• Anasayfa
  • Favorilere Ekle
  • Site Haritası
    • Görsel Destekli Tarih Videoları Sesli Tarih Menüsünde
    • Özgün Tarih Materyalleri
    • Tarihi Fıkralar
    • Tarih Yazılısından İnciler
    • Tübitak Tarih Proje Örnekleri
    • Sınavlar Bölümünde Bilgilerinizi Test Edebilirsiniz
    • Peygamberimizin Hayatı ve Örnek Ahlakı
    • KPSS Sunuları Yenileniyor
    • Bulmacalarla Tarih Öğreniyorum
    • Tarih Sunuları için tıklayınız.
    • En güncel tarih sunuları burada.
Tarih 9 Ders Notları
Tarih 9 Ders Notlarını buradan word formatında buradan olarak indirebilirsiniz.

Tarih 9 Ders Notlarını buradan pdf formatında buradan olarak indirebilirsiniz.




TARİH 9

I.ÜNİTE: TARİH VE ZAMAN

1.1. İNSANLIĞIN HAFIZASI TARİH

İnsanlığın varoluş ve yaşam serüveni göz önüne alındığında bugün ulaşılan gelişmişlik düzeyi bir tecrübe birikiminin ürünüdür. Geçmiş ve gelecek bilincine sahip tek varlık olan insan, tecrübeleri geçmişten cesaret alarak öğrenir ve bunu gelecek nesillere aktarır. Bunun için de tarih bilimine ihtiyaç duyar. Bilimsel ve teknik gelişmelerin hızlı yaşandığı çağımızda tarih bilimine olan ilgi ve ihtiyaç azalmamakta aksine her geçen gün artmaktadır.           

Tanım ve yorumlara dikkat edildiğinde tarihin geçmişle ilgili olduğu, merkezinde insanın yer aldığı, belgelere dayandığı ve nedenselliğe muhtaç olduğu gibi ortak noktalara ulaşılabilir.   

Tarih, geçmişte yaşamış insan topluluklarının kültürlerini ve medeniyetlerini yer ve zaman göstererek sebep-sonuç ilişkisi içerisinde belgelere dayalı olarak inceleyen bir bilim dalıdır.

Tarihin konusu, zaman içinde yeryüzündeki insan faaliyetleri, farklı etkilerle meydana gelen değişimler ve insan eylemlerinin sonucunda ortaya çıkan eserlerdir. Ayrıca doğa olayları, sonuçları itibariyle insanları etkilediğinden tarihin konusu içerisinde yer alır. Örneğin Orta Asya’da yaşanan kuraklık ve kıtlık tarihin konusu değilken bu doğa olayı sonucundaki göçler tarihin konusu olabilir. Kısaca tarihin konusu insandır ve insanın olmadığı yerde tarih de olmaz.

 Tarih Biliminin Bakışı

 Deney ve genelleme yapılamaması nedeniyle tarih geleneksel olarak edebiyat, güzel sanatlar vb. gibi beşeri bilimler arasında sayıla gelmiştir. Beşeri bilimlerin temelindeki ilke, pratik yol gösterici sonuçlar çıkarmak değil, insanlığın düşündükleri ve yaptıklarının değerli kabul edilerek, tanınması ve korunmasıdır. Geçmişteki olayların yeniden inşa edilmesi dikkate değer bir çabadır. Tarihçi; edebiyatçı, sanat tarihçisi, halk bilimci vb. gibi kültürel mirasın aktarıcısıdır. Tarihsel mirası tanıtarak ve koruyarak insanlığı anlamamıza yardımcı olur.

 Aristo yolda giderken oldukça yakışıklı bir adama rast gelir. Bir de konuşup da söylediği sözlerin, verdiği cevapların cahilene ve ahmakane olduğunu görünce der ki:

   Güzel bir ev. Keşke içinde adam otursaydı!

TARİH BİLİMİNİN YÖNTEMİ

Tarih ve diğer bilimler: Tarih; millî kimliğin oluşumu ve değerlerin aktarımı için bir araç, geçmişi keşfetmek için sürekli bir sorgulama, günümüz sorunlarını anlamak ve analiz etmek için kaçınılmaz bir başvuru kaynağıdır. Sosyal bilimlerin önemli dallarından olan tarih sayesinde birey; özünü, toplumunu, dünyayı tanır ve öğrenir.

1. TARAMA (Kaynak arama): Kaynak: Tarihî bilgiye kaynaklı eden malzemelerdir.

Birinci el kaynaklar (Ana kaynak): Olayın geçtiği döneme ait belge ve buluntulardır: Kitabe, abide, arkeolojik buluntu, para vb.

İkinci el kaynaklar: Olayın geçtiği döneme yakın ya da o dönemin kaynaklarından

faydalanılarak meydana getirilen eserlerdir.

Sözlü kaynaklar: Efsaneler, destanlar, menkıbeler vb.

Yazılı kaynaklar: Tabletler, kitabeler, fermanlar, beratlar vb.

Sesli ve görüntülü kaynaklar: Resimler, fotoğraflar, filmler, videobantları vb.

Gerçek eşya ve nesneler: Arkeolojik buluntular ile tarihî eşya ve nesneler

2. TASNİF (Sınıflandırma): Kaynakları belirli bir sistem içerisinde zamana,

mekana ve konuya göre sınıflandırmadır.

3. TAHLİL (Çözümleme): Kaynaklardan elde edilen bilgiler ortaya çıkarılarak yeterli

olup olmadığı kontrol edilmelidir. Bütün bilgi ve verilerin kullanıp kullanamayacağının araştırılması, eksikliklerini tamamlanması ve verilerin gruplandırılması gerekir.

4.TENKİT (Eleştirme): Verilerin güvenilir olup olmadığını tespit etmek,

belgelerin orijinalliğini araştırmaktır. Bu araştırmada kaynaklar eleştiri süzgecinden geçirilmelidir.

5. TERKİP (Sentez): Bu, araştırmanın son aşamasıdır. Toplanan veriler birleştirerek metin hâline getirilir.

 

Tarihe Yardımcı Bilim Dalları

Coğrafya: Coğrafi bölgelerin özelliği ve iklimi tarihi olayların değerlendirilmesinde etkilidir. Örneğin Fenikelilerin deniz ticareti ile uğraşmalarının nedeni coğrafyalarının tarıma elverişli olmamasıdır.

Arkeoloji: Kazı bilimidir. Tarih öncesi dönemlerin aydınlatılmasında yararlanılmaktadır.

Antropoloji: İnsan ırklarını inceleyerek sınıflandıran bilim dalıdır.

Etnografya: Toplumların öz kültürlerini inceleyen bilim dalıdır.
Hukuk: Toplu halde yaşayan insanların birbirleriyle ve devletle olan ilişkilerini düzenleyen kurallara hukuk denir. Hukuk kuralarından toplumun veya devletin siyasi, sosyal, ekonomik gibi bazı özellikleri hakkında bilgi edinilebilir. Örnek: Friglerde saban kıranın veya öküz kesenin cezası ölümdü.

Kronoloji: Takvim bilimidir. Tarihi olayların oluş sırasını verir.

Edebiyat: Toplumların edebiyat alanındaki ürünleri o toplumun sosyal, kültürel, siyasi özellikleri hakkında bilgi verir.

Felsefe: Akıl ve mantık ilkelerine uygun düşünmeyi esas alan bir bilimdir. Tarih felsefesiyle toplumların veya devletlerin hangi düşünceyle hareket ettikleri belirlenir.

Paleografya: Toplumların eskiden kullandıkları yazıları inceler. (Mısır hiyeroglifi, Sümerlerin çivi yazısı, Türklerin Orhun ve Uygur abideleri gibi) Bu bilim dalı tarih öncesi dönemlerin aydınlatılmasında etkili değildir.

Epigrafi: Kitabeleri inceler. Örneğin : Göktürk ve Kültepe yazıtları.

Sosyoloji: Toplum bilimidir. Tarihi olayları sosyoloji konularını hesaba katarak inceler.

Filoloji: Dil Bilimidir. Toplumların dillerini inceler.

Diplomatik: Fermanlar, beratlar ve dönemin yazışmalarını inceler. Siyaset bilimi olarak da adlandırılır. Başlangıç noktası Kadeş Barışı’nın imzalanmasıdır.

Nümizmatik: Eski paraları inceleyerek, toplumların ekonomik yapısı hakkında bilgi verir.

İstatistik: İstatiksel veriler, tarihi olayların değerlendirilmesinde önemli bir yere sahiptir.

Ekoloji: Canlıların birbirleri ve çevreleriyle ilişkilerini inceleyen ve doğanın korunmasına yönelik çalışmalar yapan bir bilim dalıdır.

Kimya : C14 metodunu kullanarak eski kullanılmış araç ve gereçlerin yaşları hakkında bilgi verir.
   Sanat Tarihi: Sanat eserlerini, sanatçılarını ve sanat eserlerinin değerini ve toplumun sanata bakış açısını inceleyen bir bilimdir.

Heraldik: Mühür ve armaları inceleyen bilimidir.

Toponomi: Yer adlarını inceleyerek tarihe yardımcı olur.

 

Türklerin İlk Yazılı Belgeleri

Kitabelerin okunuşunu ilk çözen Danimarkalı Dil Bilimci W. Thomsen (V. Tomsen) olmuş ve bu abidelerin Türklere ait olduğunu tüm dünyaya duyurmuştur. Orhun Kitabeleri hakkında yapılan bilimsel çalışmaların sonucunda; Türklerin yaşantılarına, töresine, kültürüne ve devlet yönetimine dair bilgiler bulunmuştur


    1.2. NEDEN TARİH?

Milletlerin ortak hafızası olan tarih, millî ve toplumsal kimliğin inşasında önemli rol oynar. Toplum, kendisini oluşturan bireylerin bir kimlik altında toplanması sayesinde ortaya çıkar. Bireylerin birlikteliği genellikle tarihî bir niteliğe sahiptir. Toplum, zaman ve mekân içinde ortak bir kimlik ile süreklilik kazanır. Kimlik olmadan bir toplumun devamlılık sağlayabilmesi söz konusu olmayacaktır.

Toplumsal kimlik, zaman içerisinde oluşan ahlaki ve tarihî değerlerin etkisiyle belirli bir zaman ve mekânda bireylerle toplumun bütünleşmesidir. Aynı zamanda bireylerin ve toplumun kendini bir kimlik altında (Türk kimliği gibi) tanımlaması, toplumsal birliktelikle gerçekleşir

Tarih bilimi sayesinde geçmiş hakkındaki aktarımlar, milletlerin ortak hafızasını biçimlendirir. Bu nedenle tarih kitapları, sadece milletlerin kendi tarihinden bahsetmez; diğer toplumlarla etkileşimler yaşandığı hakkında da güçlü bir bilinç oluşturur.

Tarih bilimi, insanlara başka beceriler de kazandırır. Tarih, uyguladığı yöntem gereği bireylerde araştırma ve kanıt kullanma becerisini arttırır. Çünkü tarihî bir bilgiye, araştırma yaparak ve kaynak kullanılarak ulaşılır. Ulaşılan farklı kaynaklarda tespit edilen çelişkili ifadeler, insanların sorgulama ve eleştirel düşünme becerilerini de geliştirir.

Tarih Biliminde Anakronizm

Türk Dil Kurumuna göre “tarihlendirmede yanılgı içerisinde bulunma” demek olan anakronizm, bir olayın tarihi ve çağı üzerinde yanılma, tarih ve çağları birbirine karıştırma şeklinde tanımlanmaktadır. Anakronizm, bazen bir tarihî olgunun var olmadığı bir dönemde varmış gibi düşünülmesi ve yansıtılması şeklinde, bazen de tarihçilerin tarihî olguları açıklarken yaşadıkları zamanın yaklaşımlarına, kavramlarına ve değerlerine başvurmalarıyla ortaya çıkar. Tarihî eserlerin yanı sıra edebiyatta, görsel sanatlarda ve sinemada da “tarih yanılgısı” hataları görülebilir.

Örneğin Osmanlı Devleti’nin Yükselme Dönemi’ndeki toplumsal yapısını anlatan bir tarihçinin, Osmanlı Devleti’nde yaşayan milletler için “yurttaş” kelimesini kullanması bir anakronizmdir. Zira Osmanlı’da yurttaş kavramının, XIX. yüzyılda Namık Kemal gibi düşünürlerce kullanılmaya başlandığı bilinmektedir. Osmanlı devlet yöneticileri; devlet içinde yaşayanları yurttaş olarak değil, reaya ya da tebaa olarak görmüştür.

 

1.3. ZAMANIN TAKSİMİ

İnsanlar, günlük yaşamlarını kolaylaştırmak gayesiyle zamanı bölümlere ayırmıştır Geçmişten günümüze yaşamını zamanın ölçüsüne göre düzenleyen insanoğlu, zamanı parçalara ayırma işini bir çırpıda yapmış değildir. Bu parçalardan her birinin benimsenişi, kullanılışı, adlandırılışı, sürelerinin saptanışı uzun sürmüş ve toplumlara göre değişiklik göstermiştir.

12 Hayvanlı Türk takvimi, Türklerin kullandığı ilk takvimdir ve güneş yılı esasına göre düzenlenmiştir. On iki yılda bir devir yapan bu takvimde yıllar, hayvan adları ile gösterilir. Hangi tarihten itibaren kullanıldığı bilinmemekle birlikte bu takvim Kök Türkler ve Uygurlar tarafından kullanılmıştır.

Hicri takvim, Türklerin İslamiyet’i kabul ettikten sonra kullandığı takvimdir. Bu takvimde Hz. Muhammed’in hicret ettiği yıl (622), başlangıç kabul edilmiştir. Hz. Ömer Dönemi’nde oluşturulan bu takvim, ay yılını esas almıştır. Bu takvime göre bir yıl 354 gün 8 saat 48 dakikadır. Ayrıca bir ay yılı, bir güneş yılından yaklaşık 11 gün eksiktir. Diğer bir ismi kamerî (ay) takvimidir. Günümüzde İslam dünyası, dinî günleri hicri takvime göre belirlemektedir.

Celâli takvimi, Büyük Selçuklu Sultanı Celaleddin Melikşah’ın (1072-1092) emriyle Ömer Hayyam başkanlığında kurulan bir astronomi heyetince hazırlanmıştır. Başlangıç olarak 1079 yılı kabul edilmiş ve güneş yılı esasına göre düzenlenmiştir.

Rumi takvim, Osmanlı Devleti’nde mali işlerin düzenlenmesi amacıyla kullanılmıştır. Güneş yılı esasına dayanan bu takvimde bir yıl 365 gün 6 saattir. 1839’dan itibaren mart ayı, mali yılbaşı olarak kabul edilmiştir. Miladi takvimle arasında 584 yıllık fark vardır.

Miladi takvim, günümüzde dünyada en yaygın kullanılan takvimdir. Bir yıl 365 gün 6 saattir. Başlangıcı, Hz. İsa’nın doğumundan bir hafta sonrası yani 1 Ocak’tır. Kökeni Mısırlılara dayanan bu takvimi Romalılar geliştirmiş ve Papa 13. Gregorious (Gregoryen) son şeklini vermiştir. Bu nedenle “Gregoryen takvimi” de denir. Ülkemizde 1 Ocak 1926’dan itibaren kullanılmaya başlanmıştır.

Türklerin Kullandıkları Takvimler

a- On iki Hayvanlı Türk Takvimi: Güneş yılı

b- Hicri Takvim: Ay yılı Başlangıç: Hicret

c- Celali Takvim: Güneş yılı

d- Rumi Takvim: Güneş yılı

e- Miladi Takvim: Güneş yılı Başlangıç: Milat

 

Geçmişten Günümüze Zaman Anlayışları

İnsan, soyut bir kavram olan zamanı; dün, bugün ve yarın şeklinde üçe taksim etmiştir. Bilindiği gibi bugün, dünün sonucu ve yarının nedenidir. İnsanın dünü anlayarak geleceğe dönük bir yön bulma ihtiyacına cevap verecek bilim tarihtir. Tarihî süreçte insanoğlu farklı zaman anlayışları geliştirmiştir. Eski dünyada insan ilk olarak döngüsel yani dairesel zaman anlayışını benimsemiştir.

Bu anlayışa göre zaman, rastlantısal olup başlangıcı ve sonu belli değildir. Bu nedenle tarih, sürekli olarak tekrar etmektedir. Sonsuz olan bu döngüsellikte geçmişin, bugün ve yarınla nedensel bir bağlantısı da yoktur. Bu anlayış, eski dünyayı temsil eden belli başlı milletlerin efsanelerinde ve mitlerinde (Eski Çin, Hint, Mezopotamya, Mısır ve özellikle Yunan) görülmüştür.

Tarihin Dönemlendirilmesi

İnsanlığın ortaya çıkışıyla birlikte insanın karşılaştığı temel sorunlardan biri, dünyevi zamanı anlamlandırmak olmuştur. İnsan, geçmişini bir düzene sokmak için asır, çağ, devir gibi terimlere başvurmuştur.

Yazı sayesinde tarihin kaydını tutmaya başlayan insanoğlu yazının keşfini bir dönüm noktası olarak kabul etmiştir. Bunun sonucunda yazıdan önceki zamanlar tarih öncesi, sonraki zamanlar ise tarihî dönemler olarak adlandırılmıştır. Böylece tarihî olayların daha rahat incelenmesi, araştırılması ve öğrenilmesi için tarihçiler tarihi belirli dönemlere (çağlara) ayırmıştır.

Geçmişin dönemlendirilmesinde farklı toplum ve kültürler kendi tarihlerindeki önemli olayları esas almıştır. Örneğin Batı dünyası, özellikle Avrupa tarihi merkezli bir dönemlendirme meydana getirmiştir. Başta Cellarius (Seleriyus) (1634-1707) olmak üzere bu sistemi kullanan Avrupalı tarihçiler, tarihi dönemlendirirken dünyanın diğer bölgelerini dışarıda bırakarak sadece Avrupa tarihiyle ilgili olayları tercih etmişlerdir

Başta Orta Çağ olmak üzere, Eski ve Yeni Çağ’ı başlangıç ve bitişlerini belirleyen tarihî gelişmeler doğrudan Avrupa tarihiyle ilgili olaylardır. Bu dönemlendirmeler esas alınırken Batı toplumlarının tarihî gelişim aşamalarını gösteren kölelik, feodalizm, kapitalizm dikkate alınmıştır. Avrupalı olmayan milletler, Avrupa coğrafyasını ve tarihini etkilerse (Kavimler Göçü ve İstanbul’un Fethi gibi) bu dönemlendirme içerisinde ancak yer alabilmiştir. Doğal olarak da günümüzde bu dönemlendirmelerin doğruluğu tartışılmaktadır

Tarihin bu şekilde dönemlendirilmesi hem göreceli hem de Avrupa tarihi merkezlidir ve Türk tarihiyle de örtüşmemektedir. Oysa Türk tarihi; Avrupa milletlerinin tarihi gibi sınırları belirli bir coğrafyada değil, aynı zaman dilimi içerisinde değişik coğrafyalarda meydana gelmiştir.

Olay ve olgu nedir?

Başlangıcı ve bitişi belli olan gelişmelere olay, başlangıcı ve sonu belli olmayan genel ve soyut gelişmelere olgu denir. Tarihî olay ve olgu arasındaki farklar şunlardır; tarihî olay biriciktir, özgündür, tekrarlanamaz ancak tarihî olgu ise geneldir ve tekrar edebilir. Göç olgusu tarihin farklı dönemlerinde çeşitli sebeplerle tekrar tekrar yaşanmıştır. Örneğin; İç Asya’dan göçler, Anadolu’ya Türkmen göçleri gibi.

Malazgirt Savaşı-Olay

Anadolu’nun Türkleşmesi-Olgu

Sanayileşme-Olgu

Karabük Demir Çelik Fabrikasının açılması-Olay

Tarih bilimine farklı bir bakış açısı kazandıran İbn-i Haldun , tarih biliminde yöntemi öne çıkarmış ve İslam tarihçilerinin hatalarını göstererek yöntemlerini eleştirmiştir. Ona göre sosyal olay ve olgular bireyin dışında oluşur ve onları sebep-sonuç ilişkisi içerisinde incelemek gerekir.

Olayların kendilerine has özelliklerinin olduğunu ve âdeta bir zincirin halkaları gibi daha sonra meydana gelen olayları etkilediğini, olgularla genel ilkelere ulaşılabileceğini belirterek tarihin sadece rivayetlerden ibaret olmayacağını vurgular. O, hem geçmişteki olayların bilinmesini hem de geleceğin görülmesini istemiştir.

 Hem doğadaki olaylar hem de toplumsal olgular, birtakım genel yasalardan oluşur. Örneğin devletin ve insanın ömrü arasında bir benzerlik vardır. İnsan gibi devlet de çocukluk, İbn-i Haldun (Temsilî) gençlik, olgunluk ve ihtiyarlık devreleri geçirir.

 

BELGEDEN BİLGİYE

Tarih bilimi, şimdiki zamanda açıklama ya da anlama amacıyla geçmişi yeniden inşa etme sürecidir. Bu süreçte tarihçiler eserlerini, geçmişe ait bilgi ve kaynakları, tarih biliminin kendine ait yöntemlerini kullanarak oluşturur. Geçmişteki olaylar ancak tarihçi, olayları incelemeye başladığı zaman “tarihî olay” hâline gelir. Her tarihî olay kendi başına anlamlıdır ve özeldir. Tarihte, doğa bilimlerindeki evrensel geçerliliği olan yasalar yoktur.

 

Tarihî Vesikalar

İnsanlar; geriye varlıklarının izlerini bırakmamış olsalardı, onların tarihlerini yazmaya başlayamazdık. Gerçek tarihin bilgi tarihi olabilmesi için bize insanların geçmişi hakkında şahitlikler gerekmektedir ki bu şahitlikler, genelde yazılı vesikalardır. Yakın geçmişin tarihi söz konusu olduğunda sözlü kaynaklarla yazılan tarih de vardır. “Tarih metinlerle yazılır.” hükmü genelin kabul ettiği ve en güvenilir hükümdür. Vesikaların uygulamadaki hükmü o kadar büyüktür ki genellikle araştırmanın çerçevesini ve yönünü de belirler.

 Bir tarihsel araştırmaya kaynakların saptanması, karşılaştırılması ve yorumlanmasıyla başlanır. Birincil kaynağın en önemli niteliği, geçmiş olaylara dair doğrudan bilgi içermesidir. Kaynağın türü, olayın gerçekleştiği döneme ve kültüre göre yazılı, sözlü veya görsel nitelikte olabilir. Kaynaklar, farklı kaynaklarla karşılaştırılarak dikkatle incelenmelidir. Bunu yaparken de kaynakların oluşumu, orijinalliği ve güvenilirliği gibi noktalar öncelikle göz önünde bulundurulmalıdır.

Diğer bir ifadeyle tarih araştırmacısı kaynağın içeriğini olduğu gibi almak yerine, onu eleştirel bir gözle incelemelidir. Tarihî kaynakların bu şekilde sorgulanarak değerlendirilmesi konusunda; tarihçinin şüpheciliğini koruması, daima elindeki belgeyi sıkı tenkitten geçirdikten sonra değerlendirme yapması gerektiğini söylemiştir.

Bir tarihçi araştırdığı konuya yönelik bilgileri ve bilinen bütün olguları kontrol etmek, karşılaştırmak ve sorgulamak zorundadır. Daha sonra kanıtları yorumlamalı, açıklamalı, nedenleriyle ilişkilendirmeli, eleştirmeli, sonuçları izlemeli ve konuyla ilgili değerlendirmelerde bulunmalıdır.

 

İNSANLIĞIN SERÜVENİ KAYIT ALTINDA

Tarih yazıcılığı, tarihin kendisi kadar önemli bir alandır. Çünkü tarih, geçmiş ve geleceği merak eden insanın düşünce faaliyetlerinin önemli bir kısmını oluşturur. Toplumlar, geçmiş araştırılıp aydınlatılmaya çalışılırken tarih bilincine ulaşır. Tarih bilinci dünü, bugünü ve yarını kapsayan bir sürekliliktir. Bu nedenle şimdiki zamanı anlamak ve açıklamak için geçmişe bakmak, tarih yazıcılığının vazgeçilmezidir.

“Tarih yazmak, tarih yapmak kadar mühimdir. Yazan yapana sadık kalmazsa değişmeyen hakikat, insanlığı şaşırtacak bir mahiyet alır.”

M. Kemal Atatürk

Tarih Yazıcılığı

1-Tarih Yazıcılığının Gelişimi

Hititlerde anallar (yıllıklar),Köktürklerde kitabeler, Osmanlılarda vakayinameler, Ruslarda kronikler

Tarih Anlayışları: Tarih, yazının icadı ile başlamışsa da tarih yazıcılığında öncü kabul edilen eser Herodotos’un kitabıdır. Çünkü tarih düşüncesi ve yazımı Herodotos öncesinde mitolojik ve efsanevi bir tarza sahipken onunla birlikte insani gerçekler alanına yönelmiştir.

Hikayeci Tarih: Tarihi olayları neden-sonuç ilişkisi belirtmeden, belgelere dayandırmadan, efsanelere göre inceler. İlk temsilcisi Heredot'tur.

Öğretici Tarih: Bu türde Thukydides tarihî olayları değerlendirme ve yorumlama ile anlatıyı birleştirmiştir. Öğretici tarih yazıcılığında amaç, tarihî olayları öğrenerek faydalı bir sonuç çıkarmaktır.
     Rönesans ve Reform hareketleri ile Avrupa’da Hristiyanlığın etkisindeki tarih yazımı terk edilmeye başlandı. Ardından, Aydınlanma Çağı ile birlikte tarih düşüncesinden dinî unsurlar kaldırılarak XIX ve XX. yüzyıllarda tarih düşüncesi ve yazımında önemli değişimler yaşandı. XIX. yüzyılda Sanayi Devrimi’nin de etkisiyle bilimsel bilgi ve yöntemler büyük saygınlık kazandı.

Tarihçiler de tarih yazıcılığını bilimsel ilke, kural ve yöntemlere oturtarak bilimsel nesnelliğe sahip bir tarihsel bilgi üretimi arayışına girdiler. Bu arayışa yönelen tarihçiler; tarih bilimini, doğa bilimlerinden farklı, kendine özgü, belirli kural ve yöntemlere dayanan bir araştırma alanı olarak algıladılar.

Ranke’ye göre tarihçi, tarihî olayları incelerken tarafsız bir biçimde sadece tarihin gerçekliğini ortaya koymalıdır. Tarihin amacı, olguları “nasıl oldu ise öylece” anlatmaktır. Ona göre tarihin her dönemi, kendine özgüdür ve kendi şartları içinde anlaşılmalıdır. Tarihçi, tarihî olguları o dönemin koşulları ve ölçütleriyle değerlendirmeli, kendi döneminin değerlerini ve yargılarını tarih yazımına yansıtmamalıdır.

Ranke, tarih yazımının birinci el belgelerle yapılmasını ve bu belgelerin katı kurallara bağlanmış eleştirel incelemeye tabi tutulması gerektiğini savunmuştur.

Araştırıcı tarih yazıcılığı, XIX. yüzyılda tarih yazıcılığında ciddi bir değişim yaşanması sonucu ortaya çıkmıştır. Artık tarihçiler, tarihî olayları incelerken daima “neden ve nasıl oldu?” sorularıyla araştırıcı tarihçilik anlayışını geliştirdi. Bu tarih yazıcılığı kullanılarak kaleme alınan eserler, özellikle olayların sebeplerini araştırarak olayları açıklamaya çalışmıştır.

  Araştırıcı tarih yazıcılığının en önemli yöntemi, tarihe ait malzemeyi eleştiriye tabi tutmasıdır. Aynı yüzyılda yaşanan bilimsel gelişmeler sonucunda, tarihî kanunların olduğunu düşünen ve bu kanunları ortaya çıkarmayı amaçlayan başka bir tarih yazıcılığı daha gelişti.

Sosyal tarih yazıcılığında ise tarihe ait olayların tek bir neden ve olgu üzerinden değil; sosyal, siyasi, ekonomik, kültürel ve fikrî birçok etken dikkate alınarak bilinebileceği kabul edilmiştir. Bu tarz yazıcılık, tarihî olaylardan genel sosyal kanunlara ulaşmaya çalışır. Günümüzde, araştırıcı ve sosyal tarih yazıcılığı tarihçiler tarafından diğerlerine göre daha yaygın olarak tercih edilmektedir.

 XIX. yüzyılın sonlarına doğru geçmişin tarihçi tarafından “tarihin olduğu gibi yeniden inşa edilmesi” düşüncesine yönelik eleştiriler ortaya çıkmıştır. Bu eleştiriler sonucunda tarih yazımını en çok etkileyen oluşum, 1920’lerde Fransa’da ortaya çıkan Annalles Okulu’dur. Annallesçiler, devlet ve siyaset merkezli tarih yazımını eleştirmiştir. Onlar tarih bilimine; toplumsal, ekonomik ve kültürel yönden bir bütünlük kazandırmayı amaçlamıştır.

Bu ekolün ülkemizdeki önemli temsilcileri olarak Ömer Lütfi Barkan ve Halil İnalcık gösterilebilir.

İslam tarih yazıcılığı VII. yüzyılda olayların hikayeci anlatım tarzıyla nakledilmesi şeklinde ortaya çıkmıştır.

IX. yüzyılda yaşamış olan Taberi, İslam tarih yazıcılığını hikayeci anlatımdan  kurtarırken eserlerini çeşitli kaynaklardan yararlanarak yazmıştır.

Ortaçağda kilise etkisi dolayısıyla eleştiriden uzak kilise tarihi şeklinde gelişmiştir.

XVIII. yüzyılda Volter o zamana kadar din ve siyaseti konu alan tarih anlayışını geliştirerek uygarlığın genel tarihini yazmıştır.

XX. Yüzyılda biyografi çalışmaları, gazeteciliğe ve sosyolojiye dayanan yeni tarih anlayışı, ABD ve İngiltere’de sanayi kuruluşlarına yönelik « İş Dünyası Tarihi» gibi yeni yaklaşımlar ortaya çıkmıştır.

2-Osmanlı Dönemi Yazıcılığı

Osmanlı tarih yazıcılığındaki temel amaç, devletin başarılarının gelecek nesillere aktarılmasıdır. Osmanlı merkez devlet tarihçisi olan vakanüvisler, kendilerinden önce yazılan olayları derlemişler ve görevli bulundukları dönemin olaylarını kaydetmişlerdir. Osmanlı Devleti’nde vakanüvislerden önce olayların kaydını «şehnameci» adı verilen görevliler tutmuştur. İlk vakanüvis Halepli Mustafa Naima Efendi’dir.

3- Cumhuriyet Dönemi Tarih Yazıcılığı

Cumhuriyet Döneminde yeni tarih anlayışının ortaya çıkmasında Atatürk’ün büyük rolü olmuştur. Atatürk’ün 1931’de kurduğu Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti’nin amacı Türk, İslam ve dünya tarihini incelemek ve elde edilen sonuçları her türlü yolla yaymaktır.

 

TARİH VE YORUM

Tarih, millî kimliğin inşası ve değerlerin aktarımı için bir araçtır. Aile içinde yapılan sohbetlerden, okuldaki derslerden, televizyonda izlenilen programlardan, kitap, dergi ve gazetelerden tarihle ilgili pek çok şey öğrenilir. Kitaplarda, televizyonlarda, sinemalarda, Genel Ağ’da tarihle ilgili pek çok konu ve bilgi bulunabilir.

Tarih dediğimiz zaman aslında iki farklı şeyden bahsetmiş oluruz: Birincisi geçmişte yaşanılanlardır ve bunlar tarihin olgular kısmıdır. İkincisi ise tarihçinin kanıtlara dayalı olarak geçmişi sorgulamasıdır ki burada tarihin içindeki yorum kısmı ortaya çıkar. Karşılaşılan tarihî bilgiler ya geçmişte yaşanılanların olduğu gibi aktarılması ya da tarihçinin olaylara kendi yorumunu katarak yansıtmasıdır.

Tarihçi, bir kimyacı bir fizikçi ya da bir biyolog gibi olayları dışarıdan gözlemleyemez. Çünkü tarihî olaylar geçmişte kalmıştır, benzersizdir ve tekrar etmeyen olaylardır. Tarihçi geçmiş olay ve olguları ele alırken kendi değer yargılarından uzak değildir. Tarihçinin bakış açısını siyasi, sosyal, dinî, millî, kültürel ve yaşadığı çevresel unsurlar etkiler ve biçimlendirir.

Buradan da anlaşılacağı gibi tarihçi eserini oluştururken; inançlarını, duygu ve düşüncelerini, dünya görüşünü eserlerine yansıtabilir. Bu yüzden bir tarihçi araştırmalarında ne kadar çok ve çeşitli kaynak kullanırsa gerçeğe o kadar yaklaşmış olacaktır.

Tarih araştırmalarında olaylar doğrudan doğruya gözlemlenemediği için tarihçi olayların ardında bıraktığı kanıt ve belgeleri kullanır. Kanıtların değerlendirilmesinde ise tarih, çeşitli bilimlerden faydalanır. Yeni bulunan kanıt ve belgelerle de tarihî bilgiler değişebilir. Araştırmalar sonucunda bulunacak her yeni bilgi ve belge, mevcut bilgileri tamamlayabilir, daha anlaşılır hâle getirebilir veya tamamen değiştirebilir.

 

Tarihi Bilgilerin Değişebilir Özelliği

Alacahöyük’te bulunan ve MÖ 2500 yıllarına ait olan kılıç, dünyanın en eski kılıcı olarak bilinmekteyken,

1996 yılında Malatya yakınlarındaki Aslantepe kazı bölgesinde bir prens veya yönetici mezarının içinde, MÖ 3300-3000 yıllarına ait, üzerleri işlemeli kılıçlar bulunmuştur. Böylece tarihi bilgi değişmiştir.

 

Tarihi Fıkralar

Sokrat’a sormuşlar, uzun ve rahat bir yaşamın sırrı nedir diye, “Masrafını kısmak yoluyla kendinden borç al. Rahatlığın sırrı budur”

Uzun bir yolculuktan dönen arkadaşlarından bahsetmişler Socrat’a. “Yolculuk onu hiç değiştirmemiş “ demişler. Sokrat; “Doğaldır çünkü gittiği yere kendisini de götürmüştür” demiş.

 

2.ÜNİTE

İNSANLIĞIN İLK DÖNEMLERİ

 

2.1. İNSANLIĞIN İLK İZLERİ

Yazıdan önceki dönemin aydınlatılabilmesi için en önemli unsur arkeolojik araştırmalar sonucunda elde edilen araç ve gereçlerdir. Buluntulardan elde edilen bilgiler, yazıdan önceki dönemin doğru okunabilmesinde oldukça önemlidir. İnsanlığın bu döneminde mağaralar, kerpiçten ilkel konutlar, taştan, kemikten, pişmiş kilden yapılmış aletler o döneme ayna tutar.

Günümüzden yaklaşık 2,5 milyon yıl önce Dünya, buzullarla kaplı olduğu için insan yaşamına uygun değildi. Buzulların yavaş yavaş erimeye başlamasıyla birlikte özellikle kuzey yarım kürenin bazı alanlarında ılıman iklim kuşakları oluşmuştur. Bunun sonucunda doğal çevre insan yaşamına uygun hâle gelmiş ve ilk yerleşme ile ilgili hareketlilikler bu kuşakta görülmeye başlanmıştır. Bu yerleşimler günümüzden yaklaşık 12 bin yıl önce Anadolu’nun güney doğusunda ve Mezopotamya’da ortaya çıkmıştır. Bereketli Hilal olarak da adlandırılan bu coğrafyada iklim giderek insan yaşamına uygun hâle gelmiş ve bu bölgede nüfus artmaya başlamıştır.

İlk İnsanların Hayat Tarzı ve Geçim Kaynakları

Yazının icadından önceki dönemde insanın hayat tarzı avcılık ve besin toplayıcılığı şeklinde başlamıştır. Hayat tarzına bağlı olarak beslenme biçimi gelişen insanoğlu, besin kaynakları bulabilmek için yer değiştirmek zorunda kalmıştır. Bu yaşam biçimi uzun süre devam etmiş ve zamanla etin yanında çeşitli yabani meyveler ve bitkiler de insanın yiyecek türleri arasına girmiştir.

İnsanoğlu, kendiliğinden yetişen yabani buğday, arpa, çavdar gibi tahılları toplayarak kullanmıştır. Daha sonraki süreçte insanlar bu yabani tahılları ıslah ederek kendi kontrolünde planlı bir tarımsal faaliyete başlamıştır. Böylece bölgedeki avcı ve toplayıcı toplumlar giderek üretici konuma geçmiştir. Tarıma geçişle birlikte keçi, koyun, sığır, domuz, at ve köpek gibi hayvanlar evcilleştirilmiş ve günümüzdeki köy yaşamına benzer yaşam biçimleri oluşturulmuştur. Ancak konar-göçer yaşam tarzı, avcılık-toplayıcılık faaliyetleri ile birlikte sürdürülmeye devam etmiştir.

Yerleşik yaşam ve tarımsal üretim sonucunda daha kolay beslenme yollarının öğrenilmesi, nüfus artışına yol açmıştır. İnsanoğlunun, verimi yüksek tahılları seçmesi ve tahılların sulak bölgelerde ekilebileceğini anlaması, insanlık tarihinde ilk defa tarımsal üretime dayanan bir ekonominin oluşumunu sağlamıştır. Örneğin Anadolu’daki birçok yerleşim bölgesinde yapılan kazı çalışmaları sonucunda MÖ 9. binlerden itibaren üreticiliğin başladığı görülmektedir. Çayönü Höyüğü (Diyarbakır) ve Cafer Höyük (Malatya) yerleşkelerinde dünyanın en eski buğday türlerinden birisi olan “Emmer evcil buğdayı”nın bulunması buna örnektir. Ayrıca MÖ 8.500’lerde Urfa ve Diyarbakır çevresinde buğday tarımının başlamış olması, tahılın ana vatanının Anadolu olduğunu ortaya koymaktadır.

Yazıdan önceki dönemde insanlar, iklimin meydana getirdiği yaşam biçimine bağlı olarak geniş alanlara yayılmış; böylece mağara ve kaya sığınakları içinde küçük gruplar hâlinde seyrek bir biçimde yaşamıştır. Mağara tabanlarında bu insanlara ait eşyalar bugüne kadar korunagelmiştir.

İnsanlığın bu ilk döneminde nüfus artışıyla birlikte mağaralar yerini, belli bir kısmı toprağa gömülü ve yuvarlak planlı kulübe şeklindeki barınaklara bırakmıştır. Önceleri sadece barınak olarak kullanılan bu kulübeler, zamanla yapılar topluluğuna dönüşmüştür. Örneğin bir ön giriş ile gerisinde dikdörtgen bir salondan oluşan “megaron” tipi evler, İzmir’deki Limantepe ve Baklatepe höyüklerinde yapılan arkeolojik kazılarda saptanmıştır.

Tarım ürünleri ve hayvanlardan elde edilen liflerle giyinen ilk insanlar, kullandığı araç-gereçlerini çakmaktaşından yapmıştır. Başlangıçta iri ve kaba olarak yontulan taşlar, devam eden süreçte usta bir işçilikle daha kullanılışlı araç-gereçlere yerini bırakmıştır. Araç-gereçlerin yapımında zamanla obsidyen ve kemikler de kullanılmaya başlanmıştır. Obsidyen olarak adlandırılan doğal volkanik cam, bu araç-gereçler için ideal ham madde olup insanlar bunlardan bıçak, iğne ve olta gibi aletler yapmışlardır. Zamanla araç-gereç teknolojisi gelişmiş ve mikrolit adı verilen, önceki dönemlerdeki örneklerinden daha küçük ve değişken yapıda ok ucu, orak gibi birleşik alet ve silahlar yaygın olarak kullanılmaya başlandı.

Tahılların beslenmede kullanılması, yemek hazırlama işlemini gerektirmiş ve bunun için de uygun araç-gereçler üretilmiştir. Tahılları kabuğundan ayırmak için kullanılan öğütme taşları, havanlar ve dibekler bunun ilk örnekleridir. Çanak-çömleğin gündelik yaşamda yaygın kullanımı ve kilin ateşte pişirilmesi ise gelişen yeni teknolojinin en açık göstergesi olmuştur. Çanak-çömlek yapım biçimleri, fırınlama teknikleri, süsleme alışkanlıkları, yazıdan önceki dönemin kültürel ve sosyal yapısı hakkında aydınlatıcı bilgiler sunmaktadır.

 

2.2. YERLEŞİK İNSAN VE MEDENİYET

Yerleşik yaşama ve medeniyete ait ilk yerleşim merkezleri yazıdan önceki dönemde görülmektedir. Anadolu’da Göbeklitepe, Çatalhöyük ve Çayönü gibi yerleşim yerleri bu dönemi aydınlatan önemli yaşam bölgeleridir. Göbeklitepe, Şanlıurfa kent merkezinin 18 km kuzeydoğusunda, Örencik Köyü yakınlarındadır. Burada 1995 yılında Arkeolog Klaus Schmidt (Kılaus Şimit) tarafından başlayan kazılar sonucunda insanlık ve uygarlık tarihini değiştirecek veriler bulunmuştur. Göbeklitepe’de konut özelliği taşımayan bu yapılar dinî ve ayinsel bir amaç taşıyordu. Günümüzden yaklaşık 12 bin yıl öncesine ait olan bu yapılar, merkezde ikiz (T) şeklinde dikili taş ile onu çevreleyen taşlar ve duvardan oluşmaktadır. Her bir dikili taş en az 40-50 ton ağırlığında ve 4 ile 6 m uzunluğundadır.

Günümüze kadar keşfedilen en erken tarihli dinî mimarinin içerisinde yer alan Göbeklitepe’de; taş aletler, heykeller ve bitki kalıntıları bulunmuştur. İnsanoğlunun, tarım ve yerleşik hayattan sonra tapınaklar yaptığı şeklindeki yaygın görüş, Göbeklitepe’nin keşfiyle tartışmaya açılmıştır.

Anadolu’da yazıdan önceki dönemi en iyi yansıtan yerleşim alanlarından bir diğeri ise Konya’nın Çumra ilçesi yakınlarında bulunan Çatalhöyük yerleşkesidir (Görsel 2.13). J. Mellart (Melır) tarafından ortaya çıkarılan “kent” oldukça iyi korunmuş yapılar topluluğundan meydana gelmektedir.

Çatalhöyük, Anadolu coğrafyasında 2.000 yıldan fazla bir zamanda köy yaşamından kentsel hayata geçişin önemli bir kanıtıdır. İlk yerleşim yerlerinden biri olması nedeniyle insanlık tarihi açısından büyük önem taşıyan Çatalhöyük’te ezme ve öğütme taşlarının bulunması, buradaki insanların kendi ekmek ihtiyaçlarını karşıladıklarını göstermektedir. Ayrıca köpek ve sığır burada evcilleştirilen hayvanlar arasındadır. Çatalhöyük, günümüzde “UNESCO Dünya Mirası” listesinde olan önemli bir yerdir.

Bu dönemin önemli yerleşim merkezlerinden biri de Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde bulunan Diyarbakır-Ergani ilçesi sınırlarındaki Çayönü’dür. Yakındoğu’nun bilinen en büyük yerleşim merkezlerinden birisi olan Çayönü’nde yapılan kazılar sonucunda 8.000 m2 alan açığa çıkarılmıştır. Çayönü Höyüğü’nde 1964 yılında Robert J. Braidwood (Rabırt J. Breydvud) ve Halet Çambel başkanlığında bir ekiple başlatılan kazılar farklı ekiplerle 1991 yılına kadar sürdürülmüştür.

Çayönü’nde, Yakındoğu’daki köy yerleşmelerinin ilk örneği görülmektedir. Çayönü, bugün oldukça fakir bitki örtüsüyle çevrili olmasına karşın günümüzden yaklaşık 10 bin yıl önce dere kenarında bereketli bir ovaydı. Aynı zamanda zengin bitki örtüsü ve tahıl türünü barındıran Çayönü Ovası, avcılık için de ideal bir konumdaydı.

Anadolu’da yuvarlak planlı kulübeler (Görsel 2.15), ızgara planlı konutlar (Görsel 2.16) gibi yapılarda ele geçen buluntular arasında obsidyen araçlara, insan ve hayvan heykelciklerine, bitki ve bitki tohumu kalıntılarına, az da olsa deniz kabuklarına rastlanmıştır.

Sözlü Kültür

Yazının icadından önce insanlar, toplumsal hafızalarını sözlü olarak kuşaktan kuşağa aktarmış ve bu yolla korumuştur. Eski Yunan’da mit ve efsane anlatıcıları, Türklerde ozan ve âşık, Afrika’da topluluğun en yaşlıları bu aktarım görevini üstlenmiştir.

Efsaneler, mitler ve destanlar gibi halk anlatıları; zamanla hem başka kültürlerden etkilenmiş hem de diğer kültürlerin sözlü ürünlerini etkilemiştir. Bu nedenle anlatıların ortaya çıkışı belirli bir bölgeyle sınırlı olmayıp sözlü geleneklerin karışımından meydana gelmiş bir bütündür. Örneğin, Romalıların Türeyiş Efsanesi’ndeki dişi kurt ile Türklerdeki Türeyiş, Göç, Ergenekon destanlarındaki kurt motifi birbirine benzemektedir. Yine eski toplumların sözlü anlatımlarındaki tufan ve yaratılış hikâyeleri benzerlik göstermektedir.

Tarih Öncesi Dönemlendirme

Yazının icadından önceki dönem olan tarih öncesi devirler sınıflandırılırken insanların kullanmış oldukları araç-gereç ve madenlerden yola çıkılmıştır. Buna göre tarih öncesi Taş Çağı ve Maden Çağı şeklinde dönemlendirilmiştir. Yazının icadıyla birlikte tarihî çağlar başlamıştır. Taş Çağı: Eski Taş, Orta Taş ve Yeni Taş Çağı olmak üzere kendi içinde çağlara ayrılırken; Maden Çağı da (Görsel 2.9) Bakır, Tunç ve Demir Çağı olarak dönemlere ayrılmıştır. Zamanla bu dönemlendirmeye, üretim ve yerleşme biçimiyle yaşam koşullarını belirleyen diğer etkenler de eklenmiştir.

 

Üç Çağ Sistemi

C. W. Thomsen (Tamsın) 1836 yılında ilk defa “Üç Çağ Sistemi”ni kurmuş böylece taş, tunç ve demir sıralaması günümüze kadar tarih öncesi arkeolojinin kronolojik sıralamasını oluşturmuştur. 1865 yılında J. Lubbock (Labık) “Üç Çağ Sistemi”ni ayrıntılı bir şekilde yeniden ele almıştır. Buna göre Taş Çağı; Eski ve Yeni Taş çağı yani Paleolitik ve Neolotik çağa ayrılmıştır.

Tarih öncesi devirlerin, başlangıç ve bitiş zamanları bölgelere göre farklılıklar gösterir. Yazıdan önceki dönemlerde bütün insanların aynı sıralamayı takip etmemesi, tarih öncesi devirleri birbirlerinden kesin olarak ayırmayı zorlaştırmıştır. Bu nedenle tarih öncesi dönemlendirmede daha çok bölgesel olarak adlandırmalara gidilmiştir.

 

 

2.2. YAZININ GELİŞİMİ

İlk Çağ’da Mezopotamya’daki dinî inanışlara göre her şey tanrıların malı idi. Tanrılar için çalışan insanlar, ürettiklerini mabetlerde birleştirirdi. Herkes elde ettiği ürünü, tanrının evine yani mabede teslim etmek zorundaydı. Rahipler, vatandaşların teslim ettiği ürünü tabletlere resmederdi. Bunun onucunda Sümerler, mabet ekonomisinin zorunluluğu ile sembol yazısını (piktograf) icat etti.

Sümerlerin kullandığı ilk yazılı kil tablet örneklerine Uruk kentinde rastlanmıştır. Bu tabletler, tahıl çuvalları ve büyükbaş hayvan listelerinden oluşan tapınağın muhasebe kayıtları şeklindedir. Dolayısıyla ilk yazı örnekleri; hesaplar, tarihler, malın cinsi gibi bilgileri içeren ziraat ve ticaret kayıtlarından oluşmaktaydı.

Yazılı Kültürün Başlaması

Yazının icadı, tarihî devirlerin başlangıcı kabul edilir. İnsanoğlu yazı sayesinde birikimlerini, nesilden nesle sağlıklı bir şekilde aktararak günümüze kadar ulaşmasını sağlamıştır. Zamanla yönetim alanında da kullanılan yazı; anlaşmalar, yazışmalar, yasalar, yıllıklar, savaş hikâyeleri biçiminde gelişmiştir. Böylece insanoğlu yazının icadından günümüze kadar olan süreçte her alanda önemli gelişme kaydetmiştir.

Sümerlerden sonra çivi yazısı Akad, Babil, Asur, Hitit ve Urartu gibi medeniyetler tarafından geliştirilmiştir. Hiyeroglif yazısı kullanan Mısırlılar yazı aracı olarak papirüs ve fırça gibi araçlar kullanmıştır. Böylece yazının taşınabilirliği kolaylaşmıştır. Mısır yazısı 24 sessiz harften oluşan Fenike alfabesinin gelişmesine de model olmuştur. Bu alfabeden Sami, sonrasında da Latin alfabesi geliştirilmiştir. İlk kez Bergama’da hayvan derisinden üretilen parşömenler birleştirilerek kitap hâline getirilmiştir. Çin medeniyeti ise parşömenden daha ucuza mal olan tekstilden yapılan kâğıdı üretmiştir. VIII ve IX. Yüzyıllarda İslam medeniyeti kâğıt üretimini yaygınlaştırmıştır.

Yazı; bilgi, beceri ve tecrübelerin tekrar edilmesinin önüne geçerek eski birikimlerin üzerine yenilerinin eklenmesini sağlamıştır. Her toplum, yazıyı devraldığı toplumun dilinden ve kültüründen etkilenmiştir. Böylece toplumlar arası yazı geçişiyle birlikte dil etkileşimi de görülmüştür. Hâkim güçlerin, egemenlik altına aldığı milletlere kendi dillerini kabul ettirmeleri bu etkileşimi hızlandırmıştır. Örneğin Roma İmparatorluğu’nun hâkim olduğu yerlerde Latince, Büyük İskender’in ele geçirdiği geniş coğrafyada Yunanca, Hint kültürünün yayıldığı alanlarda Sanskritçe, İran medeniyetinin hâkim olduğu bölgelerde Farsça, Türklerin hâkimiyetine giren bölgelerde Türkçe, Çin kültürünün etkin olduğu alanlarda Çince ve Emevilerin hükmettiği yerlerde Arapça hızla yayılmıştır. Bunun sonucunda yazılı kültür ve bu kültür çevresinde etkili olan diller, farklı toplulukları çeşitli medeniyetler çevresinde birleştirmiştir.

 

İlk Çağ’da Bilim

Bilim, insanlığın ortak ürünüdür ve kökleri ilk insanlara kadar uzanır. Günümüzde ulaşılan medeniyetin gelişiminde her milletin az ya da çok payı bulunmaktadır. Tarihî süreç içinde Mısır, Yunan, Çin, Hint, İran, Arap ve Türk gibi milletlerden bilim insanlarının çalışmaları medeniyetin gelişmesine katkı sağlamıştır.

Bilimin konusu; eski çağlarda din, efsane, felsefe gibi ruhsal ve el sanatları, tarım gibi günlük ihtiyaçları gidermeye yönelik konulardı. İnsanların günlük ihtiyaçlarını karşılarken elde ettiği bilgi ve teknik daha sonraki çağlarda ortaya çıkan bilimsel gelişmelere kaynaklık etmiştir. Geçmişte gözlem yoluyla öğrenilen gezegenlerin hareketleri, gazların özellikleri, kaldıraç, sarkaç ve gel-git gibi bilgiler günümüzde de geçerliliklerini sürdürmektedir. Eski dünyada gözlem ve tecrübe yoluyla elde edinilen bilgiler zamanla astronomi, coğrafya ve tıp gibi bilimlerin doğmasına kaynaklık etmiştir.

Bilim; evrenin veya olayların bir bölümünü konu olarak seçen, deneye dayanan yöntemler ve gerçeklikten yararlanarak sonuç çıkarmaya çalışan düzenli bilgi, ilim demektir. Bilimde tek bir yöntem yoktur. Yöntem, insanı bilimsel problemin çözümüne götüren yoldur.

İlk çağlardan beri insanlar, içinde yaşadığı doğayı, doğa varlıklarını ve olaylarını gözlemleme ihtiyacı duymuştur. İnsanların tarım yapabilmesi için mevsimlerin zamanını önceden bilmeleri gerekiyordu. Bu durum ancak takvim bilgisi ile olabilirdi. Bunun yanı sıra gökyüzündeki doğa olaylarını ve varlıklarını gözlemleyerek anlamaya çalışan insanoğlu, astronomi ilminde hızlı bir gelişme sağlamıştır. Astronomideki bu gelişme; matematik, fizik, kimya gibi temel bilimlerin gelişmesini hızlandırmıştır. İlk insanlar, doğa ile ilişkisinde basit teknik becerileri kullanmıştır.

Gökyüzü olaylarının izlenmesi, kaydedilmesi ve yorumlanması günümüz modern astronomi bilimine temel oluşturmuştur. Örneğin, modern astronomideki matematiksel dayanaklar ilk defa Mezopotamya’da kullanılmıştır. Mezopotamya uygarlıkları, ziggurat adı verilen tapınaklarda gözlem yaparak, gök biliminde bilimsel gözlem yöntemini keşfetmiş ve bilgileri tablolaştırmıştır. Ay ve Güneş tutulmalarını hesaplayan bu medeniyetler; Merkür, Venüs, Mars, Jüpiter, Satürn gibi gezegenlerin de varlığından haberdardı. Ayrıca bir yılın uzunluğunu, bugünkü hesaba göre sadece 4,5 dakikalık bir hata ile bulmuşlar ve bu birikimleriyle takvim yapmışlardır.

İnsanların, eski dünyada astronomi bilimini öğrenmesindeki amaç dünyayı anlama merakı, yaşamlarını rahat ve güvenli kılmaktı. Günümüz modern bilim anlayışında ise amaç her alanda ileriye gitmek ve gelişmektir. Temelleri eski çağlarda atılan bilimsel bilgi, günümüzde hızlı bir şekilde artarak devam etmektedir.

Eski çağlardan itibaren insanoğlunun en büyük isteklerinden biri, ölümsüzlük ve uzun yaşama arzusudur. Bunun sonucunda hastalıklarla mücadele etmesi gerektiğini anlayan insanoğlu bu hastalıkları tedavi etmek amacıyla elindeki bilgileri kullanarak tıp ilminin ilk gelişmelerini ortaya çıkarmıştır.

Mezopotamya’da Hekimlik

Mezopotamya’da hekimliğin en basit şekli, hekimlerin suya bakarak hasta hakkında bilgi vermeleri şeklinde olmuştur. Bu sebeple olsa gerek ki hekimleri “suyu tanıyan kimse” olarak tanımlamışlardır. Hekim bir kabın içine su koyup suyun üzerine bir damla zeytinyağı damlattıktan sonra damlanın şekli ve hareketine göre hastanın iyi olup olmayacağı hususunda bilgi vermiştir

Eski Çağ'da coğrafya, daha çok matematik ve tarih ilmiyle iç içe gelişme göstermiştir. Bu çağda düşünür ve gezginler; eserlerinde tarih, coğrafya ve matematikle ilgili bilgileri, bir arada işlemiştir. Örneğin Amasya’da yaşamış ve coğrafya konusunda çalışmış Strabon (Sıtreybın), Anadolu ve çevresinde yaptığı geziler sonucunda on yedi bölümden oluşan “Coğrafya” isimli eseri yazmıştır. Eserinde Yunan, Anadolu, Mezopotamya, İran, Mısır gibi gezip gördüğü yerleri anlatmış ve bu yerlerin tarihinden de bilgiler vermiştir.

Archimedes (Arşimet) ilkesine göre, “Bir sıvıya bırakılan ve dengedeki cisme uygulanan kaldırma kuvveti, cismin ağırlığına eşittir”. Archimedes’in yaşadığı döneme kadar gemiler ahşaptan yapılırdı. Çünkü tahtadan başka bir malzemeden yapılırsa geminin batacağına inanılırdı. Archimedes’in havuzdaki hamam tasının batmayışını gözlemleyerek suyun kaldırma kuvvetini bulmasından sonra gemiler metal malzemeden de yapılmaya başlanmıştır.

 

İlk Çağ medeniyetlerinin bilimsel birikime katkıları

• Mezopotamya medeniyetleri aritmetik işlemlerde çarpım tablosunu kullanmayı, dört işlem yapmayı, kare ve karekök almayı biliyorlardı. Alan ölçümleri ve su kanalları açmak için geometriden yararlanmışlardır. Dairenin alanı ve silindirin hacmini bulmada “pi” sayısı için 3,125 değerini belirlemişlerdir. Çemberi 360 dereceye bölmüşlerdir. Astronomi bilgilerine dayanarak takvim yapmışlardır. Mezopotamya’da astronomi; matematik temelleri üzerine oturtularak Ay ve Güneş tutulmaları hesaplanmıştır. Bir saati 60 dakikaya, bir dakikayı da 60 saniyeye bölmüşlerdir. Bir haftayı 7 gün kabul etmişlerdir.

• Mısırlılar; astronomi, matematik ve tıp alanında ilerlemiştir. Mısırlılar, güneş takvimini kullanmışlar, yılı 365 gün olarak hesaplamışlar ve günümüzde kullanılan takvimin temellerini atmışlardır. Ayrıca bir günü 24 saate bölmüşlerdir. Mısırlılar, geometride de ileri olduklarından, hacim ve alan ölçmeyi çok iyi biliyorlardı. Bu yüzden de mimarlıkta oldukça yüksek seviyedeydiler. Piramitler gibi görkemli binaları çok sağlam bir şekilde yapabilmişlerdir.

• Çinliler; barut, kâğıt ve matbaayı icat etmişlerdir. Galileo’dan önce güneş lekeleri konusunda bilgi vermişlerdir. Geleneksel Çin tıbbının tedavi yöntemleri olan masaj ve akupunktur günümüzde de kullanılmaktadır.

• Hint medeniyetinde matematikçiler sıfırı ilk defa kullanmıştır. Fakat sıfırı sayı olarak kabul etmemişlerdir. Sayı sistemindeki bu erken tarihli gelişme, aritmetiğin gelişim hızını etkilemiştir.

• Eski Yunan’da doğa bilimleri büyük bir gelişme göstermiş ve özellikle Aristoteles bitkilere ve hayvanlara ilişkin bilimsel bilgileri derleyerek botanik ve zooloji alanlarının temellerini atmıştır. Mitolojik düşünceden, akılcı düşünceye geçişi simgeleyen Miletli Thales (Tales); matematik, astronomi ve doğa felsefesiyle uğraşmıştır. İlk Yunan matematikçisi olan Thales, kendi gölgesiyle kendi boyunun eşit olduğu anda piramidin gölgesini ölçerek piramidin yüksekliğini bulmuştur. Geometriye “ispat” kavramını getirmiştir. Pythagoras (Pisagor), varlıkları ve varlıklar arasındaki ilişkileri sayılarla ve sayılara karşılık gelen çizgilerle açıklamıştır.

• Roma dönemi, teknolojik gelişmelerin yoğunlukta olduğu bir zaman dilimidir. Bu dönem içerisinde; şehircilik, hukuk, devlet yönetimi ve askerlik alanında bugün bile örnek alınabilecek başarılara imza atılmıştır.

 

2.3. İLK ÇAĞ’DA BAŞLICA MEDENİYET HAVZALARI

 Mezopotamya Medeniyetleri

 SÜMERLER SİYASİ TARİHİ

Mezopotamya'da kurulan ilk devlet Sümerler'dir. Sümerlere ait en önemli şehirler, Lagaş, Uruk, Endu, Kalde ve Kaş'tı. Sümerler, M.Ö. 1950'de Elamlar tarafından yıkıldı. Çivi yazısını icat eden Sümerler böylelikle tarihi devirleri başlatmış oldular.

AKADLAR SİYASİ TARİHİ

Akadlar, Sami Soyundan gelir. Başkent Akad olmak üzere, M.Ö. 2350 yılında Kral Sargon önderliğinde krallıklarını kurdular. Kısa sürede tüm  Mezopotamya' ya hakim olduktan sonra Sümer Medeniyeti'nin yayılmasını sağladılar. Kral Sargon önderliğinde tarihteki ilk büyük imparatorluğu kurdular. Akad Krallığı, M.Ö. 2150 tarihinde Uruk Krallığı tarafından yıkıldı.

 

 

 

ASURLULAR SİYASİ TARİH

Asurlular, Sami ırkına mensuptur. M.Ö. 2000'lerde Mezopotamya'ya geldiler. Başkentleri en önemli ticari merkezleri Asur kentiydi. Tüccar bir kavim olan Asurlular, en çok Anadolu'da ticaret yapmışlardır. Asurluların varlığına M.Ö. 612'de Medler, Babilliler ve İskitler tarafından son verildi.

BABİLLİLER SİYASİ TARİH

Sami soyundan gelen Amurrular'a Babilliler denir. Başkent Babil olmak üzere M.Ö. XIX. yy'da Mezopotamya'nın en güçlü devletini kurdular. Birinci Babil Devleti'ni M.Ö. 1594'te Hititler yıktı. İkinci Babil Devleti'ni M.Ö. 539'da Persler yıktı.

 

Sümerler meydana getirdikleri yüksek uygarlık seviyesinde bilimde de ileri gitmişler bilim alanında şu çalışmaları yapmışlardır. 1. Ayı 30, yılı 360 gün olarak hesapladılar. 2. Gece ve gündüzü 12'şer saate böldüler.3. Bir yılı 12 ay olarak hesapladılar.   4. Ay ve Güneş tutulmasını hesapladılar.  5. Aritmetik ve geometrinin temellerini attılar.  6. Çarpma ve bölme cetvellerini buldular. 7. Daireyi 360 dereceye böldüler. Babillilere ait en önemli sanat eserleri şunlardı: Hammurabi Steli, Babil Kulesi ve Babil'in Asma Bahçeleri.

 

Mısır Uygarlığı

Eski Mısır'ın tarihi M.Ö. 3000 yıllarında başlar. Kral Menes, MÖ.3000 yılında Mısır’a hakim olarak siyasi birliği kurdu. Kral Menes’le birlikte Mısır’da “firavun” adı verilen dini ve siyasi gücü olan tanrı-kralların yönetimi başlamıştır.  333 yılında Büyük İskender'in Mısır'ı almasıyla son bulur. Mısır tarihinin en önemli olayı Hititlerle yapılan Kadeş savaşı ve antlaşmasıdır.

Mısır'da monarşik-bürokratik devlet yapısı vardı. Devlet yönetiminde en tepede firavunlar bulunur, firavunlar tanrının oğlu sayılırdı. Firavunlar tanrının oğlu olduğundan ilah-kral anlayışı görülürdü. Vezirlik ilk kez Mısır'da görülmüştür. Mısırlıların en önemli tanrıları Amon-Ra ve Ösiris'ti. Mumyacılık ve tıp alanında ilerlemişlerdi. 24 harflik hiyeroglif denen bir resim yazısı kullanılmıştır. Mısır bilimini Nil Nehri'nin hareketliliği etkilemiştir. Yılı 365 gün ve 12 ay olarak hesapladılar. Matematikt’e ve tıpta ileri gittiler. Pi sayısını buldular. Önemli sanat eserleri: Piramitler, Amon Tapınağı, Beni Hasan Mezarları, Labirentler

Not: Mısırlılar ölümden sonraki hayata inandıkları için ölülerini mumyalamışlar bu da tıbbın gelişmesini sağlamıştır.

 

 

İran Uygarlığı

İran Medeniyeti'ni, Medler ve Persler meydana getirdi. Medler, MÖ. VII. Yüzyıl ortalarında siyasi bir güç oluşturmuşlar, Keyeksar döneminde (MÖ.625-585) bağımsız olmuşlardır. Medleri M.Ö. 550'de Persler yıktı. Persleri M.Ö. 330'da Büyük İskender yıktı.
     Persler ülkelerini “satraplık” adı verilen eyaletlere bölmüşlerdir. Satraplıklar “satrap” adı verilen görevliler tarafından yönetilmiştir.

Devlet yönetiminde mutlak krallık vardı. Kral, tanrı Ahuramazda'nın yeryüzündeki temsilcisi. İranlılar Zerdüştlük dinine inandılar. Ahuramazda iyiliği, Ahriman kötülüğü temsil etmiştir. Zerdüşt tapınaklarına ateşgede denmiştir.

Persler, Lidyalılardan kalan Kral yolunu onararak ticaretin canlanmasını sağladılar. Persler kültürel açıdan Anadolu’dan etkilenmişlerdir.

Sen onu taşırsın.

 Sasani hükümdarlarından Andşir Babegan, tabibine :

-Bir günde ne kadar yemek yemeli? diye sordu.

Doktoru:

-Üç yüz gram kadar yeter, diye cevap verdi.

Babegan:

-Bu kadarcık şey insana ne kadar kuvvet verir ki? Diyerek bunu az bulunca, tabip şu karşılığı verdi:

-Bu kadarı seni taşır. Bundan fazla olursa sen onu taşırsın.

 

Hint Uygarlığı

Hindistan’da ilk uygarlık MÖ.4000’li yıllarda İndus Nehri boyunca ortaya çıkmıştır. Doğal kaynaklar bakımından zengin olan Hindistan, tarih boyunca değişik kavimlerin istilasına uğramışlardır. Bunlardan birisi de Arilerdir.

Ariler, MÖ.1500’lerde Orta Asya’dan Hindistan’a gelmiş siyasi, sosyal ve kültürel yapılarını bu bölgeye taşımışlar ancak burada merkezi bir otorite sağlayamamışlardır. Bu nedenle Hindistan “racalık” denen küçük prenslikler tarafından yönetilmiştir.

Ariler, Hindistan’a gelmeleriyle birlikte “kast sistemini” bu bölgeye taşımışlardır. Kast, meslekleri babadan oğula geçen ve aynı geleneklere bağlı bulunan çeşitli sosyal sınıflardan oluşan bir sistemdir.

Kast sisteminin toplumsal sınıfları; brahmanlar (din adamları), kşatriyalar (asker ve asiller), vaysiyalar (sanatçı, tüccar ve köylüler), südralar (işçiler) ve paryalar (köleler) oluşturmaktaydı.

Hindistan’la ilgili ilk bilgiler “Veda” adı verilen dini içerikli metinlerde geçmiştir. Hindistan’da Brahmanizm (Hinduizm), Taoizm, Konfüçyüzm ve özellikle Budizm dini yayılmıştır.

Hintliler, Kast sistemi dolayısıyla siyasi bir birlik kuramamış ve güçlü devletler oluşturamamışlardır. Dışarıdan gelenler tarafından yönetilmişlerdir.

 

Çin Uygarlığı

Çin, coğrafi bakımdan Asya’nın en doğusunda yer alır. Sarı ve Gökırmak çevresinde kuruldu.

Çin uygarlığı Çin yerlileri ile Hint ve Orta Asya göçmenleri tarafından oluşturulmuştur. M.Ö 2400 yıllarından itibaren Çin Devletleri’nin varlıkları gözlenmektedir. İlk yazılı belgeler ise ancak M.Ö 1500′lü yıllara kadar gidebilmektedir. İlkçağ’da Çin’de feodal bir yönetim tarzı vardı ve “güneşin oğlu” olarak adlandırılan kral feodallerin en büyüğü olarak yönetimi elinde bulundururdu.
    Çinliler Türk akınlarına karşı M.Ö 214′de yapımına başlanan 2400 km uzunluğundaki Çin Seddi’ni yapmışlardır. Daha sonra bu sedde yeni ilaveler olmuştur.

Barut, pusula, baskı tekniği, ipekten kağıt yapımı, porselen ve mürekkep İlkçağ’da Çin’de geliştirilip kullanılmıştır. Çin alfabesi’ni M.Ö 1500′lerde geliştirmişlerdir. Bu alfabe yukardan aşağı yazılır. Türklerle ilgili ilk bilgilere de bu Çince belgelerde ulaşılmaktadır.

Yüzyıllarca devam eden Türk-Çin mücadelesinin temel sebebini İpek yolu ve Orta Asya’nın hakimiyeti oluşturur. Çin 751 yılındaki Talas Savaşı’nda yenilince Batı’ya doğru ilerlemesi durmuştur.
    Askeri teşkilatlarını kurmakta Türklerden etkilenmişlerdir. Türkler Çinlilerin etkisi ile yerleşik hayatla tanışmışlardır. Konfüçyüs ahlak ve siyasetle ilgili felsefe sistemini geliştirdi. Çin birliğini savunduğundan zamanla Çin'in milli dini haline geldi.

Lao Tse, Taoculuk felsefesini kurdu. Konfiçyüs, Lao-çe, Tao ve Budizm dinleri toplumsal hayatta önemli yere sahiptirler. Budizm Hindistan’da ortaya çıkan bir din olmasına rağmen daha çok Çin’de yayılan bir dindir.

Orta Asya Uygarlığı

Orta Asya’da kurulan kültür merkezlerinin tarihi MÖ.5000 yıllarına kadar uzanmaktadır.  Burada yapılan kazılar sonucu Yontma Taş Çağına uzanan gelişmiş kültür bölgeleri ortaya çıkarılmıştır. Kazılarda elde edilen bulgulardan bu kültürlerin Orta Asya’da kurulan Türk devletlerini birçok yönden etkilediği anlaşılmaktadır.

1-Orta Asya'nın en eski kültürü Anav Kültürü'dür. 2-Afanesyevo kültürü aslında neolitik devirden kalkolitik devire geçişi temsil eder. Türklerin en eski kültürüdür. 3-Andronovo kültürü   (M.Ö. 1500- 1200) Bu devir metalurjinin ilerleme kaydetmesi sebebi ile Türk sanat tarihi için önemlidir.4- Andronova kültüründen sonra İç Asya’nın bronz Çağı’na ait Karasuk Kültürü önemlidir. M.Ö. 1300-800’e tarihlenir. 5- M.Ö.6-2,1 yy. arasında üç devreye ayrılan Tagar Kültürüdür. Prototürk Tinglingler bu kültüre mensuptur.

İskitler

Orta Asya ve Karadeniz’in kuzeyinde önemli uygarlık kuran topluluklardan biri de İskitlerdir. İskitler, MÖ. VII.ile MÖ. II. yüzyıllar arasında yaşamışlardır. Tarihte önemli rol oynayan ilk Türk topluluğu İskitler(Sakalar)’dir. Önceleri Hazar denizi ile Tanrı dağları arasında ki geniş topraklarda yaşarken, M.Ö VI. yüzyılda Karadeniz’in kuzeyine gelmişler, Tuna nehrine ve Macar ovalarına kadar yayılmışlardır. İskitler atlı göçebe bir kavimdi. Ekonomileri tarım ve hayvancılığa dayanıyordu. Sanat eserlerinde hayvan üslubu görülmektedir. İskitler M.S II. yüzyılda diğer kavimlere karışarak kaybolmuşlardır.

 

DOĞU AKDENİZ UYGARLIKLARI

a-Fenikeliler:

Fenikeliler Sami asıllı bir kavimdir. Lübnan Dağları ile Doğu Akdeniz kıyıları arasındaki bölgede yaşamışlardır. M.Ö. 2000 yılında devletlerini kurdular. Toprakları tarıma elverişli olmadığı için deniz ticareti yaptılar. Asurlular, Babilliler ve Persler tarafından yıkıldılar.

Bir süre Mısır egemenliğine giren Fenikeliler, onların nüfuzundan ancak MÖ. XIV. Yüzyılın sonunda çıkmışlardır. MÖ. IX yüzyıldan itibaren sık sık Fenike üzerine sefer düzenleyen Asurlular bölgeyi kısa aralıklarla hakimiyetleri altına almışlardır. Fenike, MÖ.VI.yüzyılda da Perslerin istilasına uğramıştır. Daha sonra Büyük İskender tarafından zabt edilen Fenike, MÖ.65 yılında Roma’nın Suriye eyaletine bağlanmıştır. Fenikeliler, ürünlerini satmak ve ihtiyaç duydukları altın, gümüş, bakır, kalay gibi madenleri temin etmek için Akdeniz kıyılarında ticaret kolonileri meydana getirmişlerdir. Bunlardan en ünlüsü Tunus’taki Kartaca’dır.

Ticaret aracılığıyla doğu ülkeleri ile Akdeniz arasında kültürel bir etkileşim sağlamışlardır. Ön Asya Uygarlığının Ege Havzası'na taşıdılar. Kendilerine özgü 22 harflik bir Fenike Alfabesi kullandılar.   

 

b-İbraniler:

İbraniler Sami asıllı bir kavimdir. M.Ö.1040’lara doğru Filistin'de ilk devletlerini kurdular. Bu krallığın başına geçen Hz. Davut, Kudüs şehrini kurarak başkent yapmıştır. MÖ. VI.yüzyılın ikinci yarısında da Eski Yahudi Devleti'ni Babilliler yıktı. Babilliler Yahudileri Babil’e sürgün ettiler. Babiller Mescid-i Aksa’yı da yıkmışlardır. Pers hükümdarının Babil’i alması üzerine esaretten kurtularak Kudüs’e gelerek Mescid-i Aksa’yı yeniden inşa etmişlerdir. Süleyman zamanında İsrail Devleti ve Yahudi Devleti olmak üzere ikiye ayrıldılar. Eski İsrail Devleti'ni Asurlular yıktı. Romalılar tarafından MÖ.70 yılında ikinci kez dünyanın dört bir tarafına sürülmüşlerdir. 1948'de İsrail Devleti yeniden kuruldu.

Yahudiler, tek tanrılı din olan Museviliğe inandılar. Musevilik, sadece Yahudilere ait bir dindir. İbranilere ait en önemli sanat eseri, Kudüs'teki Hz. Süleyman Tapınağı (Mescid-i Aksa)'dır.

ANADOLU UYGARLIKLARI

Hititler (M.Ö.1800-M.Ö.700)

Anadolu’da bilinen ilk devlettir. Mısırlılarla Kadeş Savaşı ve Kadeş Antlaşmasını imzalamışlardır. Krallıkla yönetilirdi. Kralı denetleyen Pankuş adında bir meclis vardı. Kralın eşine Tavananna denirdi. Başkentleri Hattuşaş’tır. Tarım, hayvancılık, madencilik ve ticaret önemli ekonomik faaliyetleridir. Çok tanrılı dini inanış vardır. Anadolu’da ilk siyasi birliği kumuşlardır. Mısırlılarla yapılan ilk yazılı antlaşma, Kadeş bu dönemde imzalanmıştır.

Frigler (M.Ö.750- M.Ö.600)

Kuzeybatı Anadolu’da kurulan bir devlettir. Başkentleri Gordiyon şehridir. Kimmerler tarafından yıkılmışlardır. Başkentleri Gordiyon’dur. Tarım, hayvancılık, madencilik ve ticaret önemli ekonomik faaliyetleridir. Çok tanrılı dini inanış hakimdir. İlk hayvan hikayeleri (fabl) örnekleri bu devlete aittir.

Lidyalılar (M.Ö.687-M.Ö.546)

Gediz ve Küçük Menderes nehirleri arasında kurulmuştur. Başkentleri Sard şehridir. Kral

Yolu bunlar tarafından kullanılmıştır. Persler tarafından yıkılmışlardır. Önemli ekonomik faaliyetleri ticaret, tarım, madencilik. Kral yolu Lidyalılar tarafından yapılmıştır.

 

İyonlar (M.Ö.1200-M.Ö.546)

İyonya, İzmir ile Büyük Menderes nehri arasında kalan bölgenin adıdır. Ege Göçleri ile Yunanistan’dan göç ederek Anadolu’ya yerleşmişlerdir. Yunanistan’dan göç eden Akalar Batı Anadolu’da on iki tane polis adı verilen yerleşim yerleri kurdular. En son Pers egemenliğini kabul etmişlerdir. Tarım, deniz ticareti, hayvancılık, madencilik önemli ekonomik faaliyetleri arasındadır. Ülke dışında koloniler kurmuşlar, bu koloniler vasıtasıyla Akdeniz ve Karadeniz de ticaret yapmışlardır. Çok tanrılı dini inanış hakimdir. Tanrıları insan biçiminde düşünmüşlerdir. Anadolu’nun bilimsel alanda en gelişmiş uygarlığıdır.

Urartular (M.Ö.900-M.Ö.600)

Urartu Devleti, Hazar Denizi, Malatya, Erzurum, Musul ve Halep civarında kurulmuştur. Başkentleri Tuşpa idi. Medler tarafından yıkıldı.

NOT: Anadolu kültür ve medeniyet alanında  kendinden önceki Mısır  ve Mezopotamya’dan etkilenmiştir. İyonya’ da bilimin gelişmesinde özgür düşünce ortamının olması ve ekonominin iyi olması etkili olmuştur.

 

 

 

EGE VE YUNAN UYGARLIĞI

Ege medeniyetini meydana getiren medeniyetler şunlardır. Yunan medeniyeti, Makedonya Medeniyeti, Trakya Medeniyeti, Anadolu Medeniyeti, Girit Medeniyeti ve Rodos Medeniyeti.

YUNAN  KÜLTÜR VE UYGARLIĞI

Tarihte bilinen ilk demokrasi denemeleri Yunanistan'da görülür. Yunanistan’da sınıf farkını ortadan kaldırmak için Drakon, Solon ve Kleistenes Kanunları ortaya çıkmıştır. Yunanistan'da felsefenin öncülerinden Sokrates, Platon, Aristotales ve Thukidides yetişmiştir. Eski Yunan'da sanat alanında heykelciliğe önem verilmiştir.

HELEN MEDENİYETİ KÜLTÜR VE UYGARLIK

Helen Medeniyeti'nde daha çok pozitif bilimlerde ilerleme görülmüştür. Helen Medeniyeti'nden günümüze kalan en önemli sanat eserleri, Zeus sunağı ve İskender Lahiti'dir.

 

ROMA MEDENİYETİ

Roma şehir Devleti, M.Ö. 753'de Etrüskler tarafından kuruldu. M.S. 395 yılında Batı Roma ve Doğu Roma olmak üzere ikiye ayrıldı. Batı Roma İmparatorluğu, M.S. 476'da yıkıldı. Doğu Roma İmparatorluğu (Bizans), 1453'te Fatih Sultan Mehmet tarafından yıkıldı.

Krallık Devri (M.Ö. 753-M.Ö. 510), Cumhuriyet Devri (M.Ö. 510-M.Ö. 27), İmparatorluk Devri (M.Ö. 27-M.S. 395). Bizans İmparatorluğunun yıkılması ile Orta Çağ bitti, Yeni Çağ başladı.

 

 

 

ROMA MEDENİYETİ KÜLTÜR VE UYGARLIK
Roma halkı üç gruba ayrılırdı. Bunlar : Patriciler : Her türlü hakka sahip olanlar. (Yönetime katılabiliyor)
Plepler : Hiç bir siyasi hakkı olmayan çiftçi, köylü ve sanatkarlar. Köleler : Ne siyasi ne de toplumsal hakka sahip.

Roma şehri tarihte ilk büyük imparatorluğu oluşturmuştur. Roma döneminin en önemli özelliklerinden biri de Oniki Levha Kanunları’ dır. Roma hukuku, birçok devletin hukukunun temelini oluşturmuştur. Romalılar gerek Miladı takvimin oluşturulmasında gerekse Latin alfabesinin oluşturulmasında önemli katkılarda bulunmuşlardır. Hristiyanlık Romalılar döneminde yayılmış, 313 yılında serbest bırakılmış,381 yılında da devletin resmi dini kabul edilmiştir. Kavimler Göçü’yle Roma imparatorluğu ikiye ayrılmış, böylece Doğu Roma İmparatorluğu (Bizans) ortaya çıkmıştır. Roma imparatorluğu’nun devamı olan Bizans, zaman içinde Hellenistik doğu kültürünü benimsedi. Mezhep olarak ta Ortodoks Hristiyanlığı benimsedi. Roma ise Latin kültürünü ve Katolik Hristiyanlığı benimsedi.        

Roma Medeniyeti'nden günümüze kalan en önemli sanat eserleri şunlardır :
Aspendos Tiyatrosu (Antalya),Ogust Mabedi (Ankara),Elmadağ Su Yolu (Ankara),Roma Hamamı (Ankara) Bozdoğan Kemeri (İstanbul),Çemberlitaş (İstanbul)

   

 

BAZI YENİLGİLERİN NEDENİ, İNSANLARIN İŞİ YARIDA BIRAKTIKLARINDA, BAŞARIYA NE KADAR YAKIN OLDUKLARINI BİLMEMELERİDİR. 

 

 

ANADOLU’DA İLKÇAĞDA KURULAN DEVLETLERDE KÜLTÜR VE MEDENİYET

 

İyonlar şehir devletleri biçiminde, diğer devletler merkezi krallık biçiminde teşkilatlanmışlardır. Hititlerde Tavananna adlı kraliçe yönetimde söz sahibi olabilmiştir. Krallar hem baş rahip,hem başkomutan hem de baş yargıç idiler. Çok tanrılı bir dini inanç vardır. İyonlar tanrılarını insan biçiminde düşünmüşlerdir. Halk çeşitli sosyal sınıflardan meydana gelmiştir. Hititler, tarım ve hayvancılık Frigler, tarım, hayvancılık ve madencilik Urartular, hayvancılık ve madencilik Lidyalılar, kara ticareti ve tarım İyonlar deniz ticareti, tarım ve balıkçılıkla uğraşmışlardır. Lidyalılar,ilk madeni parayı kullanmışlardır. Lidalıların başkenti Sard’dan başlayan Kral Yolu Mezopotamya’daki Ninova’ya kadar uzanıyordu. Hititlerde Sümerlerden etkilenen bir hukuk sistemi vardı. Tazminat (fidye) esası uygulanıyordu. Hititler resim yazısı (hiyeroglif) yanında Mezopotamya’dan aldıkları çivi yazısını da kullanmışlardır. Urartular da çivi yazısını kullanmışlardır. Frigyalılar, İyonlar ve Lidyalılar Fenike alfabesini kullandılar. Hititlerde tarih yazıcılığı, İyonlarda birçok bilim dalı (felsefe, tıp, matematik, astronomi, tarih) gelişmiştir. Mimari, heykelcilik, kuyumculuk ve kabartmacılık gibi sanat dalları gelişmiştir.

Eski Roma’da eyalet valilerinden biri, Kayser Tiberius’a vergilerin artırılmasını teklif edince ondan şu cevabı almış:”İyi çoban koyunlarının yününü kırpar ;ama derisini yüzmez.”

 

M.Ö. VI. YÜZYILDAN M.S. XI. YÜZYILA KADAR ANADOLU  (PERSLER, İSKENDER İMPARATORLUĞU, ROMA İMPARATORLUĞU, BİZANS İMPARATORLUĞU ) KÜLTÜR VE MEDENİYET ÖZELLİKLERİ

 

Devlet yönetiminde mutlak krallık vardı. Kral, tanrı Ahuramazda'nın yeryüzündeki temsilcisi. İranlılar Zerdüştlük dinine inandılar. Helen Medeniyeti'nde daha çok pozitif bilimlerde ilerleme görülmüştür. Helen Medeniyeti'nden günümüze kalan en önemli sanat eserleri, Zeus sunağı ve İskender Lahiti'dir. Persler, Lidyalılardan kalan Kral yolunu onararak ticaretin canlanmasını sağladılar. Persler kültürel açıdan Anadolu’dan etkilenmişlerdir.

Büyük İskender’in Asya seferiyle doğu ve batı kültürleri kaynaşarak Hellenistik medeniyeti oluşmuştur.(M.Ö.330-M.Ö.30) Hellenistik medeniyetin merkezlerinden Bergama’da ilk defa Parşömen kağıdı kullanılmaya başlanmıştır.

Roma şehri tarihte ilk büyük imparatorluğu oluşturmuştur. Roma döneminin en önemli özelliklerinden biri de Oniki Levha Kanunları’dır. Roma hukuku, birçok devletin hukukunun temelini oluşturmuştur. Romalılar gerek Miladı takvimin oluşturulmasında gerekse Latin alfabesinin oluşturulmasında önemli katkılarda bulunmuşlardır. Hıristiyanlık Romalılar döneminde yayılmış, 313 yılında serbest bırakılmış,381 yılında da devletin resmi dini kabul edilmiştir.

Kavimler Göçü’yle Roma imparatorluğu ikiye ayrılmış, böylece Doğu Roma İmparatorluğu (Bizans) ortaya çıkmıştır. Roma İmparatorluğu’nun devamı olan Bizans, zaman içinde Hellenistik doğu kültürünü benimsedi. Mezhep olarak ta Ortodoks Hıristiyanlığı benimsedi. Roma ise Latin kültürünü ve Katolik Hıristiyanlığı benimsedi. Roma halkı üç gruba ayrılırdı. Bunlar: Patriciler: Her türlü hakka sahip olanlar. (Yönetime katılabiliyor) Plepler: Hiç bir siyasi hakkı olmayan çiftçi, köylü ve sanatkarlar. Köleler: Ne siyasi ne de toplumsal hakka sahip. Roma medeniyeti denince akla ilk gelen On İki levha Kanunları'dır.

İLKÇAĞ MEDENİYETLERİYLE İLGİLİ TERİMLER

    Kast Sistemi:Hint medeniyetinde görülen meslekleri babadan oğula geçen ve aynı geleneklere bağlı bulunan eşit olmayan gruplar topluluğudur.

    Ariler:M.Ö.XIII.yüzyıl sonlarında Hindistan’a gelip yerleşmiş olan Avrupa kökenli bir kavim.

    Satrap:Pers İmparatorluğu’nda eyaletlere verilen isim.

    Ensi(Patesi):Sümerlerde şehirlerin başında bulunan rahip-krallara verilen isim.

    Lugal:Birkaç Sümer şehrini ele geçiren patesilere verilen unvan.

    Lugal-Kalma:Bütün Sümer bölgesini idaresi altına alan patesilere verilen unvan.

    Ziggurat:Sümer tapınaklarına verilen isim.

    Pankuş:Hititlerde görülen ve asillerden oluşan bir meclis.

    Anallar:Hitit krallarının her yıl tanrılarına hesap vermek amacıyla tuttukları yıllıklar.

    Tapetes: Frigyalıların ürettikleri halı ve kilimlere verilen isim.

    Senato:Roma medeniyetinde krala danışmanlık ihtiyar meclisi.

    Comita Curiata:Roma’da yasama organı durumunda olan ve patricilerin toplanmasıyla kurulan meclis.

    Konsül:Roma’da iki kişiden oluşan ve iki ayda bir değiştirilen yönetim kurulu.

    Patrici:Roma’nın ilk yerlileri olan soylular sınıfı.

    Plep:Roama’ya sonradan yerleşmiş,Roma egemenliğini kabul etmiş ve hiçbir siyasal hakkı bulunmayan bir sınıf.

    Nom:Mısır şehir devletlerine verilen isim.

    Linear A ve B:Girit Medeniyeti’nde görülen yazı çeşidinin adıdır.

    Tiran:Yunan şehirlerinin başında bulunan krallara verilen isim.

    Arhon:Yunan medeniyetinde kanun yapıcı devlet adamlarına verilen isim.

    Bazilika:Hristiyanların eski Roma mahkemeleri şeklinde yaptıkları ilk kiliselere verilen isim.

 

2.4. İNSAN VE GÖÇ

İlk Çağ tarihinin yaşandığı sınırlar batıda İngiltere’den; doğuda Hindistan’a kadar uzanan coğrafya kabul edilmektedir. İlk Çağ’da bu coğrafyadaki insan toplumlarının tabiat ile olan ilişkileri farklılık göstermekle birlikte bu dönemde henüz insanoğlu tabiata hükmeder bir konumda değildir. Örneğin MÖ VI ve V. bin yıllarda Mezopotamya, iklim şartları dikkate alındığında, ilk yerleşmeler biçin son derece elverişliydi. Buna karşın aynı dönemde Buzul Çağı etkilerinin görüldüğü

Avrupa ise Mezopotamya’dakine benzer bir kültüre ancak MÖ I. binyılda erişebildi. Mezopotamya’da insanlar henüz düzlük alanlara yerleşmeyi uygun görmedikleri için ilk olarak bölgenin dağlık kuzey kısmına yerleşmiştir. Çünkü taştan başka silahları olmayan bu insanlar, düz alanlara yerleşmeye cesaret edememiştir. Sonraki dönemde maden işlemeyi öğrenen buradaki topluluklar, Mezopotamya’nın düzlük alanlarında yerleşik yaşama geçmiştir. Dolayısıyla yerleşik yaşamın ortaya çıkmasında kışları ılık ve yazları uzun süren Güney Mezopotamya’nın iklim yapısı etkili olmuştur.

İnsanlığın yeryüzündeki serüveninde toplumların sosyal ve ekonomik aşamaları; avcılık-toplayıcılık-balıkçılık, çobanlık, tarım ve uygarlık şeklinde sıralayabiliriz. Bu aşamalarda tarımın öğrenilmesiyle başlayan süreç insanlık için önemlidir. Güneş, su ve ekilebilir araziler açısından elverişli bölgelerde yaşayan bu dönem toplumları, doğal çevrelerinden daha fazla yararlanabilecekleri bilgi ve tecrübeye ulaşmıştır. Bu birikime ulaşan insanları yeni kaynak arayışına yönlendiren nedenlerden birisi de nüfus artışıdır. Doğal çevresini keşfedemeyen ve sınırlı bir alanda yaşayan insanlar, artan nüfusun beslenme ihtiyacını karşılamak için yeni arayışlara girdiler. Bunun sonucunda toprağı işlemeyi keşfettiler ve hayvanları evcilleştirdiler.

İnsanlar, yerleşik hayata geçtikten sonra beslenmek için av hayvanlarını izlemeyi ve yer değiştirmeyi bıraktı. Bu süreçte konar-göçer yaşamı devam ettiren toplumlar olsa da yerleşik toplumlar karşısında giderek sayıları azalmaya başladı.

Toplulukların Yeni Coğrafyalara Hareketleri

Geçmişten günümüze insanoğlu, zorunluluklar nedeniyle veya istediği yaşam koşullarına ulaşmak için yaşadığı yerleşim yerlerinden ayrılarak yeni yerler bulma gayreti göstermiştir. Tarihin her döneminde yaşanan ve toplumsal hayatın her aşamasında görülen bu göç hareketleri insanlık tarihinin seyrini derinden etkilemiştir. Zaman içerisinde artan veya azalan bir seyir takip eden göçlerin gerçekleşme nedenleri farklılıklar göstermektedir. Yerleşim yerleri ve iklimdeki değişikliklere bağlı geçim sıkıntısının yaşanmaya başlanması, politik değişiklikler, inanç gruplarının baskı altına alınması gibi gelişmeler; göçlerin siyasi, ekonomik, dinî ve coğrafi nedenlerini oluşturur. Ege Göçleri , “Deniz Kavimleri Hareketi” olarak da ifade edilmiş, MÖ XIII. yüzyıl sonları ile MÖ XII. Yüzyıl başlarında iki aşamada yaşanmıştır. Göçleri gerçekleştiren toplumlar genellikle Ege ve Akdeniz’deki adalardan geldiği için tarihçiler bu göçlere Ege göçleri ismini vermiştir. Bu göçler ilk olarak Yunanistan’dan başlamıştır. Yunanistan’ın dağlık bir coğrafyaya sahip olması, tarım alanlarının yetersizliği, nüfus artışı ve kıtlığın yaşanması bu göçlerin nedenlerindendir. Ayrıca Doğu Avrupa ve

Balkanlardan güneye inen Dorlar, Akalar gibi kavimler Yunanistan’daki kavimlerin doğuya doğru sürüklemesinde etkili olmuştur. Mısır’a kadar uzanan Ege göçleri sonucunda Mısır Devleti verdiği güçlü mücadele ile kendisini korurken Anadolu’daki Hitit Devleti ise yıkılmıştır.

İç Asya Göçleri, Orta Asya’dan dünyanın diğer coğrafyalarına milattan önce ve milattan sonraki dönemlerde yapılan Türk göçleridir. Milattan önceki dönemlerde meydana gelen göçler hakkında yeterli belgelerin bulunamaması ve araştırmaların yapılamaması nedeniyle henüz bu göçler aydınlatılamamıştır. Buna karşın yapılan araştırmalar sonucunda milattan sonraki Türk göçleri ile ilgili olarak kesin sayılabilecek bilgiler elde edilmiştir. Bu göçler sadece İç Asya’nın çevresindeki toplulukları etkilemekle kalmamış, göçlerin etkileri üç kıtada hissedilmiştir.

İlk Çağ’da insanlar sadece sosyal, ekonomik, siyasi ve coğrafi nedenlerle göç etmek zorunda kalmamıştır. Semavi dinlerin yeryüzünde yayılmaya başlamasıyla eski dinlerinden vazgeçmek istemeyen devlet yöneticileri veya topluluklar bu yeni dine geçen insanlara baskılar yapmıştır. Bu baskılar neticesinde semavi dinlere inanan insanlar, inançlarından vazgeçmeyerek kendilerine uygulanan dinî baskılardan dolayı göç etmeyi tercih etmiştir. Bunun İlk Çağ’daki örnekleri olarak

Filistin bölgesindeki Yahudi sürgünleri ve ilk Hristiyanların Roma baskısından kaçmaları gösterilebilir. MÖ 587 yılında Babil Hükümdarı II. Nabukadnezar, Yahuda Krallığını istila ederek Kudüs Mabedi’ni tahrip etmiş ve nüfusun büyük bir kısmını sürgün etmiştir. Bu olaydan 70 yıl sonra Babil, Pers Kralı Kiros tarafından ele geçirilmiş ve sürgünde olan Yahudilere dönüş izni verilmiştir. Yahudilerin yaşadığı bu topraklara Perslerden sonra Büyük İskender ve Roma İmparatorluğu hâkim oldu. Yahudiler, MS 66-73 tarihleri arasında Roma yönetimine karşı isyan etti. Bu isyan nedeniyle Roma orduları Kudüs’e yönelerek Yahudileri bölgeden göç etmeye zorladı. Romalılar, başta Mısır olmak üzere hâkimiyetleri altındaki farklı ülkelere Yahudileri sürdüler.

Romalılara karşı direnişleri devam eden Yahudilerin ikinci isyanı MS 132-135’te gerçekleşmiştir. Fakat Romalıların üstünlüğü karşısında direnemedikleri için yeniden sürgün edilmişlerdir. Bu olaydan sonra Romalılar tarafından Filistin’e dönmeleri yasaklanan Yahudiler, kitleler hâlinde buradan dünyanın dört bir yanına göç etmiştir.

İlk Çağ’da dinleri nedeniyle baskıya maruz kalan diğer bir inanç grubu da Hristiyanlardır. Hristiyanlık, I ve II. Yüzyıllarda özellikle fakir halk arasında Roma İmparatorluğu sınırları içerisinde hızlı ve gizlice yayılmıştır. Roma imparatorları bu şekilde imparatorluk içinde yayılan Hristiyanlığa karşı tepki göstererek onların ibadet etmelerini yasakladı. Buna rağmen Hristiyanlığın yayılmaya devam etmesi sonucunda Roma İmparatorluğu, IV. yüzyılda Hristiyanlığı önce serbest bıraktı sonra da resmî din olarak kabul etti. Roma İmparatorluğu’nda Hristiyanlık serbest bırakılmadan önce Roma baskısından kaçarak Anadolu’ya gelen ve burada inançlarını gizlice sürdürmeye çalışan ilk Hristiyanların izleri Antakya ve Kapadokya’da görülebilir.

 

İlk Çağ’ın Tüccar Toplulukları

Asurlar, MÖ II. binin başlarından MÖ 612 yılına, son başkenti Ninova’nın yıkılışına kadar varlığını sürdürmüştür. Mezopotamya’nın doğal kaynaklardan yoksun olması Asurların politikalarında ticareti ön plana çıkarmıştır. Asurlu tüccarlar, başta Kaniş (Kültepe) olmak üzere Anadolu’nun pek çok yerinde alışveriş merkezleri kurmuştur. Öyle ki Asurların iki yüzyıl kadar Anadolu’da sürdürdükleri ticari faaliyetler, Koloni devri (MÖ 1950-1750) olarak isimlendirilir. Hâkimiyet alanlarını zamanla Doğu Anadolu, Güney Doğu Anadolu, Suriye, Filistin ve Mısır’a kadar genişletmişlerdir.

Fenikeliler, MÖ XII. yüzyılda siyasi bir güç olarak ortaya çıkmış ve MÖ II. yüzyıla kadar varlığını sürdürmüştür. Doğu Akdeniz sahil şeridinde genel olarak denizcilik ve deniz ticareti ile uğraşmışlardır. Bu denizci kavim, gemilerin inşası amacıyla gerekli keresteleri temin etmek için gelişmiş bir ormancılık faaliyeti de yürütmüştür. Doğu Akdeniz’de çok iyi bir ticaret filosu kurmuş olan Fenikeliler, Batı Akdeniz’de de ticaret kolonileri kurmayı başarmıştır. Zamanla Mısır, Kıbrıs, Girit ve Rodos dışında Sicilya, Sardunya ve İspanya’ya kadar uzanan birçok yerde ticaret kolonileri kuran Fenikeliler, bu sayede dünya deniz ticaretini kontrol etmeyi başarmıştır.

Lidyalılar, MÖ VII. yüzyılda Gediz ve Küçük Menderes vadileri merkez olmak üzere Kral Giges zamanında bağımsız bir devlet hâline gelmiştir. Lidyalılar, tarihte zengin maden yatakları ve verimli toprakları ile öne çıkmıştır. Madencilik, tarım ve hayvancılığın yanında başkenti Sard; altın madeni ve kuyumculuk sanatı ile tanınmıştır. Lidyalıların, insanlık tarihinde ilk kez madeni parayı (sikke), ücretli askerlerinin maaşlarını ödemek için icat ettikleri tahmin edilmektedir. Lidyalılar, bu icatla dünya ticaretinde yeni bir atılımı başlattı. Aristotales’in deyimiyle değiş tokuşun zorunlu gerekliliğinden para ortaya çıkınca bir başka tarz kazanç becerisi olan ticaret işi oluştu.

Soğdlar, İslam öncesi Orta Asya tarihinde, merkezi Semerkant olmak üzere birçok şehir devletinden oluşurdu. V. yüzyılın ortasında Eftalitlerin (Ak Hunlar) ve 558 yılında Kök Türklerin hâkimiyetine giren Soğd bölgesi, özellikle Kök Türk zamanında Orta Asya’nın ekonomik, siyasi ve kültürel merkezi oldu. Soğdlu tüccarlar Kök Türk koruması altındaki Çin’den İtalya’ya kadar uzanan İpek Yolu üzerindeki ticareti kontrol etmiştir. İslam öncesinde olduğu gibi İslami dönemde de Soğdlar, İpek Yolu üzerinde etkin rol oynamayı sürdürmüştür.

 

2.5. KABİLEDEN DEVLETE (MÖ 7500-MÖ 350)

İlk insanlar avcılık ve toplayıcılıkla hayatlarını devam ettirdikleri için besinin peşinden gidiyorlardı. İnsanoğlu tarımla birlikte yerleşik hayata geçince üretmeye başladı. Ürettiği ürünleri saklayarak kuraklık dönemlerini daha rahat atlatan insanlar, ürünlerinin fazlalarını satarak ticari faaliyetlerde bulundu. Diğer taraftan tarımın ortaya çıkışı toplumların siyasi organizasyonlarında değişime yol açtı. İlk tarım toplumlarında ekonomik ve sosyal organizasyonun temel birimi 10-50 aileden oluşan topluluklardı. Avcı ve toplayıcı topluluklara göre hayat standartları biraz daha iyileşen bu yerleşimler, zamanla büyüyerek kabile konfederasyonlarını oluşturdu.

Kabile, aynı atadan gelen ve birbirine kan bağıyla bağlı bulunan büyük insan topluluğuna verilen isimdir. Büyük devletler ve imparatorluklar kurulduktan sonra bile kabile konfederasyonları varlıklarını büyük oranda sürdürmüştür.

Coğrafya veya iklimin hayat tarzlarını şekillendirmesiyle köyler ve kabile konfederasyonları zamanla şehir devletlerini oluşturmuştur. İlk Çağ medeniyet alanlarına bakıldığında Mısır’da “nom”, Sümerlerde “site”, İyon ve Dorlarda “polis” adı verilen şehir devletleri kurulmuştur.

Yunan Yarımadası’nın coğrafi yapısından, İlk Çağ’da bu bölgede geniş topraklara hükmeden merkezî bir devlet kurmak çok zordu. Bu yüzden bu coğrafyada Atina, Sparta gibi şehir devletleri varlıklarını uzun süre sürdürmüş ve güçlü siyasi organizasyonlar kurmuşlardır. Ancak Mezopotamya ve Anadolu’ya baktığımızda konar-göçer kabileler yerleşik toplumlar üzerine akınlar yaparak o bölgeyi ele geçirmiştir.

İlk Çağ’da Fenike, İyon, Asur gibi medeniyetlerde kolonicilik faaliyetleri görülmüştür. Ülkeleri dışında ele geçirilen toprakları kendilerine bağlayarak bazen de kendi vatandaşlarını o bölgeye yerleştirerek genellikle ticari faaliyetlerde kullanmak amacıyla oluşturulan idarelere koloni denir. Bu kolonilerin devletin idaresinde aktif olarak kullanılmasına da kolonicilik denir.

Ege Denizi çevresinde medeniyet kuran İyonlar ve Doğu Akdeniz’de kurulan Fenikeliler İlk Çağ’da deniz koloniciliğinde gelişmiş uygarlıklardır. Bu medeniyetlerin yaptığı kolonicilik faaliyetleri sayesinde, Akdeniz havzasında ticari ve ekonomik etkileşim gelişmiştir. Kara koloniciliğinde ise Asurlular önemli bir yere sahipti. Asurlular, özellikle Anadolu’da pek çok kara kolonisi kurmuş ve yaptıkları ticaret yolları sayesinde Anadolu’yla güçlü bir ticaret bağı oluşturmuşlardı. Bu ticaret faaliyetleriyle Asurlular, Sümerlerden öğrendikleri yazıyı Anadolu’ya getirerek burada tarih çağlarının başlamasını sağlamıştır.

Antik medeniyetlerdeki kabileler veya şehir devletlerinin başlarında kral veya feodal yöneticiler vardı. Bu yöneticiler merkezdeki büyük krala bağlıydı. Büyük kral güçlü ve dirayetli bir kişiyse merkezî bir devlet yapısı oluşur, güçsüzse kabileler merkezden bağımsız hareket edebilirdi.

İmparatorluk;

• Topraklarında oturan çeşitli milletleri egemenliği altında toplayan devlet biçimi,

• İçerisinde çeşitli unsurları (din, etnik köken, dil vb) barındıran devlet modeli,

• Tarihsel olarak, kültürel, etnik, ekonomik ve toplumsal açıdan çeşitlilik arz eden farklı halkları bünyesinde toplayan büyük, politik ve bölgesel gövde olarak tanımlanabilir.

 

İnsanoğlu, madenleri işlemeye başlamasıyla taşa göre daha dayanıklı, sivri ve kesici silahlar yapmaya başladı. Atı evcilleştirdi ve at arabasını yaptı. Zamanla bunları komşu devletlere üstünlük sağlamak adına savaş meydanlarında kullanan devletler, ordu ve komutanlarının gücü nispetinde büyük topraklara hükmetti. Bu devletler farklı ırkları, milletleri ve kültürleri yönetimleri altında birleştirerek imparatorluk görünümü kazandı.

 

İlk Devletlerde Gücün Meşruiyet Kaynağı

İlk Çağ’ın başından itibaren Mezopotamya, Mısır, Anadolu gibi bölgelerde geniş alanlara hükmeden güçlü siyasi oluşumlar ortaya çıkmıştır. Farklı coğrafyalarda kurulan bu ilk medeniyetlerin siyasi organizasyonlarında benzerlikler ve farklılıklar görülmektedir. Anadolu’da MÖ 1700’lerde kurulan Hititlerde kralların, gücünü tanrıdan aldığına inanılır ve emirleri tanrının emriymiş gibi görülürdü. Fakat krallar kendilerini tanrı olarak görmezlerdi. Bu yüzden Hititlerin yönetimi dine dayalı bir krallık veya teokratik bir monarşi olarak ifade edilebilir. Bir diğer Anadolu medeniyeti Urartularda krallar yaptıkları işleri tanrıları “Haldi” adına yaparlardı. Yani krallar tanrı değildi ama onun yerine hükmederlerdi. Bu yönüyle Urartular, Hititlerle benzerlik gösterir.

İlk Çağ Yunan medeniyetinin temellerinin atıldığı Girit Adası’nda halk, soylular ve kral tarafından yönetilirdi. Yöneticiler; sanat, ticaret, din gibi hemen her konuda söz sahibi olup egemen sınıfı oluştururdu. Yöneticilerin din adına söz sahibi olması yönüyle yönetimleri teokratikti. Dorların Yunanistan’ı işgali sonrasında Anadolu’ya göç eden Akalar, İzmir Körfezi çevresinde İyon medeniyetini kurmuştu.

İlk Çağ’ın önemli bir diğer medeniyet merkezi olan Mezopotamya uygarlıklarından Sümerlerde yönetici olan “Ensi”ler yani rahip-krallar; en yüksek rahip, yargıç ve komutandı. Her kentte Sümerlerin saygı duyduğu tanrılara adanmış “ziggurat” adı verilen tapınaklar inşa etmişlerdi. Bu tapınakları yöneten rahip sınıfı, kentin yöneticileri üzerinde etkiliydi. Asur ve Babillerde ise kral, büyük tanrıların yeryüzündeki temsilcisi olup onlar adına ülkeyi yöneten rahip krallardı. Kralın kutsal kişiliği tanrılara ve tapınaklara yaptığı hizmetlerle değerlendirilirdi. Ancak ünlü Babil Kralı Hammurabi, bu anlayıştan farklı olarak kendisini adaletin kralı olarak ifade etmiştir.

Coğrafi olarak Mezopotamya’ya yakın olmakla beraber, İran uygarlığı olarak da ifade edilen Elamlar, krallarını ve prenslerini hem yönetici hem de din adamı kabul ederlerdi. Ayrıca krallarına tanrının vekili gözüyle bakarlardı. Bir diğer İran medeniyeti olan Pers İmparatorluğu’nda, hükümdar gücünün kaynağını tanrılardan alırdı. Örneğin Pers Kralı Kiros, Babil’i fethettiği zaman kendisini Babil’in Tanrısı Marduk’un varisi ilan ederek halkın saygısını ve bağlılığını kazanmaya çalışmıştı. Zerdüştlüğün hâkim olduğu dönemlerde ise krallar kendilerini Tanrı Ahuramazda’nın yeryüzündeki vekilleri olduklarını belirtir ve hükümdarlıklarına kutsal bir meşruiyet kazandırırlardı.

Kendine özgü bir medeniyet oluşturan Mısır Krallığı’nın ilk dönemlerinde krallar, tanrının yeryüzündeki temsilcisidir. Başlangıçta tanrı olarak görülmeyen firavunlar ilerleyen dönemlerde tanrı olarak görülmeye başlanmıştır. İnsan şeklinde tanrı sayılan firavunlar; toprakların, malların ve insanların sahibi olarak görülmüş ve Tanrı-Kral olarak kabul edilmiştir.

İlk Çağ’da yaşayan medeniyetlerin çoğu monarşiyle yönetiliyordu. Yönetim anlayışlarında krallar güçlerini dinden almaktaydı. Yani güçlerinin meşruiyet kaynağı tanrısaldı.

 

Monarşi

Siyasi gücün bir tek kişinin elinde bulunduğu ve yönetimin genellikle kan yoluyla aile bireylerine geçtiği yönetim biçimidir.

 

İlk Siyasi Organizasyon Türleri

Kurak bir iklime sahip olan Mezopotamya, sulama kanalları aracılığıyla tarımın yapıldığı fakat hayvancılığın yapılabileceği alanların sınırlı olduğu bir coğrafyaydı. Bunun yanında maden, kereste, taş gibi doğal kaynakların bölgeden uzak olması, medeniyetin gelişmesi için büyük bir eksiklikti. Ancak bütün bu yoksunluklar toplumun daha iyi organize olmasını sağladı. Bunun sonucunda Sümerlerde site olarak bilinen şehir devletleri ortaya çıktı. Babil Devleti benzer bir yapıda olsa da iktidarı ele geçiren güçlü krallar merkezî otoriteyi daha da güçlendirmişti. Bir diğer Mezopotamya medeniyeti olan Asurlular ise istilacı bir yapıya sahipti ve Mezopotamya dışında pek çok yeri yönetimine alarak imparatorluk görünümüne kavuşmuştu.

Yunan medeniyetinin ortaya çıktığı coğrafya, dar bir sahil şeridine sahip olması ve yüksek dağlarla birbirinden ayrılması nedeniyle burada merkezî devletler kurulamamış, polis adı verilen şehir devletleri ortaya çıkmıştır. Atina ve Sparta gibi polisler arasında bitmek bilmeyen mücadeleler yaşanmıştır.

Aristokratlar arasından belli bir zümrenin, krallığı yönetme hakkının kendilerinde olduğunu iddia etmesi ve yöneticilerin sadece o gruptan seçilmesi oligarşi denilen yönetim anlayışını doğurmuştur. İlk Çağ Yunan kentlerindeki bu seçim, cumhuriyet ve demokrasi anlayışının ilk izleridir. Ancak seçimlerde sadece belli kişiler aday olabilmekte ve halkın tamamı değil sadece soylular oy kullanabilmekteydi.

Daha sonraki dönemlerde Yunan medeniyeti içinde, soyluluğa dayalı ayrıcalıklı sınıf olan aristokratlara veya halka karşı zaman zaman güç kullanarak yönetimi ele geçiren kişiler olmuştur. Bu kişilere tiran bunların yönetimine de tiranlık denmiştir.

Tiran Peisistratos Dönemi’nde Atina’da özellikle köylüler altın çağını yaşamıştır. Ancak oğulları aynı başarılı yönetimi sergileyememiş ve iki aristokrat tarafından öldürülmüştür. Böylece Atina’da tiranlık yönetimi son buldu. Sonrasında Atinalılar bu iki kişiyi tiranlığı yıktıkları için kahraman ilan etmiş ve heykellerini yaptırmıştır. Bunlar dikilen ilk kamu heykelleri olarak kabul edilir.

İlk Çağ Anadolu medeniyetlerinden Hititler ve Urartular feodal krallıklardan oluşurdu. Yerel krallıkların kendi içlerinde belirli yetkileri olsa da merkezî krallığa karşı sorumlulukları bulunurdu. Hititlerde kralın yanında Pankuş adında bir meclis vardı. Kral, alacağı kararlarda bu meclise danışırdı. Tavananna denilen kraliçe de yönetimde söz sahibiydi.

Urartuların ise dağlık bir bölgede kurulmaları nedeniyle merkezî bir krallık kurmaları zordu. Bu nedenle kabileler kendi bölgelerine hâkimken merkezdeki krala karşı da sorumluydu.

İlk Çağ’da Persler; İran, Anadolu, Mezopotamya, Mısır ve hatta Yunanistan’ın bazı bölgelerini içine alan büyük bir imparatorluk kurmuşlardı. Bu kadar geniş toprakları yönetmek için de Satraplık denilen eyalet sistemini oluşturmuşlardı. Bu sistemde ülke eyaletlere ayrılmış ve eyaletler Satrap adı verilen idareciler tarafından yönetilmişti. Satraplar merkezden gönderilen memurlar tarafından denetlenmişti. Ayrıca merkezî otoriteyi güçlendirmek ve eyaletler arasında iletişim kurmak amacıyla Persler, gelişmiş bir posta teşkilatı kurmuşlardı.

Kurduğu imparatorluğun yönetiminde Perslerden etkilenen Büyük İskender, satraplık idaresini benimsemiştir. Büyük İskender’in uyguladığı yönetim sistemi de Roma İmparatorluğu’na örnek olmuştur. Roma, satraplık idaresinde değişiklikler yaparak geliştirmiş ve eyalet sistemini uygulamıştır.

Roma’da kraldan sonra etkin bir danışma kurulu olan senatoya, soylular girebilmişti. Roma toplumu;

patriciler, plepler ve köleler olmak üzere üç sınıfa ayrılmıştı. Senatoda görev yapan soylu sınıfa patrici, Roma’ya sonradan gelip yerleşenlere de plep adı verilirdi. Köleler ise Roma’nın işgali altındaki ülkelerden

getirilmiş, patricilerin evlerinde hizmetçilik ya da uşaklık yapan tarlalarda işçi olarak çalışan sınıftı.

Mısır’da güney-kuzey yönünde ülkeyi baştanbaşa geçen Nil Nehri, medeniyetin oluşmasında etkili olmuştur. Ülke çöllerle ve dağlarla çevrili olduğu için istilalara açık değildi.

Mısır’ın ilk dönemlerinde küçük köyler şeklinde oluşumlar görülürken zamanla bu köyler birleşerek Nom veya Nome denilen şehir devletlerini meydana getirmiştir. Her şehir devletinin başında kendi yöneticileri bulunurdu. MÖ 3000’lerde Efsanevi Kral Menes tarafından bu şehir devletleri birleştirilerek Mısır Devleti kuruldu.

 

İlk Devletlerde Askerî, Sosyal ve Ekonomik Yaşam

Tarihî çağların başladığı yer olan Mezopotamya’da ekonomik hayatın temeli tarımdı. Kuraklık ihtimaline karşı ürünün depolanması ve dağıtılması amacıyla Sümerler, tapınaklarını depo olarak kullandılar. Bu ürünleri kayıt altına almak için kullanılan semboller sayesinde çivi yazısı icat edildi. Mezopotamya’da medeniyetin gelişimi yazının bulunmasıyla hız kazandı. İhtiyaçları karşılamak adına yapılan uzak mesafeli ticaret, bölge ekonomisi için hayati bir rol oynuyordu. Bu ticari faaliyetler Mezopotamya medeniyetinin başka bölgelere yayılmasına da yardımcı olmuştur.

Mezopotamya’da toplum; soylular, din adamları ve köleler gibi sınıflara ayrılırdı. Halkın çoğunluğu tarım ve hayvancılıkla uğraşan çiftçilerdi. Toplumda marangozlar, yazıcılar, çömlekçiler, mimarlar, duvarcılar gibi zanaatkârlar ve zengin tüccarlar vardı. Günümüz modern yaşamında hâlâ önemli olan ulaşım, mimarlık, madenlerin işlenmesi, çömlekçilik,  dokumacılık, çiftçilik, kanal yapımı gibi pek çok medeniyet unsurunun temeli Mezopotamya’da atılmıştır. Ayrıca günümüzde de kullanılan çömlekçi çarkı, MÖ 4.500’lerde Sümerler tarafından kullanılmaya başlanmıştır.

Medeniyetlerin ekonomik yaşam ve askerî yapılarında coğrafya belirleyici bir unsurdur. Mısır’da Nil Nehri etrafında verimli ovaların oluşması Mısır’ın temel geçim kaynağının tarım olmasını sağlamıştır. Mezopotamya’da topraklar özel mülkiyet iken Mısır’da tüm topraklar firavunlara aitti ve toprakları kullananlar kiracı durumundaydı. Üretim, devlet tarafından planlanır, vergiler ve kiralar ekili topraklardan düzenli olarak Firavun adına toplanırdı. Ticaretin; Firavun’un adamlarının denetiminde olması, Mezopotamya’da olduğu gibi bağımsız, zengin bir tüccar sınıfının doğmasını engellemiştir.

Nil’in sularının taşması sonucu tarlaların sınırları birbirine karışmış, bu tarlaları ayırmak için Mısır’da geometri ilmî gelişmiştir. Yine bu taşkınların zamanını tespit etmek için Mısırlılar güneş yılını hesaplamıştır. Ölümden sonraki yaşama inandıkları için ölülerini mumyalamışlar böylelikle insan vücudunu tanımışlar, tıp ve eczacılık bilimlerinde gelişmişlerdir. Tanrı-kral anlayışına bağlı olarak firavunlar için piramit adı verilen anıt mezarlar yapılmıştır.

 

Kadeş Savaşı

Savaşın gerçek nedeni Mısır ve Hitit devletlerinin birbirine eşit kuvvetler hâline gelmesi ve bu iki büyük devletin ekonomik menfaatlerinin Kuzey Suriye toprakları üzerinde çatışmasıydı. Her iki devlet de bu topraklar üzerinde hak iddia ediyordu.

Tarihte en fazla savaş arabasının kullanıldığı muharebe olarak bilinen Kadeş Savaşı sonrasında II. Ramses, Hititler üzerine önemli olmayan birkaç sefer daha düzenlemiş ama yine sonuç alamamıştır. Mısır-Hitit çatışmalarının kesin olarak sonuçlanamaması iki tarafı da barış yapmaya zorlamıştır. MÖ 1280’de yapılan “Kadeş Barış Antlaşması” tarihte bilinen ilk yazılı antlaşmadır.

Urartular, tarım alanlarının sınırlı olması nedeniyle daha çok hayvancılık ve madencilikle uğraşmışlardır. Taş işçiliğinde gelişen Urartular su kanalları, su bentleri ve mezar odaları yapmış, inşa ettikleri Van Kalesi günümüze kadar sağlam bir şekilde ulaşmıştır.

Batı Anadolu’da zengin tarım alanlarına ve maden yataklarına sahip olan Lidyalılar, Kral Yolu’nu kullanarak ticarette gelişmiş ve büyük bir refaha kavuşmuştur. Friglerde ise temel geçim kaynağı tarım ve hayvancılıktır. Tarım, başta hukuk olmak üzere Frig toplumunda hayatın her alanını etkilemiştir. Dokumacılıkta da gelişen Friglerden günümüze kalan tekstil parçaları vardır. Bugün Batı dillerinde halı için kullanılan Tapates kelimesi Frigcedir.

Hitit ekonomisinin temelinde toprağa bağlı üretim, yani tarım ve hayvancılık vardı. Hayvancılık sayesinde et, süt, deri ve yün üretimi yapılıyordu. Bunun dışında özellikle askerî alanda kullanmak üzere at yetiştiriyorlardı. Hitit toplumu hür insanlar olan soylular, tüccarlar, zanaatkârlar, köylüler ve kölelerden oluşmaktaydı.

Akdeniz uygarlıkları gelişmiş bir pazar ve ticaret ağına sahipti. Bu uygarlıklardan Fenikeliler, Akdeniz’in ilk uzman gemicileri ve tüccarlarıydı. Sümer ve Yukarı Mısır arasındaki ticarete aracılık eden Fenikeliler, Mısır’ın ticari faaliyetlerini ellerinde tutuyordu. Fenikelilerin ticari faaliyetleri, çivi yazısı ve hiyeroglifin yerine alfabeyi geliştirmelerini sağladı. Fenikeliler ticareti geliştirmek ve ülkelerindeki nüfusu azaltmak için Kuzey Afrika kıyılarında ve Batı Akdeniz’de koloniler kurdu.

İlk Çağ’da, Yunan coğrafyasında kurulan polisler dağlık arazi nedeniyle yeterli hububatı üretemiyordu. Bazı şehirler bu sorunu çevre bölgelerin kolonizasyonu yoluyla çözmeye çalıştı.

Bu şehir devletleri gıda ihtiyaçlarını karşılarken ticari alanda da gelişme göstermiştir. Yunanlar; zeytinyağı, şarap ve imal ettikleri malların ihracına karşılık buğday ve ham madde ithal etmişlerdir.

 

2.6. KANUNLAR DOĞUYOR

Hukuk, toplum düzenini sağlamak için çıkarılmış ve devlet eliyle güçlendirilmiş kurallar bütünüdür. İnsanların toplum hâlinde yaşamaya başlaması ve ilk siyasi teşkilatların oluşmasıyla birlikte hukuka ihtiyaç duyulmuştur. İlk Çağ’da yapılan hukuk kuralları kaynağını akıl, gelenek ve kutsal kitaplardan almaktaydı. Yazının icadından önce hukuk kuralları sözlü olarak nesilden nesile aktarılmıştır. Ancak yazıyı kullanmaya başlamalarına rağmen bazı milletler, hukuk kurallarını sözlü olarak kullanmaya devam etmiştir. Türkler de sözlü hukuk kurallarını uzun süre uygulamıştır. Hunlarda hukukun temelini, kaynağını geleneklerden alan sözlü hukuk kuralları yani töre oluştururdu. Coğrafyanın, hayat tarzının ve birlikte yaşama tecrübesinin etkisiyle oluşan töre, yazılı olmamasına rağmen sistemli, dinamik, etkili ve ihtiyacı karşılayacak bir yapıya sahipti. Törenin toplumda çok güçlü bir yaptırımı vardı. Yazının icadıyla birlikte yazılı hâle gelen hukuk kurallarının ilk örnekleri Sümerlerde görülür. Baştanrı tarafından hükümdarlığın kendisine verildiğini ifade eden Sümer Kralı Urkagina, kötü idare sebebiyle meydana gelen yolsuzlukları, halkın huzursuzluğunu ve hoşnutsuzluğunu gidermek için bir adaletname hazırlamıştı. Urkagina, yaptığı kanunlarda önceki yöneticilerin rahiplerle birleşerek halkı sömürdüğünü ifade etmiştir. Yaptığı düzenlemelerle de daha çok borç affı gibi konuları işlemiş ve halkı rahatlatmaya çalışmıştır. Urkagina Kanunları’ndan sonra Mezopotamya’da başka kanunlar da yapılmıştır. Bu kanunlar içerisinde Babil Kralı Hammurabi’nin yaptığı kanunlar önemli bir yere sahiptir. Her ne kadar Hammurabi kendini adaletin kralı olarak ifade etse de kanunlarını Tanrı Şamaş’ın önünde durduğu bir stelin alt kısmına yazdırmıştır. Bu stelde zayıfların ve öksüzlerin koruyucusu, Tanrı adına ülkeyi yöneten, adil ve insancıl hükümdar olarak kendisini tanıtır. Hammurabi Kanunları “dişe diş, göze göz” şeklinde değerlendirilen ve suçu işleyene aynı ağırlıkta cezayı içeren kanunlardır.

Hammurabi Kanunları’ndan örnekler

• Bir hırsız duvar delerek bir eve girmişse o deliğin önünde ölümle cezalandırılır ve oraya gömülür.

• Bir evde yangın çıkar ve oraya yangını söndürmeye gelen bir kimse, evin sahibinin malına göz dikip onun malını alırsa kendisi de aynı ateşe atılır.

• Bir adam bir çocuğu evlatlık alır ve oğlu olarak ona ismini verirse ve onu besleyip büyütürse büyümüş bu çocuk bir daha geri istenemez.

• Bir kişi hırsızlık yapsa eli kesilir.

• Bir kişi kendisiyle aynı sınıftaki bir kişinin dişine zarar verirse onun da dişi çekilir.

• Babasını döven evladın iki eli kesilir.

• Bir adamın gözünü çıkaranın gözü çıkarılır.

• Birisini suçlayan ispata mecburdur. İspat edemezse ölüm cezasına çarptırılır.

 

İlk Çağ Anadolu medeniyetlerinden biri olan Hititler, gelişmiş bir hukuk sistemine sahipti. Dönemin ihtiyaçlarına göre zamanla eklemeler yapılan Hitit hukuku ile ilgili günümüze kadar ulaşan tabletler vardır. Hitit kanunları, içerik bakımından Sami kavimlerinin kanunlarından farklı olup Sümer kanunları gibi insancıldır. İşlenen suçların cezası daha çok maddi nitelik taşımaktadır. Hitit kanunlarında geleneksel düzenlemeler toplanmış, ölüm ve işkence cezaları yerine tazminat cezaları konmuştur. Hititler yalnız insanları değil hayvanları ve bitkileri korumak için de yasalar çıkarmıştır. Hitit kanunlarında; evlenme, boşanma, nikâh, nişan gibi aileyle ilgili hususlara yer verilmiştir. Ön Asya kavimlerinde boşanma sadece erkeğe tanınan bir hak iken Hititlerde kadınlara da bu hak tanınmıştır.

Hititler hukuk tarihinde ilk defa kasten öldürme ile kazara adam öldürmeyi birbirinden ayırmıştır. Mezopotamya medeniyetlerinde olduğu gibi Hititlerde de cezalar belirlenirken sosyal sınıf farklılıkları esas alınmıştır. Ayrıca Hititlerde kollektif cezalar da uygulanmış yani bazı suçlarda ceza sadece o kişiye değil suçlunun ailesine de verilmiştir.

Hitit kanunlarından bazı örnekler

• Hitit kanunlarında hırsızlığa ölüm cezası verilmez, çalınan malın üç katı gümüş ödeme cezası verilir ve ayrıca hırsızlık yapana dayak atılırdı.

• Başkasının tarlasını yakan bir kimse yakalanırsa tarlası yanan kişiye köle olarak verilir.

• Büyücülük yapan sosyal konumuna göre ölümle cezalandırılır ya da sürgün edilir.

• Bir kişi kralın hükmüne karşı gelirse onun evi harap edilir.

 

İbranilere kadar çok tanrılı din inanışı yaygınken İbraniler tek tanrılı semavi din inancını benimsemiş ve bunun sonucunda ilahi kökenli hukuk kuralları bu dönemde görülmeye başlanmıştır. “On Emir” olarak bilinen bu hükümler, İsrailoğulları’nın Mısır’dan çıkışlarından sonra Sina Dağı’nda Tanrı tarafından Hz. Musa’ya bildirilen emirlerdir. Yahudi inancına göre Tanrı ile İsrailoğulları arasında yapılan ahdi (anlaşma) içeren, Yahudiler’in kutsal kitabına Hristiyanlar, günümüzde “Ahd-i Atîk” (Eski Ahit) demektedir. Eski Ahit, Hz. Musa’ dan yüzlerce yıl sonra kaleme alınmış olup günümüzde farklı nüshaları vardır. On Emir, Eski Ahit’in ilk ve en önemli kısmı Tevrat’ta geçmektedir

On Emir

1. Benden başka Tanrı’n olmayacak.

2. Kendin için oyma put, yukarıda göklerde olanın yahut aşağıda yerde olanın yahut yerin altında sularda olanın hiç suretini yapmayacaksın, onlara eğilmeyeceksin ve onlara ibadet etmeyeceksin.

3. Tanrı’nın adını boş yere ağzına almayacaksın.

4. Sebt gününü (cumartesi) takdis etmek için onu hatırında tutacaksın. Altı gün işleyeceksin ve bütün işini yapacaksın fakat yedinci gün efendin Rab’e Sebt’tir. Sen ve oğlun ve kızın, kölen ve cariyen ve hayvanların ve kapılarında olan garibin hiçbir iş yapmayacaksınız. Çünkü Rab gökleri, yeri ve denizi ve onlarda olan bütün şeyleri altı günde yarattı.

5. Babana ve anana hürmet edeceksin.

6. Öldürmeyeceksin.

7. Zina etmeyeceksin.

8. Çalmayacaksın.

9. Komşuna karşı yalan şahitlik yapmayacaksın.

10. Komşunun evine tamah etmeyeceksin, komşunun karısına yahut kölesine yahut cariyesine yahut öküzüne yahut eşeğine yahut komşunun hiçbir şeyine tamah etmeyeceksin.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

3.ÜNİTE: ORTA ÇAĞ’DA DÜNYA

3.1. ORTAÇAĞDA SİYASİ YAPILAR

    MS 395 yılında Roma İmparatorluğu’nun; Batı ve Doğu Roma olmak üzere ikiye ayrılması, Avrupa’da büyük siyasi gelişmelere sebep olmuştur. Batı Roma İmparatorluğu’nun 476’da yıkılmasından sonra Avrupa’nın sosyo-ekonomik ve kurumsal yapısında büyük değişiklikler yaşanmıştır.

   Roma İmparatorluğu’nun eski gücünü kaybettiği ve özellikle de bireyleri korumakta yetersiz kaldığı bu dönemde, Avrupa’da feodal siyasi yapılar ortaya çıkmıştır.

   Bu tarihten itibaren Germen kabileleri kendi devletlerini kurarak bugünkü Avrupa devletlerinin temellerini atmıştır. Avrupa’da Frank, Vizigot, Ostrogot, Sakson gibi Germen krallıkları kurulmuş ve bu krallıklar; siyasi üstünlüğü ele almıştır. Bu durum, Avrupa’nın güçlü bir devlet otoritesinden yoksun kalmasına, büyük bir karmaşaya sürüklenmesine sebep olmuştur.

  Bizans olarak adlandırılan Doğu Roma İmparatorluğu Orta Çağ’da; Anadolu, Balkanlar, Mısır, Suriye, Filistin ve Kuzey Afrika coğrafyasında etkili olmuştur. Hellenizm ve Ortodoksluk gibi kültürel bileşenler sonucu Bizans İmparatorluğu, Batı Roma İmparatorluğu’ndan farklı bir siyasi yapı hâline gelmiştir.

Roma İmparatorluğu bir çeşit cumhuriyet ile yönetilirken Bizans imparatoru gücünü tanrıdan alan otokrat bir lider konumuna gelmiştir. Bu siyasi anlayışıyla Bizans imparatorları özellikle Sasani ve Hellenistik Dönem monarşilerinden etkilenmiştir. Buna göre Bizans imparatoru, Hz. İsa’nın yeryüzündeki vekili olup sadece Hz. İsa’ya karşı sorumlu olmuştur.

   Güçlü bir devlet geleneğine sahip olan Sasaniler, Kafkasya, Mezopotamya ve İran’a hükmetmiştir Pers devlet geleneğini benimseyen Sasani İmparatorluğu’nun yönetim şekli monarşiydi. İmparatorluğun başında Şehinşah (Kralların Kralı) unvanını kullanan hükümdar bulunmaktaydı.

   Sasani Devleti’nin hükümdarı olarak tanımlanan Şehinşah’ın gücü, devletin bekası açısından hayati bir öneme sahiptir. Neredeyse tüm şahların ölümünden sonra ortaya çıkan iktidar kavgaları, merkezî otoritenin zayıf düşmesine yol açmıştır. Kral çoğu kez kendisinden sonra başa geçecek kişiyi yardımcısı olarak tayin etmiş ve onun siyaset sanatını öğrenmesi için önemli eyaletlerden birinin başına getirmiştir.

   Sasaniler, krallarını kutsal kabul etmişler fakat Mısır firavunları gibi tanrı-kral anlayışını benimsememişlerdir. Bu krallar, Tanrı Ahuramazda’nın yeryüzündeki temsilcisi olarak mutlak otoriteye sahiptir. Bunun açık göstergesi, Sasani madenî paralarının bir yüzünde hükümdarın diğer yüzünde kutsal ateşin resmedilmesidir.

   VII. yüzyılda Suriye- Filistin hattını fetheden Müslüman Araplar ise İran, Mezopotamya ve Kuzey Suriye’deki Bizans birliklerini yenilgiye uğratmıştır. Sasaniler, Hz. Ömer Dönemi’nde yapılan Nihavend Savaşı’nda yenilmiş ve 651 yılında yıkılmıştır.

    Bundan sonra İran, Kuzey Afrika, Hindistan, Orta Asya, Mısır ve Anadolu’da çeşitli İslam devletleri kurulmuştur. Malazgirt Savaşı’ndan sonra ilk dönem Türk Beylikleri ve Türkiye Selçuklu Devleti’nin kurulmasıyla Anadolu Türk yurdu olmuştur

Tarihte var olmuş siyasi organizasyonlarda coğrafya, siyaset, ekonomi gibi unsurların yanında yöneten kişilerin liderlik vasıfları da önemlidir. Bu liderlerden biri de Moğol İmparatorluğu’nu kuran Temuçin’dir. Temuçin, 1206 yılında yapılan kurultayda Türk-Moğol boyları tarafından kağan seçilmiş ve Cengiz adını almıştır.

    Boylar hâlinde yaşayan Moğollar, Cengiz Han’dan önce teşkilatsız bir şekilde yaşıyordu. Moğol boylarını uzun mücadelelerden sonra bir araya toplayan Cengiz Han, istila hareketleri ile dünyanın en geniş kara imparatorluğunu kurmuştur. Cengiz Han hayattayken imparatorluk topraklarını dört oğlu arasında paylaşılmıştır.

     Bu dönemde Moğollar üzerinde Şamanizm’in önemli bir etkisi vardır. Şamanların söyledikleri gerek toplum üzerinde gerekse idareciler üzerinde etkilidir. Büyük Şaman, 1206 kurultayında Temuçin’in Gök Tanrı tarafından seçildiği şeklinde kehanette bulunmuştur. Bu kehanetinde “Temuçin’le çocuklarına dünyanın bütün topraklarını bağışladım ve kendisine Cengiz Han ismini verdim.” şeklinde Gök Tanrı’nın kendisine haber verdiğini söylemiştir.

Böylece Cengiz Han’ın ve neslinin ilahi soya dayandırılması Şamanlar tarafından sağlanmıştır. Bu kutsallık Cengiz Han’dan sonra gelen hükümdarların, onun soyundan gelmesini meşrulaştırmıştır.

 

İmparatorluklarda Sosyal, Ekonomik ve Askerî Durum

   Roma İmparatorluğu ile savaşan Germen kavimleri, Kavimler Göçü yaşanırken de birlikte hareket etmiştir. Soylu bir kökeni olmayan Germen kralları, Roma İmparatorluğu’nun eyalet yönetim sistemi gibi bir idari yapı kurmuştur. Bu eyaletlerin başında valiler görevlendirilmiştir. Eyaletlerden daha küçük yönetim birimleri kontlar tarafından yönetilmiştir. Her eyaletin kendi ordusu olup bu orduların her birine kumanda etme görevi de bir düke verilmiştir.

    Bu düzen, zamanla Avrupa’da feodal sistemi ortaya çıkarmıştır. Krallar, meclislerinde kontlarla piskoposlara danışarak karar almıştır. Kontlar, imparatorun tebaasını ruhban sınıfına itaate zorlamış, piskoposlar da halkı kontların yerel iktidarına tabi olmaya çağırmıştır. Ruhban ile soylular arasındaki birlikte yaşama geleneği, zaman içinde kökleşmiştir. Bu durum feodalizmin ve dogmatizmin Orta Çağ boyunca Avrupa’da egemen olmasını kolaylaştırmıştır.

  Bizans İmparatorluğu’nda hayat ve geçim tarzı ticarete dayanmaktadır. Çin ve Hindistan’dan gelen ticari ürünlerin Avrupa’ya sevk edilmesi, Bizanslı tüccarlar sayesinde olmuştur.

Çin-Bizans ticaret hattının geçtiği yollar üzerinde hüküm süren Sasaniler, Bizans’ın ekonomik çıkarları açısından stratejik bir konuma sahiptir. İpek ticareti Bizanslılar ile Sasanileri karşı karşıya getirmiş ve Bizans İmparatorluğu, Sasanilere karşı Türklerle ittifak kurmuştur.

   Roma İmparatorluğu da kurulduğu coğrafya gereği deniz ticaretine ve kolonizasyon faaliyetlerine yönelmiştir. Şehir devleti olarak ortaya çıkan Roma, Yunan şehir devletlerinden farklı olarak yayılmacı bir politika izlemiştir. İlk Çağ’da, askerî zaferlerle geniş bir alana yayılmış ve buralardan elde edilen ganimet, vergi ve insan gücü sayesinde maddi imkânlara ulaşmıştır.

   Ayrıca imparatorluğun yükselişinde hâkimiyeti altına aldığı bölgelerde düzenli yol ağları kurmaları ve bu yolları güvenli hâle getirmeleri de etkili olmuştur. Roma İmparatorluğu gelirlerinin önemli bir kısmını kolonizasyon faaliyetlerinden sağlamıştır. Romalı tüccarlar, Akdeniz ve Batı Avrupa’daki Roma topraklarında oluşan barış ortamından faydalanarak uzun mesafeli ticaret yapmıştır.

   Sasani Devleti’nde ise ekonomi, topraktan alınan vergilere dayanmaktaydı. Bu vergiler ile genellikle liman, köprü ve konaklama yeri gibi ticarete hız kazandıracak eserler yapılmıştır. Ayrıca vergiler ile ordunun ihtiyaçları ve savaş masrafları karşılanmıştır. Sasaniler, gelirlerini artırmak için üreticiyi destekleyen yasalar çıkarmış, zaten geniş olan ticaret ağını daha da büyütmüştür.

    Hint Okyanusu’nda, Orta Asya’da ve Güney Rusya’da uluslararası ticarete egemen olmuşlardır. Bu kadar geniş bir coğrafyada hâkimiyet kuran Sasani Devleti’nde, Perslerdeki satraplık sistemine benzer, daha merkezî bir eyalet sistemi uygulanmıştır.

Çin, dağlar ve nehirlerle bölünmüş çok geniş topraklara sahiptir. İklimi ve coğrafi farklılıkları nedeniyle de Kuzey ve Güney Çin olmak üzere iki bölgeye ayrılmıştır. Tarıma büyük önem veren Çin toplumunda toprak mülkiyeti, Roma ve Sasani İmparatorluklarından farklı bir yapıdadır.

Moğol İmparatorluğu’nun merkezi konumundaki İç Asya’da iklim şartları tarım için elverişli değildi. Bu nedenle tarımla neredeyse hiç uğraşılmamış, halkın ana geçim kaynağı hayvancılık olmuştur. Hayvanlar için otlak arayışları sonucunda Moğollar, konar-göçer bir yaşam tarzını benimsemiştir. Ekonomileri her ne kadar hayvancılığa dayansa da yerleşik topluluklar ile ticarete önem vermişler, özellikle de canlı hayvan ticareti yapmışlardır.

Orta Çağ’da kurulan devletler siyasi güçlerini sadece ekonomik faaliyetlerle değil güçlü ordular kurarak da sağlamıştır. Bizans ordusunun asıl gücünü, eyalet birlikleri oluşturmuştur. XI. yüzyılın ikinci yarısında ise ücretli askerler ordunun aslî unsuru hâline gelmiştir. Bizans ordusunda; İngiliz, Frank, Norman, Bulgar, Gürcü, Peçenek, Kıpçak, Uz gibi ücretli askerler görev almıştır.

Bizans, Sasani ve Moğol imparatorluklarının orduları da güçlü, düzenli ve disiplinlidir. Bizans ordusunun çoğunluğu paralı askerlerden oluşurken Moğol ordusu gönüllü birliklerden oluşmaktadır.

Roma ve Moğol İmparatorluklarının güçlü, düzenli ve disiplinli orduları vardı. Roma ordusunun çoğunluğu paralı askerlerden oluşurken Moğol ordusu gönüllü birliklerden oluşmaktaydı. Moğol ordusu, Mete Han’ın geliştirdiği onlu teşkilata uygun olarak on, yüz, bin ve on bin şeklinde bölümlere ayrılmıştı.

Moğol ordusu hafif süvari birliklerinden oluştuğu için hızlı hareket kabiliyetine sahip olup bölükler hâlinde harekete geçebiliyordu. Birliklerin bu şekilde olması ordunun sevk ve idaresinde büyük kolaylıklar sağlamıştır.

Çin İmparatorluğu’nun silahlı gücü, imparatora asker sağlamakla yükümlü olan toprak sahiplerinin kontrolü altındaydı. Madenden yapılmış silahların birçoğunu ellerinde tuttukları için silahların, zırhların ve kullanımı giderek artan atların maliyetini sadece soylular karşılayabiliyordu. Çin ordusu askerî teşkilat ve teçhizat bakımından Türklerden etkilenmiştir.

      Sasanilerde de Roma İmparatorluğu’nda olduğu gibi yönetime aristokratlar hâkimdir. Sasani İmparatorluğu’ndaki danışma meclisi, Roma’daki konsüllerle benzerlik gösterse de Sasanilerin soya bağlı hanedan üyelerinin mecliste etkin olması, Roma’dan farklılık göstermiştir. Ayrıca Sasani İmparatorluğu’ndaki siyasi meşruiyet ve idari yapı, dinî bir karakter taşımaktadır.

Moğol İmparatorluğu’nda kurultay adında bir danışma meclisi vardır. Bu kurultaydaki görevliler soylu oluşlarına göre değil liyakat esasına göre seçilmiştir.

İmparatorluklarda Yönetim Organizasyonu

Kurduğu imparatorluğun yönetiminde Perslerden etkilenen Büyük İskender, satraplık idaresini benimsemiştir. Büyük İskender’in uyguladığı yönetim sistemi de Roma İmparatorluğu’na örnek olmuştur. Roma, satraplık idaresini geliştirerek eyalet sistemini uygulamıştır. Roma’da kraldan sonra etkin bir danışma kurulu olan senatoya, soylular girebiliyordu.

Roma toplumu patriciler, plepler ve köleler olmak üzere üç sınıfa ayrılmıştı. Senatoda görev yapan soylu sınıfa patrici, Roma’ya sonradan gelip yerleşenlere de plep adı verilirdi. Köleler ise Roma’nın işgali altındaki ülkelerden getirilmiş, patricilerin evlerinde hizmetçilik ya da uşaklık yapan, tarlalarda işçi olarak çalışan sınıftı.

Sasanilerde Roma İmparatorluğu’nda olduğu gibi yönetime aristokratlar hâkimdi. Sasanilerdeki danışma meclisi, Roma’daki konsüllerle benzerlik gösterse de Sasanilerin soya bağlı hanedan üyelerinin mecliste etkin olması, Roma’dan farklılık gösteriyordu. Ayrıca Sasani İmparatorluğu’ndaki siyasi meşruiyet ve idari yapı, dinî bir karakter taşımaktaydı.

Çin İmparatorluğu’nda yönetim, imparatora karşı yükümlülükleri olan toprak sahiplerinin elindeydi. Çin toplumu, toprak sahipleri ve avam halk olarak iki temel sınıfa bölünmüştür. Avam tabakasının büyük çoğunluğu köylü, toprak sahipleri ise soylu ailelerdir.

Moğol İmparatorluğu’nda kurultay adında bir danışma meclisi vardı. Bu kurultaydaki görevliler soylu oluşlarına göre değil liyakat esasına göre seçilirdi.

Feodalizm

Feodal sistem, merkezî iktidarın yok olduğu, karışıklıkların ve güvensizliklerin yerleştiği, ticaretin neredeyse durduğu, kent yaşamının önemini yitirdiği bir ortamda ortaya çıkmıştır. Bu nedenle feodalizm evrensel değil, Batı toplumlarına özgü olarak kabul edilmektedir. Batı Roma İmparatorluğu’nun yıkılma sürecine girmesiyle kıtlık ve savaş korkusu halkın can ve mal güvenliği endişesine kapılmasına neden oldu.

Bundan sonra halk yaşadıkları bölgelerin büyük malikânelere sahip lordlarına sığınmaya başladı. Feodalite güçlü savaş lordlarının egemen güç kabul edildiği, zayıfların kendilerini efendilerine emanet ederek karşılığında sadakatle hizmet sözü verdikleri bir toplum yapısıdır. Lordlar, kendisine sığınan köylü sınıfını korumak ve topraklarına toprak katabilmek için sadık bir silahlı güce ihtiyaç duymuştur.

Böylece Avrupa’nın her yerinde bu lordlara bağlılık yemini etmiş savaşçı vassallar ortaya çıktı. Bunlar Orta Çağ’ın şövalye adı verilen profesyonel savaşçılarını oluşturdu.

Orta Çağ toplumunun temelini köylüler oluştururdu. Üst sınıfların refahı onun emeğine bağlıydı. Toprağın sahibi olan ve malikânede yaşayan lordlar, köylü ve ailesinin de sahibiydi. Kral; lord ve vassallarından malikâne sayısı oranında asker ve vergi toplardı.

3.2. TARIMDAN TİCARETE EKONOMİ

Yazı öncesi dönemde tarım ekonomisinin gelişmeye başlamasıyla birlikte tarımda farklı emek türleri istihdam edildi. İlk Çağ’dan itibaren topraklar, genellikle büyük toprak sahiplerinin, aristokratların, askerlerin ya da devletin elindeydi. Bunun yanında köylü, kiracı ya da ortakçı olarak toprağı işlemekteydi. İlk Çağ’da köylüler, toprağa bağlı ve onun ayrılmaz bir parçası olarak görülüyordu; bu çağın sonuna kadar ya köle ya da yarı köle biçiminde farklı statüler taşıyordu. İnsanlığın yerleşik düzene geçmesi ve insan emeğine dayalı tarım topluluklarının gelişmesiyle kölelik ortaya çıkmıştır. Bu toplumlarda artan nüfusu beslemek için daha fazla insan emeğine ihtiyaç duyulmuştur. Bu emeği karşılamak amacıyla köleleştirilenler tarım işlerinde kullanılmıştır. Kölelerin yasal durumu, toplumdan topluma farklılık göstermiştir. Örneğin Hititlerde kölelerin kısıtlı da olsa mülkiyet hakları varken Mezopotamya’da köleler neredeyse tüm haklardan mahrum bırakılmıştır. Mezopotamya’da esir ticareti de olup esirler, uzak ülkelerden tüccarlar tarafından getirilmiştir.

Orta Çağ’da toplumun en geniş kesimini oluşturan çiftçi köylüler, aynı zamanda toplumun en düşük sosyal grubuna mensuptu. Köylülerin çoğu soylu sınıfın malikânelerinde çalışarak ilkel bir yaşam sürüyordu. Malikânelerde yaşayan köylülerin statülerini gelenekler belirlerdi. Hiçbir hakkı olmayan toprağa bağlı, karın tokluğuna çalışan ve hür köylü ile köle arasında bir sınıf olan serfler, eşya gibi alınıp satılabilmekteydi. Senyörler, hem toprağın hem de serflerin sahibiydi. Çalışma şartları ve süreleri senyörce tayin edilen serflerin çalıştığı topraktan ayrılması hâlinde senyör onu bulup geri getirme hakkına sahipti.

Roma İmparatorluğu’nun son dönemlerinde köleliğin statüsü değişti. Romalılar; Anadolu, Balkanlar, Afrika ve Ortadoğu gibi pek çok bölgeyi kaybetmeye başlayınca bu bölgelerden getirdikleri esir ve köle sayısı azaldı. Köylerden şehirlere yapılan göçler nedeniyle kırsal kesimden tahsil edilen vergiler de azaldı. Bu nedenle büyük çiftlik sahipleri, köleleri toprağa bağlı çiftçiler hâline dönüştürmek zorunda kaldı. Vergi gelirlerini garanti altına almak isteyen Romalı yöneticiler de çiftçileri bulundukları topraklara bağlayıcı tedbirler aldı. Bu yeni uygulama Orta Çağ boyunca geçerli oldu. Roma İmparatorluğu’ndaki bu gelenek, tarımda köle işgücünün yanında serbest çalışan köylüleri de ortaya çıkardı. Bu köylüler çalıştıkları toprağı terk edemez oldu ve toprağa bağımlı hâle geldi.

 

 

Artı Üründen Sosyal Sınıflara

Tarımla geçinen toplumlarda kuraklık, beraberinde kıtlığı getirdiği için önemli bir sorundu. Bu bölgelerde “artı ürün” üretmek ve bunları depolamak son derece önemliydi. Yağışın yeterli olduğu ve doğal besin kaynaklarının bol olduğu bölgelerde büyük bir anlam ifade etmeyen artı ürün, kurak bölgelerde hayati öneme sahipti. Çünkü bu bölgelerde artı ürüne sahip olan yerleşim merkezleri avantajlı duruma geçti ve bu durum onlara güç kazandırdı. Örneğin Mezopotamya’nın kurak olması sulamalı tarımı zorunlu kılmıştı. Bu yüzden bölgede sulama kanallarının yapılmasıyla üretim arttı ve ürün fazlası yani artı ürün ortaya çıktı. Böylece artı ürünü organize etmek için üretimin planlanması, ürünün depolanması ve korunması gerekli hale geldi. Ayrıca artı ürün, diğer ihtiyaçların karşılanması için değiş tokuşu geliştirdi ve çiftçilik dışında yeni meslekler ortaya çıkardı.

Çiftçi, esnaf, tüccar, din adamı, savaşçı gibi yeni sınıflardan oluşan daha büyük topluluklar şehir toplumunun doğmasını sağladı. Artı ürünlerin bir merkezde toplanması ve halka buradan dağıtılması toplumda tabakalaşmayı ortaya çıkardı. Örneğin Mezopotamya’da tapınaklarda toplanan ürünlerin kaydını tutan din adamları, dağıtımı kontrol etmeye başladı. Böylece tapınak rahipleri toplumda üst tabakayı oluşturdu. Mısır’da ise artı ürün firavunların sarayında toplanırdı.

Sermaye ve üretim araçlarının toplanma yeri olan firavunun sarayı, aynı zamanda ürünün de toplandığı bir zenginlik merkezi hâline geldi. Mezopotamya’da topraklar özel mülkiyet altında iken Mısır’da firavun, tüm toprakların sahibiydi. Bunun yanında tapınak toprakları ve subayların emekleri karşılığında edindiği topraklar da vardı. Toprakları kullanan köylüler ise kiracı durumundaydı.

Sümerlerde toprak mülkiyeti; tapınaklara ait topraklar, kent yöneticilerine ait topraklar ve ortakçı usulü ile işletilen köylülere ait topraklar olmak üzere üçe ayrılmıştı. Hititlerde ise toprak küçük ve büyük tımar parçalarına ayrılmıştı.

İlk çağlardan itibaren devletler vergilendirmeye ihtiyaç duymuştur. Özellikle savaş zamanlarında halktan vergi alınırdı. Vergiler, genellikle emek yoluyla ödeme, ayni ödeme ve nakdî ödeme şekilleriyle tahsil edilmiştir. Mısır’da vergiler ve kiralar, tüm ekili topraklardan düzenli bir şekilde firavun adına toplanır ve kamu binalarında çok sayıda insan çalıştırılırdı. Mısır’da köylüler de ortakçı olarak vergi vermekle yükümlüydü.

Sümerlerde ise hür vatandaşlar vergi ödemek zorundayken Urkagina, sosyal adaletsizliği önlemek için birçok vergiyi kaldırmıştı. Güçlü bir yapıya sahip olan Roma’da tarımdan elde edilen fazla ürünün vergilendirilmesiyle oluşan kaynaklar; orduyu, bürokrasiyi ve şehirli nüfusu beslerdi.

Orta Çağ Avrupası’ndaki feodalite sisteminde, ayni vergiler devam etmekle birlikte ordunun ihtiyaçları etrafı surlarla çevrili kalelerde yaşayan feodal beyler tarafından karşılanırdı. XIII. yüzyıldan itibaren devletler, giderlerini karşılayamadığı için düzenli vergilendirme uygulamasına başladı. Zamanla para ekonomisinin gelişmesi vergilerin alınmasını kolaylaştırmıştı.

İlk Çağ’da toplum; asiller, din adamları, hürler ve köleler gibi sınıflara ayrılırdı. Toprağa sahip olan soylular, yüzyıllar boyunca geçerli olacak güçlü statüler kazanarak sosyal, ekonomik, siyasi gücün belirleyicisi du. Bu süreç tarım toplumlarının yönetim şekli olan monarşiyi ortaya çıkardı.

Tarihin bazı dönemlerinde monarşiler parçalansa da soylu sınıfa dayanan siyasal yönetimler varlığını sürdürdü. Doğal olarak da ilk ekonomik organizasyonlar soyluların ve monarşilerin gücüne göre şekillendi.

Batı ve Orta Avrupa ülkelerinde toprak sahibi olan senyörün; siyasi, ekonomik, hukuki ve askerî haklara sahip olduğu ve temeli toprak köleliğine dayanan toplum düzenine “feodalizm” denmektedir. Feodalizmde askerî ve mali hâkimiyetin devlete ait olması gerekirken bu haklara senyörler sahip olmuştur. Senyörler, kendisinin ve malikâne sınırları içerisinde bulunanların güvenliğini sağlamak zorundaydı. Köleler, serfler ve hür köylüler korunma ve adalet karşılığında senyörlere mal ve hizmet üretmekle yükümlüydü.

 

İlk ve Orta Çağ’da Toplumsal Tabakalaşma

Toplumsal tabakalaşma, insanlar arasındaki ekonomik ve toplumsal eşitsizliğin görünür hâle gelmesidir. Buna göre toplumlar, hiyerarşik bir düzen içerisinde sınıflandırılır. Toplayıcılığa ve avcılığa dayanan ilk toplumlarda çok az tabakalaşma olmasına karşın tarımsal üretimin gelişmesiyle zenginliğin artması sonucu tabakalaşmada da artış olmuştur. Tarih boyunca kölelik, kast sistemi ve mevkiye bağlı sistem gibi toplumsal tabakalaşmalardan söz edilebilir.Toplum yapısında meydana gelen bu değişim, insanlık tarihini baştan başa değiştirmiştir.

Kast sistemi, bir kişinin toplumsal konumunun yaşamı boyunca belirlendiği toplumsal bir düzendir. Hindistan’da görülen bu sistemin ekonomik kurallarını dinsel statüler belirlerdi. Hindu inancına göre yaşam, geçici olarak beden kazanmaktır. İnsanın gelecek yaşamındaki statüsünü belirleyen onun bu hayatındaki eylem ve tutumlarıdır. Kast sistemi; brahmanlar (din adamları), kşatriyalar (askerler), vaisyalar (çalışanlar) ve sudralar (işçiler ve köleler) sınıflarından oluşurdu. Kast grubunun üyesi; brahmanlara saygılı olup kendi kastının görevlerini yerine getirirse diğer hayatında daha üst bir kastta doğacak eğer bunları yerine getirmezse daha alt bir kastın üyesi olarak yeniden dünyaya gelecekti. Kast toplumlarında farklı toplumsal gruplar birbirlerine kapalıdır. Bu sistemde herkes, bir daha terk edemeyeceği bir kast içinde doğar, bu kasttan eş seçer ve bu kast içinde ölür. Her kast bireyinin alabileceği eğitim ve yapabileceği meslek türleri bellidir. Bu düzende insanların diğer kastların üyeleriyle bağlantı kurmaları engellenmiştir. Kast sisteminin mevcut yapılanması dışında, köylerin ve yerleşim yerlerinin en uzak yerlerinde yaşamalarına izin verilmiş parya denilen bir sınıf daha bulunurdu.

 

İlk ve Orta Çağ’da Tarımsal Üretim

İnsanlığın ilk dönemlerinde tarım aletleri oldukça ilkeldi. Tohumlar toprağa delikler açılarak ekilmekte, ürünler çakmak taşından yapılan oraklarla biçilmekte ve tahıl, taş dibeklerde öğütülmekteydi. Topraklar, önce ağaç bir sapın ucuna takılmış basit taş çapalar ile işlenirdi. Dünyanın pek çok yerine yayılan çapaya dayalı bu tarım şekli, yerini daha sonra sabanlarla yapılan tarıma bıraktı. Hayvanları ehlileştiren insanlar, zamanla sulama kanalları da yaparak bunları tarım işinde kullanmaya başladı. MÖ 6000’lerde sığır cinsi evcilleştirildi. Hayvanlar tarafından çekilen sabanlar, ilk kez MÖ IV veya III. bin yılda ortaya çıktı. Avrupa’da at beslemenin yaygınlaşması maliyetli olsa da bir süre sonra tarımda öküzün yerini almaya başlamıştır. Tarım tekniklerindeki bir başka değişim de XII. yüzyıldan itibaren daha pahalı demir araçların tarımda kullanılmasıydı.

İlk Çağ’ın ve Orta Çağ’ın geleneksel üretim kapasitesi, temelde insan ve hayvan gücüne dayandığı için düşük bir düzeyde kaldı. Tarım teknolojisinin geri olması ve ulaşımın kısıtlılığı gibi nedenlerle üretim, ticaret ve buna bağlı piyasa büyümedi; ekonomik faaliyetler asgari düzeyde kaldı. Ekonomideki bu sınırlılığın doğal sonucu olarak İlk ve Orta Çağ’da toplumlar zenginliklerini belirli bir seviyenin üzerine çıkaramadı. Üretim ve ticarette yeterli aşama kaydedemeyen devletler; askerlik, savaş ve ganimet gibi siyasi yollarla zenginliği elde etmeye çalıştı.

Tek tanrılı dinler kadim medeniyetlerin iktisadi anlayışını ve uygulamalarını ancak Orta Çağ’da etkilemiştir. Zamanla kutsal metinlere dayanan dinler, geleneğin de belirleyicisi olmuş hatta onun üzerine çıkmıştır. Sonraki süreçte dinler, her ne kadar siyasi ve ekonomik alanın dışında tutulmaya çalışılsa da geliştirdikleri ahlaki kurallarla sosyal alanda, taraftarları üzerinde etkili olmaya başlamıştır.

 

İlk ve Orta Çağ’da Ticaret

İlk ve Orta Çağlarda Asya ile Avrupa arasındaki ticari faaliyetler genellikle ticaret yolları vasıtasıyla gerçekleşirdi. Bu ticarette genel olarak ipek, ipekli kumaşlar, porselen, madeni eşyalar, kâğıt, baharat, tuz, cam eşya, şarap, at, hayvan ürünleri (deri ve postlar), değerli madenler, taşlar ve ziynet eşyaları (takılar) taşınırdı. Bu ticaret yolları, ticari ürünlerin yanı sıra kıtalar arasında kültür alışverişine de imkân sağlamıştır.

   Ticaret yolları üzerindeki ulaşım, kervanlar vasıtasıyla sağlanırdı. Kervanların en büyük yük taşıyıcısı iki hörgüçlü develer, bunun yanında katır veya atla çekilen tekerlekli taşıtlar ve binek hayvanlarıydı. Hız ve gidilen uzaklık, hayvanın gücüyle sınırlıydı. Ulaşımın hayvan gücüne dayanması, seyahate katılanların sayısını kısıtlardı. Denizaşırı ulaşım, insan veya rüzgâr gücü ile gerçekleşirdi. Orta Çağ’da üç yelkenli gemilerin, pusula ve haritanın da kullanımıyla denizciliğin ticari değeri artmaya başladı. İlk ve Orta Çağlarda gerek karada kullanılan hayvanların gerekse denizde kullanılan taşıtların hızı nedeniyle yolculuklar haftalar hatta aylar sürüyordu

Ticari mallar, kimi zaman kervanlarla kıtalar veya ülkeler aşarak uzun mesafeyle kimi zaman köyden kente kısa mesafeyle bazen de aynı yerde üretilerek tüketiciye ulaşırdı. Farklı mesafelerdeki bu yolculuk bazen bir kentin ticari bölgesinde sonlanmış veya bir kentten başka bir kente devam etmiştir. Ticari malın bu serüveninde konakladığı, mola verdiği veya sona ulaştığı mekânlara tarih boyunca farklı isimler verilmiştir.

Asur ticaret kolonileri olan karumlar, Asurlu tüccarların toplandığı semtlerdir. Karum, şehrin hemen dışında ticari işlerin görüldüğü, kendine özgü siyasi ve yönetim statüsünün bulunduğu yerleşimlerdir. Asurlu tüccarların Anadolu’daki en büyük karumu, Kaniş (Kayseri-Kültepe) şehrinde bulunurdu..

Agora; şehir devletlerinde ticari faaliyetlerin yapıldığı yer olup kent meydanı, çarşı, pazar yeri anlamına gelmektedir. Adli, dinî ve siyasi fonksiyonları da olan agoralar; sanatın yoğunlaştığı, felsefenin temellerinin atıldığı, anıtların, sunakların, heykellerin bulunduğu yer yani üccarların kalbiydi.

Hanlar, ise küçük kervanların indiği, yolcuların konakladığı, malların depolandığı, atölyelerin bulunduğu ve ticaretin yapıldığı yerlerdi. Hanlarda birden fazla dükkân olursa bu hanlara çarşı da denilirdi.

Ticari merkezlerden bir diğeri olan arastalar ise genellikle aynı esnaf grubuna ait dükkânların bir sokak üzerinde karşılıklı sıralanması ile meydana gelmekteydi.

Ribatlar; İslamiyet’in ilk dönemlerinde daha çok korunma, savunma ve askerî amaçlı inşa edilerek karakol veya ordugâh olarak kullanılmıştır. Sınır bölgelerinde yoğunlaşan bu yapılar, yüksek duvarlarla çevrili olup avlu ve gözcü kulelerinden oluşurdu. XI. yüzyıldan sonra sınırların genişlemesiyle birlikte iç bölgelerde kalan ribatlar, işlev değiştirerek ticari konaklama amacıyla kullanıldı. Bu yapı örneklerinin çoğu İpek Yolu üzerindeydi.

Kökeni “ribat” adı verilen bir yapıya dayanan kervansaraylar, kervanların güvenliği ve konaklaması için ana yol kenarında tesis edilmiştir. Özünü yardımlaşma ve insanlık duygusundan alan vakıf sistemi sayesinde günümüze kadar gelen kervansaraylar, yollar üzerinde kurulan ve kamu yararına çalışan ticari yapılardır. Kervansaraylar genellikle 8-10msaatlik yürüyüş mesafesinde (35–40nkm) kurulurdu.

İnsanlığın ilk dönemlerinde değer ölçüsü ve değişim aracı olarak pek çok mal kullanılmıştır. Ekonomik açıdan önemli olan madenî paranın ortaya çıkışı ise ticari ve mali gelişmeleri kolaylaştırdı. Anadolu’da yapılan kazılarda bulunan ilk para örnekleri MÖ VII. yüzyıla ait olup bunları Lidya kralı bastırmıştır. Yunan kıyı şehirlerinde bazı girişimci tüccar veya bankerlerce reklam aracı olarak bastırılan para, kısa süre sonra devlet tekeli hâline dönüşmüştür. Paranın üstündeki kral resmi ya da şehir sembolü, parayı bastıranın gücünü ve ihtişamını gösterirdi. Krallar için para basmak bir egemenlik sembolü olduğu kadar aynı zamanda ekonomik açıdan da önemliydi. Metal sikkelerden yapılan ilk paralar, genellikle altın ve gümüşten basılmıştır (Görsel 2.75).

 

İlk ve Orta Çağ’da Ticaret Yolları

İlk Çağ’dan itibaren Kral Yolu, İpek Yolu, Kürk Yolu ve Baharat Yolu dünya ticaretinde hâkim rol oynamıştır. Anadolu yollarının altın çağı, Pers İmparatoru Darius’un yaptırdığı Kral Yolu ile başlamıştır. Anadolu’da, Ege Bölgesi’nde bulunan Sardes’ten başlayıp Pers İmparatorluğu’nun başkenti Sus’a kadar uzanan Kral Yolu, Anadolu yollarının belkemiğini oluşturmuştur. Kral Yolu çevresindeki ekonomi merkezleri, Ege kıyısındaki önemli limanlara bağlanırdı.

İpek Yolu, İlk ve Orta Çağlarda Çin ve Orta Doğu ile Batı ülkeleri arasındaki transit kara ticaretinde kullanılan en işlek ticaret yoludur. Orta Çağ’da Çin’den başlayıp Doğu Türkistan, Moğolistan, Kazakistan, Özbekistan, Kırgızistan ve Türkmenistan’ı geçip Hazar Denizi’ne ulaşan İpek Yolu’nun bir kolu da İran üzerinden Suriye’nin Lazkiye Limanı’na ulaşırdı. Diğer bir büyük kolu ise Karakurum Dağları’nı aşarak İran üzerinden Anadolu topraklarına girerdi. Anadolu'dan da deniz yolu veya Trakya üzerinden kara yolu ile Avrupa'ya giderdi. İpek Yolu insan eliyle açılmış bir yol olmayıp tabiatın ve iklimin hazırladığı geniş vadi yatakları ile kervanların konaklamalarına yarayacak vahalardan oluşmuştur. Bu vahalarda zamanla Turfan, Aksu, Kaşgar, Hotan, Yarkent gibi şehirler kurulmuştur.

İpek Yolu, tarih boyunca hem geçtiği bölgeleri iktisadi açıdan kalkındırıp halkın refah seviyesini yükseltmiş hem de Doğu-Batı kültür ve uygarlıkları için bir köprü olmuştur. Böylece farklı pek çok ulusun birbiriyle tanışmasında, ticaret yapmasında ve kültürel zenginliğin alışverişinde etkin rol oynamıştır. Bu yolun devletlere sağlamış olduğu ekonomik, kültürel ve sosyal zenginlikler, çevredeki diğer devletlerin de dikkatini çekmiştir. Bunun neticesinde İpek Yolu’nun hâkimiyeti için bölgede sürekli siyasi ve askerî mücadeleler olmuştur. İpek Yolu’ndaki güç mücadelesinin belirleyicileri Çinliler, Türkler, Moğollar, Farslar, Araplar ve Ruslardır. İpek Yolu’na hâkim olan kavimler, dünya siyasetinde etkin rol oynamışlardır. Konar-göçer kavimler arasında bölgede en etkili olan iki millet Türkler ve Moğollardır. Bu yol, Türklerin bölgedeki manevi unsurlarla temas etmelerini sağlamıştır. İslamiyet öncesinde bölgeye egemen Türk devletleri; Hunlar, Avarlar ve Kök Türkler’dir. İlk Türk İslam devletlerinden olan Karahanlıların ve Gaznelilerin hızlı yükselişinin nedenlerinden biri de İpek Yolu’nun kilit noktaları olan Hotin ve Kabil gibi şehirleri ticari merkez olarak kullanmalarıdır. Moğolların hâkimiyetinden sonra İpek Yolu’nun altın çağı sona ermiş, diğer yolların ve deniz yollarının gölgesinde kalmıştır.

Kürk Yolu, Don Nehri’nin denize döküldüğü yerden başlayıp Ural Dağları ve Güney Sibirya ormanları sınırından Altaylar’a, Sayan Dağları üzerinden Çin’e ve Amur Nehri’ne ulaşan yoldur. Bu yoldan hayvanlarla getirilen deri ve postlar, Etil Nehri vasıtasıyla Hazar Devleti’nin merkezi Hanbalık’a (Etil) ulaştırılırdı. Daha sonra da Güney Sibirya’dan geçerek Avrupa’ya ve İslam ülkelerine gönderilirdi. Bu yolun doğu ucu ise Türk devletlerinin merkezi olan Orhun Bölgesi’nden Çin’e kadar uzanırdı. Kürk Yolu üzerinde sincap, sansar, tilki, samur, kunduz, vaşak, gelincik ve geyik gibi tüyleri güzel ve yumuşak olan hayvanların deri ve postları taşınmıştır. Üzerinde taşınan bu ürünlerden dolayı bu yola “Kürk Yolu” adı verilmiştir.

Günümüzden binlerce yıl önce Doğu ülkelerinde kullanılan baharat, Avrupalılar tarafından fazlaca bilinmiyordu. Kısıtlı miktarda İpek Yolu üzerinden Avrupa’ya gelen baharat çeşitleri Hindistan ve Seylan'dan (Sri Lanka) Kızıldeniz'deki Akabe Körfezi'ne, Yemen kıyılarına ya da Basra Körfezi'ne deniz yoluyla taşınırdı. Bu kıyılardaki limanlarda gemilerden boşaltılan baharat, kara yoluyla Fenike ve Filistin kıyılarına, Mısır'da İskenderiye'ye ve Karadeniz'e ulaştırılır ve daha sonra gene deniz yoluyla Avrupa'ya taşınırdı. Hindistan'dan başlayarak Avrupa’ya ulaşan bu ticaret yoluna Baharat Yolu denmiştir. Bu yol, coğrafi keşifler sonucunda önemini kaybetti. Avrupa'da ticaretinin dayandığı temelleri oluşturan ve doğuyu batıya bağlayan İpek Yolu, güneyi batıya bağlayan Baharat Yolu, kuzeyi güney ve batıya bağlayan Kürk Yolu zamanla Müslüman toplulukların eline geçmiştir. Kısa sürede refaha ulaşan İslam ülkeleri Orta Çağ Avrupası’nın iştahını kabartmış, böylece iki yüzyıla yakın sürecek olan Haçlı Seferleri başlamıştır. Ticaret yollarını ve Orta Doğu’nun zenginliğini ele geçirmek için yapılan bu seferler, Avrupa açısından tam bir hayal kırıklığıyla sonuçlanmıştır.

 

3.3. ORTA ÇAĞ’DA ORDU

İlk Çağ’dan itibaren ordular, devlet olarak adlandırılan sosyal ve siyasi yapının en önemli unsurlarından biri olmuştur. Askerî organizasyon içindeki emir komuta zinciri, beraberinde verilen görevleri ve bu görevleri yerine getirenlerin oluşturduğu teşkilatı doğurmuştur.

İlk Çağ’dan itibaren devletler; varlıklarını devam ettirebilmek, savaşlarda başarılı olabilmek, huzuru ve düzeni sağlayabilmek için güçlü askerî teşkilatlar kurmaya başlamıştır.

   Batı Avrupa’da VIII. yüzyılda Franklar askerî bir düzen olan feodal sistemi geliştirmiştir. Buna göre kral; soylu şövalyelere at, zırh, mızrak, kılıç, kalkan gibi ihtiyaçlarını satın alabilmeleri ve askerî eğitimlerinde gerekli masrafları karşılayabilmeleri için kraliyet topraklarından belli ölçüde arazi bağışlamıştır.

Şövalyeler de krala bağlılık yemini ederek kralın savaşçısı olmuştur. Feodalizmde fakir olan serfler, askere nadiren alınmıştır. Böylece Orta Çağ’ın başlarında ordunun büyük kısmını oluşturan köylü askerin yerini artık şövalye almıştır.

Orta Çağ’da siyasi birlikten yoksun olan Avrupa’da ordular küçük oldukları için uzun süreli seferler düzenleyememiştir. Disiplin yönünden genelde zayıf olan Avrupa ordularında güçlü vasallar, her fırsatta kralın otoritesine karşı çıkmıştır. Krallar ise büyük seferlere ancak vasallarının rızasıyla girişebilmiştir.

 Orta Çağ’da Avrupa’da şövalyeler, okçular ve kuşatma teknikleri etrafında dönen kara savaşları, Doğu’da çok farklı bir şekilde cereyan etmiştir. En büyük farklılık, yüzlerce yıl Orta Asya’ya hâkim olan Türk ve Moğol atlı okçuları olmuştur. Hem Türk hem de Moğol askerleri çok disiplinli olup büyük bir cesaretle savaşmış ve eşsiz hafif süvari teknikleri kullanmıştır. Cengiz Han, hâkimiyet kurduğu kabileleri yeniden organize etmiş ve Türklerin oluşturduğu onlu sisteme gör güçlü bir idari ve askerî düzen kurmuştur.

Orta Çağ’da ücretli askerlik sistemi birçok devlette görülmüştür. Bizans İmparatorluğu, tarihinin her döneminde ordusunda ücretli askerlere yer vermiştir. Aynı şekilde Orta Çağ Avrupa devletleri ile Sasani İmparatorluğu’nda da bu sistem uygulanmıştır. Sasani ordusu da Türk ve Moğol ordusunda olduğu gibi onlu sisteme göre düzenlenmiştir. Değişik etnik gruplardan oluşan Sasani ordusunda; bağlı kavimlerin ve devletlerin gönderdikleri birlikler, ücretli askerler ve savaş esirleri yer almıştır.

Bizans ordusu , sayıları çok fazla olmayan ve İstanbul’da bulunan merkez kuvvetlerinin yanı sıra eyalet askerleri, tâbi devletlerin gönderdiği yardımcı kuvvetler ve ücretli askerlerden oluşmuştur. Bizans İmparatorluğu’nda XI. yüzyılın ikinci yarısından itibaren ücretli askerler ordunun asli unsuru hâline gelmiştir.

XIV. yüzyıldan sonra ise İngiltere ve Fransa gibi krallıklar ordularında maaş karşılığı asker bulundurmaya başlamıştır. Böylece Avrupa’da askerlik mesleği ortaya çıkmıştır. Daimî ordu teşkilatının kurulup sürekli asker bulundurulduğu bu dönemde, savaşlar süvariler tarafından yapılmıştır.

 Ancak XIV. yüzyıldan itibaren devletler sürekli piyade kıtaları bulundurmaya başlamıştır. Avrupa ordularında piyadeleri en etkili kullanan devletler, İngiltere ve Osmanlı Devleti olmuştur. Savaş tarihini değiştirecek olan top tüfek gibi ateşli silahlar, 1331’den sonra kullanılmaya başlanmıştır. Fransa XV. yüzyılda silahlı askerlerden oluşan daimî bir kıta oluşturmaya başlamış Osmanlılar ise buna XIV. yüzyılda yeniçeri birlikleri ile başarmıştır.

 İlk atlı kavimler olan konar-göçerlerde, ordunun savaş gücünü süvari birlikler oluştururdu. Savaş arabalarına sahip olan yerleşik toplumlar, konar-göçerlerden etkilenerek süvari birlikler de oluşturmuştur.

    

Yerleşik ve Konar-göçerler Arasındaki Savaşlar

Yerleşik topluluklar üretimde, konar-göçer topluluklar ise askerlik alanında birbirlerine karşı üstünlük kurmuştu. Başlıca geçim kaynağı hayvancılık olan konar-göçer toplulukların ekonomileri, ihtiyaçlarını karşılamada yetersizdi.

Bu nedenle konar-göçer topluluklar ya yerleşik topluluklarla ticaret yoluyla mal değişikliği yapmak ya da savaş yoluyla yerleşik toplulukların mallarına sahip olmak istemiştir.

 

Konar-göçer Ordusu

   Orta Asya’nın konar-göçeri dünyanın en iyi askeridir. Çünkü bu askerler yerleşik devletlerde görülen ağır donanımlı ve hareket kabiliyeti kısıtlı piyade ordularının aksine hafif silahlı ve hızlı hücum yapabilen süvarilerden oluşurdu. Konar-göçerler en iyi atlı süvarilere sahipti ve en çok atlı süvariler de onların ordularında bulunurdu. Silahlarını günün koşullarına göre sürekli mükemmelleştirirlerdi. Konar-göçer askerî, dayanıklı, disiplinli, uyumlu ve süreklidir. Konar-göçerler zırh, hançer ve mızrak kullanmış ve ayrıca oklarını daha uzağa fırlatmalarını sağlayan yayı geliştirmiştir. Konar-göçer ordusu dağınık bir kalabalık olmaktan öte herkesin, neyi ne zaman yapacağını iyi bildiği, birbirine yardım ettiği bir yapıya sahipti. Ordu ayağa kalkmış bir halk, yürüyen bir ulustur. Bu ordularda kadınlar da gerektiğinde savaşa katılırdı.

Savaşlar tarih boyunca; tarafların amacı, silahları ve sosyo-ekonomik durumlarına göre birbirlerinden farklılık gösterir. Konar-göçer topluluklar dışa açık ve savaşçı bir yaşam biçimine sahipken yerleşik topluluklar bunun tam tersine dışa kapalı ve barışçı bir yaşam biçimini benimsemiştir. Konar-göçerler ile yerleşik topluluklar arasındaki savaşlarda genellikle konar-göçerler üstünlük sağlamıştır.

  Yaşam tarzları askerlerin yaşam biçimlerine benzeyen bu topluluklar, kolaylıkla orduya dönüşebilecek bir yapıya sahipti. Savaş, yerleşik toplulukların zaferiyle bitmiş olsa da böyle bir zaferin onlara kazandıracağı birkaç tutsak ile silah, belki küçük bir sürü olurdu.

Yenilen saldırgan konar-göçerler bunları bile vermeden kaçmayı başarabilirken yenilen yerleşikler, konar-göçerler gibi kaçamamıştır. Yerleşikler, kaçıp topraksız kalmaktansa topraklarında kalıp haraç ödemeyi kabullenmiştir.

 

 

 

3.4. KANUNLAR GELİŞİYOR

İlk siyasi oluşumlarda, devlet ve toplum hayatının düzen ve disiplinle yürütülmesi için her türlü hukuki iş, gelenek hâline gelmiş kurallara göre düzenleniyordu. Daha sonraki zamanlarda örf ve âdetlerden oluşan geleneksel hukuk kuralları yazılı hâle getirilmiştir. Roma İmparatorluğu’ndaki hukuk kuralları da benzer şekilde gelişmiştir. Roma şehrinin kuruluş tarihi olarak kabul edilen MÖ 753 yılından Doğu Roma İmparatoru Justinianus’un (Jüstinyanus) 565 yılında ölümüne kadar geçen sürede Roma ve egemenliği altındaki ülkelerde uygulanmış olan hukuka Roma hukuku denir. Roma hukuku, bugünkü Avrupa ülkelerinde uygulanan hukuk sisteminin temelini oluşturur. Bu hukuk sisteminin ilk basamağı “12 Levha Kanunları”dır. Patricilerin uygulamalarına karşı çıkan pleplerin ayaklanmaları ile bu kanunlar gündeme gelmiştir. Bu ayaklanmaları bastırmak amacıyla kanunlar ıslah edilerek ilk defa yazılı hâle getirilmiştir. Bu kanunlarla Roma halkının görev ve sorumlulukları, halk arasındaki ilişkiler gibi pek çok konuya açıklık getirilmiştir.

 

12 Levha Kanunları

Bir kimse, kendisine borçlu olan kişiyi hâkim (majistra) önüne götürürse ve borçlu borcunu ödeyemezse muayyen şekillere riâyet ederek ona el koyar, evine götürür ve zincire vurur. Muayyen zaman içinde yine ödeyemezse öldürebilir veya köle olarak satabilir.

 

İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi

• Madde 4- Hiç kimse kölelik veya kulluk altında bulundurulamaz, kölelik ve köle ticareti her türlü biçimde yasaktır.

• Madde 5- Hiç kimseye işkence yapılamaz, zalimce, insanlık dışı veya onur kırıcı davranışlarda bulunulamaz ve ceza verilemez.

 527-565 yılları arasında Doğu Roma İmparatoru olan Justinianus, On İki Levha Kanunları başta olmak üzere Roma kanunlarını toplayarak çağın ve toplumun ihtiyaçlarına uygun bir şekilde yeniden düzenlemiştir. Justinianus Kanunları’nda suç ve ceza sisteminde suçluyu arındırma, iyileştirme ve korkutma amacı vardır. Bu kanunlarda hapis cezası uygulaması yoktu, bunun yerine suçluların manastırlara kapatılması tedbirine başvurulmuştu.

Moğol İmparatorluğu'nun hukuk ve askerlik işlerini düzenleyen kanunlara “Cengiz Han Yasası” veya ”Büyük Yasa” denilmiştir. Ama bu yasanın tamamı Cengiz Han tarafından oluşturulmuş değildir. Cengiz Han Yasası nesilden nesile aktarılan Türk ve Moğol törelerinin yazılı hâle getirilerek düzenlenmiş şeklidir.

 

Cengiz Yasası’nda aile hukukuna ve ceza hukukuna dair örnek maddeler

• Kasten yalan söyleyen, sihirbazlıkla uğraşan, casusluk yapan, kavga etmekte olan iki şahıs arasına girerek onlardan birine yardım edenlerin cezası ölümdür.

• Yemek yemekte olan adamların yanından geçen adam, derhal attan inmeli, yemek yiyenlerin müsaadesini almaksızın yemeğe oturmalı, yemek yiyenler de buna mâni olmamalıdır.

• Vazifesini ihmal eden askere, sürgün; av esnasında avı kaçıran avcıya, dayak ya da ölüm cezası verilir.

• Ölüm cezasına çarptırılan kişi diyet vererek ölüm cezasından kurtulabilir.

• Bir kimsenin evinde çalınmış at bulunduğu takdirde bu kimse atı sahibine iade etmeye ve bundan başka, atın sahibine ceza olarak da dokuz at vermeye mecburdur. Eğer çalan bu cezayı ödeyecek durumda değilse bunun yerine çocuklarını vermeye mecbur edilir. Çocukları da yoksa kendisi idam cezasıyla cezalandırılır.

• Baba öldüğü zaman yaşça büyük olanlar fazla hisse alırlar. En küçük oğul babasının evinde kalır. Çocukların derecesi, analarının derecesiyle tayin olunur.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

4. ÜNİTE: İLK VE ORTA ÇAĞLARDA AVRASYA

4.1. AVRASYA’DA İLK TÜRK İZLERİ

Avrasya, Asya ile Avrupa’nın neredeyse tamamını içine alan coğrafi bir bölgedir. Orta Asya kavimlerinin yerleşik düzene geçtiği; Türklerin, Moğolların, Slavların ve Çinlilerin yaşadığı geniş bir alan olarak kabul edilebilir.

İlk olarak Avrasya’da görülen Türkleri araştıran bilim insanları, bu kadim milletin adını en eski tarihî kaynaklarda aramıştır. Türk adına, gerek kaynaklarda gerekse araştırmalarda çeşitli anlamlar verilmiştir. Türk adı; Çin kaynaklarına göre “miğfer”, Kaşgarlı Mahmut’a göre “olgunluk çağı”, A. Wambery’e (Vambrey) göre “türemek”, Ziya Gökalp’e göre “kanun ve nizam sahibi” anlamına gelmektedir. Türk adına, çeşitli anlamlar verilmesine rağmen “güç, kuvvet” anlamına geldiği 1911’de yayınlanan eski bir Türkçe metinden anlaşılmıştır. Türk adı, 552’de bağımsızlığını ilan eden Kök Türk Devleti’yle resmî bir kimlik kazanmıştır.

Coğrafi Ad Olarak Türkiye:

• Türkiye kelimesi, ilk olarak VI. yüzyılda Bizans kaynaklarında “Orta Asya” için kullanmıştır. Bizans kaynakları, IX ve X. yüzyıllarda Volga’dan, Orta Avrupa’ya kadar uzanan sahaya da Türkiye adını vermiştir. XI-XIII. yüzyıllarda Mısır ve Suriye’ye Türkiye denmiştir. Anadolu ise XII. yüzyıldan itibaren Türkiye olarak tanınmaya başlanmıştır.

Türk topluluklarına ait ilk kültür izleri, geniş bozkırlara sahip Avrasya’da görülmüştür. Bu nedenle İslamiyet öncesi Türk tarihi; başta Orta Asya olmak üzere Kafkaslar, Karadeniz’in kuzeyi ve Macaristan ovalarını içine alan geniş bir sahada yaşanmıştır. Böylesine geniş bir coğrafyada Türklerin bilinen ilk ana yurdu Orta Asya’dır ve tarihî süreçte burada çeşitli Türk devletleri kurulmuştur. Orta Asya, batıda Hazar Denizi, kuzeyde Kırgız bozkırları ve Altay Dağları, doğuda Moğolistan ve Çin’in batısı (Doğu Türkistan), güneyde ise Tibet Platosu ve Hindukuş Dağları arasında yer alır.

Anav Kültürü (MÖ 4000-MÖ 1000)

Anav, günümüzde Aşkabat’ın güneydoğusunda bir yerleşim bölgesidir. Bu yerleşim sahasında yapılan kazılarda ortaya çıkan seramik örneklerinin, bozkır kökenli bir halka, özellikle de Türklere ait olduğu düşünülmektedir. Türk kültürünün önemli bir unsuru olan at, ilk defa bu kültürde görülmüştür. Orta Asya’nın en eski kültürüdür.

Afanesyevo Kültürü (MÖ 2500-MÖ 1700)

Türklere ait en eski kültür bölgesi olarak kabul edilmektedir. Altay-Sayan Dağları’nın güneybatı bölgesinde (Minusinsk Bölgesi), buluntu yerine bağlantılı olarak Afanesyevo adıyla bilinir. Çakmak taşından ok uçları, bıçaklar, kemik iğneler, bakır eşyalar, basit çömlekler bu kültürün belli başlı eserleridir.

 

 

Andronova Kültürü (MÖ 1700-MÖ 1200)

Adını Yenisey yakınlarındaki Andronova yerleşiminden alan bu kültür, bir önceki Afanesyevo kültürünün daha geniş bir alana yayılmış ve gelişmiş şeklidir. Afanesyevo ve Andronova kültürü, Ön Türkler yani Türklerin ataları tarafından meydana getirilmiştir.

 

Karasuk Kültürü (MÖ 1200-MÖ 700)

Andronova kültürü ile benzerlik gösteren Karasuk kültürü, adını Yenisey Irmağı’nın bir kolu olan Karasuk Nehri’nden almıştır. Bu kültürün en önemli özelliği, dünyanın pek çok bölgesine göre demiri daha erken işlemeye başlamasıdır. İskit kültürünü oluşturan atlı-göçebe kültürünün Orta Asya'ya yayılmasını sağlamışlardır.

Tagar Kültürü (MÖ 700-MÖ 300)

Karasuk kültürünün takipçisi olan Tagar kültürü, kendinden önceki Türk kültürlerinin bir sentezi ve gelişmiş şeklidir. Bölgenin adından dolayı burada yaşayan insanlara Altaylılar denilmeye başlanmıştır. Tunçtan bıçak, ok uçları, küçük hayvan heykelleri, çeşitli hayvan tasvirleri ve otağ şeklinde ağaç evler bu kültürün belli başlı eserleridir

Orta Çağ’da Türk Devlet ve Toplulukları

Avar Hakanlığı (558-805), Asya Hun Devleti’nin yıkılmasından sonra IV. yüzyıl sonlarında, Moğolistan’da kurulmuştur. I. Kök Türk Devleti; Avar Hakanlığına son verince Avarlar, Batı’ya göç etmiş ve Bayan Han zamanında Orta Avrupa’da devlet kurmuşlardır. İstanbul’u iki kez kuşatan Avarlar, Germen ve Slav sanatlarını etkilemiştir.

Türgişler (659-766), Emevilerle mücadele ederek Arapların Orta Asya’da hâkimiyet kurmasını engellemiştir. Kendi adlarına para bastırmışlardır.

İtil (Volga) Bulgar Devleti (680-1391), Büyük Bulgar Devleti’nin yıkılmasından sonra Otuz-Ogurlar’dan bir grup tarafından kuruldu. Ticari ilişkiler sonucu, İslamiyet’le tanışan Bulgarlar, X. yüzyılın ilk yarısında İslamiyet’i kabul etmişlerdir. Doğu Avrupa’da Türk-İslâm kültürünün temsilcisi olmuşlardır.

Kırgızlar (840-1207), 840 yılında Uygur Devleti’ni yıkarak Ötüken’de Kırgız Devleti’ni kurdular. XIII. Yüzyılda Moğolların, XIX. yüzyılda Rusların egemenliğine giren Kırgızlar, 1991 de bağımsız bir devlet kurdular.

Karluklar (627-1212), Talas Savaşı’nda Çinlilere karşı Müslüman ordusunun yanında yer aldılar. Karluklar, İslamiyet’i kabul eden ilk Türk topluluğudur. Karahanlı Devleti’nin kurulmasında etkili olmuşlardır.

Hazar Hakanlığı (630-968), VII ve X. yüzyıllarda Kafkaslar ve Karadeniz'in kuzey düzlüklerinde kurulmuştur. Bizans, Sasani ve Müslüman Araplarla siyasi ilişkilerde bulundular. Doğu Avrupa tarihinde büyük rol oynamış olan Hazarlar, Museviliği benimseyen tek Türk topluluğudur ve Ruslar tarafından yıkılmıştır.

Tuna Bulgar Devleti (679-869), Dobruca’nın güneyinde Asparuh (679-702) tarafından kurulmuştur. Boris Han Dönemi’nde (864) Hristiyanlığı resmen kabul etmiştir.

Oğuzlar (766-1000), 630-682 yılları arasında Dokuz-Oğuz Kağanlığı altında toplandılar. Daha sonra Kök Türk ve Uygur hâkimiyetine giren Oğuzlar, X. yüzyılda Oğuz Yabgu Devleti’ni kurdular. X. yüzyılın sonlarına doğru İslamiyet’i kabul eden Oğuzlar, Büyük Selçuklu ve Osmanlı gibi kuşatıcı cihanşümul imparatorluklar kurmuşlardır.

 

 

Dalkavuk

    Filozof ile dalkavuk konuşuyormuş. Filozof ne derse, dalkavuk onu tasdik ediyormuş. Nihayet sabrı tükenen filozof haykırmış:

    -Hiç olmazsa bir defa olsun itiraz et de, iki kişi olduğumuzu anlayalım be birader!..

Böyle millet galip gelmez

Mehmed Akif, I. Dünya Savaşı sırasında Berlin’e gitmiş. Dönüşünde sormuşlar:

-Nasıl, savaşı kazanacak mıyız?

Akif şu cevabı vermiş:

-Hayır! Çünkü Berlin Büyükelçisi Kur’an-ı tefsir etmekle, Ayosofya Camii imamı da siyasetle meşgul. Böyle millet galip gelmez.


    4.2. BOYLARDAN DEVLETE
    Ana yurtta kurulan ilk Türk devletleri, boy birliği şeklinde ortaya çıkmıştır. Eski Türk toplumunun sosyal yapısı; oguş (aile), urug (aileler birliği), boy (ok), budun (millet) ve il (devlet) şeklinde birbirine sıkı sıkıya bağlı olan unsurlardan meydana geliyordu.

Türkler, köklü ve yerleşmiş bir toplum yapısına sahipti. Eski Türk toplumunda en küçük birlik olan aile, kan bağı esasına dayanırdı. Türklerin dünyanın dört bir tarafına dağılmasına rağmen varlıklarını korumaları, aile yapısına verdikleri önemden kaynaklanmıştır. Bu toplum yapısında, aileler urugları, uruglar boyları, boylar budunları (millet) meydana getirirdi. Boyların başında bulunan boy beyleri, ekonomik ve siyasi güçleri olan, doğrulukları ile tanınmış kimseler arasından seçilirdi.

Budunların bir kağan etrafında bir araya gelmesiyle de il oluşurdu. Türkler, devlete “el” veya “il” adını vermiştir. Devlet, yöneticilerle işbirliği yapan geniş halk kitlelerinin gayretleri ve katkıları sonucunda meydana gelmiştir. Dolayısıyla budun, devletin hem kurucusu hem de temel unsuru olmuştur. Başka bir deyişle budun, devletin gerçek sahibidir.

Bu sosyal yapı içerisinde hayatlarını sürdüren ve Orta Asya bozkırlarının elverişli alanlarında hayvancılıkla uğraşan Türk boyları, kendi aralarında güçlü siyasi birlikler oluşturmuştur. Bunun ilk örneği Asya Hun Devleti olurken onu Kök Türk ve Uygur gibi diğer Türk devletleri izlemiştir.

Boylar konfederasyonu üzerinde yükselen bu ilk Türk devletleri, boylar arasında birlikteliği sağladıkları dönemlerde, güçlerinin zirvesine ulaşmıştır. Örneğin Asya Hun Devleti’ne en parlak dönemini yaşatan Mete Han, yirmi altı boyu Türk tarihinde ilk kez tek bayrak altında toplamıştır. I. Kök Türk Devleti’nde ise Mukan Kağan, Kore’den Karadeniz’e kadar uzanan sahada yaşayan bütün Tölesleri ve diğer Türk boylarını hâkimiyeti altına alarak devletine en güçlü dönemini yaşatmıştır.

 II. Kök Türk Devleti zamanında da Kapgan Kağan yine Orta Asya’daki tüm Türk boylarını bir bayrak altında toplayarak gücüne güç katmıştır. Uygur Kağanı Moyen-Çor ise Hun ve Kök Türk dönemlerinde olduğu gibi öncelikle Orta Asya’daki boyları kendine bağlamıştır.

İlk Türk devletlerinin kurulması ve güçlenmesinde etkili olan boylar, bu devletlerin zayıflamasında da önemli rol oynamıştır. Boyların isyan etmesi ve budun birlikteliğinin bozulması, Türk devletlerinin güç kaybetmesine neden olmuştur.

 

Türk Devletlerinde Gücün Meşruiyet Kaynağı

Türklerde devleti yönetme yetkisinin kağana, Gök Tanrı tarafından verildiğine inanılırdı. Dolayısıyla Türklerde gücün kaynağı ilahiydi. Ancak Türk kağanı hiçbir zaman kutsal varlık, yani eski Mısır medeniyetinde olduğu gibi tanrı-kral sayılmamıştır. Tarihî kayıtlardan da anlaşıldığı üzere ilk Türk devletlerinde siyasi iktidar kavramı “kut” tabiri ile ifade edilmiştir. Tanrı, Türk kağanına kut vererek hükümdarlık gücü ve yetkisi bahşetmiştir.

Türklerde kağan olabilmek için Gök Tanrı tarafından kut verilmi bir aileye mensup olmak gerekirdi. Bu aileler belli olup Hunlarda Tu-ku, Kök Türklerde Aşina ve Uygurlarda Yağlakâr ailesidir. Kut, kan yoluyla geçtiği için bütün hanedan üyeleri kağan olma hakkına ve yetkisine sahiptir.

Türklerde kağan, hem bütün devlet teşkilatının başı hem de toplumun lideri durumundaydı. O, devletin başı olarak iç ve dış siyaseti düzenler, savaş ve barışa karar verir, ordulara komutanlık eder, elçiler gönderir ve elçileri kabul ederdi. Ayrıca devlet teşkilatının her kademesindeki görevlileri tayin eder veya onları görevlerinden alırdı.

 Türk devletlerinde hükümdarlara; şanyü, tanhu, han, yabgu, ilteber, idikut, erkin ve kağan gibi unvanlar verilmiştir. Hunlardan itibaren Türklerde bazı hükümdarlık sembolleri de görülmektedir. Bunlar; taht, davul, otağ, kotuz, tuğ ve yaydır. Kağan ülkeyi idare eder, töre koyabilir ve gerektiğinde yargılama da yapabilirdi.

Gücün Maddi ve Temel Kaynakları

Orta Asya; Gobi, Taklamakan, Karakum gibi çöllerden, geniş bozkırlardan ve ıssız düzlüklerden oluşur. Ayrıca büyük bir bölümü kapalı havza olan Orta Asya’da yer yer yüksekliği 7.000 m’yi aşan sıradağlar, büyük çukurlar ve göller yer alır. Bu coğrafi bölgedeki bozkırların kışı çok soğuk ve kar fırtınalı, yazı ise genellikle sıcak ve kuraktır. Yazın ara sıra şiddetli sağanaklar olsa bile yaşanan bu kuraklığı gideremez.

Bozkırın bu sert yapısı, bölgede yaşayan kavimleri etkilemiş ve konar-göçer hayat tarzının ortaya çıkmasını sağlamıştır. Bozkır, adaların ve vahaların dışında insanlara kalıcı bir yerleşme ve dinlenme imkânı tanımamıştır. Konar-göçerler, ulaşımda ve göçlerde atı kullanarak bu zorlu koşulların üstesinden gelmiştir.

Bununla birlikte bozkırın atlı göçebeleri, çabucak organize olabilen savaşçı bir toplum yapısına sahiptir. Esasen bozkır tarihi, en güzel otlakları ele geçirmek için mücadele eden ve bazı hâllerde gezinmeleri asırlar süren hayvan sürülerini yaylak ve kışlak arasında getirip götüren Türk kavimlerinin tarihinden ibarettir.

Türklerin Orta Asya’da ırmak, göl gibi su kaynakları çevresinde konar-göçer bir yaşam tarzı vardı. Boyların ekonomisinin temel dayanağı olan hayvanlarıyla birlikte yaşadığı ve belirli bir alanları olduğu anlamına da gelmekteydi. Hunlar, Kök Türkler ve Uygurlar yazın yaylak denilen serin, sulak, otlağı bol yüksek yaylalarda; kışın ise kışlak denilen daha ılık ova ve vadilerde yaşardı.

Geniş bozkır sahalarında iklim ve coğrafya gereği sürekli hareket hâlinde olan konar-göçerler, toprak bağlılığını değil soy aidiyetini birinci planda tutmuşlardı. Sosyal kimlik; aile, oguş ve boylar içinde gelişmiş ayrıca sınırlı otlakları kullanma mecburiyeti, aile ve grup ilişkilerini güçlendirmiştir. Zira bu özellik gelişmemiş olsaydı geniş bozkırlar boyunca ilerleyen boyların tek başına hayatta kalması mümkün olmazdı.

981-984 tarihleri arasında Turfan Uygurları’na giden Çin elçisi Wang Yen-te’nin raporuna göre; “Kao-ch’ang (Turfan) şehrinde yağmur ve kar yoktur. Aynı zamanda çok sıcaktır. Evler beyazbadanalıdır. Chinling Dağları’ndan çıkan nehir, başşehrin bütün çevresini dolaşır, tarlaları ve meyve bahçelerini sular ve su değirmenlerini işletir. Bu yerde beş hububat yetişir. Zengin insanlar at eti yerler, geri kalanlar ise sığır eti ve yaban kazı yerler. Onlar müziklerinde kopuz kullanırlar. Onlar, samur kürkü postu, keçe ve çiçek motif işlemeli elbise imal ederler. Kadınlar başlarına bir çeşit şapka giyer. Onların âdetlerine göre büyük bir kısmı ata biner ve ok atarlar. Onlar, gümüş ve pirinçten yaptıkları tüpleri su ile dolduruyorlardı. Bu tüplere basarak suyu fışkırtırlar yahut birbirlerine su atarak spor yaparlar.

Uygur Devleti, Kök Türklerin sahip olduğu mirasın üzerine kurulduğu için bozkır kültür geleneğini sürdürmüştür. Ancak zamanla Çinlilerle fazla yakınlaşılması ve Maniheizm’i kabul etmesi, Uygurların hayat tarzını değiştirmiştir. Bu nedenle Uygurlarda, toplumsal yapı hızlı bir değişim göstermiş ve şehirleşmeye doğru bir eğilim başlamıştır. Bunun yanında konar-göçer yaşamın da devam etmesi Uygurlarda bozkırlı ve şehirli olmak üzere iki farklı hayatın ortaya çıkmasına neden olmuştur.

Her an saldırıya açık bir coğrafyada yaşadıkları için konar-göçer toplulukların silahlı güce sahip olmaları gerekirdi. Bozkır kültürünün ögelerinden atı kullanan ve demiri işleyen Türkler, askerî bakımdan çevresindeki milletlere üstünlük sağlamıştır. Türk ordusu, ücretli askerlerden değil her an savaşabilecek durumda olan süvarilerden kuruluydu.

 Örneğin Hunlar, çocuklarını daha küçük yaşlarda biniciliğe alıştırırdı. Gençlik çağına geldiklerinde mükemmel binici olan bu çocuklar, böylece atlı savaş usullerini çok iyi uygulardı. Hunlarla savaşlarda başarılı olamayan Çinliler, yüz yıl süren bir askerî reform yapmış ve ordularını Hun tarzında teşkilatlandırarak onları durdurmaya çalışmıştır.

Mete Han Çin’e karşı millî bir siyaset izlemiştir. Buna göre Hun Devleti, Çin’i savaş gücü ile baskı altına alacak, devletin ve halkın ihtiyaçları vergi veya ticaret yoluyla Çin’den sağlanacaktı. Mete’nin, Çin’e karşı izlediği bu politikanın içinde Çin ülkesini ele geçirmek ve onu idare etmek gibi bir düşünce bulunmuyordu. Çin İmparatorluğu’nun da Hunlara karşı belirlediği bir politika vardı. Bu politikanın esası, Hunları tamamen hâkimiyet altına almak ve onları Çinlileştirmekti.

Savaş meydanlarında yenemedikleri Türkleri, çeşitli entrikalarla yenmeye çalışmışlardır. Önce hanedan üyelerinin aralarını rüşvet, yalan ve teşvik gibi uygulamalarla açarak daima devletin kağanına karşı onları kışkırtmışlardır. Diğer taraftan yine devlete bağlı boyları hediye ve benzeri şeylerle isyana teşvik etmişlerdir. Ayrıca her hükümdara özel eğitimli prensesler yollayarak casusluk yaptırmışlar, kağanları en yakından takip etmişlerdir.

 

Güç Paylaşımı ve Yönetim

Türk devlet teşkilatında kurultay (toy); siyasi, kültürel, hukuki ve ekonomik konularda genel kararlar alan ve devlet yönetiminin temelini oluşturan en yüksek kuruluştur. Kağan, hanedan üyeleri, hatun, aygucı ve boy beylerinden oluşan kurultay, genellikle yılda üç kez toplanarak devlet işlerini görüşürdü. Kurultay’ın üyelerine “toygun” denilirdi. Boy beylerinin kurultaya katılımı sadakat işareti sayılır aksi bir durum z konusu olduğunda bu bir isyan olarak algılanırdı.

Kurultay, kağanın seçimi veya görevden alınmasında da etkiliydi. Kağan, kurultayın doğal başkanıydı ve kağanın olmadığı zamanlarda aygucı (başbakan) kurultaya başkanlık ederdi. Kurultaylarda alınan kararlar halka duyurulurdu.

Coğrafi şartlar ve ülkenin içinde bulunduğu durum nedeniyle kurultayın her zaman toplanması ve boy beylerinin hızla bir araya getirilmesi mümkün değildi. Bu yüzden kurultay kararlarının uygulanmasını sağlamak ve takip etmek için buyruklardan (bakan) oluşan bir ayukıya (hükûmet) ihtiyaç vardı. Çin kaynaklarında Hun, Kök Türk ve Uygur Devletleri’nde görülen bu hükümet sisteminden sıkça bahsedilmiştir.

Yine Çin kaynaklarına göre Kök Türk hükûmeti dokuz bakandan oluşmaktadır. Dolayısıyla ilk Türk devletlerinde, kurultay (yasama) ve hükümet (yürütme) birbirlerinden ayrı kurumlardı. Fakat halktan ve yönetimden birinci derecede sorumlu olan kağandı. Kurultayı toplantıya çağırma, töre değişikliğini teklif etme, aygucıyı tayin etme, yargıya başkanlık etme görevleri kağana aitti.

 

Kurultaylarda alınan örnek kararlar

MÖ 56 yılında, Asya Hun Devleti’nde Ho-han-yeh ile kardeşi Çi-çi taraftarları arasında Çin hâkimiyetini kabul etme ve bağımsızlık konusunda tartışmalar çıkmıştır. Hun birliğinin bölünmesiyle sonuçlanan bu görüşmeler kurultayda gerçekleşmiştir.

II. Kök Türk Hükümdarı Bilge Kağan’ın, Çinlilerin etkisinde kalarak Budistleşme isteği, Türklerin yapısına uymadığı gerekçesiyle kurultay tarafından reddedilmiştir.

İlk Türk devletlerinde ülkenin yönetimi, Hunlardan itibaren devlet yönetiminde kolaylık sağlamak amacıyla doğu ve batı olmak üzere ikiye ayrılmıştır. İkili teşkilatlanma denilen bu sistemde, daima bir tarafın hâkimiyet üstünlüğü tanınmıştır. Buna göre kağan, doğuda otururken batının yönetimi hükümdar ailesinden önde gelen bir kişiye, genelde kağanın kardeşine bırakılırdı. Batı’daki yabgu unvanlı yönetici, Doğu’daki kağana bağlı olarak töre hükümlerini yürütürdü.

Türk kağanını kut yani siyasi iktidar ile donatan Gök Tanrı, ona iktisadi güç anlamına gelen “ülüş” bağışlamıştır. Ülüş, Türkçe “üleşmek” fiilinden çıkmış bir isim olup “pay, hisse, nasip, kısmet” anlamına gelmektedir. Tanrı, “ülüş” bağışı ile Türk ülkesinde bolluk ve bereketi artırmıştır. Türk kağanı da bu gücü halkın lehinde kullanarak elde ettiği maddi varlığı adil bir şekilde halka dağıtmıştır.

 

BÜYÜK HUN DEVLETİ (M.Ö.220-M.S.216)

    Devletin bilinen ilk hükümdarıdır. Tuman (MÖ.220-209) zamanında Çinliler, Yüe-çiler ve Moğol asıllı Tuzguzlarla savaş yapılmış, bu savaşların sonucunda Çin topraklarının bir kısmı ele geçirilmiştir.

MAO-DUN  (MÖ.209-174)

1-Tunguzları ve Yüeçileri yenilgiye uğrattı. Yüeçileri batıya sürdü. 2-Çinlileri yenilgiye uğratarak,onları vergiye bağladı;İpek yolunu kontrol altına aldı. 3-Mao-dun, zamanında Hunlar en geniş sınırlara ulaştılar.

4-Mao-dun, Türk topluluklarını bir bayrak altında topladı. 5-Mao-dun, devlet yönetimi ve askeri teşkilat alanındaki düzenlemeleriyle daha sonraki Türk devletlerinin temelini attı.

Ki-ok bir Çin prensesiyle evlenerek Çinlilerle akrabalık ilişkisi kurmuştur. İpek yolunun kontrolü Çin’ in eline geçti. Ki-ok’tan sonra devlet Çinlilerin kışkırtmaları,  Hun hükümdarlarının Çinli prenseslerle evlenmeleri ve Çin saldırılarıyla zayıfladı.

 Kardeşi Ho-hanyeh’in Çin himayesine girme teklifini kabul etmeyen Çi-Çi ayrılarak  Batı  Hunlarını meydana getirdi. (M.Ö.58).Çin saldırıları ile dağıldı. (M.Ö.36)

M.S.48 yılında Kuzey ve Güney olmak üzere ikiye ayrılan Hunlara, Kuzey Hunlar önce olmak üzere Çinliler son verdiler. (150)(216)

Not: Hunlar,tarihte ilk defa Türkleri bir bayrak altında topladılar. Çi-Çi,ilk Türk milliyetçisi kabul edilir.

EĞER MEJESTELERİ BENİM VE HUNLARIMIN ÇİN SEDDİNE YAKLAŞMALARINI İSTEMİYORLARSA, ELÇİMİN ORAYA GELİŞİNE KADAR GERİ ÇEKİLMELERİ LAZIMDIR.

   Mao-dun(Mete)’nin Çin imparatoruna yazdığı mektuptan      

                                        

ÜSTTE MAVİ GÖK ALTTA YAĞIZ YER YARATILDIĞINDA, İKİSİNİN ARASINDA İNSANOĞULLARI YARATILMIŞ. İNSANOĞULARININ ÜZERİNE ATALARIM DEDE-LERİM BUMİN HAKAN VE İŞTEMİ HAKAN TAHTA OTURMUŞ TAHTA OTURARAK, TÜRK HALKININ DEVLETİNİ VE YASALARINI YÖNETİVERMİŞ, DÜZENLEYİVERMİŞLER.

  Kül-tekin yazıtı doğu yüzü

DÖRT BUCAK HEP DÜŞMAN İMİŞ. ORDULAR SEVKEDEREK, DÖRT BUCAKTAKİ HALKLARI HEP ALMIŞ, HEP KENDİLERİNE BAĞIMLI KILMIŞLAR. BAŞLILARA BAŞ EĞDİRMİŞ, DİZLİLERE DİZ ÇÖKTÜRMÜŞLER. DOĞUDA KİNGAN DAĞLARINA KADAR, BATIDA DEMİRKAPI’YA KADAR HALKLARINI YERLEŞTİRMİŞLER.

   Kül-Tekin yazıtı doğu yüzü

KÖKTÜRKLER (552-659) (681-745)

I. KÖKTÜRK DEVLETİ (552-659)
     Merkezleri Ötüken’dir. Devleti Avar Devletini yıkarak Bumin Kağan kurmuştur(552) Türk adıyla kurulan ilk Türk devletidir. En eski yazılı kaynaklar bunlardan kalıştır. Hunlardan sonra Türkleri ikinci defa bir bayrak altında toplamışlardır. Bumin Kağan batı bölgelerinin yönetimini kardeşi istemi Yabgu’ya bıraktı. İpek Yolu’nu kontrol etmek isteyen İstemi Yabgu, Akhunlara karşı Sasanilerle işbirliği yapmış ve Akhun Devleti’ne son verilmiştir. Akhun toprakları Ceyhun nehri sınır olmak üzere paylaşılmıştır (557). Sasanilerle ilişkileri bozulunca bu devlete karşı Bizans’la anlaşma yolları aramıştır.

Mukan Kağan zamanında Kök Türk Devleti her yönüyle parlak bir dönem yaşadı. Kore’den Karadeniz’e kadar uzanan sahada yaşayan bütün Töles ve diğer Türk boylarını, kuzeyde Kırgız Türklerini ve yabancı kavimleri devlete bağladı. Onun zamanında Kök Türkler dünyanın en güçlü devletlerinden biri oldu. 1- Avarları ortadan kaldırdı. 2-Ülke sınırlarını Hazar Denizi’ne kadar genişletti. 3-Kitanlar ve Kırgızlar hakimiyet altına alındı. 4-Çin baskı altında tutuldu. 5-Akhunlar üzerine seferler yapıldı. İç çekişmeler ve Çin’in kışkırtmalarıyla 582 yılında ikiye ayrıldılar.  

Doğu Göktürkleri 630,Batı Göktürkleri 659 yılında Çinliler tarafından yıkıldı.

 

 

II. KÖKTÜRK DEVLETİ 682-744)

Kutluk (İl-Teriş) Kağan 681 yılında II. Göktürk Devletini Çin egemenliğinden kurtularak kurmuştur. Kutluk (İl-Teriş) Kağan 682 yılında II. Göktürk Devletini Çin egemenliğinden kurtularak kurmuştur.

 

Kapgan Kağan’ın sert tutumu ve Çin entrikaları nedeniyle devlete bağlı boylar birer birer isyan etmiştir. Bu isyanların birinde Kapgan Kağan’ın öldürülmesi üzerine yerine oğlu İnel tahta çıkmıştır. Fakat İnel’in kağanlığı yetersiz bulunmuş ve onun yerine İlteriş’in oğlu Bilge, kağanlığa getirilmiştir. Bilge Kağan ilk iş olarak devletin başına büyük dert açan boyların isyanını bastırmış ve devletin birliğini yeniden sağlamıştır.

Bilge Kağan’dan sonra devletin başına geçen kağanların yetersiz olmaları zamanla devleti zaafa uğrattı. Sonuçta II. Kök Türk Devleti, 742’de Basmil ve Uygur isyanları sonucunda önce zayıflamış, ardından da Uygurlar tarafından yıkılmıştır.

  

UYGURLAR (744-840)

Orhun ve Selenga bölgesinde yaşayan Uygurlar, Karluk ve Basmil boyları ile birlikte II. Kök Türk Devleti’ne son vermiştir. 744 yılında Kutluk Bilge Kül Kağan, merkezi Karabalgasun olan bağımsız Uygur Devleti’ni kurmuştur. Başkent Ötüken’den (Karabalgasun) Ordubalıg’a taşınmıştır. Moyen Çur döneminde,  Talas Savaşı’nda Çinlilerin yenilmesi üzerine Çin’de iç karışıklık çıkmış ve Çin Uygurlardan yardım istemiştir. Yardım eden Moyen- Çur ile Çin imparatorunun kızı evlenmiştir. Çevrede ki Türk boyları yönetim altına alınmıştır.  

Bögü Kağan Çin’in iç karışıklıklarından yararlanarak bazı bölgeleri ele geçirdi. Maniheizm kabul edildi. Bu dinin etkisi ile Türkler savaşçı özelliklerini kaybettiler.

Yerleşik hayata geçtiler. Kültürel faaliyetler gelişti. Tarım ve ticaret gelişti. Baga Tarkan, ülkede düzeni sağlamak için bazı kanunlar çıkardı. Uygurlar içinde bulunan Dokuz Oğuzlara karşı olumsuz tutum sergilemiştir. Onun bu tutumu devlet içinde büyük karışıklıklara sebep olmuştur. Sonraki hükümdarlar döneminde ortaya çıkan açlık, kıtlık ve salgın hastalılar devleti zayıflattı.

 

UYGURLARIN İKİYE AYRILMASI

     Mani dininin etkisi,Çin’in olumsuz etkisi, ağır kış şartları dolayısıyla çok olması ile ortaya çıkan ekonomik zorluklar ve iç mücadelelerle zayıflayan Uygurlar’a Kırgızlar son vermiştir.

     KANSU UYGUR (SARI UYGURLAR)DEVLETİ: Uygurların bir kısmı Çin’in kuzeyindeki Kansu bölgesine gelerek burada Kansu Uygur Devleti’ni kurdular. En son Moğol egemenliği altına girdiler.1226

     DOĞU TÜRKİSTAN (TURFAN) UYGUR DEVLETİ: Beşbalık, Turfan ,Koçu bölgesine yerleşen Uygurların kurdukları devlettir. Uygurlar, ticaret yaparak ekonomik yönden güçlendiler. 1209’da Moğol egemenliği altına girdiler.

Uygurların Özellikleri: Göçebe hayattan yerleşik hayata geçen ilk Türk topluluğudur.

İlk ciddi mimari eserleri bunlar vermiştir. Çinlilerle etkileşim sonucunda kağıt ve matbaayı kullanan ilk Türk devletidir. Siyasi alandan çok kültür ve medeniyet alanında varlık göstermişlerdir. Tarım ve ticaret alanında etkili olmuşlardır.

         

İlk Türk Devletlerinde Töre

İlk Türk devletlerinde hukukun temelini ve kaynağını geleneklerden alan sözlü hukuk kuralları denilen “töre” oluştururdu. Töre; sosyal düzeni sağlayan örf, âdet, gelenek ve ahlaki değerlerden beslenerek ortaya çıkmıştır. Orta Asya’daki konar-göçer yaşam tarzının etkisiyle oluşan töre, sadece bu coğrafyayla sınırlı kalmamış, çağlar boyu farklı bölgelerde kurulan Türk devletlerinde de etkili olmuştur. Hareketli göçebe Türk toplumunu yönetmek, her zaman disiplin altında tutmak, etkin hukuk kurallarının oluşmasına ve bunların gereği gibi uygulanmasına bağlıydı.

Törenin oluşumunda; kut anlayışı ile kağanlar tarafından konulan kurallar, kurultaylarda alınan kararlar ve kağanın iradesiyle toplum içinde yavaş yavaş oluşan gelenekler etkili olmuştur. Getirilen kuralların adalete uygun olmasına dikkat edilmiştir. Kağanlar da dâhil olmak üzere bu töreye herkesin uyması zorunludur. Töre, Türk toplumunda gerek kağanın iktidarı gerekse devletin sürekliliği için önemli bir koşuldur. Bu sebeple töresini kaybetmiş bir ulusun yok olmuş sayılacağı hatırlatılarak kağanlardan her zaman töreye uygun davranmaları istenmiştir.

 

İl Gider, töre kalır.

Türk kağanları ülkelerinde adaletin sağlanmasına büyük önem vermiştir. Orhun Kitabeleri’nde töre kelimesinin, on bir yerde geçmesi ve bunun altısının il ile birlikte kullanılmış olması bunun bir göstergesidir. Ayrıca devletin varlığını devam ettirmesi, törelere bağlılık ile ilişkilendirilmiştir. Devlet ile törenin eş değer olduğunu, abidelerdeki şu cümleler açıklamaktadır: «Ey Türk budunu (milleti), devletini, töreni kim bozabilir.» Törenin en önemli değeri olan adalet de bu yüzden mülkün yani devletin temeli kabul edilmiştir. Devlet teşkilatlanmasında düzenleyici bir role sahip olan töre, kağanın hem keyfî hareket etmesini engellemiş hem de halkına adil davranması için bir kontrol mekanizması olmuştur.

 

 

Türk Kitabelerine Göre Güç ve Yönetim Anlayışı

Tarihin köklü milletlerinden olan Türkler, Avrasya coğrafyasında çok geniş bir alana yayılmıştır. Başta Orhun Yazıtları olmak üzere Yenisey ve diğer yazıtların okunmasıyla eski Türk kültürü daha iyi anlaşılmıştır. Yenisey Yazıtları’nda yazıt kahramanının yaptığı işlerden bahsedilmiştir. Bu yazıtlardan kişi, boy ve halk adları öğrenilmektedir. Bir siyasetname örneği olan Orhun Yazıtları, Türklerin devlet ve yönetim anlayışı ile ilgili önemli bilgiler içermektedir.

Orhun Yazıtları’na göre Türkler, devleti evrenin yaratılış düzenine uygun bir tarzda şekillendirmiştir. Yazıtlarda, “Üstte mavi gök, altta yağız yer kılındıkta, ikisi arasında insanoğlu yaratılmış. İnsanoğlunun üzerine ecdadım Bumin Kağan, İstemi Kağan oturmuş.” ifadesi yer almaktadır. Buna göre gökyüzü ve yeryüzü yani bütün dünya Türk devletinin mekânını oluşturmaktadır. Türk kağanları ise “cihanşümul” yani bütün dünyanın hükümdarı konumundadır.

Yazıtlara göre dünya hâkimiyeti, Tanrı tarafından Türk kağanlarına bir görev olarak verilmiştir. Bilge Kağan, yazıtında âdeta dünya hâkimiyetini gerçekleştirmiş bir hükümdar gibi şöyle konuşmaktadır: “Doğuda gün doğusuna, güneyde gün ortasına, batıda gün batısına, kuzeyde gece ortasına kadar onun içindeki millet hep bana tâbidir. Bunca milleti hep düzene soktum.”

Yazıtlarda ilk Türk devletlerindeki egemenlik anlayışının ilahi kaynaklı olduğu görülmektedir. “Tanrı gibi gökte olmuş Türk Bilge Kağan’ı, bu zamanda oturdum.” ve “Türk milletinin adı sanı yok olmasın diye babam kağanı, annem hatunu yükseltmiş olan Tanrı, il veren Tanrı” ifadeleri bu duruma örnek olarak gösterilebilir.

Türk kağanları, ordular sevk ederek savaşmak, Türkçe konuşan ve Türk soyundan olan bütün toplulukları bir devlet çatısı altında toplamak, birlik ve bütünlüğü sağlamak zorundadır. Bu durum Orhun Yazıtları’nda “Tanrı lütfettiği için illiyi ilsizletmiş, kağanlıyı kağansızlatmış, düşmanı tâbi kılmış, dizliye diz çöktürmüş, başlıya baş eğdirmiş.” şeklinde ifade edilmiştir.

Yazıtlarda kağanların millete karşı sorumlu olduğunu ve millete hesap verdiğini gösteren örnekler de bulunmaktadır. “Türk Milleti için gece uyumadım, gündüz oturmadım. Ondan sonra Tanrı irade ettiği ve lütfettiği için talih ve kısmetim olduğu için ölecek milleti diriltip kaldırdım, çıplak milleti giydirdim, fakir milleti zengin ettim, nüfusu az milleti çok ettim.”

Türklerde devletin kuruluşuna halkın katkısı Orhun Yazıtları’nda şöyle geçmektedir: “Babam (İlteriş) on yedi er ile harekete geçti. Haberi işiten ormandakiler, ovadakiler toplanıp geldiler, yetmiş kişi, sonra yedi yüz kişi oldular. Kağanlığı atalarının törelerinde kurdular.” Bilge Kağan, Kül Tigin Yazıtı’nın başından sonuna kadar vermek istediği mesaj; “Ey Türk Oğuz beyleri! Milleti işitin. Üstte mavi gök çökmedikçe, altta yağız toprak delinmedikçe, ey Türk milleti, senin ilini, töreni kim bozabilir!” ifadesinde yer alan Türk milletinin kıyamete kadar yaşayacağı düşüncesidir.

 

4.3. KAVİMLER GÖÇÜ

Sosyal bir olay olan göç, bir topluluğun farklı nedenlerle kendi yurdunu terk ederek başka bir yere gitmesi veya yer değiştirmesidir. Topluluklar önemli bir neden olmadan topraklarını bırakıp sonunu bilmediği bir maceraya kalkışmaz. Çünkü yöneldikleri topraklar tamamen boş ve sahipsiz değildir.

Bu yüzden göç eden topluluklar gittikleri yerlerdeki kavim veya topluluklara karşı hâkimiyet mücadelesi vermek zorundadır. Bunun sonucunda da göç eden topluluğun, göç ettiği coğrafyadaki halkı ya hâkimiyeti altına alması ya da onu başka bir yere sürmesi gerekir.

    Tarih boyunca Türkler de değişik sebeplerle farklı bölgelere pek çok kez göç etmiştir. Bu göçler içerisinde Kavimler Göçü, gerek sonuçları itibariyle geniş sahalardaki farklı medeniyetleri etkilemesi gerekse etkisinin yüzyıllar boyu sürmesi nedeniyle ayrı bir öneme sahiptir.

Asya Hun Devleti’nin zayıflaması ve yıkılış sürecine girmesiyle Orta Asya’nın geniş bozkırlarında yaşayan bazı Türk boyları bağımsız hareket etmeye başlamıştır. Zamanla nüfusu artan bu boylar, çeşitli sebeplerle I. yüzyıldan itibaren batıya doğru göç etmiştir

IV. yüzyılın başlarında Roma İmparatorluğu’nun sınırları dışında yaşayan Germen kavimleri, geçim kaynaklarının yetersizliği nedeniyle güneye Roma İmparatorluğu’nun Ren-Tuna nehirleri hattındaki sınırlarına yığılmıştır. Roma İmparatorluğu ise sınırlarını bu kavimlerden korumak için siyasi ve askerî mücadeleye başlamıştır.

    Diğer taraftan Hun Türkleri batıya doğru harekete geçtiklerinde, önlerine çıkan ve Romalılarca barbar olarak nitelendirilen kavimleri (Germenler, Ostrogotlar, Vizigotlar gibi) batıya doğru sürükleyerek yerlerinden etti. Hunlardan kaçan bu kavimler, Roma sınırlarına yığılmış başka kavimleri domino taşı etkisiyle itmiş ve bu topluluklar 376 yılında kitleler hâlinde Roma İmparatorluğu topraklarına girmiştir. Tarihte bu büyük nüfus hareketine Kavimler Göçü denilmektedir.

  Sonuçları

      Avrupa yüzyıl süren bir karışıklık ortamı yaşadı. Roma imparatorluğu ikiye ayrıldı (395). Batı Roma İmparatorluğu yıkıldı (476). Hunlar Avrupa Hun Devletini kurdular. Derebeylik(Feodalite) rejimi ortaya çıktı. Roma toprakları üzerinde birçok Germen devleti kuruldu. Bunların en önemlisi Frank Devleti’dir. Germen kavimleri arasında Hıristiyanlık yayıldı. Kilise ve Papalık güçlendi. Avrupa’nın bugünkü etnik yapısı oluştu. Bu olay, İlkçağ’ın sonu Ortaçağ’ın başlangıcı kabul edildi. Hunlar, askeri ve kültürel alanda Avrupa’yı etkilemişlerdir.

   THEODOSİUS, ATTİLA GİBİ, ASİL BİR BABANIN OĞLUDUR. ATTİLA BABASI MUNCUKTAN ALDIĞI ASALETİ MUHAFAZA ETMİŞ, FAKAT THEODOSİUS ATTİLA’NIN HARAÇGÜZARI OLMAKLA KÖLE DURUMUNA DÜŞMÜŞTÜR. THEODOSİUS KÖLELİK HAYSİYETİNİ DE KORUYAMAMIŞTIR, ÇÜNKÜ EFENDİSİ OLAN ATTİLA’NIN CANINA KIYMAK İSTEMİŞTİR.

    Attila’nın Bizans imparatoruna yazdığı mektuptan

                                                               

Avrupa Hun Devleti (375-469)
Hunlar, IV. yüzyılın ortalarında Don ve Volga Irmakları arasındaki, Alanların hâkim olduğu toprakları ele geçirdi. Buradan, Balamir idaresinde batıya doğru yeniden harekete geçen Hunlar, önlerine çıkan kavimleri yerlerinden etmekle kalmamış aynı zamanda Avrupa içlerine kadar da ilerlemişlerdir. Kavimler Göçü olarak bilinen bu önemli olayın sonucunda Avrupa Hun Devleti bölgede önemli bir güç hâline gelmiştir

Balamir’den sonra hükümdar olan Uldız, Hun dış politikasının ana hatlarını belirlemiştir. Buna göre Doğu Roma İmparatorluğu baskı altında tutulurken Batı Roma İmparatorluğu’yla dostluk kurulacaktı. 422 yılında Rua, Doğu Roma entrikalarını etkisiz hâle getirmek için Balkan seferine çıkmış ve Doğu Roma’yı vergiye bağlamıştır.

Rua’dan sonra hükümdar olan Attila devlete en parlak dönemini yaşatmıştır. Attila tahta çıktıktan sonra ilk olarak Doğu Roma İmparatorluğu’yla 434 yılında Margus Antlaşması’nı imzalamıştır.

    Margus Antlaşması

• Bizans bundan sonra Hunlara bağlı kavimlerle antlaşmalara girmeyecek

 • Esir alınmış Bizans tebaası dâhil Hunlardan kaçanlara sığınma hakkı verilmeyecek.

• Bizans’ın elinde bulunan mülteciler iade edilecektir. Ayrıca Grek asıllı olanlar için fidye verilebilecek.

• Ticari münasebetler yine belirli sınır kasabalarında devam edecek.

• Bizans’ın ödediği yıllık vergi iki katına yani 750 libre altına çıkarılacaktır.

Bu antlaşma ile Attila, Doğu Roma’yı vergiye bağlayarak batıdaki hâkimiyetini pekiştirmiştir. Verdiği sözleri yerine getirmediği için 441 yılında Doğu Roma üzerine I. Balkan Seferi’ni düzenlemiştir. Bu sefer sonucunda Balkanlarda, Hunların karşısında durabilecek bir kuvvetin kalmadığı anlaşılmış ve Doğu Roma da barış şartlarına uyma garantisi vermiştir.

Attila, 447 yılında Doğu Roma’nın barış şartlarına yine uymaması üzerine II. Balkan Seferi’ne çıkmış ve Doğu Roma’yla Anatolios Antlaşması’nı imzalamıştır. Bu antlaşmayla birlikte Attila, devletinin dış siyasetini değiştirmiş ve Batı Roma İmparatorluğu üzerine yönelmiştir.

Avrupa Hunları, düzenlediği bu iki sefer sonunda Kuzey İtalya’yı ele geçirmiştir. Başkentin düşeceğinden endişe eden Romalılar, Papa I. Leo başkanlığında bir barış heyetini Attila’ya göndermiş ve ondan Roma’yı esirgemesini istemiştir. Papa’nın güvence isteğini kabul eden Attila, böylece Batı Roma’ya üstünlük sağlamıştır.

 Attila’nın Roma önlerinden dönmesini, Roma’nın Hıristiyan dünyası için kutsal bir merkez olması Batı Roma’nın gücünü kırdığına inanması ve Doğu’da bir tehlike olarak gördüğü Sasani Devleti üzerine sefere çıkmak istemesine bağlarlar.

Attila, bu sefer dönüşünde ölmüş ve yerine sırasıyla oğulları İlek, Dengizik ve İrnek geçmiştir. İrnek Dönemi’nde Avrupa’da tutunamayacağını anlayan Hunlar, Karadeniz’in kuzeyine çekilmiştir

4.4. TÜRKLERDE COĞRAFYA İLE OLUŞAN YAŞAM TARZI

Yaşanılan coğrafi bölgenin fiziki yapısı, toplumların hayat tarzının oluşumunda temel etkendir. Türk toplumunun yaşam tarzına da yaşadığı bölgenin coğrafi özellikleri şekil vermiştir. Tarımın sınırlı alanlarda yapılabildiği buna karşın otlakların geniş yer tuttuğu Orta Asya’da Türk boyları zorunlu olarak geçimlerini hayvancılık üzerine kurmuştur. Bu nedenle hayvancılık ile uğraşan Türklerin büyük çoğunluğu, konar-göçer bir yaşam tarzını benimserken bir kısmı da yerleşik yaşam sürmüştür.

Eski Türk topluluklarının özellikle su kaynaklarına yakın, yaylak- kışlak hayatı üzerine kurulu bir yaşamları vardı. Böyle bir hayat tarzını, avcılık ve toplayıcılık ile geçinen toplumların yaşamları ile karıştırmamak gerekir. Konar-göçer yaşam şekli, bozkırda doğa ile bütünleşmiş bir toplumun hayatını sürdürebilme mücadelesidir. Bu yaşam tarzında boylar, büyük sürüler hâlinde baktıkları hayvanların ürünleriyle hayatlarına devam edebiliyordu.

Avrasya’da yaşayan bütün Türklerin konar-göçer bir hayat sürdürdükleri söylenemez. Türk boylarından bazıları, uygun tarım alanlarında hem tahıl hem de meyve-sebze yetiştirmiştir. Eski Türkler, yaşamaya uygun alanlarda yerleşik hayata geçerek şehirler kurmuş ve eserler meydana getirmiştir.

Türkler, elverişli buldukları alanlarda hayat tarzlarını değiştirmiş, daha kolay ve rahat olan yerleşik yaşamı tercih etmişlerdir. Ancak Türklerin çoğu, toplum özelliklerinin de etkisiyle bozkırdaki zor yaşamı daha çok benimsediler.

Yiyecekleri; kurutulmuş et, pastırma, et tozu gibi farklı şekillerde muhafaza ederek tükettikleri bilinen Türkler, tarihte ilk defa konserve yapan millettir.

 

 

Türklerin Ana Yurttan Göçleri

 Türk toplulukları, çeşitli nedenlerle yaşadıkları bölgeleri kitleler hâlinde terk ederek çok uzun mesafeler kat etmek suretiyle başka alanlara göç etmiştir. Göçlerin siyasi ve ekonomik olmak üzere iki temel sebebi vardır. Ekonomik sebepler; nüfusun artması nedeniyle otlakların yetersiz kalması, kuraklık veya ağır kış şartları yüzünden kıtlık yaşanmasıdır. Siyasi sebepler ise Türk boyları arasındaki mücadeleler ile Çin ve Moğol baskısıyla boyların yerlerini terk edip başka bölgelere gitmeleridir.

Yeni ülkeler elde etme arzusu ve bunun doğal sonucu olarak yeni vatanlar kurma fikri de Türk göçlerinin sebepleri arasında sayılabilir. Dolayısıyla Türk toplulukları, sosyal yapısı gereği taşıdığı toplumsal dayanışma ve dinamizm sayesinde zaman zaman Orta Asya’daki yurtlarını terk etmiştir. Böylece başka coğrafyalara göç etmişler ve yayılmışlardır.

 

3.5. İLK TÜRK DEVLETLERİ VE KOMŞULARI

Eski Türk topluluklarındaki ekonomik yapı daha çok bozkır kültürü etrafında şekillenmiştir. Orta Asya kültür çevrelerinde yapılan kazılarda ortaya çıkan bulgular da bunu desteklemektedir. Ekonomik yapıyı büyük ölçüde etkileyen bu bozkır kültürünün temelini hayvancılık, tarım, el sanatları ve ticaret oluşturmaktaydı.

Hunlar, temel geçim kaynağı olarak hayvancılıkla beraber tarım, avcılık, balıkçılık, madencilik, dericilik ve ticaretle uğraşmışlardır. Savaşçı özellikleri düşünüldüğünde yağma ve ganimet de önemli bir kaynaktır. Madencilik konusunda demiri, altını ve gümüşü çıkarıp işleyebilen Hunlar; başta Çin olmak üzere yerleşik toplumlara kürk, at, et, deri, silah satmışlar, karşılığında ise ipek, çay ve tahıl ürünleri almışlardır. Güçlü oldukları dönemlerde ise İpek Yolu’nun uluslararası ticaretine katılmışlar ya da bu yolu kontrol altına almışlardır.

Madencilik, ekonomik bir faaliyet olmanın yanı sıra dönemin savaş sanayisinde Hunların üstün olmalarını sağlıyordu. Hunlar aynı zamanda her biri sanat eseri değerinde olan kalkan, zırh, kılıç, mızrak, madenî tabak, heykel, kazan, ibrik, eyer ve koşum takımları üretmişlerdi. Orta Asya’daki kurganlarda yapılan arkeolojik araştırmalar sonucunda ortaya çıkan bu buluntular, aslında Türk bozkır topluluğunda ne kadar kalabalık bir esnaf ve zanaatkâr kitlesinin de bulunduğunu kanıtlamaktadır.

Hunlar, Kök Türkler ve Uygurlar gibi Orta Asya’da büyük devletler kuran Türk toplulukları, ipek, buğday ve pirinç gibi ekonomilerinin eksiği olan temel ürünleri zaman zaman Çin’den hediye ve vergi olarak temin etmekteydi. Buna rağmen onlar, buğday gibi tarım ürünlerinde tamamen Çin ekonomisine bağlı değillerdi. Daha doğrusu bu ürünü Türkler de yetiştirmekteydi. Çinliler, tarım ekonomisinde ileri bir toplumdu. Bunun için Türkler, zaman zaman Çinlilerin tarım ürünlerinden ve araçlarından yararlanmaktaydı. Örneğin Kök Türk hükümdarı Kapgan Kağan, bir defasında Çin’den vergi olarak 1.250 ton tohumluk buğday ile 3 bin adet tarım aleti almıştır.

Kök Türkler, Çin’den aldıkları tohumluk buğdayı aynı yıl içinde ekmiş; fakat bu buğdayın hiçbiri çıkmamıştır. Zira Kapgan Kağan’a vergi ödemeyi bir türlü içine sindirememiş olan Çin imparatoriçesi, bu buğdayı Kök Türklere pişirerek vermiştir. Ayrıca hediye olarak verilen altın ve gümüşün değeri de çok düşüktü. Gerçeği anlayan Kapgan Kağan, 698’den sonra Çin üzerine büyük bir akına geçmiştir. 703 yılına kadar Çin’in kuzey eyaletlerine akınlar yapılmıştır. Üç yüz-dört yüz bin kişilik Çin orduları kırk-elli bin kişilik Türk ordularına mağlup olmuştur.

Kök Türklerin, Çin ile ilişkilerinin yanında batısında bulunan Sasani ve Bizans İmparatorluklarıyla da ilişkileri olmuştur. Özellikle Ak Hunların ortadan kalkmasıyla Kök Türk Devleti batıda Sasani İmparatorluğu’yla sınır komşusu olmuştur. Batı Kök Türklerine vergi vermeye başlayan Sasani Hükümdarı Anuşirvan, Maveraünnehir ticaret yolunu tamamen eline geçirmek istemiştir. İstemi Yabgu, kendisine karşı düşmanca tutum takınan Sasani hükümdarına karşı Bizans İmparatorluğu ile temasa geçti ve 567 yılında İstanbul’a bir elçi heyeti yollamıştır. Tarihte Orta Asya’dan İstanbul’a gönderilen bu ilk heyete karşılık Bizanslılar da İstemi Yabgu’nun ülkesine elçi göndermiştir. Böylelikle meydana gelen Türk-Bizans ittifakı, Sasani İmparatorluğu’nu zor durumda bırakmıştır.

İlk Türk Devletlerinin Ticari Politikaları

Eski Türk topluluklarında ve devletlerinde ticaret, büyük ölçüde “değiş tokuş” esasına dayanıyordu. Diğer bir ifadeyle alınan mal karşılığında başka bir mal verilmekteydi. Bu da hiç şüphesiz alınacak ve verilecek mal hususunda tarafların karşılıklı anlaşmalarına bağlıydı. Türkler, değiş tokuş için en çok atı kullanmışlardı. Ticarette kullanılan başka bir ödeme aracı da kıymetli madenlerden yapılmış çeşitli kap kacaklardı. Yaptıkları ticarette parayı da kullanan Türkler; özellikle Bizans, Çin ve Sasani gibi komşu ülkelerden vergi, haraç ve savaş tazminatı adı altında temin ettikleri paralarla ihtiyaçları olan malları satın alırlardı. Türkler, satir adını verdikleri ve diske benzeyen bu gümüş parayla ticarette ödeme yapmışlardı.

Milletlerarası ticarette Türkler, genellikle Soğdlu tüccarları himayelerine alarak kullanmış iseler de zamanla Hun, Kök Türk, Uygur devletlerinde de tüccar grupları oluşmaya başlamıştır. Soğd ve Araplar gibi yabancı tüccarların Türk ülkesinde temsilcilikleri olduğu gibi Türk tüccarlar da yabancı ülkelerde temsilcilikler açmıştır.

Doğu-batı, kuzey-güney ticaretinde toprakları aracı konumunda olan Türk devletleri gelip geçen kervanlardan “geçiş vergisi” almıştır. Özellikle Çin ipeğinin Batı’ya satışından önemli kârlar elde etmişlerdir. Türkler kervanların ülkelerinden geçiş güvenliğini sağlamışlar, konaklama ihtiyaçları için kervansaraylar denilebilecek yerler inşa etmişlerdir. Kervanlara at, deve gibi gerekli hayvanları temin eden Türkler, kervanda bulunanlara belirli ücret karşılığında yeme içme hizmeti de vermişlerdir.

Özellikle İpek Yolu güzergâhı, çok erken dönemlerden itibaren Türklerin sahip olduğu topraklardan geçmiştir. İpek Yolu’nda ticaretin çok iyi ve bol kazançlı olması Türklerle komşuları arasında mücadelelere sebep olmuştur. Örneğin Kök Türkler, Sasanilerle işbirliği yaparak İpek Yolu ticaretini elinde bulunduran Ak Hun (Eftalit) Devleti’ne 557 yılında son verdi. Ak Hun Devleti’nin topraklarını Ceyhun Nehri sınır olmak üzere aralarında paylaştılar. Sonuçta Batı Türkistan’ın önemli şehirleri Kök Türk Devleti’ne bağlandı ve böylece İpek Yolu, İstemi Yabgu’nun eline geçti. Diğer taraftan bu ticaret yolu, Uzak Doğu’dan Ön Asya ve Akdeniz’e kadar çok geniş bir bölgeyi birbirine bağlayan köprü olma özelliği ile buradaki devletlerin iç piyasalarını da canlandırmıştır.

Çin’e canlı mal ihracı, kendisinden önceki Türk devletlerinde olduğu gibi Uygur Devleti Dönemi’nde de devam etmiştir. Özellikle Uygur kağanları, Çin’e daha fazla mal satabilmek için siyasi ve askerî güçlerini bir baskı aracı olarak kullanmışlardır. Örneğin onlar, satmak gayesi ile Çin’e gönderdikleri atlarının hepsini almaları için Çinlileri zorlamışlardır. Çinliler de aralarındaki barışı korumak için Uygurların bu zorlamasına ister istemez boyun eğmek durumunda kalmıştır. Uygurların ihracatı sadece canlı at satımından ibaret değildi. Son derece çalışkan insanlar olan Uygur Türkleri, çeşitli türden bol miktarda mal üretiminde bulunurlardı. Üstelik ülkeleri de derisi kıymetli hayvanlar bakımından zengindi. Uygurlarda, derisi için çok miktarda sansar ve samur avlanırdı. Ayrıca bu derilerden başka beyaz aba, işlemeli ve çiçekli kumaşlardan giysiler üretilirdi. Uygurlar, ihtiyaç fazlası olan bütün bu ürünleri satmak için komşu ülkelere gönderirdi.   

Öte yandan, Soğd ve Arap tüccarlarının Uygur Devleti’nin merkezinde faaliyet VII-X. yüzyıllarda kuvvetli teşkilatı, canlı ticari faaliyeti, dinî hoşgörüsü ve iktisadi refahı ile Kafkaslar ve Karadeniz’in kuzey düzlüklerinde İtil’den (Volga), Özü’ye (Dnyeper), Colman’a (Kama) ve Kiyef’e (Kiev) uzanan sahada siyasi istikrar sağlayan Hazar hakanlığı, Doğu Avrupa tarihinde büyük rol oynamış en ühim Türk devleti olarak görünmektedir.

Hazar Devleti kuvvetli ordusu ile hâkim olduğu geniş sahada asayiş ve ulaşım güvenliği sağlayarak VII ve IX. Yüzyıllar boyunca, Doğu Avrupa'da tam manasıyla bir "Hazar Barış Çağı" gerçekleştirmiştir. Bu barış dönemi ile beraber Hazar ülkesi; ulaşımın hızlandığı, mal değişiminin arttığı, Doğulu ve Batılı milletlerden kitleler hâlinde ticaret ve sanatla uğraşan insanların kaynaştığı bir yer hâline gelmiştir.

Gök Tanrı inancına mensup olan Hazarların milletlerarası bu sıkı ilişkileri sonucunda ülkelerinde İslamiyet, Hristiyanlık ve Musevilik de yayılmıştır. Hazar barışının sağladığı rahatlık ve huzurla gelişen ticari faaliyet, tarihin önemli olaylarından biridir. Bu süreçte refah içinde yaşayan Hazarlar; bal, mum, un, kadife ve kürk ticareti yapmışlar; arıcılık ve balmumu ticareti ile uğraşmışlar, denizde ve nehirlerde gemiler işletmişlerdir. gösteren temsilcileri bulunurdu. Bunlar, kendi ülkelerinden Uygur ülkesine, Uygur ülkesinden de kendi ülkelerine daima mal getirir ve sevk ederlerdi

Uygurlar alım satım ve borç alıp vermede belirli bir para ve ölçü sistemine sahip olmuştur. Borç olarak alınan mal ve para faiz karşılığında genellikle ilkbaharda alınmış ve ürünün kaldırıldığı sonbaharda ödenmiştir. Borç karşılığı her ay faiz ödemesi yapılması, Türklerde bankacılığın temelini teşkil etmiştir.

Hazar Devleti kuvvetli ordusu ile hâkim olduğu geniş sahada asayiş ve ulaşım güvenliği sağlayarak VII ve IX. Yüzyıllar boyunca, Doğu Avrupa'da tam manasıyla bir "Hazar Barış Çağı" gerçekleştirmiştir. Bu barış dönemi ile beraber Hazar ülkesi; ulaşımın hızlandığı, mal değişiminin arttığı, Doğulu ve Batılı milletlerden kitleler hâlinde ticaret ve sanatla uğraşan insanların kaynaştığı bir yer hâline gelmiştir. Gök Tanrı inancına mensup olan Hazarların milletlerarası bu sıkı ilişkileri sonucunda ülkelerinde İslamiyet, Hristiyanlık ve Musevilik de yayılmıştır. Hazar barışının sağladığı rahatlık ve huzurla gelişen ticari faaliyet, tarihin önemli olaylarından biridir. Bu süreçte refah içinde yaşayan Hazarlar; bal, mum, un, kadife ve kürk ticareti yapmışlar; arıcılık ve balmumu ticareti ile uğraşmışlar, denizde ve nehirlerde gemiler işletmişlerdir.

 

4.6. TÜRKLERDE ASKERÎ KÜLTÜR

Türkler, tarih boyunca savaşçı kimliğiyle ön plana çıkmış bir millettir. Diğer kavimler tarafından verilen bu kimliğin oluşumunda Türklerin yaşadığı coğrafyadaki sert iklim koşulları, Orta Asya’daki diğer milletler ve Türk boyları arasındaki mücadeleler etkili olmuştur. Bu şartlar Türklerin disiplinli, teşkilatçı ve mücadeleci olmalarını da sağlamıştır. Türk toplumunda eli silah tutan herkes asker sayıldığı için ilk Türk devletlerinin ordularında, Hazar Devleti hariç, ücretli yabancı asker yoktur. Sürekli olan Türk ordusunda kadın-erkek, genç-yaşlı her an savaşabilecek durumdaydı. Öyle ki Türklerin sporları, eğlenceleri ve avlanmaları bile askerî eğitim niteliğindeydi.

Tarihte düzenli ilk Türk ordusunu Mete Han MÖ 209’da kurmuştur. Mete Han’ın ordusunda, 10.000 atlıdan oluşan en büyük birlik “tümen” olarak adlandırılmıştır. Tümenler binlere, binler yüzlere, yüzler onlara ayrılmış, her birinin başına tümenbaşı, binbaşı, yüzbaşı ve onbaşı rütbelerine sahip komutanlar görevlendirilmiştir. Mete Han’ın kurduğu bu sisteme “Onlu teşkilat” adı verilmiştir. Onlu teşkilat, günümüze kadar hüküm süren diğer Türk devletleri ile süregelmiştir. Asya Hunları, Avrupa Hunları, Kök Türkler, Selçuklular ve Osmanlılar Dönemi’nde Türk Ordusu bu sistem sayesinde dünyanın sayılı ordularından birisi olmuştur. Ayrıca geçmişten günümüze dünyadaki modern ordular, bu onlu teşkilatı temel alarak ordularını bu şekil düzenlemiştir.

Türk toplumlarındaki onlu teşkilatın sosyal ve idari açıdan iki önemli işlevi vardır: Biri devlet güçlerinin tümü (boy, soy gibi) ayrımlara bakılmadan onlu sisteme göre bölünmüş ve merkezden atanan komutanlar aracılığı ile hükümdara bağlanmıştır. Böylece herkesin birbirine yardımcı olduğu bir millet birliği meydana getirilmiştir. İkinci işlevi de devletin bütün idarecileri, aynı zamandan asker oldukları için ordunun görev ciddiyeti her türlü sivil ve idari yapıya yansımıştır. Böylece devletin askerî disiplin içinde çalışması temin edilmiş ve bu durum Türklere neden ordu-millet denildiğini de açıklamıştır.

Orhun Yazıtları’nda ordu kelimesi “sû” terimi olarak kullanılmıştır. Ordunun başında bugünkü genelkurmay başkanı yerinde olan “sû-başı”lar bulunmuştur. Genellikle bu göreve hanedan üyelerinden birisi getirilmiştir. Komutanların her birinin at kuyruğundan yapılmış birer tuğu vardı. Tuğun sayısı ve şekli rütbeye göre değişirdi. Kağanın tuğunun başında, altından bir kurt başı vardı.

Askerî kültürün gelişmesine paralel olarak Türkler, medeniyet tarihine önemli katkılar sağlamıştır. Bunlardan biri atı ehlileştirmesi ve savaş aracı olarak kullanması, diğeri de demiri işleyerek silahlar yapmasıdır. Türkler, atı savaş sahasında kullanarak düşmanlarına karşı hız ve manevra üstünlüğü kazanmıştır. Bu kabiliyeti kazanmalarında geliştirdikleri üzengi, nal, gem ve eyer gibi aksesuarlar, atı verimli kullanmalarını sağlamıştır. Bunun için Türk orduları, yerleşik kavimlerde görülen hareketsiz savaş yöntemine göre yetiştirilmiş ağır teçhizatlı orduların aksine hafif silahlı ve hareketli süvarilerden kurulmuştur. Yayalar yani piyadeler ise yok denecek kadar azdır. Süvarilik için zaruri olan pantolon, deri kuşak ve potin de Türklerin icadıdır.

Türkler; demiri, cevheri eriterek elde etmiştir. Elde ettikleri ham demirin kalitesi, bugün bile yüksek derecelerde ısıtılarak elde edilen demirin kalitesiyle aynıdır. Bu yüksek kaliteli demirden keskin kılıçlar, baltalar, üzengiler, bıçaklar, gemler, kamalar, kınlar, mızraklar, kalkanlar ve ok uçları yapmışlardır. Türk silahlarının yapı ve teknik özelikleri, Türk medeniyetinin gelişmişlik seviyesini gösteren önemli ayrıntılardır. Nitekim Türklerin, Çin ve Roma gibi devletler karşısında üstünlük kurabilmelerine imkân sağlayan en önemli unsur, kendine has özellikler taşıyan ve bu bakımdan başka toplumlar tarafından kullanılan Türk silahlarıdır.

Süvarilerden oluşan Türk ordularının başlıca silahları, ok ve yaydı. Hemen hemen bütün toplumlarda görülen oku ve yayı Türkler, koşan at üzerinde etkili bir savaş aracı olarak kullanmışlardır. Mete Han, tümen komutanı olduktan sonra ıslık çalan bir ok icat etmiştir ve askerlerini bununla eğitmeye başlamıştır. Islık çalan oku nereye atarsa askerlerin de oklarını aynı istikamete atmalarını emretmiştir.

Türk ordusunun yetiştirilme tarzı, hazırlık eğitimleri ve muharebe taktikleri diğer ülkelerin ordularından farklıdır. Büyük çoğunluğu okçu süvarilerden kurulu Türk savaş birlikleri, at sayesinde ağır hareketlerle grup muharebesi yapan yabancı ordular karşısında üstünlük kazanmıştır. Türkler, taktiklerini uygulamak için ordularını hücum taktiğine göre düzenlemiş ve eğitmiştir. Bu sayede Türkler, savaşlarda kısa sürede istedikleri sonuca ulaşmıştır

Türklere özgü bir savaş taktiği olan Turan taktiği, iki farklı savaş yönteminin uygulanması ile yapılan bir savaş usulüdür. Bu taktik, sahte ricat (geri çekilme, kaçma) ve pusudan oluşur. Bu savaş usulüne, Türk yurdunun eski adından dolayı “Turan taktiği” veya “Hilal taktiği” denilmiştir

Savaşılacak yerin arazi yapısı, bu taktiğin uygulanmasında birinci derecede etkilidir. Bu yöntem iki tarafı uygun yükseltideki tepelerle sarılı bir ovada uygulanır. Düşmanın karşısında merkez, sağ ve sol kuvvetler olarak yer alan Türk kuvvetlerinin, merkez ve merkeze yakın kanatları düşmanın saldırısı karşısında, sanki bozulmuş da çekiliyormuş hissi vererek geri gitmeye başlar (Sahte ricat). Bu arada, sağ ve sol kanatlardaki askerî birlikler yavaş yavaş ilerleyerek savaş alanının iki yanında yer alan tepeciklerin gerisine sarkar ve buralarda pusular kurar. Geri çekilmekte olan Türk birlikleri düşman kuvvetlerinin gerektiği kadar üzerlerine geldiği kanaatine vardığında aniden geri dönerler ve şiddetli bir savaşa tutuşurlar. Bu arada savaş alanının iki tarafındaki tepecikler ardında pusu kuran askerler de düşmanı yanlardan ve arkadan çembere alır. Panik hâlindeki düşman kuvvetleri için artık yapılacak tek şey, ya ölmek ya da teslim olmaktır.

 

 

 

5. ÜNİTE: İSLAM MEDENİYETİNİN DOĞUŞU

5.1. İSLAMİYETİN DOĞDUĞU DÖNEMDE DÜNYA      

Asya: Bizans;Hıristiyanlık,Sasani;Zerdüşlük(Mecusilik-Ateşperest),Çin;Konfüşyüzm-Taoizm-Budizm, -Budizm, Göktürkler; Gök Tanrı, Japonya; Budizm-Şintoizm. Hindistan; Brahmanizm-(Hinduizm)-Sinizm. Hindistan’a M.Ö 2000 yıllarında gelen Hint Arileri denilen kavimler yerli halkla uzun süre mücadele etmiş; sayılarının az olması sebebiyle, karışıp yok olmamak için “kast” sistemini kabul etmişlerdir. Bu sistemde halk dört sınıftan meydana geliyordu: Brahmanlar(Din adamları), Kşatriyalar (Hükümdar ailesi ve askerler) Vaisyalar (Tüccar, esnaf, çiftçiler), Sudralar (İşçiler).Bunlardan başka bir de pis sayılan işlerle uğraşanlar vardı ki bunlara da “parya” yani “dokunulmazlar” denilirdi. Bunlar “kast” dışı idi.

Kast Sistemi, Hintlilerin bir millet haline gelmelerini önlemiş, dışarıdan gelen kavimlerin saldırısına uğramalarına ve onların hakimiyeti altına girmelerine yol açmıştır. Güçlü devletler kuramamışlardır. Genellikle dışarıdan gelen kavimler güçlü devletler kurdular. 

Avrupa: Bizans; Hıristiyanlık, Kavimler Göçü’nden sonra kurulan krallıklarda Hıristiyanlık.

Afrika: Kuzey Afrika’da Bizans; Hıristiyanlık, Habeşistan; Hıristiyanlık, diğer bölgelerde tabiat kuvvetlerine inanma, putperestlik.

İslamiyet’ten Önce Arabistan Yarımadası 

Siyasi Durum: İslamiyet’ten Önce Arap Yarımadası’nda şu devletler kurulmuştur: Güney Arabistan’da Main, Seba ve Himyeri, Kuzey Arabistan’da Nebatiler, Tedmürlüler, Gassaniler, Lahmiler. Gassaniler Bizans’ın, Lahmiler Sasanilerin müttefikiydi.

Din ve İnanış: Arabistan’da yaygın olan dini inanış putperestlikti. Bunun dışında Hıristiyanlık, Musevilik, Zerdüşlük gibi dini inanışlar vardı. Ayrıca Hz. İbrahim’in getirdiği esasları kabul eden Hanifler de vardı. Bunlar sayıca azdı. Bunların Hz. İbrahim’den nakledebildikleri, Allah lafzı, sünnet olmak, gusletmek ve tavaftı.

Sosyal ve İktisadi Hayat: Araplar kabileler halinde yaşarlardı. Aralarında kan davaları eksik olmazdı. Şehirde yaşayanlara Medeni, çöllerde yaşayanlara Bedevi denirdi. Ataerkil (babanın hakim olduğu) bir aile yapısı vardı. Çok kadınla evlilik yaygındı. Bazı aileler kız çocuklarını diri diri toprağa gömerlerdi. Araplar, tarım, ticaret ve hayvancılıkla uğraşıyorlardı. Medine tarım, Mekke ticaretle uğraşıyordu. Bedeviler ise hayvancılıkla uğraşıyorlardı.

Yazı, Dil ve Edebiyat        

Arapça Sami diller ailesindendi. Asur-Babil, Arami Dili, İbranice, Fenike Dili ve Habeşçe ile akrabadır. İslamiyet’ten önce Araplarda edebiyat denilince akla hitabet ve şiir gelir. Cahiliye Devrinde insan-ı kamil olmanın üç şartı vardı. El-belaga (belagat-Güzel konuşma ),Er-Rimaye (ok atma),El-Furusiyye (Binicilik).

 

5.2. İSLAMİYET YAYILIYOR

Hz. Muhammed’in Hayatı ve İslamiyet’in Doğuşu

Peygamberimiz 571 yılında Mekke’de dünyaya gelmiştir.(20 Nisan-12 Rebiülevvel) Babasının ismi Abdullah, annesinin ismi Amine idi. Hz. Muhammed doğmadan önce babasını, altı yaşında da annesini kaybetti. Sekiz yaşına kadar dedesi Abdülmuttalip’in yanında yaşadı. Onun vefatı üzerine amcası Ebu Talip’e sığındı. Onunla birlikte ticarete başladı.

Hz. Muhammed çocukluk çağını geçip gençlik çağına ulaştığında akıllı ve olgun davranışı, doğru sözlülüğü ve nezaketi ile Kureyş içinde yüksek bir yer tutmuş bulunuyordu. Bu sebeple kendisine “el-Emin” lakabı verilmişti.

Ticari çalışmalar sırasında tanıştığı Hz. Hatice ile evlendi. Evlendikleri zaman Hz. Muhammed 25,Hz.Hatice 40 yaşlarında idi. Bu olay onun kendi deruni(iç ) dünyasına daha çok zaman ayırmasını sağlamıştı. Bunun neticesi olarak O, tenha bir yere çekilmek suretiyle zaman zaman insanlarla ilişkiyi kesiyor, Mekke dışında Hıra dağında bulunan küçük bir mağarada ibadet ve tefekkürle vakit geçiriyordu.

Yine bir gün Hıra dağındaki mağarada iken, Cebrail Ona “Ey Muhammed! Yaratan Rabbinin adıyla oku !”diyerek Allah(c.c)’ın emirlerini bildiriyordu.

Çok heyecanlanan Hz. Muhammed süratle evine geldi. Eşine durumu anlatan Hz. Muhammed, O’nun bir akrabasından kendisine gelenin Cebrail olduğunu ve vahiy getirdiğini öğrendi. Vahiy bir süre kesildikten sonra yeniden başladı.

Hz. Muhammed İslamiyet’i ilk önce çevresine tebliğ etmeye başladı. Bu ilk tebliği sırasında eşi Hz. Hatice, arkadaşı Hz. Ebubekir, amcasının oğlu Hz. Ali, kölesi Hz. Zeyd, Hz. Hamza ve Hz. Ömer’in İslamiyet’i kabul etmeleri Müslümanlara güç vermişse de Kureyş’in kinini ve baskısını daha da artırdı. Bu sebeple Müslümanların bir kısmı Peygamberimizin de müsaadesi ile Habeşistan’a göç ettiler(615).

Peygamberimiz 620 yılında hem eşi Hz. Hatice’yi hem de amcası Ebu Talip’i kaybetti. Bu yıla “hüzün yılı” denmiştir. Ebu Talip’in ölümünden sonra Mekke’de barınması çok güçleşen Hz. Muhammed Taife bir sefer yaptıysa da orada iyi karşılanmadı. 621 yılında 12 Medineli Peygamberimizle görüşerek İslamiyet’i kabul etti. Bu olaya I. Akabe biatı diyoruz. Ertesi yıl bu sefer 75 kişi gelerek İslamiyet’i kabul ettiler. Bu olaya II. Akabe biatı denir. Bu olaydan sonra Peygamberimiz Müslümanların Medine’ye Hicretleri ne müsaade etmiştir. Arkasından kendisi de Hicret etmiştir. Göç eden Mekkeli Müslümanlara Muhacir, onlara yardımcı olan Medineli Müslümanlara da Ensar adı verilmiştir.

Hicretle Medine’de İslam Devleti’nin temelleri atılmıştır. Hicretle Medine’de Muhacir, Ensar ve Yahudiler olmak üzere üç halk sınıfı oluşmuştur.

 

 

 

 

 

İlk Toplumsal Sözleşme

 

Hicretle Medine’de İslam Devleti’nin temelleri atılmıştır. Hz. Muhammed’in hicret ettiği dönemde, Arabistan genelinde olduğu gibi Medine’de de karışıklıklar vardı. Evs ile Hazrec isimli müşrik Arap kabilelerinin gerek kendi aralarında gerekse Yahudilerle yaşadıkları çekişmeler yaşamı zorlaştırmaktaydı. Ayrıca Yahudiler kendi içlerinde de çekişmeler yaşamaktaydı.

Hz. Muhammed, Medine’de kabileciliğe ve toplum içindeki çatışmalara son vermek, Medine'ye hicret etmek zorunda kalan Müslümanları, yerli halk ile kaynaştırarak bütün üstünlük iddialarını ortadan kaldırmak istiyordu. Bunun için muhacir ve ensar arasında kardeşlik ilan etti. Böylelikle bu kişilere toplum olma bilinci kazandırılarak birbirlerini kabullenmeleri sağlanmış; bilgi ve tecrübe paylaşımı, ortaklaşa iş yapma ve üretme anlayışı geliştirilmiştir.

Hz. Peygamber, Müslümanlar arasında birliği sağladıktan sonra Medine’de bulunan başka dinden insanları dışlamak, şehirden çıkarmak veya onlara husumet beslemek gibi bir tutum içine girmemiştir. Aksine bu topluluklarla İslam Devleti’nin ilk yazılı anlaşması olan Medine Sözleşmesi’ni imzalamıştır.

Medine Sözleşmesi, Medine toplumunu yeniden düzenleyen bir sistem oluşturdu. Toplumdaki bireylerin birbirleriyle ve yabancılarla olan ilişkileri, din ve vicdan hürriyeti, hak ve sorumlulukları belirli esaslara bağlandı. Bir antlaşma niteliğinde olan bu metin, şekil olarak günümüz anayasalarından farklılıklar gösterse de içerik bakımından anayasal özellikler taşır.

Bu sözleşme, Medine’de dinî olduğu kadar siyasi bir birlik de meydana getirme amacıyla hazırlanmıştır. Sözleşme, ilk maddeden itibaren Müslümanlar ve gayrimüslimlerin Medine’ye bir saldırı olduğunda, birlikte hareket etmesini karara bağlamıştır.

Medine Sözleşmesi’yle vatandaşlara sosyal ve siyasal bir kimlik verilmiş, o çağda benzeri görülmeyen bir vatandaşlık hakkı sunulmuştur. Gayrimüslimlere inanç ve fikir hürriyeti, mal ve can güvenliği sağlanmış, hile ve vefasızlık yasaklanmıştır. Baskının, zorbalığın, hukuksuzluğun, zulüm ve şiddetin hâkim olduğu o günkü ortamda bu sözleşme çok önemli bir gelişmedir.  

Medine Sözleşmesi, genel olarak kuralların titizlikle uygulanmasını temel almış; doğruluk, iyilik, adalet, yardımlaşma, istişare, barış ve dokunulmazlık gibi kavramları yürürlüğe koymuştur. Çekişme, suç işleme, kötülük planlama, düşmanlık, zulüm ve haksızlık, bozgunculuk, suçluya yardım ve yataklık, cinayet gibi yasaklar getirmiştir.

 

İslamiyet’in Varoluş Mücadelesi

Bedir Savaşı(624)

Müslümanları ortadan kaldırmak isteyen Mekkelilerin bu amaçla bir kervan hazırlamaları; Müslümanların bu kervanın önünü kesmek istemeleri.

Bedir kuyusu yakınlarında yapılan savaşı Müslümanlar kazanmıştır. Bu Müslümanların ilk zaferidir. Cesaretlerini ve kendilerine güvenlerini artırmıştır.

Uhud Savaşı (625)          

Sebepleri: Mekkelilerin Bedir yenilgisinin intikamını almak istemeleri.

Savaşın başlangıcında galip durumda olan Müslümanlar, Uhud dağına yerleştirilen okçuların yerini terketmesi ve galip gelindiği düşüncesi ile ganimet alma telaşına düşülmesi savaşın kaybedilmesine yol açmıştır.

Müslümanlar ilk yenilgilerini almışlardır. Peygamberimizin amcası Hz. Hamza bu savaşta şehit düşmüştür.

Hendek Savaşı (627)

Peygamberimizin Mekke ve Medine arasındaki kabileleri elde ederek siyasi bakımdan Kureyş’i yalnız bırakmak gayesini gütmeye başladı. Bu durumu fark eden Mekkeliler bunu engellemek ve Müslümanların varlığına son vermek istediler.

Selman-i Farisi’nin teklifi ile Medine’nin açık olan bölümlerine hendekler kazarak savunma savaşı yapılmıştır. Başarılı olamayan Mekkeliler geri çekilmek zorunda kalmışlardır.

Bu savaş Mekkelilerin son kez Medine’ye gelişleridir. Bundan sonra Müslümanlar Mekke üzerine gideceklerdir.

Hudeybiye Antlaşması(628)

Peygamberimiz 628 yılı ilkbaharında aniden Hacc’a karar verdi. Silah olarak yanlarına sadece kılıçlarını aldılar.1500 kişi idiler. Mekkeliler bu durumdan korkarak savaşa hazırlandılar. Peygamberimiz Hz. Osman’ı elçi olarak göndererek Hac için geldiklerini bildirdi. Bunun üzerine Ebu Süfyan Peygamberimizle görüşerek Hudeybiye Antlaşması’nı imzaladı.

Buna göre:

    -İki taraf 10 yıl müddetle birbirleriyle savaşmayacaklar.

    -İki taraf ta istedikleri kabilelerle antlaşmalar yapabilecek; fakat askeri yardımda bulunmayacaktı.

    -Velisinin izni olmadan bir Kureyşli İslamiyet’i kabul eder de Hz. Muhammed’e sığınırsa velisine iade edilecek, ancak bir Müslüman Kureyş’e sığınırsa iade edilmeyecek.

    -Müslümanlar o yıl hac yapmayacaklar, ertesi yıl Hac mevsiminde gelerek Mekke’de üç kalarak ibadetlerini yapacaklardı.

Hudeybiye Antlaşması ile Mekkeliler Müslümanları siyasi bir güç olarak tanımışlardır. Bu barış döneminde pek çok Mekkeli İslamiyet’i kabul etmiş ve İslamiyet daha da güçlenmiştir.  Barış devresinden yararlanan Hz. Muhammed Hayber kalesini Yahudilerden almıştır. 

Hayber’in Fethi(629)

Medine-Şam ticaretini tehdit etmeleri üzerine Yahudiler üzerine yapılmıştır. Hayber kalesi alınarak Şam ticaret yolu güven altına alınmıştır.

Mu’te Seferi(629)

Bizans kuvvetleriyle yapılan ilk savaştır. Müslümanlar büyük kayıplar vermiştir. Halid bin Velid fazla zayiat vermeden Müslümanları geri çekti.

Mekke’nin Fethi(630)

     Mekkelilerin Hudeybiye Antlaşmasını (Her iki taraf istedikleri kabilelerle anlaşabilecekler; fakat silah yardımında bulunmayacaklardı.) bozmaları sebebiyle Hz. Muhammed 10 bin kişilik bir orduyla Mekke’ye yürüdü. Fazla bir direnişle karşılaşmadan şehre girdi. Şehirde genel af ilan edildi. Kabe putlardan temizlendi. Mekke’nin fethiyle Müslümanlar ekonomik olarak güçlendiler. Çünkü ticaretle uğraşıyordu. Pek çok Mekkeli İslamiyet’i kabul etti.

Huneyn Savaşı ve Taif Seferi (630)

Mekke’nin fethinden iki hafta sonra, Mekke çevresinde bulunan kabileler 20 bin kişilik bir kuvvet oluşturarak Mekke’ye saldırmayı planladılar. Hz. Muhammed 12 bin kişilik bir kuvvet oluşturarak üzerlerine yüründü. Başlangıçta bir panik yaşandıysa da düşman yenilgiye uğratıldı.

Taif şehri kuşatıldıysa da alınamadı. Daha sonra Taifliler kendiliklerinden şehri teslim ettiler.

Mekke’nin fethini takip eden iki yıl zarfında Basra Köfezine ve Hint Okyanusu’na kadar bütün Arabistan kabileleri barış yoluyla ve müzakerelerle İslamiyet’i kabul ettiler. Böylece Arabistan Yarımadası’nda en önemli siyasi güç Müslümanlar oldular.  

Tebük Seferi(631)

Bizans’tan bir saldırı geleceği haberi alınması ve çevredeki kabilelere bir göz dağı verme düşüncesiyle yapılmıştır. Haberin doğru olmadığı anlaşıldığı için seferden dönülmüştür.

Seferin en önemli sonucu çevredeki bazı kabilelerin İslamiyet’i kabul etmeleridir.

Hz. Muhammed’in Veda Haccı, Veda Hutbesi ve Vefatı (632)

632 yılı başında Hz. Muhammed hayatını gayesine ulaşmış olmanın huzuru ve mutluluğu içerisinde, Hac görevini ifa etmek üzere Mekke’ye hareket etti. Buna İslam tarihinde “Veda Haccı” denir.

Hz. Muhammed bu Hac esnasında her vesile ile,  Hacc’a katılanlara hitabedip, onlarla bir nevi vedalaşma havası içinde görünmüştür. İslamiyet’in Müslümanlardan taleplerini özetlemiş, Müslümanların birbirleriyle kardeş olduklarını, birbirlerinin canına ve malına kastetmemelerini, Cahiliye Devri’nden kalan kan davalarından tamamıyla vazgeçmelerini ifade ederek,  aile bağlarının kudsiyetini belirtip kadınlara ve kölelere iyi muamele etmelerini istemiş ve sonunda “Bugün sizin dininizi ikmal ettim, size nimetimi tamamladım, size din olarak İslam’ı kabul ettim” anlamındaki ayeti okumuştur. Böylece ölümünün yaklaştığını da ima ediyordu. 

   Hz. Muhammed Medine’ye dönüşünden kısa bir süre sonra rahatsızlanması sonucu 8 Haziran 632 tarihinde vefat etti (12 Rebiülevvel).

 

 

 

DÖRT HALİFE DEVRİ (Hülefa-i Raşidin) (632-661)

Hz. Ebubekir Devri (632-634)

Peygamberimizin vefatı üzerine halifeliğe seçimle Hz. Ebubekir getirildi. Hz. Ebubekir’in iki yıllık hilafeti İslamiyet’ten dönenler ve peygamberlik iddia edenlerle mücadeleler içinde geçmiştir. Bu harekâta “Ridde Harekâtı” denir.

İç problemleri halleden Hz. Ebubekir Suriye ve Irak’ta fetih hareketleri başlatmıştır. Bunların sonuçlarını göremeden vefat etmiştir.

Hz. Ebubekir döneminde yapılan bir faaliyette, yalancı peygamberlerle mücadeleler sırasında pek çok hafızın şehit düşmesi üzerine, Hz. Ömer’in  de teklifi ile Kur’an-ı Kerim bir kitap haline getirildi. Buna mushaf adı verildi.

Hz. Ebubekir Devri İslamiyet’in dağılmasının önlendiği ve derlenip toparlandığı  bir dönem olmuştur.

Hz. Ömer Devri (634-644)

Hz. Ebubekir’in vefatından sonra Hz. Ömer halifeliğe seçilmiştir. Hz. Ömer dönemi fetihler dönemidir. Hz. Ebubekir devrinde başlayan fetihler Hz. Ömer döneminde tamamlanmıştır.

Irak ve İran’ın fethi

Kadisiye Savaşı: Bu savaşla Sasani ordusu yenilgiye uğratılarak Irak ele geçirilmiştir.

Nihavend Savaşı: Bu savaşta Sasani ordusu yenilgiye uğratıldı, Sasani Devleti yıkıldı ve İran Müslümanların eline geçti. Böylece Türklerle Müslüman Araplar komşu oldular.

 Suriye’nin Fethi

 Yermük Savaşı: Bu savaşla Bizans ordusu yenilgiye uğratılmış,Kudus dahil Suriye  kapıları Müslümanlara açılmıştır.

Mısır’ın Fethi

641 yılında Babilyon,642’de İskenderiye teslim oldu. 643 yılında Libya çölüne kadar Barka ve güney Mısır fethedildi.

Bunun dışında El-Cezire(Yukarı Mezopotamya-Kuzey Irak, Güneydoğu Anadolu) ve Azerbaycan’da fethedildi. Hz. Ömer’in 10 yıllık hilafeti esnasında Irak, İran, Doğu Anadolu, Azerbaycan ve Suriye İslam Devleti sınırlarına dâhil edildi   

Hz. Osman Devri(644-656)       

Hz. Ömer’in vefatından sonra Hz. Osman halife seçilmiştir. Hz. Osman fetih hareketlerini devam etmiştir. Kafkasya’nın fethi için Hazarlarla mücadele edildi. Kafkasya’nın bir kısmı fethedildi. Doğu da İran’ın fethi tamamlandı. Horasan’da fethedildi. Anadolu’da fetihler Toroslara kadar uzandı. Libya fethedildi. Hz. Osman’ın hilafeti esnasında Suriye valisi Muaviye, Suriye sahillerinde ilk İslam donanmasını kurarak Kıbrıs’a (649)ve diğer adalara seferler düzenledi.655 yılında Finike açıklarında deniz savaşında İmparator Kostans’ın idare ettiği Bizans donanmasını mağlup etti. Bu savaşa Zatü’s Savari deniz savaşı denir. Hz. Osman zamanında Kur’an-ı Kerim çoğaltılarak, önemli merkezlere gönderildi.   

Hz. Osman’ın önemli görevlere Emevi ailesinden kişileri getirmesi hoşnutsuzluk yaratmış, isyanlara yol açmış ve sonuçta Hz. Osman şehit edilmiştir.

  

 

 

 

 

Hz. Ali Devri (656-661)

Hz. Osman’ın şehit edilmesiyle halifeliğe Hz. Ali getirilmiştir. Hz. Ali’nin halifeliği iç karışıklıklarla geçti.

Peygamberimizin eşi Hz. Aişe, Hz. Osman’ı şehit edenlerin bir an önce cezalandırılmasını Hz. Ali’den istedi. Hz. Ali olayların yatışmasını ve suçluların daha sonra cezalandırılacağını belirtti. Bu konuda ikna olamayan Hz. Aişe, Hz. Talha ve Hz. Zübeyr’i de yanına alarak kuvvet toplamaya başladı. Bunun üzerine Hz. Ali , Hz. Ayşe üzerine yürüdü. Kufe yakınlarında yapılan savaşı Hz. Aişe kaybetti. Hz. Talha ve Zübeyr şehit oldu. Bu olaya Cemel vakası denir.

Hz. Muaviye, Hz. Ali’nin halifeliğini tanımadı. Bu sebeple aralarında Sıffın Savaşı meydana geldi. Bu savaştan bir sonuç alınamaması üzerine Hakem vasıtasıyla iş çözümlenmeye çalışıldı. Bu işte hile ortaya çıktığı için sonuç alınamadı. Bu durum İslam da ilk ayrılıkların ortaya çıkmasına yol açmıştır. Hz. Ali yanında olanların bir kısmı hakemlik konusuna karşı oldukları için O’ndan ayrıldılar. Bunlara Hariciler, Hz. Ali’nin yanında olanlara Şiiler, Hz. Muaviye taraftarlarına da Emeviler adı verilmiştir. Hz. Ali Hariciler tarafından şehit edildi. Hz. Ali’nin vefatı ile Dört Halife devri sona ermiştir.

 

 

 

5.3. EMEVİLER DEVRİ (661-750)

Hz. Ali’nin vefatından sonra 6 ay gibi kısa bir süre Hz. Ali’nin oğlu Hz. Hasan halifelik yaptı ise de Hz. Muaviye halifeliğini kabul etmedi. Kan dökülmesini istemeyen Hz. Hasan belli şartlarla halifeliği Hz. Muaviye’ye bıraktı. Bu şartlar arasında halifeliği oğluna bırakmama da vardı.

 

 

Önemli Olaylar

-Halifelik saltanat halini almıştır.-İstanbul kuşatıldı.(669,674-680,716) -Kerbela olayı. Peygamberimizin torunu, Hz. Ali’nin oğlu Hz. Hüseyin’in halife I. Yezit tarafından şehit edilmesi (10 Muharrem 680) Bu olay İslam’daki ayrılıkları daha da belirginleştirmiştir.      Kuzey Afrika fethedildi.-İlk para basıldı.-Arapça resmi dil haline getirildi. -Kilikya’ya kadar  fetihler yapıldı.-Berberilerin isyanı bastırıldı. -İspanya fethedildi. Tarık bin Ziyad tarafından Kadis Savaşı’nda yenerek Vizigotlardan almıştır. Böylece Avrupa’ya ayak basılmıştır.- Bizansla Savaşlar. Konya’ya kadar ilerlenmiştir.-Türkistan’ın bazı bölgelerinin Kuteybe bin Müslim tarafından fethi.-Hindistan’ın bazı bölgelerinin Muhammed bin Kasım tarafından fethi.-Cürcan ve Taberistan’ın fethi –Puvatya Savaşı. Franklarla yapılan bu savaşta mağlup olunmuş ve Müslümanların batıdaki sınırlarını belirlemiştir. Bu sınır Pirene dağlarıdır.

Emevilerin Yıkılış Sebepleri

En önemli sebebi ırkçı bir politika izlemeleri. Arapları Müslüman olan diğer milletlerden üstün görmeleri. Devletin tabii sınırlara ulaşması ve fetihlerin durması. Ekonominin buna bağlı olarak bozulması. Şiilerin çalışmaları. Abbasoğullarının çalışmaları.

 

 

Endülüs Emevileri (756-1031)  

Emeviler, Abbasiler tarafından yıkılınca Emevilere karşı çok kan dökülmüştür. Emevi ailesinden Abdurrahman adındaki kişi kaçarak İspanya’ya geçmiş ve orada Endülüs Emevi Devletini kurmuştur. Merkezleri Kurtuba idi. III. Abdurrahman zamanında halifelik unvanı da kullanıldı. Endülüs Emevilerinin en önemli rolü İslam Medeniyetini batıya taşımalarıdır. Kurtuba ve Toledo şehirleri önemli bilim merkezleriydi.

   1031 yılında Endülüs Emevi Devleti yıkılınca pek çok küçük devletçik ortaya çıktı. Bu devletler İspanyollar tarafından yıkıldılar. En son Beni Ahmer Devleti İspanyollar tarafından yıkıldı (1492).O sırada Cem Sultan batılıların elinde olduğu için Osmanlı Devleti yeterli yardımı yapamadı.

5.4 ABBASİ DEVLETİ (750-1258) VE TÜRKLER

Emevi Devleti’nin son dönem halifelerinin kötü yönetimi ve hanedan üyeleri arasındaki mücadeleler merkezî otoriteyi zayıflattı. Uyguladıkları mevali politikası ve Kerbela olayı gibi gelişmeler de buna eklenince Emeviler halk desteğini kaybetti. Bu gelişmelere karşı Abbasi ailesi, Horasan’da eşitlik ve adalet düşüncesiyle isyan hareketi başlatmıştır.

 

Emevi hanedanına karşı cephe alan çeşitli grupların bu isyanda Abbasi ailesi ile birlikte hareket etmesi isyanı başarıya ulaştırdı. Ebü'l-Abbas, Kûfe’de halife ilan edildi. Abbasiler ikinci halifeleri Ebu Ca'fer el-Mansur zamanında Bağdat şehrini kurarak burayı devletin merkezi hâline getirdi.

Abbasi Devleti, Harun Reşid zamanında en parlak günlerini yaşamıştır. Bu dönemde ziraat, ticaret, bilim ve eğitim düzeyi artmış; Bağdat, Doğu’nun en büyük ve en önemli ekonomik merkezi hâline gelmiştir.

     Endülüs Emevileri’nin bağımsızlığını kazanmasından sonra Fas'ta İdrisiler, Tunus'ta Ağlebiler gibi bağımsız ve yarı bağımsız devletler ortaya çıkmaya başladı. IX. yüzyılın ortalarından itibaren Abbasilerin gücü, Mısır'dan batıya geçemiyordu. 868-905 yılları arasında Tolunoğulları ve 935-969 yılları arasında İhşidler gibi Türk devletleri, Mısır ve Suriye'ye hâkim olarak batıdaki Abbasi sınırını daraltmışlardı. Doğudaki durum da batıdakinden çok farklı değildi.

Maveraünnehir'de Samaniler, Horasan'da Tahiriler halifeye bağlı olmakla beraber iç ve dış işlerinde tamamen bağımsız hareket ediyordu. Abbasiler, bütün olumsuzluklara rağmen siyasi yaşamını 1258 yılına kadar devam ettirdi. Bu tarihte Cengiz Han’ın torunu Hülagü, Bağdat şehrini işgal ederek Abbasi Devleti’ne son verdi.

Abbasi Devlet Teşkilatında Türkler

747 yılında büyük bir ordu ile batıya doğru ilerlemeye başlayan Çin’in, Orta Asya’daki sert tutumu Türklerin Abbasilerle yakınlaşmasını sağladı. Türklerle Müslüman Arapların ortak güçleri Talas’ta Çin kuvvetleriyle karşılaştı. Türklerin desteğini alan Müslüman Araplar, 751’de Talas Savaşı’nı kazandı. Bu savaşın sonucunda, Orta Asya’yı egemenliği altına almak amacıyla gelen Çinliler geri püskürtülmüştür. Böylece Orta Asya, Çin hâkimiyetine girmek üzereyken Müslümanların ve Türklerin eline geçmiştir.

 Harun Reşid’in oğulları Halife Me’mun ve Mu’tasım Dönemlerinde ise Türklerin devlet içindeki etkileri daha da artmıştır. Harun Reşid'in ölümünden sonra oğulları Emin ve Me'mun arasındaki hilafet mücadelesi Arap ve İranlıların iktidar mücadelesine dönüştü. Halife Me’mun’u bu mücadelede İranlılar desteklediği için devlet içinde İranlılar etkin bir hâle geldi.

Ancak İranlıların güçlenmesi Me’mun’un iktidarını gölgelemeye başlayınca bu durumdan rahatsız olan halife, Arap ve İranlılara karşı Türkleri orduda bir denge unsuru olarak gördü. Çünkü Türkler, Abbasi Devleti’nde Arap ve İranlıların nüfuzuna karşı çıkabilecek siyasi tecrübe ve askerî güce sahipti. Me’mun’un halifeliğinin son yıllarında Türkleri, askerî birliklerin arasına almaya başladığı ve bunu bir devlet politikası hâline getirdiği görülmektedir.

Halife Mu’tasım zamanında devlet içindeki Türklerin durumu daha da sağlamlaştı. Afşin, Aşnas, Boğa el Kebir, Urtuç gibi Türk komutanlar, ülke içinde çıkan isyanların bastırılmasında görev almış ve Bizans üzerine Anadolu’ya yönelik seferlere de katılmışlardır. Bu dönemde halife, Bağdat’ın kuzeyinde sadece Türklere ait olan Samarra şehrini kurdurmuştur.

Abbasi Devleti’nde Türkler, sadece orduda değil siyasi ve idari sahada da güç kazandı. Türk komutanlar, idari kadrolarda görev alıp devletin yönetiminde büyük ölçüde söz sahibi oldu. Hatta Halife Mütevekkil‘den itibaren halifelerin belirlenmesinde bile rol oynadılar. Bu durum Şii bir hanedan olan Büveyhilerin Bağdat'ı ele geçirmesine kadar devam etti.

Bu olaydan sonra Abbasi halifeleri, bütün siyasi ve askerî otoritelerini kaybetti. Büveyhiler, merkezî hükûmetin meşruiyet kaynağı ve dinî lider olarak Abbasi halifelerini başta tuttu. İstediklerini halife yapıyor, istemediklerini de hiçbir zorlukla karşılaşmadan bertaraf edebiliyorlardı. Bu süreçte artık Bağdat, İslam dünyasının bir merkezi olmaktan çıkmıştı.

 XI. yüzyılda İran'da yeni bir güç olarak Büyük Selçuklular ortaya çıkmıştı. Selçuklu Sultanı Tuğrul Bey, 1055 yılında Bağdat'ı kurtararak halifeye dinî itibarını iade etti. Halifeler, yarım asır kadar Selçukluların siyasi hâkimiyetleri altında varlıklarını devam ettirdi. Bir Türk devleti olan Selçuklular sadece Bağdat'ı değil bütün Irak ve Suriye'yi de Şii tehlikesinden kurtardı.

Başta Bağdat olmak üzere büyük şehirlerde medreseler kuran Selçuklular, fikrî bakımdan da Şiilerle mücadele etti. Büyük Selçuklu Devleti taht kavgaları sebebiyle zayıflamaya başladığı sıralarda, Abbasi halifeleri maddi iktidarı da ele geçirmek üzere harekete geçtiler ancak başarılı olamadılar.

Emevi Hanedanını yıkarak devletlerini kurdular. Abbasiler Devri fetihlerden daha çok bir bilim ve kültür devri olmuştur. Bilhassa tercüme faaliyetlerine önem verilmiş, Yunan, Hint, İran eserleri Arapça’ya çevrilmiştir. Bu amaçla El-Me’mun tarafından Beytü’l Hikme (Hikmet Evi) açılmıştır.

Önemli Olaylar

-Talas Savaşı: Çinlilerle yapılan bu savaşta Türkler Müslüman Arapların yanında yer almışlardır.(Abbasi Devleti’nin kuruluşunda en önemli pay Türklere aittir.) –Bağdat şehri kuruldu (762) –Bizans vergiye bağlandı. – Ağlebiler, İhşidler, Tolunoğulları, İdrisoğulları gibi ayrı devletler kuruldu. –Bilim ve teknikte ilerlemeler kaydedildi. –Irak bölgesinin önemi arttı. –Türkler önemli görevlere getirildiler. -İlkçağ Roma ve Yunan klasikleri Arapça’ya tercüme edildi. –İslam tarihinde ilk medreseler, vezirlik ve geniş anlamda divan teşkilatı bu dönemde oluşturuldu. Abbasiler Moğolların saldırıları sonucu yıkıldı(1258).

 

Tolunoğulları (868-905) ve İhşidler (935-969)

Mısır ve Suriye’de Abbasilerden ayrılarak kurulmuşlardır. Halkı Arap kurucuları ve asker Türklerden oluşuyordu. İlk kurulan devleti Abbasiler, diğerini ise Fatımiler yıkmıştır.

Eyyubiler (1174-1250)

Fatımiler yıkılarak devlet kurulmuştur. Kurucusu Selahaddin-i Eyyubi’dir. Haçlıları yenilgiye uğratarak Kudüs’ü ele geçirmiş, bu sebeple İslam dünyasında ün kazanmıştır. Selahaddin-i Eyyubi’nin ölümünden sonra devlet dağılmış ve Memluklüler devleti yıkmışlardır

Memlükler (1250-1517)

 Eyyubiler yıkılarak kurulmuştur. Moğolları Ayn-ı Calut, Elbistan ve Humus savaşlarında yenilgiye uğratarak Suriye’ ye girmelerine engel oldular. Anadolu Türk birliğini sağlamalarından sonra Osmanlı Devleti ile araları açıldı. 1516 ve 1517 yıllarında yapılan Mercidabık ve Ridaniye savaşları ile Osmanlı Devleti tarafından yıkıldılar.

 

5.5 BİLİM MEDENİYETİ

    İslam medeniyetinin en önemli özelliği bilgi medeniyeti olmasıdır. Hz. Muhammed’in peygamberliği ve Kur’an öğretileriyle birlikte Müslümanlar, bilime teşvik edildi. Kur’an sadece iman ve ibadetlerden bahseden bir kitap değildir.

    “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? (Zümer, 9)” diyen Kur’an; bal arısından güneşe, denizlerden yıldızlara Müslümanların dikkatini çekerek yüzlerce ayetin sonunda “Düşünmez misiniz?”, “Akletmiyor musunuz?”, “Bakmaz mısınız?” gibi uyarılarla insanları düşünmeye çağırmıştır. “Rabbinin adıyla oku! (Alak, 1)” ayetiyle Kur’an, insanlara rehber olmak üzere indirilmiştir.

     Hz. Muhammed, Kur’an’ın okunması, dinin temel gereklerinin öğrenilmesi gibi konuları ön plana almış eğitim-öğretim ve bilime önem vermiştir. Bedir Savaşı’nda ele geçirilen esirlerden, Müslümanlara okuma-yazma öğretenlerin serbest bırakılması, Hz. Muhammed’in eğitime verdiği önemin bir göstergesidir. Hz. Muhammed’in tıp tahsili için Müslümanları hatta henüz Müslüman olmayanları da o günün en önemli bilim merkezi olan İran’daki Cündişapur’a göndermesi bilime verdiği önemin bir başka kanıtıdır.

Hz. Muhammed‘in başlatmış olduğu eğitim-öğretim faaliyetleri, Dört Halife Dönemi’nde de devam etmiştir. Bu dönemde küttab adı verilen ilköğretim seviyesindeki kurumlarda, mescidlerde ve camilerde ilim öğrenimine devam edilmiştir. Cami ve mescitler, İslamiyet’in ilk devirlerinden günümüze kadar İslam toplumunun eğitim kurumları olarak faaliyet göstermiştir



İlimlerin Sınıflandırılması
   İslam dünyasında düşüncenin ve bilimin ortaya çıkışının dinî, siyasi ve sosyal nedenleri vardır. Özellikle Hicret’ten sonra, İslam Devleti kurulunca çeşitli dinî meseleler ve toplumsal ihtiyaçlar ortaya çıktı. Hz. Muhammed hayattayken sorunlara ya doğrudan kendisi cevap veriyor ya da sorunları vahiy yoluyla çözüyordu.

    Hz. Muhammed’in vefatından sonra Suriye, Irak ve İran gibi geniş toprakların İslam Devleti’ne katılması; vergi ve arazi hukuku, savaş esirlerinin durumu gibi yeni sorunları ortaya çıkarmıştır. Fethedilen bölgelerde İslam’ın yayılması; dinin nasıl ve hangi araçlarla anlatılacağı, toplumsal hayatın nasıl yaşanacağı gibi meseleleri gündeme getirmiştir. Bu nedenle Müslümanlar, bütün yönleriyle Kur’an’ı incelemeye ve Hz. Peygamber’in söz ve davranışlarını tespite girişmiştir.

    Bu çalışmalarla naklî ilimler ortaya çıkmaya başlamıştır. Sahabelerin Kur’an öğretme faaliyetleri, tefsir ve fıkıh ilimlerine kaynaklık etmiştir. Abbasi halifelerinin, Latince ve Süryaniceden Arapçaya çevirttiği eserler ile İslam medeniyetinde farklı bilimler ortaya çıkmıştır. İslam coğrafyasının genişlemesiyle ortaya çıkan ihtiyaçları gidermek için matematik, fizik, kimya, astronomi, tıp, coğrafya, mühendislik gibi ilimlerle de uğraşılmıştır.

İslam Âlimlerinin İlme Bakışları

XII. yüzyıla kadar İslam âlimleri matematik, fizik, astronomi, kimya, biyoloji, tıp ve felsefede çok yönlü bir araştırma çabası içinde olmuşlardır. Müslümanlar, bir yandan Eski Yunan ve Hintli düşünürlerin eserlerini incelemiş diğer yandan da bilimde farklı yaklaşım ve metotlar geliştirmişlerdir.

İslam Âlimlerinin Avrupa’ya Etkisi


İslamiyet; Mısır, Sasani, Türk, Yunan, Hint gibi medeniyetlerin yaşadığı alanlar üzerinde yayılmıştır. Müslümanlar bu medeniyetlerin bilginlerini tanımışlar, eserlerini tercüme etmişler, sosyal kurumlarını incelemişlerdir. Müslümanlar; inançlarını, düşüncelerini, keşiflerini, tespitlerini bu birikime ekleyerek onu kendi kültür potasında eritmiş ve ona İslam medeniyeti denilen yeni bir kimlik kazandırmıştır. İslam medeniyetinde gelişen bilim ve bilim anlayışı, sadece İslam dünyasını değil bütün insanlığı aydınlatmıştır.

Avrupa’nın İslam medeniyetinden etkilenmesi Haçlı Seferleri, Akdeniz ticaretinin gelişmesi, İslam fetihleri, İspanya’da kurulan medreseler, tercüme faaliyetleri gibi gelişmeler sayesinde olmuştur. İslam dünyasındaki bilimsel gelişmelerden etkilenen Avrupa’da, IX ve X. Yüzyıllardan itibaren bilim adamları yetişmeye başlamıştır. Aynı yüzyıllarda Müslüman bilginlerin eserleri, başta Avrupa’nın bilim dili olan Latince olmak üzere İbranice ve zaman zaman da yerel dillere çevrilmiştir.

    Bu çalışmalar Avrupa’da, Rönesans ve Reform hareketlerinin başlamasına zemin hazırlamıştır. İslam medeniyetinin Batı’ya etkisi, aralıksız olarak XVIII. Yüzyıla kadar devam etmiştir. Batı’nın bugünkü bilimsel ve teknolojik ilerlemesinde İslam bilimi ve düşüncesinin etkisi vardır. İmam Gazali, İbn-i Rüşd, İbn-i Sina, Farabi, Kindî, Birûnî, Tûsî, El-Cezeri gibi âlimler, çağdaş Batı medeniyetini etkilemiş ve isimleri günümüze kadar gelmiştir

   Bir gün Haccac-ı Zalim şen tabiatlı, temiz itikatlı Kümeyl bin Ziyad’ı ihanet suçuyla, bir azap ve ceza ile bağlatıp meclisine getirir ve :

-Benim hakkımda niçin yakışıksız sözler söyledin ve beddua eyledin ? der. Kümeyl inkar eder.

Haccac:

-Filan bağda, filan ve filanla otururken beni andığınız vakit sen “Allah’ ım sen onun yüzünü karart, boynunu kes ve kanını dök” demedin mi?

- Evet, ben o bağda, asma üzerinde, tam karşımda salkım koruk görüp ona baktım ve bu sözleri söyledim. Benim muradım koruğun durumu idi. Yoksa mü’minlerin emirine sövmek değildi, der.

Haccac’a Kümeyl’in cevabı hoş gelip onu bağışladı.

 

“1300’lü yıllarda Gırnata (Granada)’da Yusuf Ebu’l Hallac tarafından yaptırılan, bir üniversitenin giriş kapılarından birinin nefis kitabesinde şunlar okunmaktadır;

“Dünya hayatı şu dört şey üzerinde dayanıp durur.”

1-Hikmet sahiplerinin taşıdığı ilim;  2-Yetkili kimselerin göstereceği adalet;  3-İyi ve salih kimselerin duası;

4-Yiğitlerin cesareti;

 

Harun Reşit’in zamanında bir deli tanrılık davasına kalkışır. Ve halk arasında gezerek “Alemin Huda’sıyım” diye söyler. Tutup Harun Reşit’in huzuruna getirirler. Harun, deliyi söyletip özüne sözüne bakar ve deliyi imtihan eder.

-Geçen yıl da biriniz akılsızlık edip peygamberlik davasında bulundu, emir ettik idam edip boynunu vurdular, der.

Deli:

-Ey benim makbul kulum, iyi etmişsin ve sevap yoluna girmişsin. Çünkü o yalancıya ben daha peygamberlik vermemiş ve risaletle göndermemiştim.

     Halife Harun Reşit ,İmam Ebu Yusuf’ u zamanın temyiz mahkemesi reisliğine getirmişti. Adamın biri ona bir soru sordu ve bilmiyorum cevabını aldı. Adam;

-Nasıl bilmezsin, bir de devlet hazinesinden maaş alıyorsun, diye çıkıştı. Ebu Yusuf’ta şöyle cevap verdi;

-Kardeşim, bize bildiğimiz şeylere maaş veriliyor. Eğer bilmediklerimiz için bir ücret alsaydık devletin hazinesi yetmezdi.

 

Hammad er-Ravi’ye ;

-Artık bu ilimlere doymayacakmısın? diye sorulmuştu.

Şu cevabı verdi:

-Ne yapalım, var kuvvetimizi harcadık, ilmin nihayetini bulamadık.

 

Bir hikmet erbabı, ilmi sevmekle beraber yaşının büyük olmasından dolayı utanan bir ihtiyara, şu ikazı yapmıştı :

-Ey kişi, ömrünün sonunda, ömrünün evvelinden daha faziletli bir halde olmaktan mı utanıyorsun ?

 

İslam Medeniyetinin Temelleri

İslamiyet’i kabul eden milletlerin kendi kültürlerini, İslamiyet’le yoğurarak meydana getirdikleri, değer hükümleri ve iman ilkeleri İslam medeniyetinin temellerini teşkil etmektedir. Bunlar İslamiyet’in kutsal kitabı Kur’an’ın temel hükümleridir.

 

 

İslam Medeniyetinin Oluşmasında Diğer Medeniyetlerin Tesiri

Eski Yunan, Hint, İran ve Roma eserlerinden yararlanılmıştır. Süryaniler aracılığıyla Eski Yunan eserleri Arapça’ya tercüme edildi. Hindistan’dan astronomi ve matematik İran’dan edebiyat ve güzel sanatlar alanında faydalanıldı. Müslümanlar bu eserleri aynı şekilde taklit etmemişler kendi düşünce ve kültürel özelliklerine göre yeni şeyler eklemişler ve kendilerine has İslam Medeniyetini meydana getirmişlerdir.

İslam Medeniyetinin Diğer Medeniyetlere Tesiri

İslam Medeniyeti en çok batıyı etkilemiştir. Bilhassa Endülüs Emevileri aracılığıyla Avrupa’ya taşınmıştır. Pek çok eser Latince’ye tercüme edilmiştir. Haçlı seferleri de önemli bir araçtır; batının İslam Medeniyetini tanımasında. Bu sebeple Rönesans’ın gerçek öncülerinin Müslümanlar olduğunu söylersek abartmış olmayız. Bugün batıda bilimsel kökenli pek çok Arapça kelime vardır; Latice’ye geçmiş. 16.-17.yüzyıllara kadar batıdaki okullarda İbn-i Sina’nın tıp kitapları okutuluyordu.

 

İslam Medeniyeti

1-Devlet Yönetimi

Hz. Muhammed siyasi, askeri, adli ve idari yetkileri kendinde toplamıştır. Dört Halife Devrinde halifeler seçimle iş başına geldiler. Emevilerle birlikte halifelik saltanat halini aldı. Hem din, hem devlet başkanı idiler. Halifelik alametleri; hırka, hutbe, mühür, sikke, asa ve tıraz idi.

Hz. Ömer döneminde sınırlar genişleyince yeni müesseselere ihtiyaç duyuldu. Önemli merkezlere valiler atandı. Adalet işlerini görmek amacıyla kadılar atandı. Hazine oluşturuldu (Beytü’l Mal).Divanü’l Cünd (Ordu Divanı) kuruldu.

Emeviler Devrinde merkez teşkilatı genişlemiştir. Yeni görevler ihdas edilmiştir. Posta teşkilatı kuruldu. Abbasiler Devri’nde vezirlik önemli bir görev haline geldi.

 

2-Din ve İnanış

Toplumun büyük çoğunluğu Müslümandı. İslamiyet’in kaynağı Kur’an-ı Kerim ve sünnetti. Daha sonra icma ve kıyas ortaya çıktı.

Gayrimüslimlerden ehl-i kitap olanlar zimmet hukuku çerçevesinde inanışlarını sürdürmüşlerdir.

3-Sosyal ve İktisadi Hayat

Emeviler döneminde halk dört sınıfa ayrılmıştı: 1-Arap asıllılar 2-Mevali (Arap olmayan müslümanlar) 3-Zimmiler  4-Köleler

Abbasiler Devri’nde Arap asıllı Müslümanlarla, Arap asıllı olmayan Müslümanlar eşit hale gelmişlerdir.

İslam Devleti’nde iktisadi hayat ticaret, sanayi, tarım ve hayvancılığa dayanıyordu. İslamiyet’ten önce de ticarete alışık olan Araplar, sınırlar genişleyince daha büyük çaplı ve daha uzak bölgelerle yapılmaya başladı. Müslüman tüccarlar Çin’e kadar uzandılar. Özellikle üzerinde durulmaya değer bir gelişme de Çin’den Semerkant’a getirilen kağıt imali idi. Bağdat’a, oradan Mısır’a uzanan kağıt üretimi İspanya üzerinden Avrupa’ya geçmiştir.

Sulamanın mümkün olduğu büyük nehirler çevresinde de tarım çok gelişmişti.

İslam Devleti’nin önemli gelir kaynakları şunlardır: Zekât, ganimet, harac, cizye, öşür, gümrük gelirleri, tuzla, maden, otlak vergileri. İslam Devleti’nde ilk para 694 yılında basılmıştır.(I. Abdülmelik)

 

4-Yazı, Dil ve Edebiyat

İslam’dan sonra da şiir ve belagat önemini devam etti. Sadece konuları değişmiştir. İslami ağırlıklı bir şiir ve belagat örnekleri verilmiştir. Belagat alanında da Peygamberimiz en önde gelen kişi idi. Bu dönemde Peygamberimizin hayatını anlatan siyer ve savaşlarını anlatan megazi önemli eserlerdir.

I. Abdülmelik zamanında Arapça resmi dil haline gelmiştir. İslamiyet’i kabul eden Arap olmayan milletler de dinlerinin mukaddes kitabını okuyabilmek için Arap alfabesini öğrenmeye başladılar. Böylece Arap alfabesi ve Arapça milletlerarası bir boyut kazandı. Zamanla Arapça bilim dili haline geldi.

 

5-Bilim ve Sanat

Müslümanlar sınırları genişledikçe yeni kültür ve medeniyetlerle komşu oldular. Bu çevre medeniyetlerden yararlanarak bilimde büyük gelişmeler meydana geldi. Bu araştırma ve merak duygusunun oluşmasında Kur’an-ı Kerim’deki tefekkürü ve araştırmayı isteyen ayet-i kerimelerin de büyük payı vardır. Bilhassa Abbasiler Devri’nde El-Me’mun döneminde kurulan Beytü’l Hikme’nin Eski Yunan ve Roma eserlerini tercüme etmesi, etkili olmuştur. Bunun sonunda tıp, matematik, kimya, fizik, biyoloji, tarih, coğrafya, ilahiyat alanlarında pek çok bilim adamı yetişmiştir.

İslam Devletlerinde mimari, Emeviler Devri’nde Bizans’la yarışacak düzeye gelmiştir. Abbasiler Devri’nde de güzel sanatlarda gelişmeler devam etti. Binaların iç süslemesinde hat sanatından ve arabeskten yararlanılmıştı.

Batı dillerine geçmiş bazı Arapça kelimeler: Admiral, Alkohol, Amalgam, Arsenal, Artischocke, Atlas, Benzin, Benzol, Borax,Cafe, Chiffre, Diwan, Dragun, Gitarre, Gala, Ingwer, Koffer, Magazin, Merinoschaff ,Natron, Orange, Raket, Safari, Schirokko, Sterling, Trafik, Waran, Zenit, Zucker v.b (Avrupa’nın Üzerine Doğan İslam Güneşi, Dr. Sigrid Hunke)

 

 

 

 

6.ÜNİTE: TÜRKLERİN İSLAMİYET’İ KABULÜ VE İLK TÜRK İSLAM DEVLETLERİ

 

 

 

 

 

6.2. TÜRKLERİN İSLAMİYET’İ KABULÜ

 

   Gök Tanrı inancındaki Türkler, X. yüzyılda İslamiyet’i kabul etmeden önce Moğolistan’dan Tuna boylarına kadar çok geniş bir alana yayılmışlardı. Bu geniş sahada yaşayan Türkler, farklı zamanlarda yaşadıkları çevreye göre çeşitli dinlere inanmıştır. Nitekim Türklerin bir kısmı, Kök Türk Devleti zamanında Budizm’e, Uygurlar Dönemi’nde Maniheizm’e inanmıştı. Hazarlar, Museviliği kabul ederken; Peçenekler, Kumanlar ve Bulgarlar gibi Türkler de Hristiyanlığı tercih etmiştir. Ancak bu dinler Türklerin kimliklerini kaybetmesine neden olmuştur.

    Türkler, 642 Nihavend Savaşı’ndan sonra yani VII. Yüzyıl ortalarından itibaren Müslümanlarla temas etmeye başladı. İran’da kurulan Sasani Devleti’nin yıkılmasından sonra Türklerle Araplar arasında yaklaşık elli yıl süren mücadeleler yaşandı. Emevi Dönemi’nden (661-750) itibaren ise Türkler, İslamiyet’in hizmetinde yer almaya başladı.

    Ancak, Emevilerin Arap olmayanlara uyguladığı olumsuz politika, Türklerin İslamiyet’e geçişini geciktirdi. Daha sonra 746’da Horasan’da başlayan ve Emevi hanedanının yıkılarak Abbasilerin iktidara gelmesini sağlayan isyan hareketinde, Abbasileri destekleyen Türkler önemli rol oynadı.

    Abbasi Devleti kurulduktan hemen sonra meydana gelen 751 Talas Savaşı’nda Araplar Türkler ile birlikte Çinlilere karşı savaştı. Batı Türkistan hâkimiyeti üzerinde önemli etkisi olan savaşı, Araplar kazanmış ve böylece Türklerin bu bölge üzerindeki üstünlüklerinin devamı sağlanmıştı. Bu olaydan itibaren Türkler ve Arapların ilişkileri olumlu bir yönde gelişmiş ve böylece İslamiyet yavaş yavaş Türkler tarafından benimsenmeye başlanmıştır. Ancak bu geçişler münferit bir şekilde olmuştur.

 

Talas Savaşı

 

Çinlilerle Araplar arasında yapılan savaşta Türkler, Müslüman Arapların yanında yer almışlardır.

Bu savaştan sonra İslamiyet Türkler arasında yayılmıştır.

Bu savaştan sonra kağıt üretimi ilk önce Semerkant’ ta daha sonra da Bağdat’ta başlamıştır.

Türklerle Araplar arasında ticari ilişkiler gelişmiştir.

 

Türklerin İslamiyet’e Hizmetleri

 Karışıklık içerisinde bulunan İslam dünyasına Selçuklular çeki düzen vermişlerdir.

Haçlı saldırılarına karşı İslam dünyası korunmuştur.

Gazneli Mahmut tarafından İslamiyet Hindistan’a yayılmış ve bugünkü Pakistan devletinin temelleri atılmıştır.

Osmanlılar tarafından İslamiyet Avrupa’ ya yayılmıştır.

Bilim ve sanat alanında büyük katkıları olmuştur.

Türkler, İslam Dinini Niçin Kabul Etti?

   Allah’ın sıfatları, ahiret hayatı, ruhun ebedîliği, kıyamet hayatı, kadere iman, ahlak anlayışı sevap-günah, cennet, cehennem, şehitlik, aile hayatı, fetih anlayışı, cihat, adalet, hâkimiyet, vatan sevgisi istiklal aşkı ve şûra gibi konularda İslam dininin ortaya koyduğu prensip ve esaslarla Türklerin benimsemiş olduğu inanç sistemi ve ilkeler arasında büyük bir uyum olması onların İslam’a bakış açılarını etkilemiş ve diğer dinlere tepki göstermelerine rağmen İslamiyet’e karşı çıkmak şöyle dursun kendi istek ve iradeleriyle rahatlıkla İslamiyet’i benimseyip kabul etmişlerdir.

    Hiç şüphesiz tarih boyunca Türklerin bir kısmı Musevilik, Hristiyanlık, Budizm ve diğer inanç sistemlerini benimsemişler ancak büyük çoğunluğu Türklerin inanç ve hayat felsefesine uygun olmadığı için bu dinlere karşı sert tepki gösterilmiş ve bu dinlerin Türk’ün karakterine ve ruh yapısına ters düştüğü açıkça ifade edilmiştir. Halbuki Türklerin İslam dinine geçişleri kendi ruh ve karakterlerine uygun düştüğü için bazı tarihçilerin dediği gibi “âdeta farkında olmadan” tabi bir seyir içinde gerçekleşmiş ve asla bir tepki gösterilmemiştir.

     Nitekim XII. yüzyılda yaşamış olan Süryani tarihçi Mikhail, “Türk milleti tek tanrıya inanmakta idi. Arapların da tek Allah’a inanmaları Türklerin İslamiyet’i kabul etmelerine sebep olmuştur.” diyerek bu gerçeği dile getirmektedir. Ayrıca savaşçılığıyla temayüz etmiş olan Türk milleti İslam’ın cihat anlayışını ve şehitlik fikrini kendi töre ve ideallerine uygun bulduğu için bu husus da onların İslamiyet’i seçmelerinde bir teşvik unsuru olmuştur.

    Türkler kendi töre, inanç, ideal ve karakterleriyle bütünleşen prensiplere sahip bu mükemmel din ve medeniyet dairesine girmekte asla zorlanmadıkları gibi İslam kültür ve medeniyetine her alanda önemli katkılarda bulundular. Türkler, İslamiyet’i kabul ettikten çok kısa bir süre sonra dinî ilimler başta olmak üzere çeşitli ilim dallarında, tefekkür ve felsefe konusunda dünya çapında haklı bir şöhrete kavuşmuş bilim adamları ve mütefekkirler yetiştirdiler ve Orta Çağ İslam kültür ve uygarlığının kurulup gelişmesinde önemli rol oynadılar.

     Türklerin, İslamiyet’i toplu olarak kabul etmesi daha sonraki zamanda olmuştur. Bu arada Müslüman olan Türkler, Abbasi Devleti’nin gerek askerî ve gerekse idari kadrolarında etkin bir şekilde görev almıştır. Bilhassa Afşin, İhşid ve Baçuroğulları gibi aileler İslam dinini kabul ederek Abbasi Devleti’nin hizmetinde yer almışlar ve kendileriyle beraber birçok Türk topluluklarını da bu devletin hizmetine çekmişlerdir. Bu dönemde Abbasilerin, Emevilerden farklı olarak hoşgörü, eşitlik, adalet ilkelerini uygulamaları ve ümmetçi politika izlemeleri, Türklerin İslamiyet’i kabulünü kolaylaştıran en önemli sebeplerdendir.

   Türk dünyasında İslamiyet ilk defa Maveraünnehir bölgesinde ticaret ve ilim faaliyetlerinin etkisiyle yayılmaya başlamıştır. Müslümanlar, bu bölgeye geldikten sonra buralarda önemli ticaret ve ilim merkezleri kurmuştur. Şehirlerdeki tekke ve medreselerde görevli olan âlimler Türkistan’ın en ücra köşelerine kervanlarla ulaşarak İslamiyet’in özelliklerini Türk boylarına anlatma imkânı bulmuştur. 960 yılında 200 bin çadırlık Türk topluluğu Müslüman olmuştur. Bu Türkler, Karahanlı Devleti’nin hâkim olduğu yerlerdeki Türk boylarından olan Yağma, Çiğil, Karluk ve Tuhsilerdir. Oğuzlar da aynı yüzyılın ikinci yarısında İslam dinini kabul etmeye başlamıştır.

    Farklı coğrafyalarda İslam dinini kabul eden Berberiler, Acemler ve Kürtler gibi kavimler de bulunmaktadır. Kuzey Afrika’da yaşayan bir kavim olan Berberiler, başta tabiat güçlerine inanmış, daha sonra Yahudilik ve Hristiyanlık inançlarını benimsemişlerdir. Hz. Osman Dönemi’nde, Müslümanlar ile Berberiler arasında ciddi çarpışmalar yaşanmıştır. Emevilerin, Kartaca’yı fethi sonrası Hasan b. Numan’ın uyguladığı politika sonucunda Berberiler, İslamiyet’i benimsemiştir. İslamiyet’i kabul eden Berberiler, zamanla Arap kültürünün etkisinde kalarak Araplaşmıştır.  

     Arap Yarımadası dışında İslam’ı yayma faaliyetine girişen Araplar, zamanla Acemlerle iç içe geçmiştir. Acemlerin de İslamiyet’i kabul etmeleriyle birlikte zamanla çoğunun Araplaştığı görülmüştür. Kürtler ise Müslümanlar ile ilk defa Hz. Ömer zamanında karşılaşmıştır. Bu dönemde Kürtler, Müslümanlara karşı İranlılar ile birlikte savaşmış ve İslam ordularına yenilen Kürtler, Müslüman olmaya başlamıştır. Hz. Osman Dönemi’nde Azerbaycan’ın fethiyle Kürtler ile Müslümanlar arasında ilişkiler yoğunlaşmıştır. Abbasiler, Kürt aşiretlerin askerî potansiyelinden yararlanmıştır.

Acem: İranlılara Arapların verdiği isim.

 

Oğuzların İslamiyet’i Kabulü

 

Oğuzlar kimdir?

    Oğuzlar; Türkiye, Azerbaycan, İran, Irak ve Türkmenistan Türklerinin ataları olarak bilinir. Oğuz adına ilk defa Kök Türk Kitabeleri’nde rastlanmaktadır. Kelimenin kökeni hakkında çeşitli görüşler ileri sürülmüştür. Bunlardan, ok kelimesiyle en eski Türkçe’de çokluk eki olan “z” den oluşan okuzdan (oklar) geldiği hakkındaki görüş en güçlü olanıdır. Kök Türk Kitabeleri’ne göre Oğuzlar, (İslam kaynaklarında Guz) dokuz boydan meydana gelmiş bir budundur. Bundan dolayı Tokuz (Dokuz) Oğuz diye de anılır. Kök Türk hanedanından Kutluk Kağan, devleti yeniden kurmaya çalıştığı sırada eski Türk yurdundaki en güçlü budun Tokuz Oğuzlardı.

     Ancak Kök Türkler zamanla Oğuzları kendilerine tabi kıldılar. Bilge Kağan devrinde (716-734) Oğuzlar, doğrudan doğruya ona bağlıydı. 744 de Kök Türk Devleti yıkıldı ve yerini Uygur Devleti aldı. Bunun üzerine Uygur hükümdarı Köl (kül) Bilge Kağan, Tokuz Oğuzların başbuğu tayin edilen oğlu da Moyençor (Moyunçor) unvanıyla anılmaya başlandı

      X. yüzyıl başlarında Oğuzların elinde Yeni-kent, Huvare ve Cend gibi şehirlerin yanı sıra Karlukların idaresindeki bazı yerlerde Müslüman gruplar bulunuyordu. Bu gruplar, bulundukları bölgelerdeki Türkler ile iyi münasebetler kurmuştur. Oğuzlar, medeni seviyesi yüksek olan bu Müslümanlardan İslam dininin esaslarını öğreniyordu. Dolayısıyla X. Yüzyılın ikinci yarısında, Oğuzlar arasında İslamiyet’in yayılmaya başladığı söylenebilir. Samanoğulları Devleti Şehzadesi Ebu İbrahim (Muntasır), Maveraünnehir’i Karahanlıların elinden almak için Oğuz yabgusu ile bir anlaşma yapmış ve bir süre sonra yabgu, Müslüman olmuştur.

      Oğuzlar arasında İslamiyet ancak XI. yüzyılda hâkim bir din hâline gelebilmiştir. Oğuz boylarından Müslümanlığı kabul edenleri, etmeyenlerden ayırmak için onlara Türkmen adı verilmiştir. XIII. yüzyıl başlarından itibaren artık Türkmen tabiri her yerde Oğuz’un yerini almıştır.

      Oğuzlar, Tuğrul Bey önderliğinde yeni bir Müslüman Türk devleti olan Selçuklu Devleti’ni kurdu. Selçuklu Devleti’nin kurulmasından birkaç yıl sonra on bin çadırlık bir Türk topluluğu Müslüman oldu. 1040 Dandanakan Savaşı’nı kazanarak İran’da tek siyasi güç hâline gelen Tuğrul Bey, Şii Büveyhilerin baskı altında tuttukları Abbasi halifesini bu baskıdan kurtararak bozulan İslam birliğini yeniden sağladı. Selçukluların Anadolu’ya hâkim olmaya başlaması ve burayı İslamlaştırması üzerine Papa önderliğindeki Batı dünyası, Türk-İslam dünyası üzerine Haçlı Seferleri düzenledi.

       Bu dönemde Büyük Selçuklu Devleti’nin parçalanması üzerine Türkiye Selçuklu Devleti, Anadolu’da bağımsızlığını kazandı. Türkiye Selçukluları, Suriye ve Filistin’deki diğer Türk emirlikleriyle birlikte Haçlı Seferleri’ne karşı İslam dünyasını başarılı bir şekilde korudu. Ayrıca Türkiye Selçukluları, Anadolu’yu yaptıkları imar faaliyetleri ile bayındır hâle getirdi.

      Selçuklularla kısmen sağlanan İslam birliği XIII ve XIV. Yüzyıllarda tekrar bozulmaya başladı. Doğudan gelen Moğol istilası, Türkiye Selçuklu Devleti’nin parçalanmasına neden olmuş ve Anadolu’da birçok beylik ortaya çıkmıştır. Bu beyliklerden birisi olan Osmanlı Beyliği süratle gelişerek bir cihan devleti hâline geldi. Osmanlı Devleti, İslam dünyasının lideri olarak Avrupa’da İslam kültürünün yayılmasını sağladı.

 

 

 

 

6.3. İSLAMİYET’İN TÜRK DEVLET VE TOPLUM YAPISINA ETKİSİ

 

Karahanlılar (840-1212

İlk Müslüman Türk devletidir. Kurucusu Bilge Kül Kadir Han’dır. İlk Müslüman hükümdarı Satuk Buğra Han’dır. 999 tarihinde Gaznelilerle birlikte Samanoğulları devletine son verdiler. Maveraünnehir bölgesini ele geçirdiler. 1042 Yılında Doğu ve Batı olmak üzere ikiye ayrıldılar. Batı Karahanlılara  Harezmşahlar, Doğu Karahanlılara  Karahıtaylılar son verdi.

 

Gazneliler (963-1187)

   Samanoğulları Devleti’nin Horasan valisi Alp Tigin tarafından kurulmuştur. Sultan Mahmut Hindistan’a 17 sefer yaparak, İslamiyet’in bu bölgelerde yayılmasını sağlamış ve bugünkü Pakistan Devleti’nin temellerini atmıştır. Sultan Mesut Selçuklularla yaptığı Dandanakan Meydan Muharebesi’ni kaybetmiş ve devlet yıkılma sürecine girmiştir. Devlet Gurlular tarafından yıkılmıştır (1187).

  İlk Türk-İslam devletlerinin egemenlik anlayışında, İslamiyet öncesi Türk devletlerinin idare geleneği devam etmiştir. Özellikle Kök Türkler ve Uygurlar zamanında büyük gelişme gösteren Türk kültür ve medeniyetinin Karahanlılardan itibaren İslam kültür ve medeniyetiyle karşılaşıp kaynaşması Türk-İslam medeniyetinin temellerinin atılmasını sağlamıştır.

   İlk Türk-İslam devletlerinden olan Gazneliler, Samaniler vasıtasıyla Abbasilerden aldıkları teşkilatı geliştirerek Büyük Selçuklulara ve daha sonraki Türk-İslam devletlerine iletmiştir. Gazneliler ve Karahanlılar, İslami dönem Türk devlet teşkilatının gelişip yerleşmesinde köprü vazifesi görmüşlerdir.

    Türk milleti kendi yaşamını ve geleceğini “il” dediği devlete bağlamış ender bir millettir. Türkler ili, barış ve sulh anlamında da kullanmıştır. İslamiyet’in kabulü ile birlikte ilin yerini “devlet” ve “mülk” kelimeleri almıştır.

     İlk Türk devletlerinde, Türk kağanının dünyayı idare etmek üzere Gök Tanrı tarafından görevlendirildiğine inanılırdı. Tanrı kutuna kavuşmak, ancak bütün Türk illerinin bir idarede toplanmasıyla ortaya çıkardı. Bu Türk cihan hâkimiyeti düşüncesi Türk kağanlarının en büyük idealiydi. Bu ideal İslami dönemde de cihat anlayışı ile yaşamaya devam etti.

    İlk Türk devletlerinde görülen kut anlayışı İslamiyet’le birlikte “Allah’ın nasibi veya takdiri” olarak kabul edilmiştir. Kuta sahip olan hükümdarlar devleti iyi idare etmek, halkın huzur ve refahını sağlamak zorundadır. Bunu sağlayamazsa kendisine kutu veren Tanrı katında sorumlu olacağına inanırdı. Dolayısıyla İslamiyet’i kabul ettikten sonra da hükümdarların gücünün kaynağı ilahidir. Ayrıca İslam halifesi veya onun adına siyasi gücü elinde bulunduran hükümdarların “Allah’ın yeryüzündeki gölgesi” olarak kabul edilmesi Türklerin İslamiyet’i benimsemelerinde etkili olan unsurlardan biridir.

     İslamiyet’le birlikte hükümdar unvanlarında da değişiklik görülmüştür. Karahanlılarda hakan yerine “Arslan Han”, yabgu yerine “Buğra Han” ve şad yerine “İlig Han” kullanılmıştır. Gazneliler de ise hükümdarlar “emir ve sultan” gibi İslami unvanlar kullanmıştır. İslamiyet’i ilk kabul eden Satuk Buğra Han’dan itibaren hükümdarlar, Müslüman isimler ve lakaplar almaya başlamıştır

     Sultan unvanını ilk kullanan Türk hükümdarı Gazneli Mahmut olmuştur. İslamiyet’le birlikte gelen diğer değişiklikler ise hükümdarlığın halife tarafından onaylanması, ülkede halife adına hutbe okutulması ve basılan paraların üzerinde halifenin isminin yazılmasıdır.

     İlk Türk-İslam devletlerinde hükümdarlar tıraz denilen kendi ad ve lakaplarının yazılı olduğu, süslemeli özel giysiler giyerdi. Resmî belgelerde tevki ya da tuğra denilen mühür kullanan hükümdarların değerli taşlardan yapılmış taht ve taçları vardı. Saray önünde namaz vakitlerinde, savaşlarda ve törenlerde nevbet denilen müzik çalınırdı. Sefere ya da bir yere giderken hükümdarların başının üstünde çetr denilen, ipek ve kadifeden yapılmış bir çeşit şemsiye tutulurdu.

     Hükümdardan sonra devlet kademesinde en yetkili kişi vezirdi. Karahanlı vezirleri Türkçe yuğruş unvanını kullanırken, genellikle İran kökenli olan Gazneli vezirler hâce unvanını kullanmıştır.

    Türk-İslam devletlerinde yönetim işlerinin daha rahat ve düzenli bir şekilde yürütülebilmesi için çeşitli divanlar oluşturulmuştur. Karahanlılarda devletin işleyişiyle ilgili önemli kararların alındığı Meclis-i Âli adında bir divan varken, Gaznelilerde mali ve genel idari işlerden sorumlu olan “Divan-ı Vezaret” bulunurdu. Ayrıca bu divanlara bağlı alt divanlar da vardı.

      Türkler, İslam dinin önemli bir unsuru olan adalete İslamiyet’i kabul ettikten sonra da büyük önem vermiştir. Türk-İslam devletlerinde hukuk sistemi şer’i ve örfi olmak üzere iki ana unsurdan meydana gelirdi. Şer’i davalara bakan kadılar, dinle ilgili bütün işlerde yetkiliydi. Karahanlı ve Gazneli hükümdarlar örfi mahkemelere başkanlık ederdi.

Türk İslam Dünyasında Edebi Eserler

   Kutadgu Bilig (Mutluluk veren bilgi), Türk-İslam edebiyatının günümüze kadar ulaşan ilk eseri olma özelliğine sahiptir. Yusuf Has Hacip eserini 1070’de Doğu Karahanlı Hükümdarı Uluğ Kara Buğra Han'a Türkçe olarak sunmuştur. Eserde insanların hem bu dünyada hem de ahirette mutluluğu elde edebilmek için nasıl bir yaşam sürmeleri gerektiği bilgisi verilmiştir.

     Ayrıca insanın sosyal hayattaki ve devlet nizamındaki görev ve sorumluluklarına değinilmiş, ideal Türk devlet anlayışının özellikleri anlatılmıştır. Bu bakımdan eser bir siyasetname olarak kabul edilmiştir. Yusuf Has Hacip, Kutadgu Bilig’de dört önemli esası kişileştirmiş ve bunları kendi aralarında konuşturmuştur. Eserde hükümdarın halkına ve halkın devlete karşı sorumlulukları anlatılmıştır.

      Türk tarihinin ilk sözlüğü kabul edilen Divânü Lûgati’t-Türk, Türk dilinin abide şaheserlerindendir. İyi bir eğitimle kendini yetiştiren Kaşgarlı Mahmut, bütün Türk dünyasını gezip dolaştıktan sonra elde ettiği bilgileri bir araya getirdiği eserini 1077 yılında Abbasi Halifesi Muktedi Billah’a sunmuştur.

      Divânü Lûgati’t-Türk; Araplara Türk dilini öğretmek, Türk milletinin yüceliğini, dilinin zenginliğini göstermek amacıyla kaleme alınmıştır. Bir sözlük gibi hazırlanmış olan eser; Türklerin tarihi ve coğrafyası, örf ve âdetleri, mutfağı, spor faaliyetleri, ekonomik özellikleri, günlük yaşamı, müzik anlayışı, kadına verdiği önem, aile hayatı, edebiyat içeriği, sağlık bilgisi gibi konularda ansiklopedik bilgiler içermektedir.

     Türk tasavvuf tarihinin ilk edebî eseri olan Divân-ı Hikmet, Hoca Ahmet Yesevi’nin Türkçe olarak yazmış olduğu “hikmet” adı verilen şiirlerin bir araya getirilmesiyle oluşmuştur. Bugünkü Kazakistan’da bulunan Sayram’da dünyaya gelen Hoca Ahmet Yesevi, Yesi’de eğitimini tamamlamış, buraya yerleşmiş ve burada vefat etmiştir.

      Divân-ı Hikmet; Hz. Peygamber’in yaşamı, dinî hikâyeler, dervişliğin özellikleri, cennet, cehennem, güzel ahlak gibi konuları içeren bir tasavvuf kitabıdır. Türk-İslam dünyasında kabul gören ortak düşünceyi, fikri, kimliği, yaşam tarzını ortaya çıkaran önemli bir eserdir.

       İslamiyet’in Türkistan, Balkanlar ve Anadolu’da yayılmasının temelini teşkil ettiği, bu uğurda mücadele edecek olan müritlere yol gösterici bir özelliğe sahip olduğu kabul edilmiştir.

 

6.4.Oğuzların İslamiyet’i Kabulü

 

    X. yüzyıl başlarında Oğuzların elinde Yeni-kent, Huvare ve Cend gibi şehirlerin yanı sıra Karlukların idaresindeki bazı yerlerde Müslüman gruplar yaşamıştır. Bu gruplar, bulundukları bölgelerdeki Türkler ile iyi münasebetler kurmuştur. Oğuzlar, medeni seviyesi yüksek olan bu Müslümanlardan İslam dininin esaslarını öğrenmiştir. Dolayısıyla X. Yüzyılın ikinci yarısında, Oğuzlar arasında İslamiyet’in yayılmaya başladığı söylenebilir. Samanoğulları şehzadesi Ebu İbrahim (Muntasır), Maveraünnehir’i Karahanlıların elinden almak için Oğuz yabgusu ile bir antlaşma yapmış ve bir süre sonra yabgu, Müslüman olmuştur.

   Oğuzlar arasında İslamiyet ancak XI. yüzyılda hâkim bir din hâline gelebilmiştir. Oğuz boylarından Müslümanlığı kabul edenleri, etmeyenlerden ayırmak için onlara Türkmen adı verilmiştir. XIII. yüzyıl başlarından itibaren artık Türkmen tabiri her yerde Oğuz’un yerini almıştır.

    Oğuzlar, Tuğrul Bey önderliğinde yeni bir Müslüman Türk devleti olan Selçuklu Devleti’ni Kurmuştur. Selçuklu Devleti’nin kurulmasından birkaç yıl sonra on bin çadırlık bir Türk topluluğu Müslüman olmuştur. 1040 Dandanakan Savaşı’nı kazanarak İran’da tek siyasi güç hâline gelen Tuğrul Bey, Şii Büveyhilerin baskı altında tuttukları Abbasi halifesini bu baskıdan kurtararak bozulan İslam birliğini yeniden sağlamıştır.

     Selçukluların Anadolu’ya hâkim olmaya başlaması ve burayı İslamlaştırması üzerine papa önderliğindeki Batı dünyası, Türk İslam dünyası üzerine Haçlı Seferleri düzenlemiştir. Bu dönemde Büyük Selçuklu Devleti’nin parçalanması üzerine Türkiye Selçuklu Devleti, Anadolu’da bağımsızlığını kazanmıştır. Türkiye Selçukluları, Suriye ve Filistin’deki diğer Türk emirlikleriyle birlikte Haçlı Seferleri’ne karşı İslam dünyasını başarılı bir şekilde korumuştur. Ayrıca Türkiye Selçukluları, yaptıkları imar faaliyetleri ile Anadolu’yu bayındır hâle getirdi.

       Selçuklularla kısmen sağlanan İslam birliği XIII ve XIV. Yüzyıllarda tekrar bozulmaya başlamıştır. Doğudan gelen Moğol İstilası, Türkiye Selçuklu Devleti’nin parçalanmasına neden olmuş ve Anadolu’da birçok beylik ortaya çıkmıştır. Bu beyliklerden birisi olan Osmanlı Beyliği süratle gelişerek bir cihan devleti hâline gelmiştir. Osmanlı Devleti, İslam dünyasının lideri olarak Avrupa’da İslam kültürünün yayılmasını sağlamıştır.

       Oğuzların, Horasan’dan batıya göç hareketleri iki dalga hâlinde gerçekleşmiştir. Türkler, daha önce IV. yüzyılda Hunlar ve VII. yüzyılda da Sabarlar ile Anadolu’ya akınlar düzenlemiştir. Ancak bu akınlar genellikle Doğu Roma İmparatorluğu’na karşı ganimet amaçlı olup Anadolu’yu yurt edinme düşünülmemiştir. Abbasiler Dönemi’nde, Bizans’a karşı askerî güçlerinden yaralanmak için Anadolu’ya getirilen Türkler, Abbasilerden sonra da X. yüzyılın ikinci yarısına kadar burada gaza ve cihad hareketlerinde bulunmuştur. Bu dönemden itibaren Anadolu toprakları, Selçuklu Türkleri tarafından hedef alınmıştır.

        Birinci dalga göçler, XI. yüzyılın ilk çeyreğinde Anadolu’ya kitleler hâlinde başlamış ve Malazgirt Savaşı’ndan sonra yoğunluk kazanarak devam etmiştir. Bu Oğuz göçlerinin önceki dönemlerde yapılanlardan farkı, büyük kafileler hâlinde yaşanması ve Anadolu’yu yurt edinme amaçlı olmasıdır.

      1015-1021 yılları arasında Anadolu’ya yapılan ilk Selçuklu seferleri keşif ve ganimet kazanma niteliği taşırken Malazgirt Zaferi sonrası Horasan’dan gelen Oğuzlar, ele geçirdikleri bölgeleri yurt edinmeye başladı. Tuğrul Bey, yerleşik halk içinde sorun olmaya başlayan Türkmen gruplardan yararlanma yoluna gidip soydaşlarına yerleşmek için Anadolu’yu hedef gösterdi.

       Birinci dalga göçlerin genel sebepleri arasında Karahitayların, Moğolistan coğrafyasını ele geçirmesi, Kıpçak boylarının baskısı ve Selçukluların bir devlet politikası olarak göçleri teşvik etmesi kabul edilebilir. Önce Sultan Alp Arslan ve sonra da Sultan Melikşah’ın şekillendirdiği Selçuklu Devleti’nin batı yönlü fetih politikası, Anadolu’daki fetih hareketlerini hızlandırmıştır. Ardından Anadolu’da kurulan ilk Türk beylikleri burada Türklerin kalıcı olmasını sağlamıştır.

    Malazgirt Savaşı’ndan sonra Bizans’ın gücünün kırılmasıyla Oğuzlar Anadolu’yu yurt edinmek için buralara göç etmeye başlamıştır. Bu durum bir Gürcü kaynağında şöyle anlatılmıştır: “Türklerin kudreti dolayısıyla Rumlar şarktaki bütün şehir ve kalelerini bırakıp gidiyor; bu bölgeleri onlara terk ediyor ve onların yerleşmelerine imkân veriyorlar.”

     Malazgirt Zaferi’nden sonra kısa bir süre içerisinde Anadolu’da Danişmentliler, Mengücekliler, Saltuklular, Artuklular ve Çaka gibi beylikler kurulmuştur. Bu beyliklerin kurulmasıyla XI. yüzyılın ikinci yarısında Anadolu’da, Beylikler Dönemi başlamıştır. Sonrasında Anadolu’daki Türk hâkimiyeti Türkiye Selçukluları ile kalıcı hâle gelmiştir. Anadolu’ya Türkistan’dan gelmeye devam eden Türkmen kitleleri de bu yerleşmeyi desteklemiş ve Anadolu’da kalıcılığı sağlamıştır.

      İkinci dalga göçler ise Anadolu’ya 1220’den itibaren başlamış ve XIV. yüzyıl başlarına kadar yaklaşık bir asır devam etmiştir. İkinci dalga göç hareketlerinin temel sebebi Türkistan’da yaşanan Moğol istilasıdır. Büyük Selçuklu Devleti’nin çöküşü ve Harezmşahların, Moğollar tarafından mağlup edilmesi ile Moğollar bölgede etkinliğini artırmıştır. 1220-1221 yıllarında Horasan üzerinden Irak-ı Acem ve Azerbaycan’a giren Moğollar, birçok şehri yağmalamış ve buradaki Türkler, Moğol baskısından kaçarak Anadolu’ya geçmiştir. Böylece Anadolu’daki Türk nüfusu daha da artırmıştır.

      XI. yüzyıldan XIV. yüzyıla kadar bazen yoğunlaşıp dalgalar hâlinde, bazen de nispeten yavaşlayan fakat kesintiye uğramayan Oğuz göçleri, Anadolu’nun çehresini tamamen değiştirmiştir. Bölgeye gelen Türklerin karşılaştıkları durumlar onlar için umut vericidir. Anadolu’da, Bizans İmparatorluğu başta olmak üzere Ermeniler, Süryaniler, Araplar, Hristiyanlar ve Türkler bulunmaktadır. Bizans, her ne kadar taht kavgaları ve iç meseleleriyle mücadele etse de topraklarında otoritesi bozulmuş olsa da Anadolu’da hâlâ egemen siyasi güçtür.

      Anadolu’ya kitleler hâlinde göçlerin yaşandığı dönemde Bizans İmparatorluğu siyasi olarak hâkim durumunda olsa da Anadolu topraklarında büyük sıkıntılar yaşanmaktadır. Bu dönemde Anadolu, Bizans İmparatorluğu ile Sasani Devleti arasındaki savaşlardan; Emevilerin ve daha sonra da Abbasilerin düzenlemiş oldukları seferlerden dolayı oldukça harap olmuş durumdadır. İnsanlar, kalelere sığınarak yaşamlarını sürdürmektedir. Anadolu’da boş köyler ve şehirler bulunmakta, ıssız ve geniş araziler yer almaktadır.

       Türklerin Anadolu’yu yurt edinmesini kolaylaştıran nedenler; Bizans’ta sık sık imparatorun değişmesi, yaşanan iktidar mücadeleleri, düzenli bir ordunun olmayışı, sefalet içinde bulunan halka zulmedilmesi, dinî hoşgörü ve adaletli bir yönetimin olmamasıdır. Ayrıca Anadolu’daki geçit ve vadilerin Selçuklular tarafından iyi bilinmesi, Türklerin Anadolu’yu yurt edinmesini kolaylaştıran diğer bir etmendir.

      Anadolu’da halkın üzerinde siyasi ve dinî baskı kurması, halkta Bizans İmparatorluğu’na karşı tepki oluşturmuştur. Selçuklular da bu durumu, Anadolu’yu yurt edinmek için avantaja dönüştürmeyi bilmiştir. Türkler, Anadolu’da yaşayan halkın kültür ve inançlarına saygı göstermiştir.

    Bunun sonucunda da Bizans’ın baskısından bıkan Anadolu halkı, Türkleri kurtarıcısı gibi görmüş ve kolaylıkla benimsemiştir.

     Yapılan bu göç hareketleri sonucunda Anadolu’da Türk nüfusu artmış, Ege ve Marmara sahillerine kadar olan bölgelerin Türkleşmesi ve Müslümanlaşması sağlanmıştır.

     XI. yüzyılda Anadolu’yu yurt edinen Türkler, burada kurdukları devletleri daha çok kurucularının veya bölgenin adıyla anmıştır. Türkiye adı ise ilk defa Bizans kaynaklarında görülmüş ve Anadolu XII. yüzyıldan itibaren Batılılar tarafından Türkiye olarak anılmaya başlanmıştır. Arap kaynaklarında da Berrü’t-Türkiyye ifadesi XIV. yüzyıl başlarında kullanılmıştır.

 

BÜYÜK SELÇUKLU DEVLETİ (1040-1157)

    Oğuz Yabgu Devleti’nden ayrılarak Cent şehrine gelerek İslamiyet’i kabul eden Selçuk Bey’den ismini almıştır. Horasan bölgesine yerleşmeye çalıştıkları için Gazne hükümdarı Mahmut, Selçuk Beyin oğlu Arslan Yabgu’yu tutuklatarak hapsetmiştir.

    Tuğrul ve Çağrı beyler Dandanakan Muharebesi’nde Gaznelileri yenerek devletlerini kurmuşlardır.

 

Tuğrul Bey (1038-1063)

  Devletin ilk hükümdarıdır. Dandanakan Meydan Muharebesi’nde Gaznelileri yenerek devleti fiilen kurmuştur. Anadolu için ilk ciddi savaş olan Pasinler Savaşı’nda Bizans ordusu yenilgiye uğratılmıştır.(1048)

  1054 yılında Anadolu’ya sefer düzenleyerek bazı bölgeleri ele geçirmiştir. Bağdat’a iki sefer düzenleyerek Bağdat Abbasi Halifesi’ni Şii Büveyhoğullarının baskısından kurtarmıştır. Halifenin siyasi yetkilerini elinden almıştır. İbrahim Yınal ayaklanmasını bastırmıştır.

   1058 yılında tekrar Bağdat’a giden Tuğrul Bey Büveyhoğulları Devleti’ne son vererek Halifeyi bu devletin baskısından kurtarmış, Halifenin kızıyla siyasi bir evlilik yapmıştır. Çağrı Bey 1061, Tuğrul Bey’de 1063 yılında vefat etti.

 

Alparslan (1063-1072)

    Ağabeyi Süleyman’ın hükümdarlığını kabul etmeyen Alparslan tahta geçti. Kutalmış da ayaklandı ise de bunu hayatıyla ödedi.1064 yılında çıktığı Anadolu ve Kafkasya seferinde Kars ve Ani kalelerini ele geçirdi. Ağabeyi Kavurt’un isyanını bastırdı.

     1071 yılında Bizanslılarla yaptığı Malazgirt Savaşı’nı kazanmıştır. Bu savaştan sonra Anadolu’nun kapıları Türklere açıldı.

      Haçlı seferlerine yol açtı. Anadolu’ da ilk Türk devletleri kuruldu. Türkiye tarihi başladı. Anadolu Türkleşmeye başladı. Batı Karahanlılar üzerine yaptığı bir sefer sırasında şehit edildi.

 

Melikşah (1072-1092)

     Amcası Kavurt isyanını bastırdı. Suriye, Anadolu ve Yemen’e kadar olan yerleri fethetti. Anadolu tamamen bir Türk yurdu haline geldi. Bağdat Abbasi halifesini ziyaret etti.

     Sultan Melikşah Dönemi’nin önemli sorunlarından birisi de Selçuklu Devleti içinde Bâtıni faaliyet merkezlerinin ortaya çıkmasıydı. Hasan Sabbah’ın gizli olarak yürüttüğü faaliyetler neticesinde Bâtıniler, 1090’da Kazvin yakınındaki Elburz Dağları’nda Alamut Kalesi’ni ele geçirdi. Sultan Melikşah, Bâtınilere karşı mücadele etmesi için komutanlarını gönderse de 1092’de ölümüyle harekât durmuştur.

   Öldüğünde sınırlar Orta Asya’dan Marmara ve Akdeniz kıyılarına , Kafkaslardan ve Aral gölünden Hint Denizine ve Yemene kadar uzanıyordu.

 

Büyük Selçuklu Devleti’nin Yıkılışı

    Sultan Melikşah 38 yaşında öldüğünde geride Kaşgar’dan Marmara Denizi’ne, Kafkaslardan Yemen ve Aden’e kadar uzanan büyük bir imparatorluk bırakmıştı. Melikşah’ın ölümünden hemen sonra taht kavgaları başladı. Hanımı Terken Hatun, halifenin onayını alarak 1092’de 4 yaşındaki oğlu adına Bağdat’ta hutbe okuttu. Nizâmülmülk taraftarlarının desteklediği Melikşah’ın diğer oğlu Berkyaruk, kardeşiyle girdiği taht mücadelesini kazanarak tahta çıktı.

     Ancak Terken Hatun, saltanatı ele geçirmek için önce Berkyaruk’un dayısı İsmail Yakuti’yi daha sonra da amcası Tutuş’u yönetime karşı isyan ettirdi. Ülkenin batısındaki bu taht mücadelelerini kazanan Berkyaruk, bu kez de devletin doğusunda isyan eden diğer amcası Arslan Argun’u bertaraf etti ve böylece hâkimiyetini pekiştirdi.

     Sultan Berkyaruk Dönemi’nin önemli olaylarından birisi de Haçlı Seferleri’nin başlamasıdır. Türkleri Anadolu’dan atmak ve Kudüs’ü ele geçirmek amacıyla Avrupa’dan harekete geçen I. Haçlı ordusu Antakya’ya kadar ilerleyerek burayı kuşattı. Şehrin Valisi, Berkyaruk’tan yardım istedi. Berkyaruk, Musul emirini bu işle görevlendirdi. Ancak Musul emiri, Haçlılarla yapılan savaşı kaybetti. Böylece Antakya’yı ele geçiren Haçlılar, Kudüs’e kadar ilerledi.

     Sultan Berkyaruk’un ülkede iç düzeni sağlamasından sonra bu kez de kardeşi Mehmet Tapar 1099’da isyan etti. Kardeşler arasında meydana gelen savaşlar sonucunda Azerbaycan sınır olmak üzere Büyük Selçuklu Devleti ikiye bölündü.

     Batı kısmına Mehmet Tapar, doğu kısmında ise Berkyaruk sultan oldu. Sultan Berkyaruk, on iki yıl süren saltanatı boyunca sürekli taht kavgaları yaşamış ve 1104 yılında daha 25 yaşındayken ölmüştür.

     Berkyaruk’un ölümünden sonra Mehmet Tapar Selçuklu tahtını 1105’te ele geçirdi. Ardından hanedan üyelerinin isyanlarını bastırdı. Bu dönemde Suriye ve civarındaki Haçlı devletleri ile mücadele edildi. Ayrıca Sultan Mehmet Tapar, gittikçe gelişen ve devlet için tehdit haline gelen Bâtınî faaliyetlerine karşı ciddi tedbirler aldı ve Bâtınileri rahatsız edici seferler düzenlendi. Ancak Mehmet Tapar’ın 1118 yılında ölümü üzerine bu seferler sonuçsuz kaldı.

     Mehmet Tapar öldükten sonra kardeşi Sencer tahtı ele geçirdi. Sultan Sencer, Selçuklu Devleti’ni yeniden düzenleyerek “Sultan- ı Azam” unvanını aldı. Bu dönemde Selçuklular, Gaznelilere ve Karahanlılara karşı yeniden hâkimiyet sağladı. Karahanlı Hükümdarı Mahmut ile idaresi altındaki Türk boylarından olan Karluklar arasında anlaşmazlık çıktı. Mahmut, Sultan Sencer’den yardım isterken Karluklar da Karahitaylardan yardım istedi.

      Sonuçta Selçuklu ve Karahitay kuvvetleri arasında 9 Eylül 1141’de Katvan Savaşı meydana geldi. Hayatındaki ilk yenilgisini burada alan Sultan Sencer’in ordusu, bu savaşta tamamıyla dağıldı ve Karahitaylar bütün Maveraünnehir’i istila etti. Bu mağlubiyet Selçuklu Devleti ve İslam dünyası için ağır bir yenilgi oldu ve Selçuklular yıkılma sürecine girdi.

     Sultan Sencer, bu süreçte ülkesinde yaşayan Oğuzlar ile vergi ödeme konusunda bir anlaşmazlık yaşadı. Bu anlaşmazlık sonucunda iki taraf arasında Belh’te (1153) meydana gelen savaşı Sencer kaybetti ve Oğuzlara esir düştü. 1156’da esaretten kurtulan Sencer’in 1157 yılında ölmesiyle Büyük Selçuklu İmparatorluğu tarih sahnesinden çekildi.

 

SELÇUKLULARA BAĞLI DEVLETLER

Horasan Selçukluları ve Irak Selçukluları : Sultan Sencer’in yeğen Mahmut tarafından kuruldu. Başkenti Merv idi. Harzemşahlar tarafından yıkıldı.

Suriye Selçukluları : Melikşah’ın kardeşi Tutuş tarafından Suriye’de kuruldu. Başkenti Şam’dı.

Kirman Selçukluları : Alparslan’ın kardeşi Kavurd tarafından Kirman bölgesinde kuruldu. Oğuz beylerinden Melik Dinar tarafından yıkıldı.

Türkiye Selçukluları: 1077 yılında Kutalmışoğlu Süleyman Şah tarafından merkezi İznik olmak üzere Anadolu’da kuruldu.

 

SELÇUKLULARA BAĞLI ATABEYLİKLER

Zengiler Atabeyliği : Halep-Musul

İldenizliler : Azerbaycan Atabeyliği

Salgurlular : Şiraz

Börililer : Şam

Beğ-Teginoğulları: Erbil

 

 

 

6.5. BÜYÜK SELÇUKLU DEVLETİ’NDE YÖNETİM VE TOPLUM YAPISI

   İslamiyet’ten önceki Türk devlet geleneğinde olduğu gibi Büyük Selçuklu Devleti’nde de ülke, hükümdar ailesinin ortak malı kabul edilmiştir. Selçuklularda devletin tek temsilcisi sultandır. Töre ve yasaya aykırı olmamak şartıyla her hususta mutlak hâkim olan hükümdar, hiçbir zaman kutsal ve sorumsuz değildir.

   İlk Türk devletlerindeki kut anlayışı Selçuklularda da devam etmiştir. Buna göre hükümdarın emretme yetkisini doğrudan Allah’tan aldığına ve Allah adına hüküm sürdüğüne inanılmıştır. Sultan, halkının itaatine karşılık, onların huzur ve güvenini temin ederek halkına hizmet etmektedir. Sultanlar, tarafından yayınlanan fermanlar kanun niteliğindeydi ve halk bu fermanlara uymak zorundaydı.

    Büyük Selçuklu Devleti’nde sultan adına para bastırılır, fermanlara tuğrası çekilir ve ülkenin her tarafında adına hutbe okunurdu. Savaşlarda ve gezilerde hükümdarın başının üstünde çetr tutulurdu. Ayrıca namaz vakitlerinde nevbet çalınırdı.

    En üst kademesinde sultanın bulunduğu Selçuklu devlet teşkilatı; saray, hükümet, adliye ve ordu unsurlarından oluşmuştur. Hükümdar, ailesi ve maiyeti ile birlikte sarayda yaşardı. Hükümdarın şahsına bağlı olan saray, aynı zamanda devletin yönetildiği yerdi. Saray teşkilatında çaşnigir, candar, camedar gibi çeşitli görevliler yer alırdı. Saray teşkilatında çalışanların başında olan ve onları denetleyen kişiye “hâcibü’l -hüccâb” denirdi.

    Büyük Selçuklularda bütün devlet işleri “Büyük Divan” tarafından yürütülürdü. “Divan-ı Saltanat” da denilen Büyük Divan’ın başında vezir bulunurdu. Vezir, sultandan sonra divanın en büyük görevlisi ve onun mutlak vekiliydi. Selçuklularda, Büyük Divan’a bağlı dört divan daha vardı. Bunlar; devletin iç ve dış yazışmalarını yapan Divan-ı İnşa (tuğra), bütün mali işlerinden sorumlu olan Divan-ı İstifa, mali ve idari işleri teftiş eden Divan-ı İşraf ve devletin askerî işleriyle ilgilenen Divan-ı Arz’dı.

      Ayrıca Büyük Divan’a bağlı olmayan posta ve haberleşmeden sorumlu Divan-ı Berid, adalet işlerinden  sorumlu Divan-ı Mezalim ve hatunun emrinde hizmet veren Divan-ı Hatun gibi divanlar bulunurdu.

      Selçuklu adalet teşkilatı diğer Türk-İslam devletlerindeki gibi şer’i ve örfi hukuk olmak üzere ikiye ayrılmıştı. Şer’i hukuk sisteminde, davalara kadılar bakardı. Din ile ilgili bütün işlerde yetkili olan kadılar evlenme ve boşanma işlemleri, nafaka, miras ve alacak davalarına bakarlar ayrıca noter vazifesi görürler ve vakıfları yönetirlerdi. Kadıların başına kadiü’l-kudat denilir ve sultan tarafından tayin edilirdi. Örfi hukuk sisteminde davalara emir-i dad bakardı. Asayişi bozan ve kanunlara itaat etmeyenler örfi hukuka göre yargılanırdı. Bugünkü adalet bakanı gibi olan emir-i dad, gerektiğinde tutuklamalarda bulunabilirdi. Siyasi suçlar sultanın başkanlığındaki mahkeme olan Divan-ı Mezalim’de hükme bağlanırdı.

     Büyük Selçuklu Devleti, özellikle Sultan Melikşah Dönemi’nde Orta Çağ’ın en büyük askerî gücü hâline gelmişti. Devletin kuruluşu sırasında rol oynayan Türkmenler zamanla ordudan tasfiye edilmiş ve yerleri gulam sistemine göre yetişmiş askerler getirilmiştir.

 

      Ordunun çoğunluğu süvarilerden oluşurdu. Savaşlarda kendi yaptıkları ok, yay, kılıç, kalkan, mızrak ve hançer gibi hafif silahlar; kuşatmalarda da arrade (hafif taşlar atan silah) ve mancınık gibi ağır silah kullanırlardı.

      Ordu savaş sırasında; merkez, sağ kol, sol kol, öncü ve artçı şeklinde tertiplenirdi. Orduya harekât esnasında sultan veya vezir, emir verirdi.

      Horasan merkezli kurulan Büyük Selçuklu Devleti, Türkler ve İranlılar olmak üzere başlıca iki gruptan oluşuyordu. Bu yüzden devlet teşkilatında iki grubun da etkisi görülürdü. Selçuklularda vezirlik kurumunda Abbasi, Sasani ve Gazne tesiri vardı. Devletin mülki teşkilatına İranlılar, askerî teşkilatına Türkler hâkim olmuştur. Böylece Selçuklu devlet teşkilatlanmasında İslam-İran geleneği de yer almıştır.

     Nizamülmülk’ün, Siyasetname adlı eserine göre Selçuklularda hükûmet teşkilatı ve ordu kurulurken İslam-İran geleneği esas alınmıştır. Bu gelenek Selçuklulardan sonraki Türk-İslam devletlerine de örnek olmuştur. Selçuklularda devlet teşkilatında İran etkisi görülmesine karşın; atabey, subaşı, tuğra, çavuş gibi teşkilatla ilgili Türkçe terimler kullanılmıştır.

 

Nizamiye Medreseleri

      Tuğrul Bey’in 1055 Bağdat Seferi sonrasında Selçuklular Sünni liderliğini üstlenmiştir. Sünni inancın ortadan kalkması amacıyla yıkıcı faaliyetlerde bulunan Fâtımiler için artık hedef Büyük Selçuklu Devleti olmuştur. Fâtımiler, Şii propaganda faaliyetleri yoluyla Selçuklu ülkesi içerisinde Bâtınilerin ortaya çıkışında etkili olmuştur. Bâtıniler Şii propagandası yapıp kendi düşüncelerine engel olarak gördükleri önemli Selçuklu âlim ve yöneticilerine suikastler düzenlemiştir. Bâtınilerin yıkıcı faaliyetleri yüzünden insanlar öldürülmüş ve toplum düzeni bozulmuştur.  Fâtımi ve Bâtınilerin yıkıcı faaliyetlerinin İslam dünyası için büyük bir tehlike olduğunu anlayan Büyük Selçuklu Devleti Sünni medreseler kurmaya karar vermiştir.

   Büyük Selçuklu Devleti hükümdarı Sultan Alp Arslan ve veziri Nizâmülmülk yıkıcı ve bölücü unsurlarla mücadele etmek, Sünni düşünceyi yaymak amacıyla devlet politikasını belirleyerek Nizamiye Medreselerini kurmuştur. İlki Nişabur’da daha sonra Bağdat ve diğer önemli şehirlerde açılan Nizamiye Medreselerinde öğrencilerin yeme, içme, barınma, kütüphane, ibadet, temizlik ve ders araçları gibi bütün ihtiyaçları karşılanmıştır.

    Zengin vakıf gelirleriyle desteklenen Nizamiye Medreseleri, mükemmel bir şekilde inşa edilen yapısı ve verdiği kaliteli eğitimle daha sonra kurulan medreselere örnek olmuştur.

     Nizamiye Medreselerinde İmam Gazalî başta olmak üzere önemli müderrisler görev yapmıştır. Nizâmülmülk, Büyük Selçuklu sarayında danışman olarak çalışan Gazalî’yi “Şerefü’l- ümme” unvanı vererek Bağdat Nizamiye Medresesi’ne müderris olarak atamıştır.

 

Büyük Selçuklu Devleti’nde Kültür ve Medeniyet

    Türk İslam medeniyeti içerisinde eğitim ve öğretim faaliyetleri bakımından Büyük Selçuklu Devleti Dönemi, bir dönüm noktası olarak kabul edilmiştir. Daha önceleri düzensiz bir biçimde yapılan eğitim ve öğretim faaliyetleri Sultan Alp Arslan zamanında belli bir programla sistemli hâle getirilerek devlet himayesi ile verilmeye başlanmıştır. Büyük ilim ocakları olan medreselerde en tanınmış bilgin ve fikir adamları müderris olarak görevlendirilmiştir.

     Zengin kütüphanelerle donatılmış olan medreselerde öğrencilere aylık maaş verilmiş ve onlara her türlü ihtiyaçları karşılanmıştı. Büyük Selçuklu Devleti ortaya koyduğu sistemli eğitim politikasını medreselerde uygulayarak insanlığın geleceğini inşa eden ilmi koruma altına almış, yükseltmiş ve yaymıştır.

    Büyük Selçuklu Devleti Dönemi’nde açılan medreselerin programlarında İslami bilimlerle birlikte matematik, astronomi, felsefe, fizik, tıp, tarih, edebiyat gibi akli bilimler de yer almıştır. İslami bilimlerde Eş-Şirazî, Cüveynî, Gazzalî ve Er-Razî gibi âlimlerle birlikte diğer bilimlerde de önemli âlimler yetişmiştir. Özellikle matematik bilimi Selçuklular Devri’nde yüksek bir seviyeye ulaşmıştır.

     Astronomi bilimi medreselerde verildiği gibi özellikle rasathanelerde de verilmişti. Sultan Melikşah büyük harcamalar yaparak İsfahan ve Bağdat’ta rasathaneler kurdurmuştu. Devrin en önemli matematik ve astronomi âlimleri; Ömer Hayyam, Îsfizârî, El-Vâsıtî’dir. El-Hazini Büyük Selçuklu Devleti’nin enlem ve boylamlarını gösteren “Zîc-i Sencerî”’yi hazırlamıştır.

   Selçuklu Dönemi âlimlerince de üstünlüğü kabul edilen felsefe biliminde Muhammed bin Ahmed Beyhakî, matematik ve astronomi bilimiyle ilgili de çalışmalar yapmıştır. Fizik biliminde El Savi önemli eserler yazmıştır. Tıp eğitimi sadece medreselerle sınırlandırılmamış devrin hastanelerinde de verilmiştir. Tıp alanında Sabur b. Sehl, İbnü’t Tilmiz ve Ebu Said Muhammed bin Ali gibi ünlü hekimler yetişmiştir.

   Daha önceki Türk hükümdarları gibi Selçuklu sultanları da tarih bilimini sevmiş ve gelişmesi için teşvik edici olmuştur. Selçukluların kökenini anlatan anonim eser “Meliknâme” ve “Ebu Tahir-i Hatuni’nin Tarih-i Al-i Selçuk” dönemin önemli eserlerdir.

    Selçuklu sultan ve melikleri şiir ve edebiyatla yakından ilgilenmiştir. Selçuklularda resmî dilin Farsça olması dolayısıyla edebiyatta Farsça kullanılmıştır. Emir Muizzi, Ömer Hayyam, Enveri, Ezraki dönemin ünlü edipleridir.

     Büyük Selçukluların sanata getirdiği yenilikler; Nizamiye Medreseleriyle medrese mimarisi ilk şeklini almıştır. Girintili duvarları ve büyük avlu yapısıyla ilk defa medrese camiler yapılmıştır. İsfahan’da bulunan Melikşah tarafından inşa edilen Mescid-i Camisi’nin planı Irak, İran ve Türkistan’da da uygulanmıştır. Çini ile kaplı çok köşeli çatıları ve üzerlerindeki göz alıcı kumaş süslemeleriyle kümbetler Selçuklu mimarisinin en önemli eserleridir.

      Yüksek, silindirik, yivli, ince minare şekli Selçukluların İslam dünyasına bir diğer hediyesidir. Selçuklu kabartma heykel sanatının günümüze kadar ulaşan en önemli eseri, Rey’de saray hayatını anlatan stuk panodur. Yapılarda pencerelerin katlar hâlde sıralanması, sivri kemerler, kubbelerde Türk üçgeni denen tekniğin uygulanması, mihrabın dikdörtgen ve beş köşeli olması Selçuklu sanatının özellikleri arasında yer almıştır.

     Selçuklular süsleme, kitabe, hat, minyatür, tezhip, halı, kilim ve çini gibi diğer sanat alanlarında da değerli ürünler ortaya koymuştur. Selçuklular kendine has üsluplarıyla Selçuklu kufisi, sülüsü ve nesihi gibi hat türleri ortaya çıkarmış ve bunları abidevi eserlerde uygulamıştır. Ayrıca bozkır kültürünü gösteren kuş, ejderha, boğa ve çift başlı kartal gibi hayvan tasvirlerinin yer aldığı kabartmalarla yapılar süslenmiştir.

     Türk müziği Büyük Selçuklu Dönemi’nde orduda, sarayda, obalarda tasavvufun yayılması sonucu müzik ve semanın ayinlere girmesiyle tekkelerde gelişme imkânı bulmuştur. Askerî müzik sultanların gücünü göstermekte olup sultanların kapılarında beş nevbet, meliklerde ise üç nevbet çalınmıştır. Askerî müzik dışında günlük eğlenceler, düğün, bayram şenlikleri, merasimlerde çeşitli oyunlar eşliğinde müziğin toplum hayatında önemli bir yeri olmuştur. Kopuz, Türk tanburu, Türk borusu, Türk neyi ve bağlama önemli Türk müziği aletleriydi.

 

 

YOUTUBE KANALI: tariheglencesi

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

  
4486 kez okundu

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yapmak için tıklayın
Ziyaret Bilgileri
Aktif Ziyaretçi1
Bugün Toplam115
Toplam Ziyaret1040457
Saat