birtakım fanatik Jön Türk memurlarının çok sayıda Ermeni'nin ölümünü sevinçle karşılamış olmaları gerçeği bile, bu ölümlerin kasten planlanması ve gerçekleşmelerinin sağlanması ile aynı şey değildir.

Ermenilerin maruz kaldıkları dehşet olaylarını yadsımak elbet­te mümkün değildir; fakat asıl önemli olan, bu korkunç olayların kendilerine özgü tarihsel bağlamda ele almaktır. Türk siyaset bilimci Sina Akşin, resmî Türk yayınında, böyle bir adım atılmasını önermiştir. Hem Türklerin hem de Ermenilerin "birbirlerine karşı büyük hatalar yaptıkları gerçeğini resmen kabul etmeleri" gerekmektedir.

Tarihçi Selim Deringil'in dikkat çektiği gibi, Türkler ile Ermeni­ler "'soykırım mıydı yoksa değil miydi?' şeklinde süren ve ancak karşılıklı suçlamalara yol açabilecek olan bu son derece verimsiz sağır diyalogundan çıkmaları" ve bunun yerine, "ortak bir bilgi projesi" öngören tarihsel araştırmaya yoğunlaşmaları lazımdır. Deringil, ideal olarak "tarihçilerin hedefinin 'onlar' ve 'biz' fikrini ortadan kaldırmak olması gerektiğini" yazmaktadır. Suny de benzer şekilde "soykırımın gerçekleşip gerçekleşmediğine dair her zamanki verimsiz tartışmaların, çözümleme ve açıklamaların sıradanlığı" kendisini hayal kırıklığına uğrattığını belirtmiştir. O da tarihsel araştırmaların daha ampirik temellere oturtulmasını önermiştir.51 Tabii ki tarihi siyasetçilerin ve milliyetçilerin polemik­lerinin pençesinden kurtarma işi kolay bir görev değildir. Fakat olur da başarıya ulaşırsa, bu görev, Ermeniler ile Türklerin uzlaş­malarına giden yolu açacak ve çok uzun zamandır devam eden bir anlaşmazlığın çözüme kavuşmasını sağlayacaktır.

 

Kaynak: Guenter Lewy, 1915-Osmanlı Ermenilerine Ne oldu?, Timaş Yayınları, İstanbul, 2011. 463 sayfa.

   

ERMENİ TEHCİRİ[2]

A) Tehcir Kararının Alınması ve Uygulanması

Van'da Ermeni isyanı bütün hızıyla devam ettiği bir sı­rada, İstanbul'a, diğer bölgelerde de Ermenilerin isyan et­tikleri, yol kestikleri, Müslüman köylerini basarak halkını katlettikleri yolunda haberler geldi. Türk ordusu savaş ala­nında olduğu için cephe gerisindeki bu olayları önleyemiyordu. Nihayet Başkumandan Vekili Enver Paşa bu duru­ma bir çare olmak üzere, 2 Mayıs 1915'te Dahiliye Nazırı Talat Paşa'ya şu yazıyı yolladı: "Van Gölü etrafında ve Van Valiliği'nce bilinen belirli yerlerdeki Ermeniler, isyanlarını sür­dürmek için daima toplu ve hazır bir haldedirler. Toplu halde bu­lunan Ermenilerin buralardan çıkarılarak isyan yuvasının dağı­tılması düşüncesindeyim. 3. Ordu Komutanlığının verdiği bilgi­ye göre Ruslar 20 Nisan 1915'te kendi sınırları içindeki Müslü­manları sefil ve perişan bir halde sınırlarımızdan içeriye sokmuşlardır. Hem buna karşılık olmak ve hem yukarıda belirttiğim ama­cı sağlamak için, ya bu Ermenileri aileleriyle birlikte Rus sınırı içine göndermek, yahut bu Ermenileri ve ailelerini Anadolu için­de çeşitli yerlere dağıtmak gereklidir. Bu iki şekilden uygun ola­nın seçilmesiyle tatbikini rica ederim. Bir mahzur yoksa isyancı­ların ailelerini ve isyan bölgesi halkını sınırlarımız dışına gönder­meyi ve onların yerine sınırlarımız içine dışarıdan gelen Müslü­man halkın yerleştirilmesini tercih ederim. "

Sadaretten 16 Receb 333/17 Mayıs 331 (30 Mayıs 1915) tarihinde Dahiliye, Harbiye ve Maliye nezaretlerine yazılan yazıda, tehcirin nasıl uygulanacağı belirtildi. Buna göre:

a)  Ermeniler kendilerine tahsis edilen bölgelere can ve mal emniyetleri sağlanarak rahat bir şekilde nakledilecek­lerdir.

b)   Yeni evlerine yerleşinceye kadar iaşeleri muhacirin ödeneğinden karşılanacaktır.

c)  Eski mali durumlarına uygun olarak kendilerine em­lak ve arazi verilecektir.

d)  Muhtaç olanlar için hükümet tarafından mesken inşa olunacak, çiftçi ve ziraat erbabına tohumluk, alet ve edevat temin edilecektir.

e)   Geride bıraktıkları taşınır malları kendilerine ulaştırı­lacak, taşınmaz malları tespit ve kıymetleri takdir edildik­ten sonra, buralara yerleştirilecek olan Müslüman göçmen­lere tevzi edilecektir. Bu göçmenlerin ihtisasları dışında ka­lan zeytinlik, dutluk, bağ ve portakallıklarla, dükkân, han, fabrika ve depo gibi gelir getiren yerler, açık artırma ile sa­tılacak veya kiraya verilecek ve bedelleri sahiplerine öden­mek üzere mal sandıklarınca emanete kaydedilecektir.

f)    Bütün bu konular özel komisyonlarca yürütülecek ve bu hususta bir talimatname hazırlanacaktır.

    2 Ağustos 1331'de (15 Ağustos 1915) Erzurum, Adana, Ankara, Bitlis, Halep, Hüdavendigâr, Diyarbekir, Trabzon, Konya, Van vilayetleriyle, Urfa, İzmit, Canik, Kayseri, Af­yon, Karesi, Maraş, Niğde, Eskişehir mutasarrıflıklarına gönderilen şifre telgrafla, Osmanlı ordusunda subay ve sıhhiyye sınıflarında hizmet gören Ermeniler ve ailelerinin bu­lundukları yerlerde bırakılarak tehcire tabi tutulmadıkları görülmektedir. Ayrıca, merkez ve taşradaki Osmanlı Ban­kası şubelerinde, Reji İdaresi'nde ve bazı konsolosluklarda çalışan Ermenilerin de hükümete sadık ve iyi halleri görül­dükleri sürece tehcir edilmemeleri kararlaştırılmıştır.

Bunlar dışında, yetim çocuklar ve dul kadınlar da şevke tabi tutulmayarak, bu gibiler yetimhanelerde ve köylerde koruma altına alınmışlar ve kendilerine maddi yardımda bulunulmuştur. Öte yandan sevkiyat esnasında yetim ka­lan çocuklar da Sivas'a gönderilerek oradaki yetimhanelere konmuştur. Korunmaya muhtaç Ermeni aileler hakkında 17 Nisan 1332/30 Nisan 1916'da genel bir emirname yayın­lanmıştır. Bu emirnamede:

a)     Erkekleri sevk edilen veya askerde bulunan kimsesiz ve velisiz ailelerin, Ermeni ve yabancı bulunmayan köy ve kasabalara yerleştirilerek, iaşelerinin muhacirin tahsisatın­dan verilmesi,

b)      12 yaşına kadar olan çocukların, bölgelerindeki ye­timhanelerin yeterli olmaması halinde, zengin Müslüman

c)   Hali vakti yerinde olmayan Müslüman ailelere ise muhacirin tahsisatından, çocukların iaşe masrafını karşılamak üzere 30 kuruş ödenmesi,

d)   Genç ve dul kadınların kendi rızalarıyla, Müslüman erkeklerle evlenmelerine izin verilmesi yer almaktaydı.

     Tehcir sırasında bazı Ermenilerin tehcirden kurtulmak için din değiştirme yoluna gittikleri görülmektedir. Osmanlı yönetimi, sadece tehcirden kurtulma amacına yönelik bu tip isteklerin kabul edilmemesini kararlaştırmıştır. Bu cümleden olarak, 18 Haziran 1331 /1 Temmuz 1915'te ilgili vilayet ve sancaklara gönderilen tebligatta, sevk edilen Ermenilerin bazılarının toptan veya ferdî olarak yerlerinde kalmak amacıyla ihtida ettiklerinin anlaşıldığı belirtilerek, bu gibilere katiyyen itimat edilmemesi gerektiği, bunların İslam adı altında yine fesadlıklarını sürdürebilecekleri hatırlatılmış, ihtida etmiş Ermenilerin de sevk edilmeleri emredilmiştir.

 Tehcire Tabi Tutulan Ermeniler'in Malları Yukarıda da belirtildiği üzere, 27 Receb 333/28 Mayıs 1331 (10 Haziran 1915) tarihinde yayınlanan talimatname ile tehcire tabi tutulan Ermenilerin malları koruma altına alınmıştır.

Aynı talimatnameye göre, bozulabilir mallarla hayvan­lar veya işletilmesi zorunlu olan imalathaneler, kurulan ko­misyonlar tarafından açık artırma ile satılacak ve paraları sahiplerine yollanacaktı. Osmanlı hükümetinin bu talimat­namenin uygulanması sırasında büyük titizlik gösterdiği anlaşılmaktadır.

İnceleyeceğiniz tablo, 27 Mayıs 1331 /9 Haziran 1915'ten 26 Kânûn-ı sanî 1331/8 Şu­bat 1916 tarihine kadar Anadolu'nun muhtelif bölgelerin­den iskân sahalarına nakledilen ve yerlerinde bırakılan Er­menilerle ilgili olarak, Osmanlı Arşivi'nin ilgili tasniflerindeki belgelerden derlenmiştir.

 

 

Sevk edilen

Kalan

Adana274

14.000

15-16.000

Ankara (Merkez)275

21.236

733

Aydın276

250

 

Birecik277

1.200

-

Diyarbekir278

20.000

-

Dörtyol279

9.000

-

Erzurum280

5.500

-

Eskişehir281

7.000

-

Giresun282

328

-

Görele

250

-

Halep283

26.064

 

 

ERMENİ TEHCİRİ

Haymana

60

]

İzmir285

256

-

İzmit286

58.000

-

KaFacık287

257

-

I Karahisarı sahip288

5.769

2.222

Kayseri289

45.036

4.911

1 Keskin

1.169

-

Kırşehir290

747

-

Konya291

1.990

-

Kütahya292

1.400

-

1 Mamuretülaziz293

51.000

4.000

Maraş294

-

8.845

Nallıhan

479

-

Ordu

36

-

Perşembe

390

-

Sivas295

136.084

6.055

Sungurlu

576

-

Sürmene

290

-

Tirebolu

45

 

Trabzon296

3.400

 

Ulubey

30

 

Yozgat297

10.916

                  

TOPLAM

422.758

42.766

 

5 Eylül 1331 (18 Eylül 1915) tarihi itibariyle Diyarbekir'de 120.000, 15 Eylül 1331 (28 Eylül 1915) tarihi itibariyle de Cizre'de 136.084 Ermeni nüfusun toplandığı kayıtlardan anlaşılmaktadır. Bu nüfustan bir kısmının şu bölgelere yerleştirildiği belirtilmektedir:

Tablo 4

Suriye vilâyetine

37.702

Menç-Bâb-Maarra kazalarına

5.7p0

Urfa-Zor-Musul'a

29.957

Kerek ve Havran'a

65.147

Hama-Humus'a

12.000

Kuneytra-Ba'albek-Tebek ve Doma'ya

492

Rakka ve Obik'e

25.000

Zor'a

6.120

Halep'te

30.000

TOPLAM

212.11

 

 

 

Buna göre sevk edilen nüfus toplam 438.758, Halep’tekilerle birlikte iskân sahasına varan nüfus ise 382.148,dir. Grafikte de görüldüğü gibi ikisi arasında elli altı bin altı yüz on kişi­lik bir fark bulunmaktadır.

h) Tehcirin Tamamlanmasından Sonra Ermeniler

 

Tehcir sırasında gerek iklim şartları, gerekse meydana gelen yığılmalar yüzünden zaman zaman sevkiyatın dur­durulduğu olmuştur. 12 Teşrin-i sanî 1331/25 Kasım 1915'ten itibaren vilâyetlere gönderilen emirlerle, kış mev­simi dolayısıyla sevkiyatın geçici olarak durdurulduğu bil­dirilmiştir. Şubat 1331 /21 Şubat 1916'da bu emir, Ermeni sevkiyatına son verilmesi şeklinde bütün vilayetlere tebliğ edilmiştir. Ancak, bunun zararlı kimselere teşmil edilme­yeceği, komitalarla alakası olanların derhal toplatılarak Zor sancağına şevkleri gerektiği belirtilmiştir. Bununla beraber Osmanlı hükümeti görülen idarî ve askerî lüzum üzerine ilk emirden yirmi gün sonra, yani 2 Mart 1332/15 Mart 1916 tarihinde vilayetlere ve sancaklara gönderdiği ikinci bir genel emirle, Ermeni sevkiyatının durdurulduğunu ve bundan böyle hiçbir sebep ve vesileyle sevkiyat yapılmamasını bildirmiştir.

Bu arada Ermeni nüfusun büyük kısmının Suriye tarafı­na nakledilmesi sebebiyle, İstanbul'daki Ermeni Patrikha­nesi de lağvedilerek Kudüs'e nakledilmiştir (28 Temmuz 1332/10 Ağustos 1916).

 

B) Tehcir Sonrası Durum ve Geri Dönüş Kararnamesi

Birinci Dünya Harbi'nin sona ermesinden sonra Osman­lı hükümeti tehcire tabi tutulan Ermenilerden isteyenlerin tekrar eski yerlerine dönmeleri için bir kararname çıkardı. 22 Kânûn-ı evvel 1334'de (4 Ocak 1919) Dahiliye Nazın Mustafa Paşa'nın Sadaret'e gönderdiği yazıda, Ermeniler'den dönmek isteyenlerin eski yerlerine nakledilmeleri konusunda ilgili yerlere talimat verildiği ve gereken tedbir­lerin alındığı belirtilmektedir. Hükümetin hazırladığı 18 Kânûn-ı evvel 1334/31 Aralık 1918 tarihli dönüş kararna­mesine göre:

        1. Sadece geri dönmek arzusunda bulunanlar sevk edilecek, bunun haricinde kimseye dokunulmayacak.

        2. Yerlerine iade edileceklerin, yollarda perişan olma­maları ve dönüş mahallerinde mesken ve iaşe sıkıntısı çek­melerinin önlenmesi için gerekli tedbirler alınacak; gide­cekleri bölgelerin idarecileriyle irtibat sağlanıp bu konuda­ki tedbirler sağlandıktan sonra sevkiyat ve geri dönüş iş­lemlerine başlanacaktır.

3. Bu şartlar dahilinde dönecek olanlara ev ve arazile­ri teslim edilecektir.

4. Yerlerine daha önce muhacir yerleştirilmiş olanların evleri tahliye edilecek.

5. Açıkta kimse kalmaması için geçici olarak birkaç ai­le bir arada yerleştirilebilecek.

6. Kilise ve mektep gibi binalarla bunlara gelir getiren yerler, ait olduğu cemaate geri verilecek.

       7. Yetim çocuklar, istenildiği takdirde hüviyetleri dik­katlice tespit edilerek velilerine veya cemaatlerine iade olunacak.

       8. İhtida etmiş olanlar arzu ederlerse eski dinlerine dönebilecekler.

      9- Mühtedi Ermeni kadınlardan, bir Müslümanla evli bulunanlar eski dinlerine dönme konusunda serbest bırakı­lacaklar. Eski dinlerine döndükleri takdirde kocasıyla arala­rındaki nikâh bağı kendiliğinden bozulmuş olacaktır. Eski dinine dönmek istemeyen ve kocasından ayrılmaya razı olmayanlara ait meseleler ise mahkemelerce halledilecektir.

      10- Ermeni mallarından, henüz kimsenin tasarrufunda bulunmayanlar, kendilerine teslim edilecek; hazineye intikal edenlerin iadesi de, mal memurlarının muvafakati ile karara bağlanacak. Bu konuda ayrıca açıklayıcı zabıtname­ler hazırlanacak.

       11.Muhacirlere satılan mülklerin sahipleri döndükçe, peyderpey bunlara teslim edilecek. Bu konuda 4. Madde aynen tatbik edilecek.

       12.Muhacirler, ellerinde bulunan ve eski sahiplerine ia­de edilecek olan ev ve dükkânlarda tamirat ve ilaveler yap­mışlarsa ve arazi ve zeytinliklerde ekim yapmışlarsa, her iki tarafın da hukuku gözetilecek.

       13.Ermeniler'den muhtaç olanların dönüşlerinde sevk ve iaşe masrafları, harbiye tahsisatından karşılanacak.

       14.Şimdiye kadar ne miktar sevkiyat yapıldığının ve bundan sonra her aym on beşinci ve son günlerinde nerele­re ne kadar sevkiyat olduğu bildirilecek.

       15.Osmanlı sınırları dışına çıkıp da geri dönmek iste­yen Er meniler'in, yeni bir emre kadar kabul edilmeyecekle­ri yer almakta idi.

       Yukarıda zikredilen bu kararnamedeki hükümler, Erme­nilerden başka, yerlerini terk etmek durumunda kalan Rum muhacirlere de teşmil edilmiştir.

        Amerikan arşiv belgesi Sevr'den önce Ana­dolu'da yaşayan ve eski yerlerine yeniden dönen Ermenileri 644.900 olarak vermektedir. Keza İngiltere Karade­niz Ordusu İstihbarat Birimi'nin Savaş Kabinesi'ne sundu­ğu bir raporda da, çeşitli Anadolu şehirlerinin 1914 nüfu­suyla 1918 yılı nüfusu karşılaştırmalı olarak verilmiştir. Bu belgede, Edirne ve İstanbul dahil Anadolu'daki 1914 Erme­ni nüfusu 773.430, 1918'deki nüfusu da 658.900 şeklinde açıklanmıştır. Verilen istatistiki rakamlardan Anado­lu'nun birçok şehrinde 1914 yılına göre 1918 yılında Erme­ni nüfusunun arttığı görülmektedir. Mesela Ankara'da 1914'te Ermeni nüfusu 54.000 iken, 1918'de 80.000; Trab­zon'da 1914'te 40.200 iken, 1918'de 58.000; Sivas'ta 1914'te 151.700 iken, 1918'de 162.000; Adana'da 1914'te 57.700 iken, 1918'de 72.000 olarak verilmiştir. Özellikle Amerika Milli Arşivi'nde yer alan diğer bir belgede ise, Anadolu şehirle­rindeki Ermeni nüfusunun ne kadarının tehcir edildiği, ne kadarının yerlerinde kaldığı, gidenlerden ne kadarının geri döndüğü, ayrıca kayıp ve ölü sayılarıyla, 1919 yılından son­ra dışardan gelip yerleşenlerin ne kadar olduğu kaydedil­miştir. Mesela Adana merkezde savaş öncesi 25.000 Ermeni'nin yaşadığı, 17.000/inin sürgün edildiği, 8.000'inin ye­rinde bırakıldığı, savaş sonrasında 17.000 Ermeni'den 12.000'inin geri döndüğü, 5.000'inin kayıp olduğu, dolayı­sıyla 1919 yılında Adana'da toplam Ermeni nüfusunun 20.000'e ulaştığı, 1919 yılından sonra Adana'ya yeni gelen Ermenilerin ise 30.000 olduğu ve bunlarla birlikte Ermeni nüfusunun 50.000'e çıktığı belirtilmektedir. Bu belgeden, Ermenilerin eski yerlerine geri döndükleri anlaşılmakta, ayrıca tehcir edilenler dışında tehcire tabi tutulmayan küçümsenmeyecek sayıda bir Ermeni nüfusun da yerlerinde kaldığı anlaşılmaktadır. Bu durum bir soykırım tezini tamamen ortadan kaldırmaktadır.

    Sonuç olarak, 1915'de tehcir sebebiyle Suriye'ye nakledi­len Ermenilerin büyük çoğunluğu eski yerlerine geri dön­müş, bir kısmı ise daha iyi şartlara kavuşmak düşüncesiyle başka ülkelere göç etmiştir. Anadolu'da kalan Ermeniler ise 1920'den 1950'li yıllara kadar zaman içinde, yine başka ül­kelere gitmiştir. Mesela 1922'de İzmir'in Türk kuvvetlerin­ce geri alınmasını müteakip yaklaşık 120 bin Ermeni'nin Yunanistan'a gittiği bilinmektedir. Dolayısıyla Ermeni­lerin topluca katledildiğini iddia edenlerin, konuyu bu açı­dan da değerlendirmeleri bir insanlık görevidir. Ermenilerin göçleriyle ilgili daha geniş kapsamlı ciddi araştırma­lar yapılması, tarihi yazanların yapanlara saygısını göstere­cek, yanlı ve gerçeklere uymayan iddiaları da ortadan kal­dıracaktır.

Kaynak: Yusuf Halaçoğlu, Ermeni Tehciri, Babıali Kültür Yayıncılığı, İstanbul, 2008. 189 sayfa.



[1] Guenter Lewy, 1915-Osmanlı Ermenilerine N eoldu?, Timaş Yayınları, İstanbul, 2011.

[2] Yusuf Halaçoğlu, Ermeni Tehciri, Babiali Kültür Yayıncılığı, İstanbul, 2008.

  
2533 kez okundu

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yapmak için tıklayın
Ziyaret Bilgileri
Aktif Ziyaretçi6
Bugün Toplam306
Toplam Ziyaret1032536
Saat