Demokratikleşme Sürecinde Türkiye 1908-1980 Demokratikleşme Sürecinde Türkiye Arif Özbeyli[1]
Giriş Türkiye’nin demokratikleşme sürecini Osmanlı Devleti’nden bağımsız düşünemeyiz. Aslında ilk demokratik adımlar Osmanlı Devleti zamanında atılmış ve Cumhuriyet Türkiye’sinde de buna devam edilmiştir. Osmanlı Devleti’nde ilk demokratik adımın ayanlarla yapılan Sened-i İttifak olduğu yolunda düşünceler mevcuttur. Bunun yanında Tanzimat Fermanı da padişah dışında kanun gücünü tanıdığı için önemli bir demokratik adımdır. Ama Osmanlı Devleti döneminde atılan en önemli adım meşrutiyetin ilanıdır. Genç Türklerin oluşturduğu demokratik taleplerin baskısıyla ve siyasi olayların oluşturduğu atmosferle 1876 yılında Birinci Meşrutiyet ilan edilmiş, ilk Anayasa kabul edilmiş, Meclis-i Mebusan adıyla bir meclis açılmıştır. Her ne kadar anayasaya göre padişahın hala geniş yetkileri olsa da ilk defa halkı temsil eden bir meclis oluşturulmuştur. Gerçi bu meclis uzun sürmemiş 1878 yılında kapatılmışsa da 1908 yılında İkinci Meşrutiyet’in ilanı ile Meclis-i Mebusan yeniden açılmıştır. İkinci Meşrutiyet’le padişahın yetkileri kısıtlanırken Meclisin ve hükümetin yetkileri artırılmıştır. İkinci Meşrutiyetle Türkiye ilk defa siyasi partilerle tanışmıştır. İttihat ve Terakki Fırkasının yanında Hürriyet ve İtilaf Fırkası ve Ahrar Fırkası gibi fırkalar (partiler) da kuruldu. 1912 ilkbaharında yapılan ve “Sopalı Seçim” diye tanınan genel seçimlerde İttihat ve Terakki ezici bir başarı kazanmıştır. İkinci Meşrutiyet’in ilanında etkili olan İttihat ve Terakki Cemiyeti zamanla yönetimde etkisini artırmış ve 1913 Babıali baskınıyla da fiilen yönetime el koymuştur. Ne ilginçtir ki İkinci Abdülhamit’i baskıcı olmak eleştiren ve kınayan yeni yönetim zamanla ondan daha baskıcı bir yönetim oluşturmuştur. En büyük baskısı da muhalif siyasi hareketlere, muhalif gazete ve gazetecilere olmuştur. Bu kötü alışkanlığın maalesef günümüze kadar hiç kesintisiz sürdüğü söylenebilir. Çoğulcu ve demokratik bir yönetim hiçbir dönem oluşturulamamıştır. A-Milli Mücadele Dönemi
TBMM’nin kurulması ile milli irade temsil edilmeye başlamış ve çok farklı fikir ve düşüncede olan insanlar meclis çatısı altında toplanmıştır. Ancak özellikle iki grup mecliste etkin olmuştur. Müdafa-i Hukuk grubu adı altında faaliyetlerini yürüten grup zamanla ikiye ayrılmış ve Birinci ve İkinci Grup olarak adlandırılmıştır. Birinci Grup Mustafa Kemal’in önderliğindeki gruptur. İkinci grup ise Erzurum Mebusu Hüseyin ve Mersin Mebusu Selahattin Bey’in başı çektiği gruptur. İkinci Grup Mustafa Kemal’i otoriter olmakla suçlamış ve güçler ayrılığını savunmuştur. Mustafa Kemal’e Başkomutanlık Yasası ile meclisin yetkilerinin verilmesine karşı çıkmıştır. İki grubun 1921 başlarında birbirinden ayrılmaya başlamasının nedeni, yeni yeni oluşan rejimde geleneksel kurumların alacağı yer ve karar alma süreçleri konusundaki anlaşmazlıklardı. İhtilafın yaşandığı temel nokta, kararların bir kişi veya grup tarafından yukarıdan dayatılması yerine tartışma ve danışmanın getirilmesi gerekip gerekmediğiydi. Başlangıçta, muhafazakarlar ile modernistler, yeni kurulan Türk ulus-devletinin ekonomik açıdan güçlü ve çağdaş dünyanın bilimsel ve teknolojik olanaklarıyla donatılmış bir devlet olması gerektiği hususunda uzlaşmışlardı. Ancak ilerleyen dönemde CHP tarafından temsil edilecek olan grup, yeni devletin güç ve refaha kavuşmasının tek yolunun, amacına uygun olarak tamamen farklı bir rejim, kurumlar ve politikalar bütünü benimsemesi olduğunu düşünüyordu.[2] 1 Nisan 1923’te Birinci Meclis’in feshedilmesi ve yeni seçimlerin yapılması ile İkinci Grup büyük oranda tasfiye edilmiştir. Batıcı-modernistler, gelenekçileri saf dışı bırakarak TBMM’nin denetimini ele geçirmeye ve kendi reform programlarını uygulamaya karar verdiler.[3] Dolayısıyla ikinci mecliste muhalif bir hareket pek oluşmamıştır. Kemal Karpat’a göre halkçılık Kurtuluş Savaşı’nın en güçlü ideolojisi olarak ortaya çıkmış, ancak 1925 sonrasında yeni rejim seçkinci politikalara geri dönmüştür.[4] Halkçılık doktrini, esasen, halkın siyasi karar alma süreçlerine katılması için duyulan isteği yansıtıyordu. Ayrıca yönetimdeki devletçi düzene ve tekelci ekonomi zihniyetine karşı bir eleştiri niteliğindeydi. Kurtuluş Savaşı döneminde halkçılık, Türkiye'nin hem politik hem de ekonomik alanlarda halk tarafından ve halk adına yönetilmesi olarak anlaşılıyordu. "Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir" sözcükleriyle ifade edilen bu görüş, yeni kurulan devletin tüm anayasalarında kutsal bir yer edindi.[5]
B- Cumhuriyet’in ilanı ve Tek Parti Dönemi
1923'ten itibaren demokratik adımlar atılmaya çalışılmış, bunların bir kısmı başarılı olurken yaklaşık yüzyıl süren bu süreç bazen müdahalelerle sekteye uğramıştır. Atatürk döneminde çok partili hayata geçiş için bazı adımlar atılmış (Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası ve Serbest Cumhuriyet Fırkasının kurulması gibi) ancak bu partiler demokratik teamüllere pek uygun olmayan gerekçelerle kapatılmış ve çok partili hayata geçiş gecikmiştir. Serbest Fırka (SF), Mustafa Kemal'in, yakın dostu ve silah arkadaşı Fethi Okyar'dan bir muhalefet partisi kurmasını bizzat talep etmesi üzerine kuruldu. Bu istek, büyük ölçüde, Mustafa Kemal'in -tüm unsurları cumhuriyetçi, modernist ve ilerici olması koşuluyla- demokratik çoğulcu nitelikte bir siyasal sisteme duyduğu inançtan kaynaklanıyordu. Diğer bir sebep ise, Mustafa Kemal'in CHP'yi denetlemek amacıyla yeni muhalefet partisinden yararlanma isteğiydi. Zira CHP'nin bazı üyeleri devlet tekellerinde ve diğer ekonomik veya yarı ekonomik kuruluşlarda kârlı konumlara erişmiş durumdaydı. Ama sonra beklenmeyen bir şey oldu: Beklenenin aksine, yeni parti dört ay içinde doğrudan CHP'ye ve dolaylı olarak Parti'nin genel başkanına meydan okumaya yetecek denli destek toplamayı başardı. Ancak Mustafa Kemal'e doğrudan hiçbir eleştiri yöneltilmedi.[6] Bir süre sonra parti Mustafa Kemal’in isteğiyle Fethi Okyar tarafından kapatıldı. Çok partili hayata geçişte ikinci denemede (güdümlü demokrasi) başarılı olamadı. İsmet İnönü tek parti döneminde Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası ile Serbest Cumhuriyet Fırkası denemelerinde partilerin kapatılmalarının birere hata olduğunu, bu hatanın hem kendisine ve hem de Atatürk’e ait olduğunu ifade etmiştir.[7] Değişimi yukarıdan dayatan iktidar, ıslahatları uygulamak ve desteklemek için yarattığı toplumsal temelle beraber, değiştirmeye çalıştığı topluma kıyasla çok daha büyük bir dönüşümden geçmişti. Başlangıçta CHP bu zinciri kırmayı ve Osmanlı İmparatorluğu'nun düşünce tarzından ve dünya görüşünden sıyrılmayı denedi. Bu amaçla, ilk olarak reform programı için geniş bir toplumsal taban oluşturmaya çalıştı. İkinci olarak ise, yalnızca bazı zümrelere çekici gelen Batılı düşünce biçimini ve örgütlenme tarzını benimsedi. CHP'nin birincil amacı, toplumda kesintisiz bir değişim süreci başlatacak olan siyasal ve sivil kurumları oluşturmaktı. Parti, yönetim ve eğitim sistemi üzerinde sahip olduğu denetimden faydalandı, yolla benimsediği kısmen materyalist görüşü ve toplum hakkındaki rölativist yaklaşımı dayattı. Böylece bir yandan eski seçkinlerin tarihsel liderlik kavramına bir ölçüde bağlı kalan CHP, diğer yandan da yeni bir siyasal mekanizma kurmayı amaçlıyordu.[8] 1927 yılında yapılan bir değişiklikle Parti Büyük Divanına ait olan milletvekillerini belirleme yetkisi doğrudan tek seçici olarak genel başkana yani Mustafa Kemal’e devredilmiştir. 29 Ağustos 1927 tarihinde Mustafa Kemal bu yetkiye dayanarak milletvekili adaylarını açıklamıştır. 1927 yılı sonunda kabul edilen nizamname ile Mustafa Kemal değişmez genel başkan olarak kabul edilmiş ve bu hükmün değiştirilemeyeceği kabul edilmiştir. Bu nizamname ile partideki yetkileri daha da genişletilmiş ve parti içindeki kurulların doğal başkanı sayılmıştır. CHP'nin geliştirdiği yeni Türk ulusal kimliği ve kültürü, materyalist nitelikteydi. Parti'nin çekirdek grubu içinde yer alan özellikle Recep Peker ve Avrupa'da yetişmiş birkaç aydın, başta gençlik olmak üzere Türkiye'nin, heyecan verici yeni bir politik inanca ihtiyaç duyduğunu savunuyorlardı. Bu inanç sayesinde toplumun, yeni rejimin yanında harekete geçmesi ve böylece rejimin devamlılığı sağlanmış olacaktı. Aynı zamanda sanayileşme, ani bir şekilde, yeni bir sanayi işçileri grubu yaratmıştı. Bunların kendilerine özel isteklerinin ve tavırlarının, SSCB tarafından kendi çıkarları doğrultusunda kullanılma riski vardı. (Bir zamanlar SSCB ile kurulan dostluk ilişkileri, Stalin'in güçlenmesinden sonra bozulmuştu). Bu nedenle, sanayileş-menin bu tür etkilerinin de önüne geçilmesi gerektiğine de dikkat çekiliyordu. Dolayısıyla CHP, bir taraftan, milliyetçiliği modern (yani Batılı) devletlerin ilerleme ve kalkınma seviyelerine ulaşma yolunda bir çaba olarak tanımladı. Diğer taraftan ise, Türk toplumunun bağımsız kimliğinin ve özel manevi karakterinin korunmasını uygun gördü.[9] CHP, yeni ve bağımsız Türk Devleti'nin özgün, milliyetçi ve halkçı temellerini tamamen baştan tanımlama kararı nedeniyle daima huzursuzluk hissetmiştir. Dolayısıyla, 1927'den ve özellikle de halkçılığın parti politikasının gerisinde kaldığı 1931’den sonra, CHP literatüründe laiklik, inkılâpçılık ve nihayet devletçilik ilkelerinin giderek daha çok yer kaplaması doğal bir durumdur. CHP'nin resmi doktrinine en son katılan ilke olan devletçilik, sonunda, altı ilke arasından en önemlisine dönüştü. Bu ilke, hükümetin ve Parti'nin otoritesindeki artışa ideolojik temel teşkil etti.[10] 1936 tarihinde İsmet İnönü tarafından yayınlanan bir genelge ile parti ile devlet-hükümetin birleştirildiği açıklanmıştır. Buna göre, Dahiliye Vekili olan kişi aynı zamanda CHP Genel Sekreteri olacak ve illerde de valiler CHP İl Başkanları olacaktı. 1937 yılında diğer ilkelerle birlikte halkçılık ilkesi de anayasaya girdi. Bu resmi ifadede yer alan “halkçılık” ilkesinin 1919-1922 döneminde bir halk hareketi olarak ortaya çıkan demokratik halkçılık çok az ortak yanı vardı.[11] Aşırı laik-milliyetçi kanat Parti’yi devrimin bekçisi olarak göstermeye çalışıyor ve Atatürk’ün dahi partinin ilkeleriyle ve disipliniyle bağlı olduğunu savunuyordu. Parti sekreterliğine getirilen Recep Peker, kendi devrimci değişim doktrinini formülleştirmişti. Bu doktrine göre değerine veya yararlığına bakılmaksızın eski ve geleneksel olan her şey yıkılmalı ve bunların yerine yeni ve modern olanlar getirilmeliydi. Peker, iktidarı elinde tutmaya çalıştıysa da sonuçta saf dışı bırakıldı. Recep Peker, CHP'nin ideolojik açıdan gelenekçilik karşıtı ve materyalist bir karakter kazanmasından büyük ölçüde sorumluydu. Peker, aynı zamanda Parti'nin otoriteryanizmini haklı çıkarmak için bu ideolojiyle uyumlu bir felsefe de üretmişti. Sayıları ve nüfuzları oldukça yüksek olan yandaşları, Peker'in bu felsefesini içtenlikle kabul edip halka tanıttılar.[12] Peker'in önemli konumuna son verilmesinin ardından CHP'deki ılımlılar, tekrar öne çıktılar. Gerçek durum konusunda kendisine iletilen uyarıları dikkate alan Mustafa Kemal, Parti'nin ve rejimin otoriter aşırılıklarını bizzat düzeltmeye karar verdi. Belli bir yumuşama dönemine girilmişti. Mustafa Kemal, 1937'de, eski bir komutan olanı İnönü'nün yerine iktisatçı Celal Bayar'ı getirdi. İnönü, siyaseten bir bakıma liberal düşünceli olmasına rağmen, bürokratik bir hükümet anlayışı güdüyordu (ve gerçekten de böyle bir yönetim modelinin yükselmesini sağlamıştı). Ayrıca İnönü, başbakan olarak uygulamaya koyduğu verimsiz devletçi ekonomi politikalarının sembolüydü. Bayar'ın, özel girişimden yana olduğu biliniyordu. Mustafa Kemal bazı hatalar yapmış olabilir; ancak hiç kimse onu Türkiye'de bir diktatörlük rejimi kurmaya çalışmış olmakla suçlayamaz. Tam aksine, gerekli kurumsal temellerin atılması için bir süre güçlü bir yönetimin kaçınılmaz olduğuna inansa da, Mustafa Kemal'in amacı politik ve toplumsal anlamda çoğulcu ve demokratik bir sistem kurmaktı.[13] 1938 yılı sonunda CHP kurultayında Mustafa Kemal’e “Değişmez Genel Başkan”, İsmet İnönü’ye de “Milli Şef” unvanı verildi. (Bu unvanlar 1946 yılı mayısında kaldırılmıştır.) “Tek Parti, Tek Millet, Tek Lider” partinin sloganıydı. İnönü, ideolojik konularda Parti'nin altı ilkesine derinden bağlı kaldı. Laiklik politikasının din karşıtlığına varacak kadar yoğunlaştırılması (bazı camilerin kapatılarak depo olarak kullanılması), dil devrimi ve bunun gibi bazı aşırı ve halka ters düşen önlemlere destek verdi. Ancak İnönü, rejimin liberalleştirilmesini veya en azından politik baskının azaltılmasını sağlayan bir dizi önlemin hazırlanması için de adımlar attı. 29 Mayıs 1939 tarihli Beşinci CHP Kurultayı'nda, liberalleşme ruhu açıkça hissediliyordu. Bu kurultayda valiler, iller-deki CHP teşkilatlarının başkanı konumlarını kaybettiler.[14] İkinci Dünya Savaşı yılları (1939-1945) Türkiye’nin yine tek partili yıllarıdır. Bu dönemde yaşanan ekonomik sıkıntılar halk üzerinde etkiler bırakmıştır. Savaş sonunda CHP’ye halk desteğinin yitirilmesinde bu ağır ekonomik zorlukların etkisi tartışılmazdır. Ancak bu dönemde yaşan bu ekonomik sıkıntılar bazı antidemokratik uygulamalara da yol açmıştır. Bunun en önemlisi de 1942 Kasımında yürürlüğe konan Varlık Vergisi Kanunu ve uygulamasıdır. Zengin kişilerden olağanüstü şartlar dolayısıyla daha fazla vergi alınmasına dayalı bu uygulama maalesef suiistimal edilmiş ve azınlıklar mağdur edilmiş, hatta bir kısmı doğuda Aşkale’ye kamplara gönderilmiştir. Kampa gönderilenlerin nerdeyse tamamı azınlıklardandı. 1400 kişiden 1229’u İstanbul’dan gönderilmiştir. Bunlardan 21’i çalışma yerlerinde ölmüştür. Her şey 1943 Eylülünde gevşetildi. Daha sonrada vergi mükelleflerini ailelerinin yanına dönmelerine ve dükkânlarını açmalarına izin verildi. Savaşın son yılı olan 1945 yılı içerisinde CHP içerisinde de bir muhalif hareket gelişmeye başladı. Bu muhalif hareket 7 Haziran 1945 tarihinde “Dörtlü Takrir” diye adlandırılan ve altında Bayar, Menderes ve Köprülü ve Koraltan’ın imzası bulunan bir önerge verdiler. Önergede ülkede ve partide liberalleşme talebi vardı. Önerge İnönü’nün talebi ile reddedildi. Buna rağmen parti içi muhalefet sona ermedi. 15 Ağustos 1945 tarihinde TBMM’de Birleşmiş Milletler Antlaşması’nın görüşülmesi sırasında söz alan Menderes, “Birleşmiş Milletler Anayasası’nın siyasal özgürlüklerle kişi hak ve özgürlüklerini teminat altına aldığını belirterek, bu belgeyi imzalamış ülkelerin iç yönetimlerinde de ulusal egemenliği kurmak zorunda olduğunu” belirtti. Bu konuşmadan kısa bir süre sonra Menderes, Köprülü ihraç edildi. Bayar buna tepki göstererek milletvekilliğinden istifa etti. Ardından da Refik Koraltan ihraç edildi. İnönü yaptığı Meclis konuşmasıyla yeni bir partinin kurulmasını teşvik etmiştir. Ardından Celal Bayar CHP’den istifa etti. Sonuçta yukarıda adı geçenlerin katılımıyla 7 Ocak 1946 yılında Demokrat Parti kuruldu. Aynı gün partinin programı ve tüzüğü de açıklandı. Demokrat Parti’nin programı CHP’den farklı değildi. 1946 yılı Türkiye Cumhuriyeti'nin İkinci Dünya Savaşı'na giderken kendisini savaştan kurtardığı bir dönemin hemen sonrasına denk gelmektedir. Her ne kadar Türkiye savaşa girmemişse de savaşın ağır yükünü hissetmiştir. Türkiye ekonomik zorluklarla boğuşurken, Sovyetler Birliğinin Balkanlara yayılması ve ideolojisini yayması ve ardından da boğazlarda üs istemesi, Brest Litovsk Antlaşması'nın Türkiye'ye bıraktığı Kars Ardahan geri istemesi Türkiye’yi yeni bir yol ayrımına itmiştir. Bu gelişmeler yanında batıda Sovyet tehdidine karşı bir blok oluşmuş ve demokratik Batı ülkeleri ABD'nin desteğini alarak Batı blokunu oluşturmuşlardır. Dünyanın doğu batı şeklinde iki bloğun ayrılmasıyla, Türkiye yaşadığı bu siyasi olaylar karşısında Batı bloğuna yaklaşmıştır. Bu dönemde Marshall Planıyla Amerika’nın Türkiye’ye ilgisi de artmıştır. Ardından Türk-Amerikan yardım antlaşması imzalanmıştır. Böylece Türkiye demokratik yönetimlere sahip batı blokuna yanaşmıştır. İşte bu siyasi şartlar bir yönüyle Türkiye'nin demokratik açılımının dış sebebidir. Bunun yanında içte tek siyasi partinin olmasının getirdiği bazı handikaplar da vardı. Hükümetin denetlenememesi, belki de otoriterleşmesi, bunun gerek yönetimde gerekse halk nezdinde sıkıntıları vardı. İşte bu iç ve dış siyasi gelişmeler Türkiye'de çok partili hayata geçişin sebeplerini teşkil etmektedir. 1946 seçimleri iktidarda bir değişikliğe yol açmamıştır, ancak 1946 seçimleri şaibeli ilk seçimler olarak kabul edilmektedir. Ne acıdır ki bu kötü örnek ortadayken 1957 seçimleri de aynı şekilde anılmıştır. Demokrasi yolunda maalesef çok fazla adım atılamadığının da göstergesidir bu. Ancak CHP’de İsmet İnönü’nün de müdahalesiyle Recep Peker istifa etmiş ve yerine daha ılımlı olan ve muhalefete daha sıcak bakan Hasan Saka gelmiştir. Her ne kadar CHP muhalefete karşı ılımlı bir politika izlese de kendi içinde demokratik bir dönüşümü gerçekleştirememiştir. Yine de 1947 yılında yapılan CHP 7. Büyük Kurultayında, Cumhurbaşkanlığı ile parti başkanlığının aynı kişide birleşmesi uygulamasının yeniden düzenlenmesi yolunda bir girişlimde bulunuldu. Buna göre İnönü Cumhurbaşkanı olduğu sürece, kurultayın seçeceği bir kişi, CHP Genel Başkan Vekili olarak İnönü’nün bütün yetkilerine sahip olacaktı. Yine kurultayda bundan sonra tüm parti örgütlerinin seçimle işbaşına gelmesi kararlaştırıldı. Ama uygulama böyle olmamış, İnönü bu dönemde de parti üzerindeki otorite ve denetimini sürdürmüştür. İkinci Saka hükümeti döneminde seçim sistemi değiştirilerek gizli oy-açık sayım ilkesi kabul edildi. C- Demokrat Parti Dönemi
1950 tek dereceli seçim sistemi ile iktidar değişmiş ve Demokrat Parti iktidara gelmiştir. Demokrat Parti ilk dönemde tarım alanında başarılı olmuş ve iklim şartlarının da elverişli olmasıyla büyük bir üretim artışı sağlamıştır. Sanayi alanında da önemli atılımlar sağlamış bu durum 1980'li yıllara kadar sürmüştür. Bunda dışarıdan sağlanan kredilerin ve tarım aletlerinin de büyük etkisi vardır. Bütün dönemlerde olduğu gibi bu dönemde de ekonomik göstergeler bazen hükümetlerin demokratik tavırlarını da belirlemiş; ekonomik göstergeler kötüleştikçe -bu durum gizlemek adına- daha otoriter hale getirmiştir. Türkiye Cumhuriyeti tarihinin tamamında durum aynıdır. 1954-1957 döneminde ekonomik sıkıntılar yeniden baş göstermeye başlamıştır. Bu sıkıntılar 1957 seçimlerinden sonra da devam etmiştir. Demokrat Parti dış kredilerle bu sorunu atlatmaya çalışmış, ancak ekonomik sıkıntılar arttıkça daha otoriter bir yönetim tarzını benimsemeye başlamıştır. Muhalefetin siyasi faaliyetleri kısıtlanmaya ve engellenmeye çalışılmış, basına sansür uygulanmış bazı gazeteciler yargının da siyasete bulaşmasıyla tutuklanmıştır.( bilhassa yeni oluşturulan Sulh Ceza Hakimlikleri bunun için kullanılmıştır.) Demokrat Parti maalesef İnönü ve CHP takıntısından kurtulamamış, bu durum bir açıdan İsmet İnönü'nün CHP'nin genel başkanlığı dönemini de uzatmıştır. Nasıl Adnan Menderes'e parti içinde muhalefet vardıysa İsmet İnönü'ye karşıda bir muhalefet vardı. Demokrat Parti ve bilhassa Adnan Menderes'in İnönü'ye hücumları denebilir ki siyasi ömrünü uzatmıştır. Bir diğer husus Demokrat Parti tek parti döneminin alışkanlıklarını devam ettirmiş ve eleştirdiği birçok uygulamayı tekrar etmiştir. Bu durum Demokrat Parti dönemini de otoriter ve baskıcı bir dönem haline getirmiştir. Demokrat Parti'nin bir diğer hatası üniversiteler üzerinde baskı oluşturmaya çalışmasıdır. Fakat bu uygulamaya karşı üniversitelerden partiye karşı bir direnç oluşmuştur. Hüseyin Nail Kubalı olayı bunun en bariz göstergesidir. Bir diğer husus Demokrat Parti orduda bilhassa üst düzey kumandanlarla ilişkiyi iyi tutmaya, oradan gelebilecek hareketleri önlemeye çalışmıştır. Alt rütbedekilerin bir kalkışma yapabileceği ihtimalini aklına bile getirmemiştir. Kısaca Demokrat Parti adına yakışır demokrat bir tavır sergileyememiş ve tek parti zihniyetini aşamamıştır. Çok partili hayatın şartları farklı olmalıydı, fakat Demokrat Parti bunu maalesef başaramamıştır. İsmet İnönü CHP’sine gelince; 1950'de iktidarı kaybetmek CHP’ye ağır gelmiştir. Ama zamanla buna bunu sindirebilmiştir. Başta İnönü olmak üzere CHP'nin uzun bir siyasi tecrübesi vardı ve bu durum CHP'nin istikrarlı kayıpsız devamını sağlamıştır. İsmet İnönü’nün eski bir asker olması ve Milli Mücadele'nin önderlerinden olması ordunun İnönü'ye sempati ile bakmasına yol açıyordu. Fevzi Çakmak’ın ölümünden sonra ordu içerisinde etkisinin arttığı düşünülebilir. Bu özellik sebebiyle de 1960 Askeri Darbesinde CHP'nin bilhassa da İnönü'nün bilgi ve desteğinin olduğu iddia edilmiştir. İhtilalden önce söylediği şu söz buna dayanak olarak gösterilmiştir: “Sizi ben bile kurtaramam”. Aslında son CHP Hükümeti de dine baskı diye görülen bazı uygulamalardan ödün vermeye başlamış ve İmam-Hatip okullarının açılmasını onaylamıştır. Okullar, 1949 yılında tekrar açıldığında adı “İmam Hatip Kursları”ydı. Aslında bu okullar daha önce mevcuttu. Tevhid-i Tedrisat Kanunu’nun din görevlisi eğitimini düzenleyen 4. maddesi medreselerin kapatılmasına karşılık, imamlık ve hatiplik gibi dini hizmetlerin görülebilmesi için ayrı okullar açılmasını öngörüyordu. Kanunda öngörülen bu okullar, 1924 yılında İmam Hatip Mektepleri adı altında 29 merkezde açıldı. Okullar, dört yıllık ortaöğrenim seviyesindeydi. Bu okulların müdürleri özel bir din eğitimi görmemişlerdi. Daha çok deneyimli eğitimcilerdi ve amaçları Cumhuriyet'e bağlı, aydın din adamları yetiştirmekti. Ders saatlerinin çoğu bilim ve yabancı dil dersleriydi ve dinle ilgili dersler ikinci plandaydı. 1929 yılında sayıları 2’ye düşen İmam Hatip Mektepleri 1930’da öğrenci yokluğu nedeniyle tamamen kapatıldı ve 1948 yılına kadar imam-hatip eğitimi yapılmadı. 1930-1948 yılları arasında din eğitimi, Diyanet İşleri Başkanlığı bünyesinde açılan Kur'an kurslarında verilmiştir. Demokrat Parti Arapça ezan yasağını kaldırmış, 14 Temmuz'da genel af yasası çıkarılmıştır. 1950'ye gelindiğinde CHP 27 yıllık devlet partisiydi. Bu süre boyunca partiye hükmeden küçük bir azınlıktı. Demokrat Parti'nin çok eleştirdiği noktalardan biri de radyonun hükümet tarafından parti propagandası için kullanılması idi. Ancak Demokrat Parti'de radyoyu propaganda için kullanmakta gecikmedi. Bunun yanında Meclis iç tüzüğünde değişiklik yapılmış ve muhalefetin denetim yetkisi kısıtlanmıştır. Dokunulmazlıklar zayıflatılmış ve cezalar artırılmıştır. 1958 yılı içerisinde ekonomik sıkıntılar yaşamış, paranın değeri dolar karşısında devalüe edilmiş 2.80’den 9'a düşürülmüştür. Muhalefet baskı altında tutulmaya çalışılmış ve İnönü'nün yurtiçi gezileri engellenmeye çalışılmış ve Tahkikat Komisyonu oluşturulmuştur. Ve bu komisyona çok geniş yetkiler tanınmıştır. Komisyon, muhalif basını ve muhalif siyasi partileri baskı altına almaya çalışmıştır. 1960 yılına gelindiğinde iktidar muhalefeti ihtilal kışkırtıcılığı ile muhalefet de iktidarı istibdat idaresi olmakla suçlamıştır. 27 Nisan 1960 tarihinde tahkikat komisyonunun yetkilerini artıran bir yasa çıkarılmıştır. Menderes ekonomik sıkıntılara çare bulmak ve batının ve ABD'nin yardımını almak için son dönemde Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler birliği ile ilişki kurmuş belki de ihtilal de yalnız kalmasın da bunun da etkisi olmuştur.
D-1960 Askeri Darbesi ve sonrası
Bu siyasi atmosfer içerisinde 1960 Askeri darbesi meydana gelmiş, darbe albaylar cuntası eli ile yapılmıştır. Albaylar Cemal Gürsel’i lider olarak seçerek darbenin başında getirmişlerdir. 27 Mayıs 1960 Darbesi, Demokrat Parti yönetimine ve parlamentoya olduğu kadar ordu hiyerarşisine karşı yapıldığı için sonradakilerden ( 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980) farklı anlam taşımaktadır.[15] Demokratik Parti’nin kurduğu Tahkikat Komisyonu ile muhalefet ve basını susturmaya çalışması ile 1960 Nisan ve Mayıs aylarında güvenlik güçleriyle öğrenciler arasında çatışmaya varan tepkiler baş göstermiş ve sonunda 27 Mayıs 1960 tarihinde kendilerine Milli Birlik Komitesi (MBK) adını veren bir grup genç subay ordu adına ülke yönetimine el koymuştur. Komite, darbeyi yapan subaylardan 38’inin oluşturduğu bir gruptu. Bu komite ( 13 Kasım 1960’da aralarında Alpaslan Türkeş’in de bulunduğu 14’ü tasfiye edilmiştir) görevini 25 Ekim 1961’e kadar sürdürmüştür. MBK içinde de görüş ayrılıkları vardı. Sertlik yanlıları iktidarın askerler tarafından yürütülmesinden, ılımlılar ise siyasete devredilmesinden yanaydılar. Ilımlılar yasama yetkisini MBK’dan devralacak bir Kurucu Meclis oluşturulmasından yanaydılar. Bu karar MBK’de beşte dört oyla kabul edilmeliydi. Ilımlılar bunun mümkün olmadığını biliyorlardı; fakat aynı zamanda MBK faaliyetlerinin radikalleri hem silahlı kuvvetlerde hem de ülkede sevimsiz duruma getirdiğini fark ediyorlardı. Ağustos 1960’da 235 general ve 5000 subayın emekliye sevk edilmesi, basını ıslah etme tehditleri ve Ekim’de 147 profesörün üniversitelerden uzaklaştırılması, bu gruba mensup insanları uzaklaştırdı.[16] Askeri komitedeki anlaşmazlıklar sonucu, Orgeneral Gürsel’in önderliğinden aldıkları güçle ılımlılar, 13 Kasım 1960 günü gerçekleştirdikleri iç darbe ile kalıcı askeri rejim yanlısı subaylardan 14’ünü tasfiye ettiler. 23 üyeden oluşan yeni komite oluşturuldu. MBK 7Aralık’ta Kurucu Meclis’le ilgili yasayı kabul etti. Kurucu Meclis ilk toplantısını 6 Ocak 1961’de yaptı. Yasama görevini MBK ile paylaşmaya başladı. Bir süre sonra ordu içerisinde Silahlı Kuvvetler Birliği adıyla yeni bir grup oluştu. Bu örgüt farklı rütbelerden general ve subaylarla birlikte Birinci Ordu ve İstanbul Sıkıyönetim Komutanı Cemal Tural’ı da kapsıyordu. Genelkurmay Başkanı Cevdet Sunay, kendi denetimine almak için örgütle bağlantıyı sürdürmeye karar verdi. Silahlı Kuvvetler Birliği’nin amacı alt rütbeli subaylar üzerinde etkili olmak ve MBK’nin faaliyetlerine göz kulak olmaktı.[17] Silahlı Kuvvetler Birliği, MBK’nın yönetimi sivillere devrini desteklemiştir. MBK ile Silahlı Kuvvetler Birliği arasında alttan alta bir mücadele başladı. Gürsel SBK’dan bazı kişileri tasfiye etmeye kalkıştıysa da SBK’dan gelen ultimatoma boyun eğmiş ve geri adım atmak zorunda kalmıştır. Siyasi partilerin yeniden kurulmasına 12 Haziran 1961 tarihinde izin verildi. Demokrat Parti yerine Adalet Partisi kuruldu. Askerin baskı ve tehditlerine rağmen Adalet Partisi siyaset sahnesinde yerini aldı. Bu arada ihtilalcilerin etki ve yönlendirmesiyle çalışan Yassıada Mahkemesi kararları 15 Eylül 1961 tarihinde açıklandı. MBK 15 ölüm cezasından sadece üçünü onaylamıştı. Adnan Menderes, Hasan Polatkan ve Fatin Rüştü Zorlu buna dayanarak 16 ve 17 Eylül 1961 tarihinde idam edildiler. Bu tarih Türk demokrasi tarihinin en kara ve talihsiz olayıdır. Bu üç siyasinin idam edilmemesi için girişimler olduysa da MBK idamları onaylamıştır. Demokratikleşme Sürecinde Türkiye 1945-1980 adlı eserinde Feroz Ahmet bunun sebebini silahlı kuvvetler içerisindeki sertlik yanlılarını yatıştırmak[18] olarak açıklamaktadır ki, o dönemde ordu içerisine yaşanan rekabet bunun doğru olabileceğini akla getirmektedir. 15 Ekim 1961’de yapılan genel seçimlerin sonuçlarına göre oyların yüzde 62’sini CHP’ye karşı olan ve DP’nin tabanını temsil eden AP ile Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi (CKMP) ve Yeni Türkiye Partisi (YTP) almıştır. CHP oyların yüzde 36,7’sini alarak 173 milletvekili, Adalet Partisi yüzde 34,7’sini alarak 158 milletvekili, YTP oyların yüzde 13,9’unu alarak 65 milletvekili ve CKMP yüzde 13,7’sini alarak 54 milletvekili çıkarmıştır. Seçime katılma oran yüzde 81,41’dir. 1961 seçimleri 1960 Askeri Darbesine rağmen Demokrat Parti tabanının gücünü koruduğunu göstermektedir. CHP’nin oyu 1957 yılı seçimlerine göre oy kaybetmiştir. Ancak askeri bir vesayet oluşturulduğu için AP Orgeneral Cemal Gürsel’in adayını desteklemek zorunda kalmıştır. 1933 yılında kurulan Milli Güvenlik Kurulu bu tarihten itibaren askerin siyasete müdahale aracı haline gelmiştir. Anayasanın kabulü, genel seçimlerin yapılması ve parlamentonun açılması ile MBK’nın askeri yönetimi hukuken sona ermişti, ama silahlı kuvvetlere mensup subay gruplarının siyasi faaliyetleri devam ediyordu. Bunun en açık kanıtı 21 Ekim 1961’de (TBMM açılmadan üç gün önce) İstanbul’daki Harp Akademilerinde yapılan toplantıda 10 general ve 28 albay arasında imzalanan belgedir. “21 Ekim Protokolü” diye anılan belgeye göre Türk Silahlı Kuvvetleri duruma müdahale edecek, iktidarı milletin hakiki ve ehliyetli temsilcilerine teslim edecektir. Bütün siyasi partiler faaliyetten men edilecek ve MBK feshedilecek ve bu kararların tatbiki 25 Ekim 1961 sonrasına bırakılmayacaktır. Daha sonra genelkurmay başkanlığı ve kuvvet komutanlığı yapacak olan generallerin de olduğu bu bildiriyi zamanın genelkurmay başkanı Cevdet Sunay benimsemediği ve İsmet İnönü’nün de buna karşı olduğunu bildirmesi sebebiyle bu protokol yürürlüğe girmemiştir. Buna karşılık parlamentonun açılmasına bir gün kala siyasi parti liderleri komutanların önünde, 27 Mayıs’a karşı çıkmayacakları, cumhurbaşkanlığı için Gürsel’in dışında kimseyi desteklemeyecekleri ve Yassıada mahkumlarının affını söz konusu etmeyeceklerini belirten bir başka protokole imza atmak durumunda kaldılar.[19] TBMM bu ortamda açıldı. Cemal Gürsel Cumhurbaşkanı seçildi. Hükümeti kurmak için CHP’yi görevlendirdi. Sivil yönetime İnönü gibi deneyimli ve parlamentoyu korumakta kararlı bir siyaset adamı önderliğinde yaşanması açısından yararlı olduğu söylenebilir. Fakat asıl önemlisi cumhurbaşkanlığı seçiminde ordunun tutumu olup; 1966, 1973 ve 1980 seçimindeki cumhurbaşkanlığı seçimlerinde de aynı eğilimin sürdürülmesidir. Cumhurbaşkanlığı ve başbakanlık makamlarının ordu açısından güvenilir isimlere teslim edilmesinden sonradır ki bir kısım albayların dışında çoğu yüksek rütbeli subaylar ve generaller hükümetin yanında yer almışlardır.[20] 20 Kasım 1961- 1 Haziran 1962 arasında görevde kalan ilk koalisyon hükümeti döneminde, CHP ve Demokrat Parti’nin devamı niteliğinde olan Adalet Partisi arasındaki çekişmeye, ekonomik ve sosyal sorunlar ile geçiş sürecinin olağanüstü şartları da eklenince ortaklık bozuluvermiştir. 25 Haziran 1962- 2 Aralık 1963 arasında CHP-CKMP-YTP koalisyonu oluşturulmuştur. Bu arada 17 Kasım 1962’de yapılan seçimlerde Adalet Partisi üstünlük sağlamış ve oyların 45.87’sini almıştır. Yüzde 36.97’sini de CHP almıştır. CHP ile işbirliğine yanaşmayan Adalet Partisi yerel seçimlerinden sonra erken genel seçim isteğindedir. Ancak bu şartlar içerisinde dağılan koalisyonun yerine İnönü başkanlığında bağımsızların katılı ile üçüncü koalisyon hükümeti kurulmuştur. 25 Aralık 1963-13 Şubat 1965 arasında görev yapan bu koalisyona Kıbrıs sorunu nedeniyle YTP’de destek vermiştir. Bu koalisyonun sona ermesinden sonra Suat Hayri Ürgüplü başkanlığında AP-YTP-CKMP-MP (Millet Partisi) koalisyonu kurulmuştur. 20 Şubat 1965-10 Ekim 1965 tarihleri arasında görev yapmıştır. Bu koalisyon dönemleri devam ederken askeriye içerisinde de bazı hareketlilikler yaşanmıştır. Bunlar 22 Şubat 1962 ve 20-21 Mayıs 1963 tarihlerinde gerçekleşen Talat Aydemir askeri darbe girişimleridir. Harp Okulu komutanı olan Talat Aydemir ikinci girişiminden sonra 1964 yılında idam edilmiştir. Ekim 1965 yılında yapılan seçimlerde Süleyman Demirel liderliğindeki Adalet Partisi oyların yaklaşık yüzde 53’ünü alarak (240 sandalye (milletvekili)) alarak tek başına iktidar olma başarısını göstermiş, CHP yüzde 29 ile 134 sandalye, Millet Partisi yüzde 6 ile 31 sandalye, YTP yüzde 3.7 ile 19 sandalye, Türkiye İşçi Partisi (TİP) yüzde 2.9 ile 15 sandalye, CKMP yüzde 2.2 le 11 sandalye kazanmışlardır. 1965’te yapılan değişiklikle milli bakiye sistemi diye adlandırılan ve bir seçim sisteminde değerlendirilmeyen oylar partiler arasında dağıtılmıştır. Bu seçimlerin en ilgi çeken sonucu sosyalistlerin (TİP) parlamentoda temsil edilmeleridir. (1968 seçimlerinde milli bakiye sisteminden vazgeçilmiştir.) 27 Ekim 1965’te başlayan Demirel hükümeti 12 Mart 1971’e yani muhtıraya kadar sürmüştür. 1965-1971 dönemini muhalefetteki CHP ve TİP’in iddialarının aksine Halk-AP diyaloğunun (tıpkı DP ile olduğu gibi) sağlamca kurulduğu bir dilimi şeklinde tanımlamak gerekiyor.[21] Bu dönemde meydana gelişmelerden birisi de Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel’in hastalığıydı. Hekimler kurulunun, sağlığının görevini sürdürmeye engel olduğuna ilişkin raporu üzerine, TBMM kararıyla 28 Mart 1966 tarihinde Cumhurbaşkanlığına son verildi. Yerine, eski Genelkurmay Başkanı ve kontenjan senatörü Cevdet Sunay seçildi. Bu dönemde siyaset arenasına yeni partilerde dahil olmuştur. Bunlardan biri Alpaslan Türkeş’in genel başkanı olmasıyla 1969 yılında CKMP’den MHP’ye dönüşen Milliyetçi Hareket Partisi bir diğeri de 1970 yılında Necmeddin Erbakan liderliğinde kurulan Milli Nizam Partisidir. (Milli Nizam Partisi 12 Mart 1971 muhtırasından sonra cumhuriyet başsavcılığının üzerine faaliyetlerinde dini ön plana alarak laikliğe aykırı davrandığı gerekçesiyle 20 Mayıs 1971 tarihinde kapatıldı.) E- 12 Mart Muhtıra Dönemi ve sonrası
Türkiye siyasetinde “12 Mart rejimi” diye adlandırılan dönem 12 Mart 1971 günü Genelkurmay Başkanı ve kuvvet komutanı beş kişinin gerçekleştirdikleri muhtıra darbesi ile başlıyor, Nisan 1973’te darbecilerin Orgeneral Faruk Gürler’in cumhurbaşkanlığı seçiminde saf dışı bırakılması ile sona eriyor. 12 Mart 1971’de Genelkurmay Başkanı ve kuvvet komutanlarının müdahalesi olmasa, ordudaki bazı general, amiral ve subayların AP hükümetini devirerek köktenci bir reform programı uygulamaya hazır oldukları biliniyor. Nitekim muhtıra yönetimi tarafından 12 Mart’tan üç gün önce 9 Mart tarihinde sol darbe hazırlıkları yaptıkları gerekçesiyle önemli görevlerdeki 5 general, 1 amiral ve 35 subay silahlı kuvvetlerden çıkarıldılar. Böylece Türkiye sol eğilimli bir askeri darbenin eşiğinden döndürülmüştür. 9 Martçılar diye bilinen bu grubun ordudaki önderleri ve onlarla birlikte olan sivil aydınların ne kadar “sol” yönetim getirecekleri ise tartışmalıdır.[22] Muhtıra ile generaller anarşi, ekonomik ve sosyal huzursuzluklardan parlamentoyu ve hükümeti birlikte sorumlu tutuyor; çözümü yine aynı parlamentonun içinde arıyorlardı. Tarafsız bir başbakanın başkanlığında iki büyük partinin temsil edildiği teknokratlar kabinesini öngörüyorlardı. Bu amaçla CHP’den istifa ettirilen Prof. Nihat Erim başkanlığında bir hükümet kuruldu. İçerisinde 3 CHP’li, 5 AP’li, 1 Milli Birlik Grubu ve 14 teknokrat vardı. 25 Mart- 1971- 3 Aralık 1971 tarihleri arasında sekiz ay görev yapabildi. Bu arada TİP 20 Temmuz 1971 tarihinde siyasi partiler kanununa aykırı faaliyette bulunduğu gerekçesiyle Anayasa Mahkemesi’nce kapatılmıştır. (12 Mart askeri yönetimince tutuklanan partinin başkanı Behice Boran ve diğer üyeleri 6-15 yıl arasında değişen hapis cezalarına çarptırılmışlardır. Boran ve arkadaşları 1803 sayılı Af Kanununun bazı maddelerinin Anayasa Mahkemesi’nce iptal edilmesi ile 12 Temmuz 1974’te tahliye edilmişlerdir.) Ardından ikinci Erim Hükümeti kurulmuş ve o da dört ay sürmüştür. Mayıs 1972-10 Nisan 1973 arasında da Ferit Melen Hükümeti görev yapmıştır. Bu hükümetin en önemli işi Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay’ın yerine yeni cumhurbaşkanı seçme işidir. 1960 yılına kadar 10 yıl muhalefeti yaşamış CHP ile 1960'dan sonraki CHP arasında önemli farklar bulmak zordur. 1972'de Ecevit'in gelmesi ile ortanın solu politikası ile sosyal Demokrat bir çizgiye gelme uğraşısı da maalesef başarılı olamamıştır. Aynı özellikler Demokrat Parti ve devamı olan Adalet Partisi için de geçerlidir. Demokratik bir yapı oluşturulmamıştır. Bu özellikler olmayınca 1960-1980 arası da maalesef bu siyasi partiler tarafından heba edilmiştir. Bu da askeri müdahalelere kapı aralamış demokrasi ve hukuk devleti ilkeleri konusunda konsensus sağlanamadığı için Türk siyaseti iktidar ve muhalefetin kör dövüşünden öteye gidememiştir. Bir sonraki seçime odaklanmadan kaynaklanan popülist yaklaşımlarda işin cabasıdır. 1971 muhtırası sonrası Ecevit Profesör Erim başkanlığında kurulan hükümete CHP'nin üye vermesini eleştirerek genel sekreterlik görevinden istifa etmiştir. 1961 de nispi temsil sistemi uygulanmıştır. Ordu üzerindeki etkisi tartışmasız olan İnönü milli birlik komitesinin hemen seçimlere giderek idareyi kazanan partiye vermesini istiyordu. CHP'nin kazanacağın düşünüyordu, ama 1960’tan 1980'e kadar yapılan seçimlerde o şekilde bir sonuç alınmamıştır. 1973 yılında meydana gelen cumhurbaşkanlığı seçimleri parlamento içinde ve dışında çetin bir hesaplaşmaya gidileceğini gösteriyordu. Askerler Kara kuvvetleri komutanlığından genelkurmay başkanlığına gelen Faruk Gürler’i cumhurbaşkanı yapmak istiyorlardı. AP lideri Süleyman Demirel ve CHP’nin yeni lideri Bülent Ecevit’in ortak adayı ise emekli oramiral Fahri Korutürk’tü. Faruk Gürler’in istenmemesinin sebebi daha 9 Martçılar denen darbeci bir grupla hareket etmesiydi. Sonuçta siviller üstün geldi ve Fahri Korutürk cumhurbaşkanı seçildi. Yeni cumhurbaşkanı hükümeti kurma görevini Naim Talu’ya verdi. Naim Talu’nun hükümeti AP-CGP (Cumhuriyetçi Güven Partisi) ve bağımsızlardan oluşan bu hükümet bir seçim hükümeti idi. CHP bakan vermedi. 14 Ekim 1973 seçimlerinden oyların yüzde 33.3’ünü ve 185 sandalye kazan CHP’dir. Onu 29.4 oy oranı ile 149 sandalye ile AP izlemiştir. Seçimlerden sonra CHP-MSP (Milli Nizam Partisi yerine kurulan partidir.) koalisyonu kurulmuştur. Bu koalisyon Türk siyasi anlayışına yeni bir boyut katmıştır. İslami düşünceyi savunan parti meşruiyet kazanmış oldu. Devleti kuran ve laikliği savunan CHP ile koalisyon kuruluyordu. Bu dönemin en önemli olayı Kıbrıs Barış Harekatının yapılmasıdır. Bu harekattan sonra Bülent Ecevit bir erken seçim talep ettiyse de Adalet Partisi ve diğer partiler oylarının düşeceğini gördükleri için seçime yanaşmamışlardır. 17 Kasım 1974 tarihinde Bülent Ecevit’in istifası ile bu sefer kontenjan senatörü ( 1961 Anayasası ile iki Meclisli bir parlamento oluşturulmuştu) Ord. Prof. Sadi Irmak başkanlığında yeni bir hükümet kuruldu. Fakat bu hükümet güvenoyu alamadı ama aylarca görev yapmak zorunda kaldı. 1 Mart 1975’te görev Sadi Irmak’a verildiyse de kabul etmedi. Nihayet AP lideri Süleyman Demirel başbakanlık görevine getirildi. Cumhurbaşkanı Korutürk’ün görevi niye hemen Demirel’e vermedi, tartışılabilir. Ama askerlerin daha önceki tavırlarını düşününce askerlerin tavırlarından çekindiği söylenebilir. Bir ihtimalde Demirel’in bu siyasi şartlarda bir koalisyona yanaşmaması olabilir. 12 Nisan 1975 günü Demirel başkanlığındaki AP-MSP-CGP-MHP-Bağımsızlar ortak hükümetine 218’e karşı 222 güven oyu ile işbaşı yaptırılması, Türkiye siyasetinde 1960’larda ortaya çıkan sağ ve sol şeklindeki kutuplaşmanın artık yerleştiğine kanıttır. Bu hükümete Birinci Milliyetçi Cephe hükümeti adı verilmiştir. Cumhuriyetçi Güven Partisi (CGP) CHP’den “partinin programından ve demokratik usullerden ayrılarak sosyalizm yoluna saptırıldığını” ileri sürerek istifa eden 47 milletvekili ve senatörün 1967’de oluşturdukları eski Güven Partisi‘nin daha sonra CHP’den kopan Cumhuriyetçi Parti ile birleşmesinden oluşmuştur. Prof. Dr. Turan Feyzioğlu’nun liderliğini yaptığı parti kemalizmi ileriye dönük biçimde değil, kurulu düzeni sürdürmeye yarayacak şekilde savunması ve sola karşı tutumu ile ün kazanmıştır.[23] Bu dönemde MHP başkanı ve başbakan yardımcısı Alpaslan Türkeş, sağcı "komandolar"ın güvenlik kuvvetlerinin yardımcısı olduğunu ileri sürdü. Hükûmetin bu olaylarda tarafsızlığını koruyamaması saldırıların yoğunlaşmasına yol açtı. Yine bu dönemde ABD'nin silah ambargosunun etkisi oldukça derin oldu. Bir dış güvenlik sorunuyla karşı karşıya kalan Türkiye uluslararası forumlarda da yalnız bırakıldı. Ekonominin işleyişi için gerekli dış yardım ve krediler kesildi. Ardından patlak veren petrol krizinin de etkisiyle Türkiye, Cumhuriyet döneminin en ağır ekonomik bunalımlarından birine girdi. Bu arada ambargo kararı üzerine Türkiye, ABD üsleriyle ilgili ikili anlaşmaların uygulanmasını tek taraflı olarak durdurdu. ABD Kongresi'nin ambargoda ısrar ettiğinin anlaşılması üzerine Türk hükûmeti 25 Temmuz 1975'te, NATO'ya bağlı İncirlik Üssü dışında, tüm ABD üslerinin devralınmasını kararlaştırdı. ABD silah ambargosu ancak Eylül 1978'de kaldırılabildi. Seçim kampanyası boyunca terör eylemleri sürdü. Bülent Ecevit ve seçim konvoyuna 26 Nisan'da Tokat'ın Niksar ilçesinde, 27 Nisan'da da Gümüşhane'nin Şiran ilçesinde saldırılar düzenlendi. Ecevit, 29 Mayıs 1977 günü seçim gezisi için bulunduğu İzmir Çiğli Havaalanı'nda suikasta uğradı. Bülent-Rahşan Ecevit çiftinin zarar görmeden atlattığı suikast girişiminde, CHP İzmir İl Başkanı Mehmet İsvan ağır yaralandı. Ecevit'in 3 Haziran 1977'de Taksim Meydanı'nda düzenleyeceği miting öncesinde Başbakan Demirel kendisini uyararak miting sırasında suikast yapılacağını bildirdi. Ecevit'in miting günü Taksim'de olacağını ve hiç kimsenin mitinge gelmemesini söylemesine rağmen 3 Haziran günü yapılan miting CHP tarihinin en geniş katılımlı ve en coşkulu mitinglerinden biri oldu. 5 Haziran 1977’de yapılan genel seçimlerde CHP yüzde 41.4 oyla 213 sandalye, AP yüzde 36.9 oyla 189 sandalye, MSP yüzde 8.6 oyla 24 sandalye, DP yüzde 1.8 ile 1 sandalye ve bağımsızlar 4 sandalye kazanmış, TİP ve TBP (Türkiye Birlik Partisi) ise sandalye kazanamamıştır. Seçimden birinci parti olarak çıkması beklenen CHP tahminleri boşa çıkarmadı. Ekonomik ve sosyal sıkıntılar, siyasal düzlemdeki silâhlı çatışmalar, CHP’nin bütün bunlara bir çözüm olabileceği yönündeki beklentiyi artırmıştı. ‘Halkçı Ecevit’ sloganı, bir yandan geniş yığınların ekonomik, sosyal ve siyasal taleplerini içerirken; diğer yandan da hayli popülist bir söyleme karşılık geliyordu. 1973 seçimlerine göre oylarını yaklaşık 8 puan, milletvekili sayısını da 28 sandalye artırmasına rağmen tek başına iktidar olması için gereken 226 milletvekilliğini elde edemedi. AP ise 1973 seçimlerinde DP ve MSP'ye kaptırdığı oylarının bir kısmını geri almayı başardı. MHP de oylarını neredeyse ikiye katladı. Buna rağmen MSP, CGP ve DP'de ise büyük oy kaybı yaşandı. Seçim sonrasında CHP lideri Bülent Ecevit, “AP ve MHP dışında her türlü koalisyona hazırız derken, AP lideri Demirel “Milliyetçi partiler topluluğu iktidarı sola teslim etmemeli” diye görüşlerini açıklıyordu. Ecevit’in kurmaya çalıştığı azınlık hükümeti TBMM’den güvenoyu alamadı. Bunun üzerine Demirel ikinci milliyetçi cephe hükümetini 21 Temmuz 1977 tarihinde kurdu. Bu hükümet AP’nin 13, MSP’nin 8 ve MHP’nin 5 bakanla yer aldığı bir hükümetti. İkinci Milliyetçi Cephe Hükümeti uzun ömürlü olmadı. Yerel seçimlerdeki başarıdan yararlanmak isteyen CHP, AP'den istifa edenlerle tema kurmaya başladı. Ecevit ile 12 eski AP'li (Tuncay Mataracı, Şerafettin Elçi, Mete Tan, Hilmi İşgüzar, Orhan Alp, Fethi Acar, Mehmet Oğuz Atalay, Cemalettin İnkaya, Ali Rıza Septioğlu, Enver Akova, Ahmet Karaaslan ve Güneş Öngüt) arasındaki görüşmelerin ilki 22 Aralık tarihinde Darıca'ya bağlı Bayramoğlu'nda bir otelde gerçekleştirildi. Ancak görüşmelerin gizli tutulmasına rağmen basına sızması üzerine görüşmelerin başka bir ortamda gerçekleştirilmesine karar verildi. Görüşmelerin devamı dönemin CHP'li İstanbul Belediye Başkanı Aytekin Kotil'in organizasyonunda belediyeye ait Florya'daki Güneş Moteller'de yapıldı. Ecevit 11 bağımsız milletvekiline, kuracağı hükümete destek karşılığında bakanlık önerdi, 10'u kabul etti. Konya Milletvekili Oğuz Atalay bakanlık teklifini kabul etmedi. CHP’nin verdiği gensoru ile İkinci Milliyetçi Cephe Hükümeti düşürülmüştür. (31 Aralık 1977) Gensoru ile düşürülen ilk hükümettir. Bir hafta sonra Ecevit başkanlığında yeni koalisyon kuruldu. 5 Ocak 1978’de kurulan bu hükümette AP’den istifa eden 11’ler, CGP ve DP desteği ile kurulan Üçüncü Ecevit hükümeti 229 güven oyu alırken bakanlık sayısının 34’e çıkartılmış olduğu dikkati çekiyordu. Üçüncü Ecevit Hükümeti döneminin en büyük krizi 22 Aralık 1978’de meydana gelen Kahramanmaraş olaylarıdır. Bir gün önce öldürülen iki öğretmenin cenaze töreni sırasında başlayan olaylar kentte kitle katliamının tüyler ürpertici örneği sergilenmiştir. Maalesef evler basılmış küçük bebekler bile acımasızca öldürülmüştür. Başlangıçta ölü sayısı 33, yaralı 300’den fazla idi. Resmî açıklamalara göre yedi gün süren olaylar sırasında 109 insan öldürüldü. Alevilere ait 200'ün üzerinde ev yakıldı, 100'e yakın iş yeri tahrip edildi. Yirmi üç yıl süren davalar sonunda 22 kişi idam, 7 kişi müebbet hapis, 321 kişi de 1-24 yıl arasında ceza almıştır. 14 Ekim 1979’daki ara seçimler de boş bulunan sandalyeleri tamamını AP alması ve güçlenerek çıkması üzerine Üçüncü Ecevit Hükümeti istifa etmiştir. Bunun yerine Demirel liderliğinde Üçüncü Milliyetçi Cephe Hükümeti kurulmuştur. 12 Kasım 1979-12 Eylül 1980 arasında görev yapan bu hükümetin en önemli icraatı 24 Ocak Kararlarıdır. Sonuç Sonuç olarak, uzun bu siyasi geçmiş, katedilemeyen mesafeler, çözülemeyen sorunlar, kısır döngüler, anlamsız tartışmalar. Maalesef bu durum, geçmişi bir kenara koyup demokratik açıdan önümüze bakalım politikasına hep engel olmuştur. Günümüze baktığımızda 1950-1960 yılları arasında ve askeri müdahaleden sonra 1960-1980 yıllarında yaşanan basit tartışmalar siyasi kavgalar ya da kör dövüşü halen devam etmektedir. Yaşanan bunca tecrübeye rağmen farklı siyasi düşünce ve fikirler bir araya gelememek de, en önemlisi de demokratik tavır olan farklı fikir ve düşüncelere saygı duyma asgari ölçülerde bile yerine getirilememektedir. Kısaca 1946 yılında geçtiğimiz çok partili siyasi yaşama rağmen demokratik hukuk devleti olma yolunda maalesef yeterince yol alınamamıştır. Bunda bana göre en önemli sebep demokrasiye dayalı bir eğitim sistemi ve müfredatın olmamasıdır. Hiçbir dönemde, hükümetlerde demokratik bir hassasiyet oluşmadığı için, okullarımızda da çocuklarımıza bu eğitimi verecek demokratik anlayış ve müfredat söz konusu olmamıştır. Bu sebeple hangi siyasi düşünce iktidara gelmiş olursa olsun fikir ve düşüncelere saygı yerine, hep iktidar muhalefet kavgası yaşanmıştır ve yaşanmaktadır. Demokrasinin temel ilkelerinden olan çoğulculuk, halkın yönetime doğrudan katılması, insan hakları, temel hak ve hürriyetler, hukukun üstünlüğü gibi ilkeler maalesef hala yerleştirilebilmiş değil. Bunun çözümü demokratik hassasiyeti yüksek yeni nesillerin yetiştirilmesidir.
Yararlanılan Kaynaklar: 1- Ahmad, Feroz, Demokrasi Sürecinde Türkiye 1945-1980, Hil Yayın, İstanbul, 2010. 2-Karpat, Kemal. H., Türk Siyasi Tarihi, Timaş Yayınları, İstanbul, 2011. 3- Koçak, Cemil, Siyasal Tarih 1923-1950, Türkiye Tarihi 4, Cem Yayınevi, İstanbul, 1990. 4-Özbeyli, Arif, Mersin Mebusu Salahaddin Bey’in Birinci Türkiye Meclisindeki Faaliyetleri, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, Ondokuzmayıs Üniversitesi Eğitim Bilimler Enstitüsü, Samsun 2015. 5-Özdemir, Hikmet, Siyasal Tarih 1960-1980, Türkiye Tarihi 4, Cem Yayınevi, İstanbul, 1990.
Elektronik Kaynaklar
https://tr.wikipedia.org [1] Emekli Tarih Öğretmeni [2] Kemal. H. Karpat, Türk Siyasi Tarihi, Timaş Yayınları, İstanbul, 2011, s.45 [3] Kemal H. Karpat, Türk Siyasi Tarihi, Timaş Yayınları, İstanbul, 2011, s.29 [4] Kemal H. Karpat, age., s.24-25. [5] Kemal H. Karpat, age., s.59. [6] Kemal H. Karpat, age., s.54. [7] Cemil Koçak, Siyasal Tarih 1923-1950, Türkiye Tarihi 4, Cem Yayınevi, İstanbul, 1990, s.135. [8] Kemal H.Karpat, age., s.42-43. [9] Kemal H. Karpat, age., s.57. [10][10] Kemal H. Karpat, age., s.62 [11] Kemal H. Karpat, age., s.37. [12] Kemal H. Karpat, age., s. 62. [13] Kemal H.Karpat, age., s.65. [14] Kemal H.Karpat, age., s.67. [15] Hikmet Özdemir, Siyasal Tarih 1960-1980, Türkiye Tarihi 4, Cem Yayınevi, İstanbul, 1990, s. 192. [16] Feroz Ahmad, Demokrasi Sürecinde Türkiye 1945-1980, Hil Yayın, İstanbul, 2010, s. 214-215. [17] Feroz Ahmad, age., s.217. [18] Feroz Ahmad, age., s. 221. [19] Hikmet Özdemir, Siyasal Tarih 1960-1980, Türkiye Tarihi 4, Cem Yayınevi, İstanbul, 1990, s. 208-209. [20] Hikmet Özdemir, age., s.209-210. [21] Hikmet Özdemir, age., s. 218. [22] Hikmet Özdemir, age., s.227. [23] Hikmet Özdemir, age., s.241-242. |
1386 kez okundu
YorumlarHenüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yapmak için tıklayın |